25 Eylül 2024 Çarşamba

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -25 Eylül 2024-

Karanlığın üzerine örtülen o çöp poşeti -Fatih Yaşlı-

"Bir çocuktan katil yaratan o karanlık, çözüm olarak yine kendisini, kendisinin daha koyu bir halini sunabilmekte, kitleleri buna razı edebilmektedir. Buradan çıkış mı? Elbette ki mümkündür."

Türkiye’de 2020 yılında 10 binden fazla çocuk cezaevine girmiş, bu ise her 100 bin çocuktan 135’inin cezaevine girmesi anlamına geliyormuş. 2007 yılında, yani 13 sene önce bu sayı sadece 11’imiş; 13 yılda nüfusun yüzde 15 artmasına mukabil, cezaevine giren çocuk sayısı on dörde katlanmış.

2022 yılında suça karıştığı için gözaltına alınan çocuk sayısı 200 binin üzerine çıkmış, bunların 78 binini yaralama suçu işleyenler oluşturmuş, bu suçu birden fazla işleyenlerin sayısı yüzde 30 civarındaymış. Yaralamadan sonra en fazla tekrar edilen suç ise hırsızlık olarak gerçekleşmiş.

Aynı verilere göre suça karışan çocukların oranı her yüz bin çocukta 2 binin üzerinde, Türkiye genelinde ise her yüz binlik nüfusta 300 civarı hükümlü var; yani çocuk nüfus içerisinde oransal olarak suça karışanların sayısı yetişkin nüfustakinden daha fazla.

2023 yılında 170 bin çocuk savcıların karşısına çıkarılmış, 2022’den gelenlerle birlikte sayı 300 bini bulmuş ve ceza mahkemelerinde çocuklar için verilen 71 bin mahkûmiyet kararının yüzde 58’i hapis cezası olmuş. Bu oran 2012’de ise yüzde 25 civarındaymış, yani 11 yılda iki kattan daha fazla bir artış gerçekleşmiş.  Yetişkinler için verilen hapis cezalarının ortalaması ise yüzde 26 ile 29 arasında imiş; yani çocuklara verilen hapis cezaları yetişkinlere verilenin iki katı olmuş. 

Bu korkunç verileri Cengiz Erdinç’in Kısa Dalga’da yayınlanan 20 Haziran 2024 tarihli “Tekrar tekrar suç ya da 'mükerrirler!’” adlı yazısından aldım. Görülüyor olmalı, bu ülke Narin örneğinde olduğu gibi çocuklarının öldürülmesine engel olamazken, aynı şekilde çocuklarının suça sürüklenmesini, bir suç makinesine dönüşmesini de engelleyemiyor; “bir çocuktan bir katil yaratan karanlık” daha da koyulaşıyor, kesifleşiyor. 

Bunun en son örneğini genç bir kadın polisin katledilmesinde gördük. Polis Şeyda Yılmaz’ı öldüren Yunus Emre Geçit sadece 19 yaşındaydı ve o yaşına kadar aralarında yaralama, hırsızlık, gasp, cinsel taciz vs.nin de olduğu tam 26 suça karışmıştı. Nihayetinde ise o karanlığın yarattığı katillerden biri olmuş ve 27 yaşındaki başka bir gencecik insanın canını almıştı. 

Narin cinayetinden Şeyda Yılmaz cinayetine, Türkiye bir çözülme ve çürüme döneminden geçiyor; yoksulluk ve sefalet derinleştikçe, gelir dağılımı bozuldukça, devlet sosyal devlet olmaktan çıktıkça, mafya ekonomisi hükmünü icra ettikçe, halk tüm bunlara örgütlü bir şekilde ses vermedikçe, toplum toplum olma vasfını yitirip pelteleşmiş bir yığına dönüştükçe, çürüme ve çözülme kanserli bir hücre misali her yana yayılıyor, o koyu karanlık çoğalıyor, büyüyor.

Çürüme ve çözülme soyutlama ya da metafor olarak kullanılabilecek kavramlar değil artık günümüz Türkiye’sinde, hakikatin ta kendisini ifade ediyorlar ve etrafımıza dikkatlice baktığımızda buna dair sayısız fenomen görebiliyoruz. 

Bakın örneğin polis katili Yunus Emre Geçit’in adliyeye bir çöp poşetine sarılı olarak ve hayvanların taşındığı araçla götürülmesi açık bir çözülme ve çürüme halidir. Daha 19 yaşındaki bir kişinin nasıl olup da 26 suça bulaşabildiği ve nasıl olup da dışarıda elini kolunu sallayarak suç işlemeye devam ettiği sorusunun üzerine örtülen örtüdür çünkü o çöp poşeti. Devletin hukuka ve anayasaya elveda deyişinin, düzenin bir gasp ve soygun düzenine dönüşmesinin gizlenmesi içindir. Türkiye’nin bir mafya cenneti haline geldiği gerçeğini, baronların ülkemizde cirit attığı gerçeğini, bu coğrafyanın uyuşturucu kaçakçılığından insan kaçakçılığına bir merkez üs haline geldiği gerçeğini görmeyelim diyedir katile yapılan o muamele.

O muamelenin kitleler nezdinde bir karşılığı var mı peki? Elbette ki var. İçinde bulunduğu durumun gerçekliğine vakıf olmayan ya da sorumluluk almaktan korktuğu için gerçeklikten kaçan kitleler, bu tür performanslardan her zaman haz alır, güçle özdeşleşme üzerinden bir tatmin yaşarlar. Katile kesilen racon, onlar açısından adaletin yerine getirilmesidir, sorulan hesaptır, alınan intikamdır. Suçlulara hep böyle davranılsa, yani kanunlar, yasalar, askerimizin, polisimizin elini bağlamasa, birileri çıkıp işkenceden, insan haklarından bahsetmese, memleket güllük gülistanlık olacaktır.

Yine de bu yetmez; racon kesilmiştir, ders verilmiştir tamam ama kitleler daha fazla düzen, daha fazla otorite, daha fazla güç istemelidir, devleti ve baskıyı her seferinde daha iştahlı, daha arzulu bir şekilde çağırmalıdır. Gramsci hegemonyayı rıza artı zor olarak formüle etmişti; eklemek gerekir, kitlelerin daha fazla otoriteye, daha fazla zora razı olması da hegemonyaya dâhildir. 

Bugün Türk sağı, ahmaklaştırdığı kitlelere, kendi yarattığı karanlıktan çıkışın yolunun kendisine daha fazla güç verilmesi ve o karanlıktan ancak karanlığın daha da güçlenmesiyle kurtulmanın mümkün olduğunu kabul ettirmiş gibidir. Kitleler kolektif bir akıl yitiminin eşliğinde olan bitene bakıp, önce suçlunun etnik kökenini incelemekte, suçu hemen “biz”den olmayanlara yıkmakta, Kürtleri ya da sığınmacıları hedef tahtasına yerleştirmekte, bir milliyetçilik seremonisi sergilemekte, ardından da polise öldürme yetkisi verilmesini (sanki yokmuş gibi) ya da idam cezasını talep edebilmekte, bunu bir çözüm olarak görebilmektedirler.

İdam Türk sağı tarafından kitleleri afyonlamanın, uyuşturmanın ve aynı zamanda onları sahte bir toplumsallık üzerinden mobilize etmenin bir aracı, bir fantezi nesnesi olarak kullanılmaktadır. Tüm bu olan bitenin gerisinde iktidarın izlediği ekonomi politikaları, alt üst olmuş gelir dağılımı, eğitimin içine düşürüldüğü durum, mafyatik ilişkiler, yani Türkiye’nin düzeni yokmuşçasına, idam kitlelere nihai bir çözüm, adaletin gerçek anlamda yerine getirilişi olarak sunulur ve buradan bir ortaklık yaratılmak istenir. İdam cezası olsa ve hele bir de bu ceza kitlelerin önünde, bir şov misali gerçekleştirilse, o zaman suçlular gerçek anlamda cezalandırılmış olacak ve kimse de suç işlemeyecektir, toplum da böylece bir arınma ritüeli yaşayacak, idam edilen her kişide kendi suçsuzluğunu kutsayacaktır.

İdam Türkiye İslamcılığı için de işlevseldir; “kısasa kısas, gerçek adalettir” diyenlerin esas meselesi adalet falan değil yaşadığımız fiili şeriat rejimini anayasal bir statüye kavuşturmak, onu resmileştirmektir. Buradan yürütülen tartışma aynı zamanda suçla seküler yaşam arasında, bir sembol olarak içki arasında, “ahlaksızlık” arasında bir bağlantı kurar; suçun gerisinde toplumun dinden uzaklaşmasının olduğu ve devletin ülkeyi dini kurallar çerçevesinde yönetmemesi olduğu öne sürülür. Dolayısıyla hiç unutmamak gerekir ki Türkiye’de idam tartışması her şeyden önce bir şeriat tartışmasıdır. 

Toplumun böylesine kolay bir şekilde manipüle edilebilmesi ise ortada bildiğimiz anlamda bir toplum olmamasından kaynaklanmaktadır. Bugün Türkiye’de iktidarın enflasyonla mücadele adı altında izlediği planlı yoksullaştırma programına karşı kolektif bir direnç ortaya koyabilen, sahip olduğu hak ve özgürlüklerin elinden alınmasına itiraz eden, ülkesinin talan edilen taşına toprağına sahip çıkan, çocuklarının ya maktul ya katil olmasını engelleme iradesi gösteren bir toplum, kolektif bir özne yoktur. Toplum, 12 Eylül darbesinden beri atomize edilmekte, örgütsüzleştirilmekte, ortak bir akıl ve irade üretme yetisinden yoksun bırakılmakta, tarikatların, cemaatlerin, mafyanın kucağına atılmakta, kitle iletişim araçları aracılığıyla hafızasızlaştırılmakta ve aptallaştırılmaktadır. Böylece bir çocuktan katil yaratan o karanlık, çözüm olarak yine kendisini, kendisinin daha koyu bir halini sunabilmekte, kitleleri buna razı edebilmektedir.

Buradan çıkış mı? Elbette ki mümkündür. Slogan atmak olarak görülebilir ama aksine hakikat şudur ki Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu durumun ve başına gelen bütün kötülüklerin kaynağı Türk sağıdır. Türk sağı dinciliğiyle, faşizmiyle, devlet tapınmacılığıyla, sermaye düzeninin muhafızlığıyla, feodal ilişkilerden, aşiretlerden, tarikatlardan nemalanmasıyla, mafyayla kurduğu ilişkilerle, lümpenliği beslemesiyle, erkeklik/delikanlılık edebiyatıyla, hamasetiyle, sahtekârlığıyla Türkiye’yi bu hale getirmiştir, evet Türkiye’nin hakikati budur.

Hakikat buysa çözüm de soldadır, emeğin, emekçilerin siyaset sahnesindeki temsilindedir, kamucu, halkçı ekonomi politikalarındadır, örgütlenmededir, dayanışmadadır, laiklik mücadelesindedir, yaşamı savunmadadır, yani mesele aklı iğdiş edilmiş kitlelerin yeniden toplum haline gelmesi, yeniden ortak bir akıl ve irade ortaya koyması, kendisinden çalınanları geri almak için elini taşın altına koymasıdır. Bugün Türkiye’de solun en önemli ve biricik meselesi bunun nasıl başarılacağıdır. Türkiye ya yüzünü sola dönecektir ya da bir çocuktan katil yaratan o karanlık daha da büyüyecek ve Türkiye’yi yutacaktır.

                                                             /././

THTM NATO ve emperyalizme karşı yürüyor -Oğuz Oyan-

NATO dışında kalırsa Türkiye’nin savunmasız kalacağı köksüz görüşü de mutlaka çürütülmelidir. Aslında şimdiye kadar bunun tam tersinin doğru olduğu defalarca kanıtlanmıştır.

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi (THTM), bu yılın 6 Ocak tarihinde Türkiye toplantısını yaparak kuruldu. Kendi örgütlenmesini ülke sathına yaymaya girişmişken daha şimdiden ülke gündemine damga vuracak eylemler ve etkinliklere imza attı. Bunlardan en çarpıcı olanı “NATO’ya ve Emperyalist Savaşa Karşı Yürüyoruz” eylemi oldu ve bu yürüyüş halen devam etmekte.

15 Eylül’de Kartal’dan büyük bir katılım ve coşkuyla başlayan yürüyüş aynı gün Gebze’de karşılandı, kent içinde yürüyüşle sürdürüldü. Ertesi gün İzmit ayağında benzer bir coşku yaşandı. Daha sonra Sakarya’da, Eskişehir’de aynı heyecanla karşılandı. NATO’nun/ABD emperyalizminin yakın desteğini alan İsrail’in Filistin ve Lübnan’da sürdürdüğü barbarlık ve katliamlara denk geldiği için bu yürüyüş kitlelerden ayrı bir ilgi ve destek gördü. Yürüyüş öncesinde İzmir’e gelen ABD savaş gemisine karşı TKP’nin başlattığı gösterilerin de katkısıyla bu yürüyüşe ilgi esasen önceden de yoğunlaşmıştı. 

Yürüyüş 19 Eylül’den itibaren Ankara Sincan’dan başlayarak başkentteydi. Pazar günü Ankara Kuğulu Park’ta Grup Günyüzü ile bir konser eşliğinde daha geniş kitlelere ulaşıldı. 23’ünde Konya’da yürüyüş ve açıklama yapıldı. 24’ünde (bugün) önce Konya Ereğli’de sonra Niğde Ulukışla’da karşılama ve uğurlama olacak. Sonraki duraklar, 25’inde Mersin, 26’sında Tarsus buluşma ve açıklamaları olacak. Nihai hedef 28 Eylül’de Adana’da 16:00'da kitlesel bir buluşma gerçekleştirmek, ardından İncirlik üssüne bir yürüyüş düzenlemek ve eylemin bu bölümünü orada sonlandırmak olacak.

Bütün bu buluşma-açıklama-yürüyüş temposuna çok önemli bir kültür-sanat etkinliği de eşlik ediyor. Ağustos ayında çağrı yapılıp bir aydan kısa sürede, üstelik ülke dışından katılımlara da açık bir biçimde çok sayıda ressam, karikatürcü ve grafikerin eserleriyle katkı verdiği “NATO’ya ve Savaşa Karşı Sergi”, yürüyüş boyunca kitlelerle buluşmuş oldu. Bunun giderek zenginleşen bir eserler kataloğuyla bu kadar kısa süre içinde başarılabilmiş olması başlıbaşına bir olaydır ve katkı veren herkes saygıyla anılmalıdır. Üstelik bu sergi bir başka ilki de gerçekleştirmiş, yürüyüşe eşlik eden hareketli bir sergiye dönüştürülmüştür. 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde çevrimiçi olarak başlatılan sergi, yeni katkılarla fiziki olarak ilk önce 13 Eylül’de İstanbul’da açıldıktan sonra İzmit, Eskişehir, Ankara, Konya ayaklarıyla devam etmiştir. 26 Eylül’de Tarsus ve 27 Eylül’de Adana etapları, serginin de son durakları olacaktır.

Yol boyunca uğrak yerlerinde demokratik kitle örgütlerinin ve çeşitli demokratik kurumların temsilciliklerine ziyaretler gerçekleştirilerek yürüyüşle ilgili açıklamalar yapılmakta, tanıtım broşürleri dağıtılmakta, sorular yanıtlanırken kuruluşlar yürüyüşe ve Ekim'den itibaren yoğun olarak başlatılacak Aydınlanma Seferberliği’ne katkı vermeye davet edilmektedir.

Bir başka etkinlik de çeşitli kentlerde -başta Ankara’da- sıklıkla rastlanan “NATO Yolu” gibi cadde isimlendirmelerinin “Bağımsızlık Yolu” şekline dönüştürülmesi için imza kampanyası başlatılması ve bunların ilgili yerel yönetim birimlerine iletilmesi girişimi olmaktadır. Bu anlamlı kampanya da halkın ilgisini çekmekte ve destek görmektedir.

“NATO ve Emperyalist Savaşa Karşı Yürüyüş” İncirlik’te son bulacaktır ama bu yürüyüşün ilk aşaması 3 Kasım’da gene Kartal’da bir mitingle tamamlanmış olacaktır. Gerçi emperyalizme karşı yürüyüşümüz emperyalizm içimizde kaldığı sürece, dünya halklarını tehdit ettiği sürece durmayacak, NATO denilen savaş örgütü ortadan kalkana kadar devam edecektir. En azından Türkiye’nin NATO’dan çıkması sağlanana kadar sürecektir. 
 
THTM, 6 Ekim’de Ankara’da yapacağı bu yılın üçüncü genel kuruluyla hem kendi yapılarını, örgütlenme ve faaliyet biçimlerini gözden geçirecek, hem de geleceğin eylemlerini planlamaya başlayacaktır. 3 Kasım mitingine ilişkin hazırlıklar bunun en yakın vadeli olanı olacaktır. Ama daha kalıcı ve sürekli bir görev alanı, “Aydınlanma Seminerleri” üzerinden Aydınlanmadan yana taraf olan çeşitli kuruluşlarla olan ilişkileri pekiştirmek ve geniş kitlelere bugünkü gerici eğitim sisteminin ve karşı-devrimci iktidarın alternatifsiz olmadığını gösterebilmek olacaktır. Bunun adı, AKP, MHP ve HÜDA-PAR gericiliğinin birlikte temsil ettiği “Karanlığa” karşı bir “Aydınlanma Seferberliği” olacaktır. Şimdiden 150’yi aşkın aydınımız, bilim insanımız onlarca değişik konu üzerinde bilimsel seminerler vermeyi kabul etmiş bulunmaktadır. Ekim ayından itibaren THTM aydınlanmaya ilişkin konular üzerinde seferber olmayı öncelikli görevleri arasında sayacaktır.

Tekrar başa dönmeliyiz: NATO bir savaş ve darbe örgütüdür

Türkiye’nin NATO üyeliği Kore’de evlatlarının döktüğü kanın bedeli olarak sağlandı. Aslında bu bedel ödenmeseydi de Soğuk Savaş lordları Türkiye’yi anti-Sovyetik/anti-komünist bir ittifaka üye yapmak için er ya da geç baskı kurarlar ve bu üyelik belki birkaç yıl gecikmeyle gerçekleşirdi. Ama Türkiye’nin egemen sınıfı ve onun siyasi temsilcileri hiç zaman kaybetmek istemediler; sadece “dış tehdide” karşı değil iç tehdide yani içerde yükselebilecek bir sınıf tepkisine karşı da kendilerini güvenceye almak istediler. Aslında 1960’lardan sonra siyaseti sola da açan yeni anayasal sistemde sermayenin gözünde “iç tehdit” hep ön planda gelecekti. 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri bunun için yapıldı. Süper NATO, Kontrgerilla bunun için örgütlendi, cinayetler böyle işlendi, darbelerin “iç çatışma” gerekçeleri böyle üretildi. 

Şimdi bu saldırgan NATO’ya “Kuzey Atlantik” örgütü olmak yetmemektedir. ABD, Avrasya'yı hatta onun ötesine giderek Pasifik’i de kapsamak, hegemonya mücadelesinde artık baş rakip konumunda gördüğü Çin’i de NATO ablukasına almak istemektedir. İsmi belki resmen NAPTO’ya dönüşmeyebilir ama fiilen amaçlanan budur. Şimdilik Rusya-Çin birlikteliğini ve özellikle Putin yönetimini çökertmek üzere Ukrayna üzerinden Rusya’ya yüklenilmektedir. Bunun için savaşın yaygınlaştırılması, düşük yoğunluklu bir nükleer çatışmanın dahi göze alınması gibi çılgınlıklar sıradadır. ABD başkanlık seçimi öncesinde geriye dönülmez eşiklerin aşılmasına yönelik oldu-bittilerin önü açılmıştır. ABD karşısında dize gelen Avrupa ülkelerinin ve hevesli emperyalist İngiltere’nin, sağ ve sosyal demokrat parti ayırımı olmaksızın ABD/NATO güdümüne girmeleri kuşkusuz alarm vericidir. Bütün bunların ardında, Çin daha fazla güçlenmeden ekonomik, diplomatik ve özellikle militarist yolların tümünü kullanarak hegemonya savaşında geriye çekilmesini sağlamak nihai amacı bulunmaktadır. 

Kurtuluş Savaşı’ndan gelen CHP de, anti-emperyalist köklerinden arınma sürecine yeni harçlar koymaktadır. NATO’ya üyelik gerçi DP döneminde gerçekleşmişti ama o zamanki CHP de desteğini “esirgememişti”. Sonraki onyıllarda da, 1960’larda ve 1970’lerde İnönü ve Ecevit hükümetleri dönemlerinde Kıbrıs ve haşhaş ekimi gibi meselelerde kimi zaman ABD ile sürtüşme yaşansa da, NATO’culuk konusunda CHP eleştirel konuma hiç geçmemiştir. Üstelik CHP’yi de kapatan 12 Eylül’deki NATO/ABD/IMF darbesine rağmen… ABD şimdilerde Ukrayna ve Gürcistan’ı NATO’ya dahil etme ve Karadeniz’i bir NATO denizi yapma ihtirasları sonucunda bölgeyi savaşa sürüklemekle meşgul. Kendi yarattığı serseri mayınlar sorununu kullanarak Karadeniz’e kıyısı olan üç NATO ülkesi (Türkiye, Bulgaristan, Romanya) arasında Karadeniz’in mayınlardan temizlenmesi anlaşmasını dayatmak da bunun uzantısında. Daha öncesinde Montrö anlaşmasını delmek için elinden geleni yapmak, bunun ilk hazırlığı olarak Deniz Kuvvetleri komutanlarının Kemalist çizgide olanlarını "FETÖ" kumpaslarıyla uzaklaştırmak da projelerine hep dahil oldu. Ukrayna savaşının bitmemesi ve yaygınlaşması için sürekli sofistike silah yığınakları yapılması ve Rusya topraklarına doğrudan saldırması için Ukrayna’nın kışkırtılması da NATO’nun planlarının parçası. Şimdi de İsrail’i de kapsayan “NATO’nun Doğu Kanadının Güçlendirilmesi” başlığında Varşova’da bir NATO Parlamenter Asamblesi toplantısı yapıldı. Bu toplantıda, Türkiye NATO PA Komisyonundaki CHP ve DEM milletvekillerinden bir itiraz sesi çıktığı duyulmadı.

Bugün NATO ile ABD’yi birbirinden ayıran, NATO’yu “vazgeçilemez” ve Türkiye’nin NATO üyeliğini “tartışılamaz” kategorisine atan ideolojinin kendini sol sayan aydınlarda bile kök salmış olması aslında emperyalizmin başarı hanesine yazılmalıdır. Bu dayanaksız pozisyonun mutlaka geriletilmesi gerekir. NATO dışında kalırsa Türkiye’nin savunmasız kalacağı köksüz görüşü de mutlaka çürütülmelidir. Aslında şimdiye kadar bunun tam tersinin doğru olduğu defalarca kanıtlanmıştır. Türkiye NATO’da kaldığı sürece Soğuk Savaş’ın hedef ülkelerinden biri olmuş, ABD nükleer başlıklarını ve ABD ile NATO üslerini ülkesinde barındırdığı için bir sıcak savaşın potansiyel hedefi konumuna getirilmiş, ordusu bir NATO ordusuna dönüştürülürken tüm üst kurmay subayları Pentagon tezgahından geçirilmiş, ülkedeki bütün darbelerde/darbe girişimlerinde NATO/ABD parmağı olmuş, sosyalistlerin ve aydınların katledilmesinde, ülkenin istikrarsızlandırılmasında NATO’nun doğrudan veya dolaylı rolü bir biçimde perde gerisinde etkili olmuştur.

Sonuç

İşte bu nedenlerle bölgenin ve Türkiye’nin selameti için Türkiye NATO’dan çıkmalıdır. Türkiye’deki tüm ABD ve NATO üsleri derhal kapatılmalıdır. İsrail saldırganlığına en sert uyarı buradan yapılabilecektir. Soğuk Savaş döneminde sosyalist ülkelerin Varşova Paktı bahanesi kullanılarak ayakta tutulan NATO savaş örgütü, artık hiçbir varlık gerekçesi kalmadığı için 30 küsur yıl önce tasfiye edilmeliydi. Bugün dünyaya kalıcı bir barış getirebilmek için de bu gecikmiş tasfiye işlemi mutlaka tamamlanmalıdır. Dünya halkları kendi ülke yönetimlerini de zorlayarak, ABD’nin dünyayı bir hegemonya savaşına sürükleme ihtirasını engellemelidir. Yoksa insanlık 20. Yüzyıldan kalan “en kanlı yüzyıl” uğursuz mirasını 21. Yüzyılda çok daha şiddetli bir biçimde deneyimleyebilecektir. Barış için mücadele her zamankinden daha önceliklidir. 

Aydınlanmanın laiklik olmaksızın olmayacağı çok açıktır. Ama laiklik ve aydınlanma yolunda ilerlemedikçe emek hareketinin gideceği menzil veya bu menzile yürüyecek kitleler sınırlı kalacaktır. Kuşkusuz bağımsızlık sağlanmadıkça da Türkiye’nin emekten yana kamucu politikalar geliştirmesi ve karanlıktan aydınlığa çıkması mümkün olmayacaktır. Hepsi birbirine bağlıdır. O nedenle, toplumda esasen canlı olan ve NATO destekli İsrail’in Filistin soykırımıyla bir üst eşiğe tırmanan “NATO ve emperyalizm karşıtlığını” pekiştirmek THTM’nin bugünkü mücadele başlıkları arasında öncelik kazanmıştır.

                                                                /././

Hatay'da eğitimin durumu raporu: 'Okullar yıkık, sağlam kalanlar pis, öğrenciler aç' -Özkan Öztaş-

Depremin en çok etkilediği şehirlerden biri olan Hatay'da eğitim sorunları devam ediyor. TÖB-SEN'in hazırladığı "Hatay'da Eğitim Durumu Raporu" mevcut tabloyu gözler önüne seriyor.

Hatay'da depremden sonra eğitim ve öğretim alanında yaşanan sorunlar birçok başlıkta hâlâ devam ediyor.

6 Şubat depremlerinin ardından her üç okuldan biri zarar görürken kentteki 1604 okulun 210’u yıkılmıştı. 

Tüm Öğretmenler Birliği Sendikası (TÖB-SEN) tarafından hazırlanan ve 23 Eylül'de kamuoyuyla paylaşılan "Hatay'da Eğitimin Durumu" raporu tabloyu bir kez daha gözler önüne serdi. Rapora göre okulların çoğu yıkıldı ya da eğitim görmeye uygun değil. Sağlam olan okullarda temizlik ve hijyen sorunu var. Ayrıca öğrenciler okullarda beslenemiyor ve birçok öğrenci taşmalı eğitim sorunlarından ötürü okula gidemiyor. 

Raporu ve yaşanan sorunları soL'a anlatan TÖB-SEN Merkez Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ezer "Yaşamı yeniden inşa etmede temel sorumluluk öğretmenlere yüklenmiş durumda, ancak kent deprem sonrasında tüm olanaklardan mahrum kaldı. Koca bir felaketin orta yerindeyiz hâlâ" diye özetliyor içinden geçtikleri durumu.

'Çocuk haklarının adı var sadece'

Deniz Ezer'e göre kanun maddelerinde ya da yönetmeliklerde çocuk hakları her ne kadar yer alsa da tamamı göstermelik verilerden ibaret: "Dünyada tartışmaya açılmayan tek konu çocuğun üstün hakları ilkesi konusudur. Fakat ülkemize baktığımız zaman çocuklarımızın insanca yaşam hakkı başta olmak üzere eğitim, sağlık, barınma gibi hakları açısında çok geride olduğu ve bu hak ihlallerinin arttığını da söylemek gerekir."

"Çocuk haklarının adı var sadece" diye anlatıyor bu durumu. "21. yüzyılda çocuklar sağlıklı gıdaya, temiz suya, eğitime, sağlığa yeterli biçimde erişememektedir. Türkiye’de eğitim alanındaki laiklik ve bilim karşıtı politikalar çocukların küçük yaşta suça sürüklenmeleri ve çocuk cinayetlerinin artması gibi sonuçları doğuruyor. Cemaat-tarikatların ve din
adamlarının fiili olarak belirli bir statüye getirilmeleri birçok sorunu beraber getiriyor" 
ifadeleriyle sıralıyor yaşanan sorunları.

'20 ay geçmiş olmasına rağmen hiçbir şey değişmedi'

Hatay'da Eğitimin Durumu Raporu'na göre kentteki sorunların kaldığı yerden devam ettiğini söylemek mümkün. Rapora göre üçüncü haftası yeni başlayan eğitim öğretim döneminde 10 güne yakın devamsızlık yapan öğrencilerin sayısı çok fazla ve okullara ulaşım hâlâ ciddi bir sorun. Okula gidebilen öğrenciler yeterli beslenemiyor ve öğrencilere psikososyal destek verilmesi gerekiyor. 

TÖB-SEN MYK Başkanı Deniz Ezer "Deprem bölgesi Hatay'da 20 ay geçmiş olmasına rağmen hiçbir şey değişmiş değil" diye başlıyor söze raporu yorumlarken. Ve ekliyor: 

"Hatay depremde yerle bir oldu. 20 aydır bir kaos hayatı yaşıyoruz. İşin açıkçası bunun artık bir tercih olduğunu düşünüyorum. 'Asrın felaketi' adı altında hiçbir şey yapmamanın adı konuluyor. Çocuklar hâlâ ulaşım sorunu yaşıyor. Okulun açılmasından 3 hafta geçmiş olmasına rağmen öğrenciler okula gidemiyor. Beslenme derseniz depremzede halkın geneli yardımlarla geçiniyor zaten. Geçinemeyen öğrenciler ya MESEM projelerine kayıyor ya da okul terkine."

'Yıkımların içinden çıkmış öğrencilere-öğretmenlere psikososyal destek bile yapılmadı'

Raporun bir ucunda okullar, öğrenciler ve eğitim-öğretim süreçlerindeki eksikler yer alırken diğer tarafta ister istemez eğitimciler yer alıyor. Tüm bu süreçte öğretmenler de ciddi sorunlar yaşıyor. Öğrencilerle aynı sorunları yaşayan öğretmenlerin diğer yandan öğrencilere karşı da görev ve sorumluluk bilinciyle hareket etmek gibi bir başka öncelikleri var. 

Deniz Ezer söz eğitimcilere gelince de benzer sorunların altını çiziyor. 

"20 ay geçmesine rağmen hâlâ rezerv alanı tartışmasının yaşandığı bir kentten bahsediyoruz. Bir planlama yok. Problemler çok rahat biçimde çözülebilecekken neden çözülmediği konusunda ne kadar iyi niyetli düşünürsek düşünelim bir sonuca varamıyoruz. Hatay dışında diğer deprem illerine bakıyoruz 'normale' dönmüş durumda. O halde burada ya büyük bir rant var ya da önemsenmeyen bir halk var. Düşününki yıkımların içinden çıkmış öğrencilere, öğretmenlere psikososyal destek bile yapılmadı."

'Aileler çocuklar aç kalmasın diye okula göndermiyor'

Depremzedelerin kaldığı konteyner kentler ve toplu yaşam alanlarının hijyeni mutlak önem taşıyor. Buralarda başlayacak en ufak bir salgın hastalığın tüm kente hızlıca yayılması bir başka olasılık. Altyapısı çökmüş, çoğu zaman temiz suya dahi erişemeyen bir kentte en çok önemsenmesi gereken şeylerden biri de okulların temizliği.

Ancak TÖB-SEN tarafından hazırlanan rapora göre okullar pislik içinde. Mevcut durumda her üç okuldan birinin depremde zarar gördüğünü önemli bir kısmının da yıkıldığını düşünecek olursak kentte okul olmadığı, mevcut okulların da pislikten geçilmediği sonucu çıkıyor. 

"Okullarına uzak yerde kalan öğretmen ve öğrenci sayısı çok. Ulaşım da olmayınca sabah okula yetişmek veya akşam çıkışta eve dönüş bir çileye dönüşmüş durumda. Yani güç bela gidilen okullarda öğrencileri ve öğretmenleri de temizlik görevlisi olmadığı için kirli okullar karşılıyor" diyor Deniz Ezer. 

Ama ötesi var.

Beslenme sorunu her şeyin ötesine geçmiş durumda. Böylesine kirli mekanlarda öğrencilerin nasıl besleneceklerini düşünmek gerekir belki. Ama raporda yer alan bilgiler ailelerin çocuklar aç kalmasın diye okula göndermediğini gösteriyor.

"Maliyetler sebebiyle birçok ailenin çocuğunun beslenme çantasını dolduramaması veya okul harçlığı verememesi sıradan hale geldi. Hatay’da çocukların okulda aç kalacakları gerekçesiyle devamsızlık yaptıklarını görüyoruz. Raporumuzda sadece sorunlar değil. Talepler ve çözüm öneriler de yer alıyor. Yetkililerin bu sürece hızlıca bakması ve çözümün parçası olması gerekir. Artık Hatay'daki depremzede öğrencileri ve öğretmenleri görmezden gelemezler." 

Eğitimde devam eden sorunlar her şeyden önce çocukları mağdur ediyor. Hatay'da yaşanan sorunlar gün geçtikçe daha da derinleşiyor çünkü. Deniz Ezer öğrencilerin ve eğitimcilerin yaşadıkları sorunlara karşı mücadele etmek için hummalı bir çalışma içinde olduklarının altını çiziyor. (https://x.com/sendikatobsen/status/1838263096215003236)

                                                                   /././

İçimizdeki sinsi İsrailciler ve NATO’cular…-Ali Ufuk Arikan-

"En büyük İsrail karşıtının kendileri olduğunu iddia edenler İsrail Lübnan’ı, Suriye’yi, İran’ı vurduğunda bir anda en fanatik İsrail propagandacısı haline geliveriyorlar. Çünkü ikiyüzlüler."

Sadece AKP’li isimler değil, CHP medyası da sürekli aynı nakaratı tekrarlıyor.

İsrail canı istediği gibi katliam yapıyor, insanları öldürüyor, bombalıyor, çağrı cihazlarını patlatıyor ve bizim ‘muhalif’ ve ‘yandaş’ medyamız koro halinde İran ve Lübnan Hizbullah’ını hedef alıyor.

“Kağıttan kaplan” manşetini aynı gün hem Yeni Şafak hem de Halktv atıveriyor…

Yazımızın ana konusu ırkçılıkla karışık utangaç İsrail destekçiliği yapan “muhalif” medya değil, onlar bambaşka bir yazının ve değerlendirmenin konusu deyip, AKP medyasına uzanalım.

Önce şu iki değerlendirmeyle başlayalım:

“Bu Hizbullah isimli katiller topluluğunun Suriye'de katlettiği yüz binlerce insan ümmetten değil miydi lan?”

“Müslüman bir ülkede bu cehennem köpeklerinin propagandasının yapılması sıradan bir gaflet değil, bütün Müslümanların canlarının ve namuslarının tehdit edilmesi anlamına gelir”

Bu sözler, kendileri gibi gerici olan bir ismin, Hizbullah lehine yaptığı ‘şaşırtıcı’ açıklama sonrası AKP kalemşörlerinin tepkisini yansıtıyor.

Yanıt için madde madde gidelim:

* "Suriye’de katledilen yüz binlerce insan ümmetten değil miydi?" diye soran ve "lan" diye ek yapan AKP’li yazar, kuşkusuz Suriye’de ABD silahlarıyla ve desteğiyle ‘cihat’ yaptığını söyleyen barbar çetelerin Suriye halkı, ordusu ve müttefikleri tarafından öldürülmesini kastediyor. Bu çeteler Suriye’de yüz binlerce ölmedi ama yüz binlerce öldürdü, doğrudan emperyalizmin programı, projesi doğrultusunda. AKP’li yazarımız, Suriye’de ölen cihatçılara yas tutarken, Suriye halkının yanında yer alan Lübnan Hizbullah’ını hedef almıyor sadece, aynı zamanda ABD planı doğrultusunda ‘cihada kalkan’ çetelerle aynı safta yer alıyor. Bu saf onlara kuşkusuz çok yakışıyor.

* AKP’li bu yazarlar, onlara sorsanız en büyük Filistin destekçileri. Peki, gerçekten öyle mi? Maaşlarını aldıkları AKP iktidarının İsrail ile tüm ticari ilişkileri, askeri ilişkileri kesmesi konusunda göstermelik değil, gerçek adımlar atmasını talep edebiliyorlar mı örneğin? Tüm ilişkileri kestik yalanını bizzat İsrail basını boşa düşürüp, AKP’li patron gruplarının doğrudan askeri tesislerin enerji ihtiyacını karşılayacak ilişkilerini sürdürdüğünü yazmasına sadece kafalarını kuma sokarak yanıt veriyorlar. Yine şaşırmıyoruz.

* Yazarlarımız, Suriye’de destekledikleri cihatçı çetelerin, Suriye’nin neredeyse tüm kentlerini bombalayan İsrail uçaklarına secde durduklarını itiraf edemeyecek durumdalar… Biz yeniden hatırlatalım, o çok karşı çıktığınız yalanını savurduğunuz İsrail, yıllardır Suriye’de halkın üzerine bomba yağdırırken, buna en çok sevinen, Esad birliklerini ve onu destekleyen Suriyelileri vurdular diye oh çeken, sizin ‘cihatçı’ kardeşleriniz oluyor.

* Bir yandan en büyük İsrail karşıtının kendileri olduğunu iddia eden bu isimler, İsrail Lübnan’ı, Suriye’yi, İran’ı vurduğunda bir anda en fanatik İsrail propagandacısı haline geliveriyorlar. Çünkü riyakar ve ikiyüzlüler. İşte tam da bu nedenle Filistin’e verdiklerini söyledikleri destek de koca bir yalan. Nereden mi biliyoruz? Çok kısa bir süre önce, ABD’nin İsrail saldırganlığına destek için yola çıkardığı bir savaş gemisi, ülkemize, İzmir Limanı'na demir attı. Bu savaş gemisinin limanlarımıza demirlemesine karşı AKP’li yazarlar çıtlarını çıkaramadı. Bu geminin karşısına dikilmek, gemiye karşı İzmir Limanı’nda onur nöbeti tutmak, komünistlerin işiydi, onurla yaptılar. AKP’liler ise tarih dersini yeniden aldılar, 6. Filo önünde secde edenlerin çocukları, limana yanaşan ABD gemisine çıtlarını çıkaramaz, saygı nöbetinde bulunurlar, bunda da şaşıracak hiçbir şey yok.

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, dün soL TV’deki canlı yayında, “Türkiye toplumu, içimizdeki NATO’yu, içimizdeki İsrail’i kovmak zorunda” demişti. 

İçimizdeki NATO’cular, içimizdeki İsrailciler sadece bunlarla sınırlı değil kuşkusuz ama en tehlikelileri, riyakarları bunlardır. Filistin halkının haklı mücadelesinin gerçekten yanında olan devrimciler, komünistler, yurtseverler klavuzu ve kıblesi NATO olanların ikiyüzlüğünü her bir örnekte daha net teşhir etmek, buna karşı mücadeleyi de yükseltmek durumunda.

Bu Filistin halkına olan borcumuz da aynı zamanda…

                                                                   /././

                                                 soL - GÜNDEM

Sayıştay buzdağının görünen kısmını açıkladı: Denetim raporları ne işe yarayacak?

Sayıştay geçen yıl da binlerce usulsüzlük tespit etti, milyarlarca lira zarar edildiğini hesapladı. Ancak bunlar buzdağının sadece görünen kısmı. Üstelik tespit edilse de bir yaptırımı yok.

Sayıştay 2023 yılına ait denetim raporlarını açıkladı. Devletin milyarlarca lira tutarında zarara uğratıldığı, pek çok kamu kurumun usulsüzlük ve yolsuzlukları gözler önüne serildi.

Denetimler sonucunda toplam 8 bin 755 bulgu tespit edildi. En sık rastalanan bulgu “Taşınmazların muhasebe kayıtlarının yapılmaması/hatalı yapılması” oldu.

Yüzlerce kurum denetimden kaçtı, kaçamayan yanılttı

Bazı kurumlar verileri açıklamayarak ya da "geciktirerek" denetimi baypas etti. 6 kamu idaresi faaliyet raporunu yayınlamadı, 119 kurumsa eksik hazırladı. 45 kurum kullandığı kaynaklar hakkında bilgi vermedi. Kamu idarelerinin sadece yüzde 48,7’sinde iç kontrol için gerekliliklerin sağlandığı belirtildi.

111 kamu idaresi yardım yapılan birlik, kurum ve kuruluşlara ilişkin bilgileri paylaşmadı. Bu kurumların çoğunluğunu belediyeler oluşturuyor. 278 kurum, bütçe hedef ve gerçekleşmeleri arasındaki sapmaların nedenlerini açıklamadı.Toplam 16 kamu idaresinin bütçe gerçekleşmeleri de gerçeği yansıtmıyor.

Bu nedenlerle birçok kurum kamuya hesap verme sorumluluğunu yerine getirmedi veya getirilmesini engelledi.

Mali tablo ne gösteriyor?

2023'te bütçe gideri 4,4 trilyon, geliriyse 3,8 trilyon lira oldu. Ek bütçeye rağmen açığın 659 milyar lira olacağı öngörülüyordu ama bunun yaklaşık 2 katına ulaşıldı. Bütçe açığı 1,3 trilyon lirayı gördü.

Devlet toplamda 6,7 trilyon lira borçlandı. Bütçeden daha büyük olan borcun 3,2 trilyonu iç borçlardan oluşurken 3,5 trilyon lirası dış borçlardan oluştu.

Bu borcun yüzde 28’si değişken faiz ile ödenecek. Borucun yüzde 64’ü döviz cinsinden olduğu için yaklaşık 7 trilyon liralık borç, döviz artışı nedeniyle her gün daha da katlanacak.

Ödenmeyen sosyal yardımlar yanlış kaydedilmiş

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı'nda yaşlı, engelli aylıkları ve doğum yardımlarından ilgililerine ödenmeyen tutarlarının hatalı muhasebeleştirildiği tespit edildi. Ayrıca, bazı birimlerde istihdam edilen işçiler için kıdem tazminatı karşılıklarının ayrılmadığı kaydedildi.

Vakıflar Genel Müdürlüğü'nde inşasına başlanan varlıklara ait harcamaların mevzuata aykırı olarak ''Giderler Hesabına'' kaydedildiği belirtildi. Bu aykırılık sonucu 22 milyar lira açık çıktı. Ayrıca, ''bölge müdürlüklerince kiraya verilen taşınmazların kira süresi sonunda ihale yapılmadan bir taahhütname ile yeniden aynı kişilere kiraya verildiğine'' işaret edildi.

Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü (DSİ) ile Zonguldak ve Çankırı belediyeleri arasında imzalanan protokol uyarınca ihaleyle yapılan barajlar, isale hatları ve tasfiye tesislerinin belediyeler yerine belediye birliklerine devredildiği, bu nedenle yatırım bedeli geri ödemeleri tahsil edilemedi. Kurumun 2023'teki toplam faaliyet gelir ve gider farkı 52 milyar oldu.

Maden, Tektik ve Arama Genel Müdürlüğü'nün sahada çalışanlara verilmesi gereken koruyucu giyim yardımının, üst yönetim kademesi dahil bütün personele verildiği tespit edildi.

YÖK verileri gizledi, yasadışı bahis radara takıldı

Vakıf üniversitelerinde ücretsiz okutulması gereken asgari lisansüstü öğrenci sayısına YÖK'ün veritabanında ulaşılamadı. YÖK'ün saydamlık ve hesap verebilirlik ilkeleri doğrultusunda rapor hazırlaması istendi.

İzmir Demokrasi Üniversitesi’nin 2021 denetiminde düzenlenen sempozyumlar için katılım ücreti alındığı ve bu ücretlerin üniversiteye ait banka hesapların toplanmak yerine aynı isimle kurulan bir vakfa aktarıldığı ortaya çıkmıştı. 2023 yılı Sayıştay raporunda ''Üniversitenin usulsüz yollarla vakıf kurduğu ve üniversite bünyesinde yapılan etkinliklerle ilgili kayıt ücretlerinin bu vakıf tarafından tahsil edildiği'' tekrar tespit edildi.

Spor Toto Teşkilatı Başkanlığı’nın denetiminde televizyon programlarında yasa dışı bahis reklamının yapıldığı tespit edildi. Sayıştay raporunda "2023 yılında bir Türk takımının yabancı bir takımla deplasmanda oynadığı Avrupa Konferans ligi maçının canlı yayını esnasında saha kenarlarında bulunan reklam panolarında 10 adet yasa dışı bahis sitesinin reklamının yapıldı" denildi.

Diyanet'teki denetimlerin sonucunda usulsüzlük çıkmadı ama başkanlığın envanterinde 2022’de 17 milyon liralık araç bulunurken, 2023’teki araç maliyetinin 100 milyon lirayı aştığı görüldü.

Sayıştay raporları idareyi aklamaya yarıyor

Peki Sayıştay'ın açıkladığı bu raporlar bir işe yarıyor mu? Sorumlularla ilgili bir yaptırım oluyor mu?  

5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu ile Sayıştay tek dış denetim organı olarak belirlenmiş bir kurum.

"Kamuda hesap verme sorumluluğu ile mali saydamlığa katkı sağlamak üzere denetim, yargılama ve rehberlik yapmak" amacıyla denetleme görevi olan Sayıştay, yürütme organı denetlensin, kesin hesaplar çıkarılsın diye bu raporları hazırlıyor.

Öte yandan yeni sistemle artık bir yürütme erki haline gelen Cumhurbaşkanı'nın denetlenmesi mümkün değil.

'Denetim yapılıyor' algısı yaratılıyor

Sayıştay'ın hazırladığı raporlar, "Denetim Bulgularımız" ve "Denetim Görüşümüzü Etkilemeyen Bulgular" diye ikiye ayrılıyor. Günlerdir basına yansıyan raporlar da ikinci grupta yer alıyor.

Sayıştay'ın denetlediği yürütmenin başı Cumhurbaşkanı yani AKP'li Recep Tayyip Erdoğan. Erdoğan'ın son düzenlemelerin ardından Meclis'e karşı bir sorumluluğu bulunmuyor. Ayrıca Bakanlar da Meclis'e karşı sorumlu değil. Dolayısıyla hazırlanan raporlar da, yargıya gitmiyor. Zaten Sayıştay'ın böyle bir görevi yok. 

Sayıştay, özellikle 2010 yılından bu yana idareyi aklama işlevi görüyor. Denetim yetkisi kısıtlanan kurumun denetçilerinin yazdığı raporlar, çeşitli süzgeçlerden geçirildikten ve sakıncalı olabilecek bulgulardan ayıklandıktan sonra Meclis'e gönderiliyor.

Sayıştay’ın yargılama işlevi fiilen kaldırıldı. Kurum, kamunun zararına yol açıldığını belirlerse savcılıklara bildirilmekten başka bir şey yapamıyor. Raporlar Sayıştay'ın denetim yaptığı algısını oluşturmaya yarıyor.

(ANKA, Cumhuriyet, Sözcü)                  ***

Bir şeyler denetleniyor mu sahiden? -Özkan Öztaş-(02/10/2023)

AKP döneminde Sayıştay'ın işlevini ve dönüşümünü Emekli Sayıştay Denetçisi Kadir Sev ile soL okurları için konuştuk: "Sayıştay da sonuçta düzenin bir kurumu. Gücü olmayan denetim yapamaz."

AKP'nin cumhuriyeti tasfiyesiyle birlikte birçok kamu kurum ya işlevini yitirdi ya da ciddiyetini. Liyakatsız atamalar, her şeyin rant için planlanıyor olması ve çürümeye eşlik eden piyasalaşma günümüz kamu kurumların karakteristik özellikleri arasında yer alıyor diyebiliriz. 

Bu kurumlardan biri de Sayıştay. Her sene Eylül ya da Ekim aylarının başında yayınlanan Sayıştay raporlarıyla kamu kurumlarının ekonomik verilerinin incelenmesi ve denetlenmesi öngörülüyor. Ancak durum pek de öyle değil. Her sene yayınlanan ve neredeyse artık senelik tek sayfaya düşen sayıştayı raporları daha çok "bir şeyler denetleniyor" algısı yaratmaktan başka işe yaramıyor. 

Emekli Sayıştay Denetçisi ve soL yazarı Kadir Sev'le denetlemeyen ve denetlenmeyen Sayıştay'ın AKP'li yıllardaki dönüşümünü ve işlevini konuştuk 

Sayıştay raporları denetim yapılıyor algısı uyandırıyor diyorsunuz. Burayı biraz açar mısınız? Nasıl oluyor da bu algıya sebep oluyor sizce?

Denetim yapılıyor sözcüğü AKP iktidarında geçerli değil. Bu yüzden de özellikle denetim algısı yaratılıyor terimini kullanıyorum. Denetim raporlarında, kamu idarelerinin, kamu kaynaklarını, gelir ve giderlerini etkili; ekonomik; hukuka uygun; özel çıkarlar için kullanıp kullanmadıkları bulgularına yer verilir.

O zaman neden hâlâ "büyük bir titizlikle" yazılmaya devam ediyor bu raporlar?

Rapor yazmanın bir nedeni olmalıdır: gereği yapılmıyorsa; yanlışlar, eksikler düzeltilmiyorsa; kasıt, kusur ve ihmalleri sonucunda kamu zararına yol açan sorumlulardan hesap sorulamıyorsa, etkili denetim yapılmıyor demektir.

Sayıştay’da yaklaşık 30 yıl görev yaptım. Haksızlık etmek istemem. Ancak denetim faaliyetlerinin sonuç almaktan uzak; Meclis denetimininse etkisiz olduğunu vurgulamak zorundayım. Raporlar, yazıldığıyla ve Meclise sunulduğuyla kalıyor. Görüşmelerden hiç sonuç alınamıyor.

Her yılın Eylül-Ekim aylarında kamu idarelerinin denetim raporları yayımlanır. Raporlarda çok önemli yolsuzluk bulguları vardır. Bu nedenle basın geniş yer verir; ses getirir. Toplumda heyecan yaratılır. Herkes, iyi ki Sayıştay var diye sevinir. Heyecan en çok bir ay sürer, unutulur gider. Bir sonraki yıl raporları yayımlandığında önceki raporlarda yazılanlar anımsanmaz. Dahası, neler yapıldığını kimse umursamaz.

Basında manşetlerde yer verilmesine aldanmayalım. Sayıştay, görevini mali tabloların doğruluğuyla sınırlandırmıştır. Kamuoyuna yansıyan yolsuzluk bulgularına raporların; “denetim görüşünü etkilemeyen diğer bulgular” bölümlerinde yer verilir. Sonuçta, denetlenen kurum hakkında olumlu görüş verilmiş olur.

Sayıştay raporları Meclis'e sunulma aşamasına gelinceye değin üç ayrı ekipte görüşülür, elemeden geçirilir. Kamuoyunda bu ekiplerde sansürlendiği kuşkuları yaygındır. Doğruluğunu kanıtlayamayacağım için iddiada bulunamam. Ancak; olanak verildiğine göre kullanılıyordur diye düşünmekten de kendimi alamam. Bu arada yeri gelmişken, iddia değil ama saptama olarak söyleyim, senin de dikkatini çekmiştir: bu yılın Sayıştay raporlarının çok zayıf olduğu görülüyor. Basında da çok az yer tutuyor. Eski heyecan kalmadı.

Denetçilerin üzerinde baskı kurulduğunu söyleyebilir miyiz? Bulguları sansürlenen denetçiler neden direnmiyorlardır?

Sayıştay Yasası'nda denetçiler üzerinde baskı öngörülmemiştir. Görevlerini bağımsız yaparlar. Ancak Kurum içi gerçekleri, ilişkilerin niteliğini bilemem. Belki kurum içinde yaratılan iklim, direnmelerinin etkili boyutlara yükselmesini engelliyordur. Sansürlenmemiş olsa da raporlarda yazılanların gereği yerine getirilmiyor. Bu da önemli bir motivasyon eksikliğine yol açıyor elbette.

Peki kamu idarelerinin Sayıştay Raporlarındaki bulguları yerine getirmediklerini nereden biliyoruz?

Uluslararası Şeffaflık Derneği, 2021 yılı Sayıştay Kamu İdareleri Denetim raporlarına dayanarak 2020 yılı izleme tabloları üzerinden Kamu İdarelerinin Sayıştay bulgularını yerine getirme oranını ölçen bir çalışma yaptı. 

Sonuçları özetleyim:  

* Sağlık; Milli Savunma; Dışişleri; Gençlik Spor; Ulaştırma ve Altyapı Bakanlıkları bulguların %100’ünü yerine getirmedi.

* Hazine ve Maliye Bakanlığı %80’ini yerine getirmedi, %20’sini kısmen yerine getirdi.

* Milli Eğitim Bakanlığı %66,7’sini yerine getirdi, %33,3’ünü kısmen yerine getirdi.

* Tarım-Orman Bakanlığı, %63,6’sını yerine getirmedi; %36,4’ünü kısmen yerine getirdi.

* Diyanet İşleri; Göç İdaresi; AFAD Başkanlıkları; Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü, %100’ünü yerine getirmedi

Sayıştay için bir tür "hesap mahkemesi" benzetmesi yapılıyor. Bugün bu mahkeme sizce işliyor mu? 

Sayıştay, 6085 sayılı örgüt yasasında bir hesap mahkemesi olarak tanımlanmıştır. Sayıştay denetçileri kamu görevlilerinin, kasıt, kusur ve ihmallerinden kaynaklanan eylemlerinden ötürü kamu zararlarına yol açıldığını düşünüyorsa yargı raporu düzenler. Sayıştay Daireleri'nde yargılanır, sorumlularına ödettirilmesine ya da kasıt-kusur-ihmalleri olmadığı gerekçesiyle sorumluluklarının olmadığına karar verilir.

832 sayılı Sayıştay yasasında, bir işlemin yasaya aykırı olması tazmin kararı vermek için yeterliydi. 2010 yılında yürürlüğe giren 6085 sayılı yasada tazmin kararı verilebilmesi için, önce kamu zararı tespiti yapılması; kesin tutarının belirlenmesi gerekiyor. Sonrası çok daha karmaşık: kamu zararına yol açan işlemlerle harcama yetkililerinin ilişkisini-aralarındaki illiyet bağını kurmanız; kasıt, kusur, ihmal seçeneklerini değerlendirmeniz gerekiyor. Her birinin tanımı ve cezası farklı, ceza yasası kapsamına giriyor. Asıl adres ceza mahkemeleri olmalı.

Sayıştay Daireleri Ceza Mahkemeleri yetkileriyle donatılmamıştır. Soruşturma yetkisi bulunmamaktadır. Bu yüzden, yargı yetkisi fiilen kısıtlanmış olmaktadır. 

Yargı kararları, Sayıştay internet sitesinde yayımlanmaktadır. Sayıları binleri bulan kararları elden geçirip, bütün olarak değerlendirilmesi yoğun ve uzun çalışmaları gerektirir. Söyleşi için yargı kararlarının az bir bölümüne göz atabildim. Denetçilerin tazmin (sorumlularına ödettirilmesi) taleplerinin  sayıca azının itibar gördüğü dikkatimi çekti.

'Cumhuriyet'in bir Sayıştay'ı vardı artık yok' diyebilir miyiz? Bir Sayıştay var mıydı sahiden? Bugün  mahrum kaldığımız şey tam olarak ne?

Sayıştay Yasası 2010 yılında yenilendi. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu Sayıştay’a bağlandı. Önceleri yalnızca yargılama yapmak ve Meclis'e (ödenek üstü harcama hesabının yapıldığı) Genel Uygunluk Bildirimi vermek olan Sayıştay’ın görevleri çeşitlendirildi. Sadece 200’ü aşkın Kamu İdaresi Denetim raporu yazılıp gönderiliyor. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu Sayıştay’a bağlandığı için ekonomik faaliyetlerin yoğun olduğu KİT’lerin raporları da Sayıştayca hazırlanmış oluyor.

Sayıştay, biraz da çok rapor yazıldığı ve yayımlanarak paylaşıldığı için kamuoyunun gözde kurumları arasına girdi. Yolsuzluklar giderek artıyor ve hepsini gizlemeye kalkarlarsa inandırıcılıkları hiç kalmaz. Bu yüzden esnek davranılıyor olabilir.

Sayıştay’ın zaman içindeki değişimleriyle Cumhuriyetin yıkılmasının birebir bağlantısını kurmak zorlama olabilir. 1967-2010 yılları arasındaki 832 sayılı Sayıştay Yasası döneminde de etkin denetim yapılmıyordu.

Varlık fonu gibi en temel meselelerde Sayıştay'ın bir denetim hakkı yok. Cumhuriyetin yıkılmasıyla bağ kuramaz mıyız? Bu büyük bir sorun değil mi?

Varlık Fonu gerçekten önemli bir sorun. Hatırlatman çok iyi oldu. Bu konunun Cumhuriyet ile yakından ilişkisi var.
Sayıştay KİT’leri önceden olduğu gibi yine denetliyor, bu durum değişmedi. Ancak, Varlık Fonu'yla fonun kuracağı alt fonları ve şirketleri denetleme yetkisi yok. Denetimden bağışık tutulan bu örgütlerde neler yapıldığını, Fon yönetiminin seçtiği, parasını ödediği, bağımsız denetim yaptığı varsayılan yabancı şirketler dışında milletvekilleri bile bilmiyor. Kamuoyundan da gizleniyor.

Denetlenmeyişine takılıp şu gerçeği ihmal etmeyelim: Varlık Fonu ve türevlerine Türkiye Cumhuriyet Yasaları işlemiyor. Kural öngörülmüyor. Kural olmayınca sorumlularına yükletilecek sorumluluk bulamazsınız. Denetimi de yok hükmündedir.  Ancak denetim raporlarında yazılanlardan yola çıkarak gelişmenin yönü ve hızı ölçülebilir. Bu da bir şeydir…

Ülkeyi yönetenlerin, denetimsiz bir ortamda iş yapmalarını nasıl önleyebiliriz? 

Denetimin etkili olabilmesi ve sonuç alınabilmesi için güçlü bir kamuoyu desteği gerekir. Karşılaştığımız her olumsuzlukta gözümüzü Sayıştay’a dikmeyelim: Sayıştay da sonuçta düzenin bir kurumu. Denetim bulgularına sahip çıkacak mekanizmalar geliştiremezsek eğer, yazılanlar hiç işe yaramaz.

Sayıştay’ın Parlamentonun bütçe hakkını kullanabilmesi için var olduğu söylenir. Bu görüşe göre Yasama organı yürütme organına kamu kaynaklarını kullanma yetkisi tanır ve dönem sonunda nasıl kullandığını denetler.

Önce şu gerçeği anımsayalım: bütçe hakkı demokrasiye ait bir kavram değildir. 1215 yılında Magna Carta dönemi uygulamasıdır. Senyörler, krala ülkeyi yönetmesi için para ve kaynak verir, yıl sonunda nasıl kullandığını denetler. 
Bundan şu sonuç çıkıyor: Gücü olmayan denetim yapamaz. 

                                                                   ***

İncirlik Üssü'ne yürüyüşte 9. gün: Konya’da 'Katil NATO, işbirlikçi AKP' sesi yükseldi

Yurtseverler “Katil İsrail, işbirlikçi AKP”, “Yurtseverler NATO’ya boyun eğmiyor”, “Katil NATO, ülkemizden defol”, “Boyun eğme, memlekete sahip çık” sloganlarıyla Konya sokaklarını inletti.(https://haber.sol.org.tr/haber/incirlik-ussune-yuruyuste-9-gun-konyada-katil-nato-isbirlikci-akp-sesi-yukseldi-395182)

                                                                      ***

İncirlik Üssü'ne yürüyüşte 10. gün: Yurtseverler memlekete sahip çıkıyor

İstanbul'dan yola çıkan Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi bugün Konya ve Niğde'deydi. NATO ve emperyalist savaşa karşı düzenlenen yürüyüşün hedefi Adana'daki İncirlik Üssü.(https://haber.sol.org.tr/haber/incirlik-ussune-yuruyuste-10-gun-yurtseverler-memlekete-sahip-cikiyor-395198)

'Sırası mıydı NATO karşıtı yürüyüşün diye düşünmüştüm ama gördüm ki tam zamanıymış'-Özkan Öztaş-

THTM'nin gerçekleştirdiği NATO'ya ve emperyalizme karşı yürüyüş Ankara'dan Konya'ya doğru uğurlanırken yürüyüşü değerlendiren yurttaşlar tanıklıklarını anlatıyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/sirasi-miydi-nato-karsiti-yuruyusun-diye-dusunmustum-ama-gordum-ki-tam-zamaniymis-395179)

                                                                          ***

İzmir'in AKP'li rektörleri başa bela: Demokrasi Üniversitesi'nde yolsuzluk

İzmir Demokrasi Üniversitesi usulsüzlük ve yolsuzluk iddialarıyla gündemde. AKP'li Rektör Bedriye Tunçsiper hakkındaki soruşturmaların YÖK'te bekletilmesine tepkiler büyüyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/izmirin-akpli-rektorleri-basa-bela-demokrasi-universitesinde-yolsuzluk-395193)

                                                            ***

Erdoğan ABD'de patronlarla buluştu: Taleplerini sıraladı, 'desteklerimizden istifade edin' dedi.

ABD'deki patronları Türkiye'ye çağıran Erdoğan, taleplerini sıralayıp, "Sizleri de desteklerimizden istifade etmeye, gelişen Türkiye'yle birlikte büyümeye davet ediyorum" dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/erdogan-abdde-patronlarla-bulustu-taleplerini-siraladi-desteklerimizden-istifade-edin-dedi)

                                                                ***

'Ukrayna Baykar'ın ödemesini buğdayla yaptı, yerli buğdaylar çürümeye terk edildi'

Baykar tarafından Ukrayna'ya satılan SİHA'ların ödemesinin buğdayla yapıldığı ve Türkiye'nin ihtiyaç fazlası buğdayı toprak altına gömdüğüne ilişkin iddia gündeme geldi.(https://haber.sol.org.tr/haber/ukrayna-baykarin-odemesini-bugdayla-yapti-yerli-bugdaylar-curumeye-terk-edildi-395189)

(soL)





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder