Dostlar sağ olsun -Kaan Sezyum-
“Ucu nereye giderse gitsin, araştırılacak, sorumlular bulunacak” cümlesi herhalde Türkiye’de hiçbir vatandaşa güven vermeyen cümlelerin başında geliyor. Çünkü birisi “ucu nereye giderse gitsin” dediği an, o işin ucu elden kaçıveriyor. Uçsuz bucaksız bir takipsizliğe, cezasızlığa ve sorumsuzluğa varıyor.
Dost var, dostlar var, bir de vekillerin, bakanların dostları, dostçukları var. Kim bu dostlar, neden dostlar?
Nedense hiç bize çıkmıyor bakan dostluğu ya da vekil dostluğu gibi ayrıcalıklı bir konum. Bizim başımıza bir şey gelse, bize bakan bir dostumuz olacak mı? Bildiklerini “Benim dostumdur, bir şey diyemem, biliyorum ama söyleyemem” diye saklayacak mı acaba? Neyse ki ülkede güzel şeyler de oluyor. Dostlar, dostlarını koruyor. Herkes dostluk şemsiyesi altında birbirini aklıyor, paklıyor.
Gün geliyor, kara para işinde dostlar oluyor bunlar, gün geliyor tonluk uyuşturucu ticareti işindeki dostlar, gün geliyor ne olduğunu bile bilemediğimiz ama korkunçluğundan emin olduğumuz can kayıplarının arkasındaki dostları koruyan dostlarla geçiyor hayatımız. Ölen öldüğüyle kalıveriyor, bazen nerede olduğu bile bulunamıyor.
***
Gün geliyor deprem vuruyor ülkeyi, 40 - 50 bin kişi yok olup gidiyor, insanları yaptıkları dandik yapılarda ölüme mahkûm eden dostlar yine korunuyor, yine Allah affetsin, millet affetsin deniyor, dostlar, el ele kol kola halay çeke çeke uzaklaşıyor, kalan ölülerle yakınları oluyor. Bizim ülkede ölenin dostu olmuyor hiç. Hep öldürenin, çalanın, çırpanın, paraşütle tepeden makama gelenin, kula kulluk edenlerin dostları oluyor. Gün geliyor beraber yürüdükleri dostlar, para tura meselesinde sıkıntı çıkartıyor, cart diye dost darbesi olabiliyor. Zaten kim bizim dostumu, kim değil o da tam belli değil. Dün katil, darbeci, Binali’nin antidotu denilen isimler, ertesi gün dost olabiliyor. Dost hayatı yaşamayı seviyoruz ama dostlarımızı bir türlü doğru dürüst seçemiyoruz.
Bizim dostumuz kim peki? Bizim bizden başka dostumuz yok gibi. Her geçen gün daha da yalnız, daha da çaresiz hissediyoruz. Şöyle etli sütlü dostumuz olsaydı milyarlarca liralık vergi aflarından yararlanabilirdik, kısmet değilmiş. Dostumuz yok gibi ama yalnız da değiliz. Ülke giderek kimsesizleşirken, bu yola “Kimsesizlerin kimsesi” olma şiarıyla çıkan “kalkındırma” partisi ve çevresi herkesi kimsesiz, herkesi çaresiz bırakma yolunda devasa adımlarını her gün adeta bir maraton koşucusu kararlığında atmaya devam ediyor. Her alanda dostsuz, her alanda kimsesiz kalmış durumdayız. Ağaçlar sökülür, kimsesiz kalırız, tarım arazilerine çökülür, yerli tohumlara yasak gelir, kimse yardıma gelmez. Deprem vergileri toplandıkça toplanır, sonra bazılarının dostlarına yol ihalesi olarak geri döner. Adalet saraylarında dostları olanlar, ücret karşılığında aklanır paklanır, olan garibana, çoluğu çocuğu tren kazasında hayatını yitirmiş anaya babaya olur.
***
Ülkede kimsesizin daha da kimsesiz, çaresizin daha da çaresiz olduğu bir zaman var mıydı bilemiyorum. Toprağını savunanın vurulduğu, yolda arabayla ezilen kuryeyi ezenin dostlukları sayesinde kurtulduğu, suçlunun dostlar sağ olsun diyerek suçsuz olduğu bir gerçeklik…
Dostluğun ve dost hayatının her geçen gün çoraklaştırdığı güzel ve yapayalnız ülkemizde, ruhlarımız ve umutlarımız dev bir kıyma makinesinin içine atılmış gibi paramparça. Her geçen gün daha da kimsesiz, daha da yalnız kalırken, dostlar cenazelerde bile yan yana gelip hatıra fotoğrafı çektiriyor. Önemli olan dostluk zaten. Şu ülkede ne yaparsan yap, dostun varsa kafan rahat.
/././
Yaşlı gemici -Kaan Sezyum-
Gün ortasında, geminin tam ortasında bir tayfa çığlık çığlığa bağırıyor: “Kaptan aklını kaçırmış, kayalıklara doğru gidiyoruz, bir şey yapmazsak..”... Lafını bitiremeden tuhaf kılıklı birkaç adam gelip, tayfanın ağzını elleriyle kapatıyorlar. Sanki fikirlerin, bildiklerinin hava yoluyla diğer insanlara bulaşmasını ya da ulaşmasını engellemeye çalışır gibi. Kısa bir arbededen sonra o tayfadan bir daha haber alınamıyor. Bir gece geç vakitte suya düştüğü söyleniyor. Sonrası yok…
Herkes geminin su aldığını biliyor ama kimse birbirine ya da kendisine bile söylemekten çekiniyor. Sanki sihirli bir kelimeymiş de üst üste birkaç kez mırıldanıldığında insanın başına bir şey gelecekmiş gibi bir ürperti var çevrede. Herkes her şeyin farkında. Üst kamaralarda oynanan oyunlardaki zarların hileli olduğu da biliniyor, kaptanın akıl sağlığının yerinde olmadığı da ama kimse kimseye hiçbir şey söyleyemiyor. Hileli zarlarla “Belki bu sefer kazanırım” diyerek oyunlar oynanmaya devam ediyor. Kaybediliyor haliyle…
∗∗∗
Herkes sonun yakın olduğunu biliyor ama kimse sondan sonra ne olacağını konuşmuyor. Sanki evrendeki tüm gezegenler ve yıldızlar birbirinden uzaklaşacak, evrenin ve bilinen her şeyin mutlak termodinamik ölümü olacakmış gibi. Oysa ki gemi batsa bile, can yelekleri, tahliye filikaları var. En kötü ihtimalle denizde köpek balıklarına yem olanlar kadar, hayatta kalanlar da olacak ama bundan kimse bahsetmek istemiyor. Kaptanın keyfi hiç yok zaten. Uzun zamandır kamarasında tek başına, en fazla yanında; hiç kimsenin güvenmediği belermiş gözleriyle kimselere de güven vermeyen, güç sahibi ne derse onu yapan, inisiyatif almayan, fikri ve hissi olmayan yakın adamlarından birkaçı var. Onlar da her şeyin farkında. Kaptan her seferinde bunları kamaraya çağırıp saatlerce fırçalıyor, geminin neden daha hızlı gitmediğini soruyor. Bunlar da koca koca gözlerini sağa sola belertip duruyor… Oysa ki gemi sürekli su alıyor. Kaptanın hobi olarak beslediği tahtakuruları, yaşadıkları ortamda iyice palazlanıp, kutularını da kemirmiş, sonrasında geminin gövdesine tebelleş olmuşlar. Tik ağacından gövde onlar için tam anlamıyla bir ziyafet sofrasına dönüşmüş. Kimse de kaptana “Sizin besleyip büyüttüğünüz tahtakuruları gemiyi delik deşik etti, gemi kevgire döndü, o yüzden her geçen gün daha da yavaşlıyoruz” diyemiyor. Kaptan ne derse “Hayhay saygıdeğer denizler fatihimiz!” diyorlar… Diyorlar demesine de işin komik kısmı kendisine “Denizler fatihi” dedirten kaptanın, yüzme bile bilmemesi. Rivayet o ki bir keresinde babası yelkenli kullanmayı öğretmek için bunu denize çıkarttığında, bir tramola esnasında, bizimki yer değiştiren bumbayı kafaya anne oklavası gibi yemiş ve denize düşmüş… Babası bunu sudan çıkartıp bir de sonrasında sudan gelinceye kadar dövmüş! O günden beridir de yüzmekten korkarmış. Yelkenli kullanmayı da kafaya yediği direkten sonra iyice unutmuş, aklına göre zırvalar dururmuş…
∗∗∗
Herkes her şeyin farkında oysa ki… Dert sadece kaptan değil aslında. Herkesin her şeyin farkında olup konuşmamasında. Kaptan nedir ki? Denizden korkan, tekne bile kullanamayan, yaldızlara sarılmış bir miço… Miço bile sayılmaz, yaldızlara sarılmış bir kağıttan kaplan… Herkes her şeyin farkında, has adamları “Bu gittikten sonra ne yapsak?” diye planlar yapıyor, gemide çeşitli mevkilere gelmiş, gemi işiyle alakası olmayan tek derdi hurilerle dolu lüks bir kamara isteyen vasıfsız ikiyüzlü sakallılar her köşe başını tutmuş, geminin ambarındaki tüm şaraplara, ahaliye “İçmeyin büyük günahtır” deyip çökmüş, kuru etleri yemiş, personele de küflü peksimetler kalmış. Herkes her şeyin farkında. Kimse hiçbir şey demiyor. İçenin yanına kar kalıyor.
Kaptan bir gün çıkıp “Dalgalar yükselmediği için gemi hızlanmıyor” diyor, ertesi gün “Rüzgar tersten estiği için yelkenleri dolduramıyoruz” diyor… Başka bir gün “Balıklar bizimle aynı yönde gitmediği için yavaşlıyoruz, bütün olan bitenler yunusların suçu!” diyor. Gün geliyor, “Geminin hızlanması aslında yavaşlamaktır!” diyor… Zaten kaptan ne derse desin, kimse kaptana bir şey demiyor. Dese de dinlemiyor, dinlese de anlamıyor, anlasa da istemiyor.
∗∗∗
Günler geceleri, geceler samanyolunu, samanyolu yıldızları, yıldızlar geceleri kovalayıp duruyor. Her sabah güneşle uyanmayı özleyen, fırtınaların en acımasızlarına alışmış gemi ahalisi bir gün, gün ortasında bulutların arasından sapsarı kafasını gösteren güneşle karşılaşıyor. Geminin tam ortasında, güneşte ısınmak ve dinlenmek için konmuş bir de martı görüyor. Martı kendine verilen gagaya dayanarak yüksek sesle, tiz bir tonla ciyaklıyor. Martıya doğru hamle eden kimse martının ağzını kapayamıyor. Martı bembeyaz kanatlarını açıp bir hamlede havalanıyor, çünkü kara göründü.
/././
Bir şeylerin hortlatılmaya çalışıldığı kesin! -Berkant Gültekin-
Kara Harp Okulu’nun mezuniyet töreninde mezun olan 960 teğmenden 350-400 kadarı, resmi törenin ardından etkinliğin yapıldığı sahanın ortasında bir araya geldi, kılıçlarını çattı ve “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganını atıp “Subay andı” ismi verilen ikinci bir andı içti. Resmi olmayan ancak 90’lı yılların ortasından itibaren gelenekselleşen, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Harp Okulları’nın yeniden açılıp ilk mezunlarını verdiği yılda ve 2022’de Erdoğan’ın karşısında okunduğu söylenen bu yemin, siyasetin gündeminde yeni bir sayfa açtı.
Başta fazla gürültü çıkmayacak, içeride bazı çatlak sesler olsa da iktidar meselenin üzerine gitmeyecek gibiydi. AKP Sözcüsü Ömer Çelik’in “Dışarıdan söz söyleyerek, hem bu görüntü üzerinden bir vesayet hortlatmaya çalışan birtakım emekli askerlerin, siyasetçilerin, birtakım yazarların tutumu da yanlıştır” demişti. MHP Genel Başkan Yardımcısı İsmail Özdemir de “Hiç kimse farklı yollara ve algılara sebebiyet vermemelidir” sözleriyle teğmenlere sahip çıkmıştı. Bahçeli’nin basın danışmanı Y. Çiçek’in olaya ilişkin değerlendirmesi de “Bu sloganlar üzerinden darbe paranoyası içine girmek doğru değildir” şeklindeydi.
Üst katlarda bunlar söylenirken, AKP’nin halihazırda taraflaşmış unsurları arasında hararetli bir tartışma yürüyordu. Bir kanat teğmenlerin yeminini açıkça eleştirip bunu gündem haline getirirken, başka bir kanat “Yok canım abartmayın, ne var bunda” çizgisinde pozisyon alıyordu. Bu esasında, “öz AKP’liler/İslamcılar” (Mehmet Metiner vb) ile sonradan mevki-makam elde etmek amacıyla “AKP’ye sızanlar” (Yiğit Bulut vb) arasındaki tartışmanın yeni bir evresiydi. Öz AKP’liler, gereken tepkiyi vaktinde vermedikleri için kendi medyalarını da ikiyüzlü olmakla suçluyordu.
Sonunda kazananlar, gelenekten gelenler oldu. Olayın üzerinden birkaç gün geçtikten sonra Cumhur İttifakı konuyla ilgili resmi tutumunu aldı. Teğmenlerin 30 Ağustos’u gölgelediğini söyleyen Bahçeli, “İstismar lobisini heyecanlandıran ikinci yemin hadisesinin her bakımdan netliğe kavuşması zorunludur” sözleriyle ilk kurşunu attı. Ardından Erdoğan’ın açıklamaları geldi. Üstelik “İmam Hatipliler Kurultayı” gibi çok manidar bir etkinlikte…
Erdoğan şöyle konuştu: “Geçenlerde malum, mezuniyet töreninde bazı istismarcılar ortaya çıkmak suretiyle kılıçlar çektiler. Bu kılıçları kime çekiyorsunuz? Şimdi bunlarla ilgili olarak da gerekli bütün şu anda araştırmalar, hepsi yapılıyor ve oradaki birkaç tane kendini bilmez bunlar da evelallah temizlenecek. Biz buralara durup dururken gelmedik. Bu 30 kişi olabilir, 50 kişi olabilir. Kim olursa olsun, bunların ordumuzun içinde bulunması mümkün değil. Bunları temizleyeceğiz.”
ERDOĞAN FIRSATI KAÇIRMADI
Öncelikle şunu söyleyelim, o askerler aynı törende, “Ya Allah bismillah” diye bağırsaydı, iktidar hiç oralı olmamış gibi yapacak, muhalefetten gelen eleştirilere de çok muhtemel ki “Ne var canım, orası zaten peygamber ocağı, Müslüman askerlerin bunu demesinden doğal ne olabilir” diye karşılık verip askerlerin eylemini doğallaştıracaktı. Nitekim özel harekatçılar Bahçeli’nin elini öptüğünde burada herhangi bir sorun görülmedi. Yani mesele ordunun ya da bir güvenlik aygıtının siyasallaşması değil, imaj yönünden de olsa, onay verilmeyen bir şekilde siyasallaşması. Bu bir.
İkincisi, AKP iktidarı, “darbeci asker” ile “demokratik siyaset” arasındaki gerilim anlatısını, her zaman işlevsel bir araç olarak gördü. İktidar yıllarca bu gerilimi kitlesini kenetlemek, gücünü sağlamlaştırmak ve devlet içindeki rakiplerini tasfiye etmek için kullandı. Şimdi de bu hadiseyi aynı şekilde kendi lehine kullanabileceğini düşünüyor. Ordu son 20 yılda ülkenin diğer kurumlarıyla birlikte rejime paralel bir dönüşüm geçirse de Erdoğan, Bahçeli’nin tavrından da aldığı özgüvenle ayağına gelen algı yaratma fırsatını bu yüzden kaçmıyor.
Bu tartışma aynı zamanda “yeni anayasa” sürecinin de bir kaldıracı olarak kullanılmaya çalışılacaktır. Özetle Ömer Çelik haklı; birileri bir şeyleri hortlatmaya çalışıyor. Vesayetin kendisini olmasa da vesayet korkusunu!..
Ne var ki Türkiye’nin mevcut sosyal ve siyasal koşulları, AKP’nin istediği enerjiyi üretmesi için uygun bir zemin sunmuyor. İktidar 2024 Türkiye’sinde “askeri vesayetle mücadele” argümanıyla bırakın geniş toplumsal kesimleri, İslamcıların bile sadece bir bölümünü konsolide edebilir.
Artık 90’ların getirdiği atmosfer ve 2000’lerin başındaki toplumsal psikoloji geride kaldı. “28 Şubat travması” gibi şeyler güncelliğini yitirdi. İktidarın dışarıdan gelecek sıcak parayla suni bir refah ortamı yaratıp bunun üzerine siyasal hegemonya inşa edecek kapasitesi de yok. Bunların da ötesinde ülkeyi 22 yıldır aynı akıl yönetiyor ve kitleler bugün farklı beklentilere, hayallere sahip. Devlet dönüştü, hatta sistem bile değişti; iktidarın “Güç bizde değil” bahanesinin inandırıcılığı kalmadı. Velhasıl AKP “değişimi” değil bizzat statükoyu temsil ediyor.
Erdoğan yine de oyunu bildiği yerden oynamaya çalışıyor. Çünkü kimlik siyasetinden başka sığınacak limanı yok. Toplumu kimlikler üzerinden kutuplaştırabileceğini ve buradan yeni bir siyasi başarı çıkarabileceğini düşünüyor. Ancak en büyük şansı ise onun kimlik kozunu geçersiz kılacak emek eksenli muhalif bir hareketin kitleselleşmiyor oluşu…
NARİN
Diyarbakır’da 21 Ağustos’tan bu yana aranan minik Narin’in, 8 Eylül sabahı cansız bedeni bulundu. Yaşadığı o küçük köyde, Narin’in öldürüldüğünü ve bir çuvalın içinde dere kenarına bırakıldığını tespit etmek 19 gün sürdü.
Tabutuna konulan gelinlik ise başka bir “cinayet”ti; önce bir çocuk, daha sonra da “çocukluk” katledildi.
Narin’den geriye, şimdi acıyla baktığımız şirin gülümsemesi kaldı. O, bu memlekette çocukluğunu bile yaşayamadan toprağın altına giren nice candan sadece biri… Bu Türkiye gerçeği karşısında üstümüze düşen sorumluluğu kabul etmek zorundayız.
Çocukların neşeyle büyüyebildiği aydınlık bir ülkede yaşamak umuduyla…
Geçim olmazsa seçim olur, peki sonra ne olur? -Berkant Gültekin-
Erken seçim tartışmaları yavaş yavaş hararetleniyor. 27 Haziran’da BirGün yazarı L. Doğan Tılıç’a “1,5 yıl sonra erken seçim olur” diyen CHP lideri Özel, 4 gün önce de bu konuyla ilgili konuşarak 2025 yılının kasım ayında sandığın kurulmasını istedi.
Erken seçime gidilmesinin iki yolu olduğunu (Erdoğan’ın istifası ve Meclis’in 360 vekille seçim kararı alması) hatırlatan Özel, “360’ı birlikte getirelim, gelecek senenin kasımında sandığı koyalım. Erdoğan da aday olsun. Bizim Erdoğan’ı yenmemiz lazım” ifadelerini kullandı. Zira Erdoğan, sadece Meclis erken seçim kararı alırsa bir kez daha aday olabiliyor. Resmi sayıma göre üçüncü, matematiğe göre dördüncü kez…
Yeniden Refah Partisi’nden de erken seçim konusunda dikkat çekici bir çıkış geldi. YRP Genel Başkan Yardımcısı Suat Kılıç, hafta için yaptığı açıklamada, “Türkiye'nin erken seçime doğru ilerlediğini görüyoruz” diyerek bir sonraki senenin 23 Kasım gününün erken seçim için uygun bir tarih olacağını söyledi.
Kasım 2025, erken seçim için hiç olmayacak bir tarih değil elbette. Bir kere, Mayıs 2023’te ilk kez milletvekili seçilen siyasetçiler, görevde 2 yıllarını tamamlayacakları için özlük haklarını kazanmış olacaklar. Bu, yaş ve hizmet gerekliliklerini yerine getiren bir milletvekilinin, cumhurbaşkanlarına bağlanan yaşlılık aylığının yaklaşık yarısı kadar emekli aylığı alabileceği anlamına geliyor.
Erken seçimi konuşurken bu realiteyi görmezden gelemeyiz; neticede ülkede vekil olmak için milyonlarca lira gözden çıkarılıyor ve bu paranın geri dönüşünün olması, en azından kendini amorti etmesi gerek! Halkın pasif izleyici konumuna düştüğü koşullarda siyasette neler yaşanabileceğini öngörmek işte bu kadar basittir.
Bu arada, günümüzde milletvekili emekli aylığı 97 bin lira ve Meclis’in neredeyse yarısı hem emekli vekil maaşı hem de normal vekili maaşı alıyor. Yani 97+136= 233 bin lira... Hazır konu maaşlardan açılmışken bunu da hatırlatalım.
Gelelim başka bir hesaba. Özgür Özel’in dediği gibi erken seçim için iki seçenek bulunuyor ve bunlardan biri Meclis’in 360 çoğunlukla seçim kararı alması. Fakat muhalefetin buna gücü yetmiyor. Muhalefet derken, sadece CHP değil, AKP-MHP bloku dışındaki tüm partilerin toplamı da bu sayıya ulaşılamıyor.
Cumhur İttifakı’nın vekil sayısı 316. Meclis’te AKP ve MHP’den olmayan vekillerin toplamı 284 ediyor. Seçim için 76 vekil eksik... Bu sayıya bağımsızlar ve yarın çeşitli pazarlıklar sonucu ne yapacağı belli olmayan partilerin vekilleri de dahil üstelik. Velhasıl, iş Meclis’teki koltukların kudretine kalırsa, Erdoğan istemediği sürece bu ülkede 2028’den önce seçim olma şansı yok.
O halde meselenin erken seçimi beklemek ya da erken seçim için tarih vermekten daha derin olduğunu anlamak gerekiyor. “Nasıl olsa ülke kötü durumda, seçim olursa kazanırız” diye hesap yapmak, muhalefete geçen seçimleri kaybettirdi, gelecek seçimleri de kaybettirir. Saray rejiminin kendiliğinden yenileceğini, toplumun otomatikman muhalefete yöneleceğini beklemek dün olduğu gibi bugün de büyük bir hata.
Anketlerde önde olmak da sanıldığı kadar büyük bir anlam ifade etmiyor. Seçim dışı atmosferle seçim süreci atmosferi birbirine karıştırılmamalı. Seçim atmosferinde iktidarın da müdahaleleriyle başka dinamikler devreye girecek ve bugün hayranlıkla izlenen verilerin birçoğu değişecektir. Ayrıca ne oldu da anketler yeniden bu kadar baş tacı edilir hale geldi anlamak zor. Geçen yıl yapılan genel seçimlerde anketlerin nasıl ters köşe olduğu unutulmuşa benziyor.
Muhalefet açısından esas sınav, ülkenin geçmişten bugüne biriken tarihsel ve yakıcı güncel sorunlarını, ülkeyi yöneten iktidar açısından siyasal bir yüke dönüştürebilmektir. Bu da halkın aktüel tepkisinin hayatın her alanında politikleşmesi ve bu tepkiselliğin başka bir düzen anlatısına ikna edilebilmesiyle mümkün olabilir. Başarının anahtarını başka bir yerde aramaya gerek yok.
Aksi halde iktidar, bir erken seçim bile olsa, korku/baskı ortamının yarattığı konforu ve elindeki devlet aygıtının sınırsız gücünü de kullanarak, kendi varlığından kaynaklanan sorunları çözmeye aday bir role bürünür ve muhalefetin bir dizi hatasıyla birlikte tıpkı 2023’te olduğu gibi kafasını suyun üstünde tutmayı başarabilir. İktidar bir seçimi daha, ülkeyi iyi idare ederek olmasa da süreci iyi idare ederek, kaynakları tabana dağıtarak, kitlelerin psikolojisini, algılarını, kaygılarını, korkularını, beklentilerini ve önceliklerini kendisi açısından doğru yöne odaklayarak kazanabilir.
Yandaş medya organları gece gündüz CHP’li isimler üzerinde tartışma yürüterek muhalefetin ayarlarıyla oynuyor. Çünkü iktidarın amacı, aktörler ve onları destekleyen kitleler arasında bir karşıtlık yaratarak muhalefeti felce sürüklemek. İşin vahim yanı, muhalefet de buna bilerek ya da bilmeyerek çanak tutuyor.
Dünyanın neresinde olursa olsun bir muhalefet hareketi, iktidara fırsat tanıdığı oranda değil, iktidarı bunaltabildiği, onu köşeye sıkıştırdığı oranda hedeflerine ulaşabilir. Böylesi bir kriz sürecinde dahi, hele de yerel seçimlerde ağır bir yenilgi almışken, rejim kendine yeni hareket ve hamle alanları yaratabiliyorsa, burada muhalefetin “Nerede hata yapıyoruz” diye sorması gerekiyor.
/././
İslamcıların sessizliği, ulusalcıların piyesi -Berkant Gültekin- İsrail’i korumakla görevli ABD'nin savaş gemisi USS Wasp (LHD 1), İzmir Limanı'na demirledi.
ABD donanmasına ait USS Wasp adlı amfibi savaş gemisi Pazartesi günü İzmir Limanı’na demir attı. Gemi, aylardır Filistin halkına kan kusturan İsrail’e, İran ve Hizbullah karşısında destek sunması için Doğu Akdeniz’e gönderildi.
Siyasal İslamcılar konu özelinde “ölü taklidi” yapıyor. Emperyalistlere esip gürleyen, yedi düvele meydan okuyan, lafa gelince mangalda kül bırakmayan ve kendilerine itiraz eden herkesi “emperyalizmin maşası” olarak yaftalayanlar, İsrail’e destek için bölgeye gelen ABD savaş gemisini İzmir’de ağırlıyor. Sürekli Arap ülkelerinin Filistin konusundaki ikiyüzlülüğünden dem vuran iktidar medyası da bugünlerde üç maymunu oynuyor.
Bu arada, hani emperyalist güçler karşısında “Türkiye’nin bağımsızlığının sembolü” olarak lanse edilen TCG Anadolu gemisi vardı ya, meğer o da önceki gün İzmir’e demirleyen bu USS Wasp ile 13-17 Ağustos tarihleri arasında Akdeniz’de ortak tatbikat yapmış. Tatbikata USS Oak Hill ve TCG Gökova gemileri de katılmış.
Bu bilgi ABD donanması tarafından paylaşılınca, Milli Savunma Bakanlığı da “Evet ya yaptık bir şeyler” tadında bir açıklamayla olayı doğrulamak zorunda kaldı. O kıyı senin bu kıyı benim gezdirilen “bağımsızlık sembolü” aslında NATO’ya bağlılığın, ABD ile müttefikliğin sembolüymüş… Dümende AKP olunca hiç rota değişmiyor.
***
Hükümetin tesis ettiği ticari ilişkilere laf etmeyip İsrail’in ekonomisine karamel makiyato’ları yere dökerek darbe vurabileceğini düşünen zevat da henüz yaz rehavetinden çıkamamış olsa gerek… Ne bir protesto ne de bir açıklama yaptılar.
Yoksa ortalama zekaya sahip her insan, son teknoloji silahlarla donatılan, binlerce asker ve envaiçeşit savaş uçağı taşıyabilen 260 metrelik yüzen bir ölüm makinasının, filtre kahveden daha ciddi bir tehdit olduğunu anlayabilir. Acaba bu ziyaretin ev sahibi, bizzat destekledikleri iktidar olduğu için mi süklüm püklüm oturuyorlar? Ya da konunun iç siyasette bir getirisi olmadığı, bir yaşam tarzını hedef almadığı, kimlik temelli kutuplaşmaya katkı sağlamadığı için mi protestoyu gereksiz görüyorlar?
Diğer yanda ise liderleri son dönemde Erdoğan’ın arkasında hizalanan ulusalcı bir ekip, ABD askerinin başına çuval geçiriyor. Ülkenin bağımsızlığını, barışı ve adaleti savunan hiç kimse, on yıllardır başta Ortadoğu olmak üzere dünya halklarına zulmeden ABD askerlerinin protesto edilmesinden rahatsız olmaz ama kafasına çuval geçirilenleri Türkiye’ye buyur eden yetki sahiplerine iki çift laf söylemeyenlerin protestosu da “piyes”ten öteye geçemez.
Görünürde ABD askerlerine had bildirilirken, atılan sloganlarda ve yapılan açıklamada o askerleri ülkeye getiren siyasi sorumlulara dair tek kelime yok. Donanmanın İzmir’e gelmesine zemin oluşturan siyasal bağımlılık ilişkileri radarda değil. İktidarın politik tercihleriyle, NATO’culuğuyla ilgilenilmiyor. Sanki ABD askerleri bir sabah geminin motorunu çalıştırmış, “Bugün nereye gitsek acaba” diye düşünmüş ve şöyle felekten birkaç gün geçirmek için İzmir kıyılarına gelmeye karar vermiş gibi...
“Ülke zor duruma düşecek” türü aciz ve kişiliksiz eleştiriler bir yana, anti-emperyalizm ciddi bir ilkedir. Sağlam bir teorik temele oturması gerekir. Her şeyin ötesinde anti-emperyalizm önce tutarlılık ister. Tavşana “kaç” tazıya “tut” diyerek, kurtla yiyip çobanla ağlayarak anti-emperyalist olunmaz.
Emperyalizmin nasıl işlediğini kavrayamayan, “içsel bir olgu” olan emperyalizmi, salt askeri yöntemlerle dışarıdan ülkeye sızmaya çalışan bir tehlike olarak gören akıl, emperyalizme zarar vermek şöyle dursun, onun yerli işbirlikçilerinin (siyasi, iktisadi vs) rolünü perdelediği ve hatta o işbirlikçileri sanki emperyalizm karşıtıymış gibi alkışladığı için aslında protesto ettiğini sandığı canavarı besliyor.
***
Türkiye’nin sosyalistleri, devrimcileri, ülkede tutarlı ve sağlam bir anti-emperyalist duruşa sahip tek kesim olduklarını bir kez daha kanıtladı. Geçmişte de böyleydi, bugün de böyle. Memlekette bazı şeyler hiç değişmiyor.
Nasıl ki dün 6. Filo askerleri denize döküldüyse, bugün de ülkenin gerçek bağımsızlığı adına mücadele eden devrimciler İzmir’de emperyalizmin karşısına aynı bilinç ve kararlılıkla çıkıyor. Elbette Mahirlerin, Denizlerin dürüst ve meşru mücadele mirasından aldıkları özgüvenle…
Nasıl ki devrimciler geçmiş dönemlerde emperyalizme karşı verilen bağımsızlık mücadelesinin yerel egemenlere karşı verilen mücadeleyi de içermesi gerektiğinin farkındaysa, bugün de aynı mücadelenin AKP iktidarına ve tüm yönleriyle onun tesis ettiği rejime karşı verilen mücadeleyi içermesi gerektiğinin farkında.
Çünkü Türkiye’de ekonomik ve sosyal açıdan, ABD’nin başını çektiği emperyalist kampın hayal ettiği düzeni, AKP hayata geçirdi. Şiddetli emek sömürüsünün, laiklik karşıtı uygulamaların ve demokrasi noksanlığının nedeni bizzat bu işbirliğidir. Tutarlı anti-emperyalist duruş ve doğru muhalefet tarzı, bu tarihsel gerçeklik anlaşılarak hayata geçirilebilir. Gerisi bağrış çağrış…
/././
Halk için OVP’nin anlamı: Orta vadeli tehlikeler! -Aziz Çelik-
Yeni OVP emekçiler ve emekliler için ciddi tehlikeler içeriyor. OVP yüksek enflasyona rağmen düşük ücret zamları, emeklilikle adaletsizliğin devam etmesi ve çalışma hayatında güvencesizliğin daha da artması anlamına geliyor. Bu OVP ile halkın canı çok yanacak.
2025-2027 dönemini kapsayan yeni Orta Vadeli Program (OVP) 5 Eylül 2024 tarihli mükerrer Resmi Gazete’de yayımlandı. OVP Kamu Mali Yönetimi ve Bütçe Kontrol Kanunu gereğince hazırlanıyor ve merkezî yönetim bütçesinin hazırlanma süreci OVP ile başlıyor. OVP gelecek üç yıla ilişkin makro politikaları, ilkeleri ve hedeflenen temel ekonomik büyüklükleri, gelecek üç yıla ilişkin toplam gelir ve gider tahminlerini ve kamu idarelerinin ödenek teklif tavanlarını içeriyor. Kısaca OVP, gelecek üç yılın yol haritası gibi.
2025-2027 dönemi OVP’de enflasyon yukarı doğru, büyüme ise aşağıya doğru revize edildi. Uzun yıllar boyunca olduğu gibi bir önceki dönem OVP hedefleri yine tutmadı. 2024 yılsonu enflasyonu yüzde 41,5 olarak revize edilirken 2025 yılı enflasyon hedefi yüzde 17,5 olarak saptandı.
Yeni OVP’de bir dizi gösterge ve politika hedefi yer alıyor. OVP’de işçileri, emekçileri ve emeklileri de ilgilendiren önemli konular var. Bir bölümü teknik ve örtülü şekilde ifade edilen çalışma hayatı ile ilgili hedefler ne anlama geliyor? Bu yazımda OVP’nin emek açısından mealini yazmaya çalışacağım.
HEDEF ENFLASYON DAYATMASI
Yeni OVP’de yer alan en vahim hususlardan biri izlenen ekonomi politikasının dayandığı büyük yalanın tekrarıdır. Bu ücret-fiyat sarmalı yalanıdır. OVP’de “yönetilen ve yönlendirilen fiyatlar politikası” başlığı altında ücret artışları konusunda aynen şunlar yazılı: “Enflasyondaki atalet bütüncül açıdan ele alınacak, enflasyon beklentilerinin de daha etkin yönetimiyle fiyatlardaki katılıkla mücadele edilecektir. Ücret fiyat sarmalının önlenmesine yönelik asgari ücret artışlarının dezenflasyon süreciyle uyumu gözetilmeye devam edilecektir.”
Demek ki neymiş? Ücret-fiyat sarmalı varmış! Bunu önlemek için asgari ücret artışı dezenflasyon süreci ile uyumlu olacakmış. Nedir bunun meali? OVP’de ücret artışları enflasyonun sebebi olarak görülüyor ve enflasyonu önlemek için asgari ücret artışları enflasyon hedefi ile uyumlu olması hedefleniyor. “Asgari ücret enflasyon hedefine uyumlu olacak” demek yerine “asgari ücret artışlarının dezenflasyon süreciyle uyumu gözetilmeye devam edilecektir” gibi dolambaçlı bir ifade tercih ediliyor. Bir diğer ifadeyle, “Nasıl 2023 Temmuz ayında asgari ücrete zam yapılmadıysa Ocak 2025 zammı da enflasyon hedefine uyumlu olacak” demeye getiriyor OVP. Bilindiği gibi ücret artışlarının hedef enflasyona göre yapılması IMF’nin de önerileri arasında yer alıyor.
2025’in ilk yarısı için hedef enflasyon yüzde 15’ten yüzde 17,5’e çekildi. Bunun anlamı 2025 asgari ücreti için yaklaşık yüzde 20 gibi bir artışın gündeme getirebilirler.
2025 yılı için 20-21 bin TL civarında bir asgari ücret dayatması ihtimal dahilindedir. Türk-İş tarafından yapılan hesaplamalara göre Ağustos ayında 4 kişilik bir ailenin dengeli beslenmesi için gerekli gıda harcaması (açlık sınırı) 19 bin 271 TL, tek başına bir işçinin yaşam maliyesi ise 25 bin TL’dir. DİSK tarafından yapılan hesaplamaya göre ise temmuz ayında gıda harcaması 19 bin 423 TL ve tek başına bir işçinin yaşam maliyeti 31 bin 181 TL oldu. Bu miktarların yılsonuna doğru daha da artacağı sır değil. Bu tablo karşısında 20-21 bin TL bandında bir asgari ücret dayatması ciddi bir toplumsal tepkiye yol açacaktır. Türkiye’de asgari ücret âdeta ortalama ücret düzeyi haline geldiği için genel ücret düzeyinin de hedef enflasyon düzeyinde kalması söz konusu.
Öte yandan Ocak 2025’te memur maaşlarındaki olası artışın hedef enflasyonun bile altında kalması söz konusu. Yeni OVP’de yer alan 2024 yılsonu için yüzde 41,5 tahmini tutarsa yılın ikinci yarısında (temmuz-aralık) resmi enflasyon yaklaşık yüzde 13,5 olur. Memurlara Temmuz 2024’te yüzde 10 zam yapıldığı için bu oran yılın ikinci yarısında gerçekleşen enflasyondan düşülecek ve enflasyon farkı ile birlikte yüzde 6 zam yapılacak. Böylece memur maaş zammı yüzde 13,5 enflasyon karşısında yaklaşık yüzde 9,4 olacak. Memurlar temmuz ayında da enflasyondan düşük zam almıştı. Memurlar Ocak 2025’te de enflasyonun altında kalacak!
Bu durum 7. Dönem Kamu Görevlileri Toplu Sözleşmesinin kamu görevlilerine armağanı! Toplu sözleşmeyi Hakem Kurulu bağıtladı ama Memur-Sen de sineye çıktı. Türk-İş, Hak-İş ve DİSK gelir ve vergi adaleti için eylemlere başlarken Memur-Sen’in suskunluğu dikkat çekici. Anlaşılan Memur-Sen’in ne izlenen ekonomi politikasına ne de kamu görevlilerin enflasyonun altında ezilmesine itirazı var!
GÜVENCESİZ-EĞRETİ ÇALIŞMA YAYGINLAŞACAK
Bir süredir kamuoyu (PR) çalışması yapılan “yeni nesil” ve “daha esnek istihdam modelleri” de OVP hedefleri arasında yer alıyor. OVP’de şöyle deniyor: “Yeni nesil çalışma biçimleri ve sektörel dönüşümler, işgücü piyasasının değişen koşullara uyum sağlamasını ve daha esnek ve verimli bir yapıya kavuşmasını hedeflemektedir. Bu dönemde, aktif işgücü politikaları daha esnek istihdam modelleri ile desteklenerek kısa vadede ekonominin ihtiyaçlarına yönelik insan sermayesinin temini sağlanacaktır.”
“Yeni nesil çalışma biçimleri ve sektörel dönüşümler” başlığı altında bu yeni nesil çalışma türleri uzaktan, kısmi ve geçici süreli çalışma ile platform çalışması olarak sıralanıyor. OVP’de “İş Kanununda sosyal taraflarla diyalog halinde yapılacak değişiklikler ve bu doğrultuda gerçekleştirilecek ikincil mevzuat çalışmaları ile işgücü piyasalarında güvenceli esneklik sağlanacaktır” iddia ediliyor.
OVP’ye göre 2025 yılı başında yeni esnek ve güvencesiz çalışma biçimleri gündeme gelecek. OVP’de yer alan takvime göre yeni esnek çalışma biçimleri 2025 yılının ilk çeyreğinde yapılacak kanuni düzenlemeler ile hayata geçirilecek. OVP’ye göre İş Kanununda sosyal taraflar ile diyalog halinde yapılacak değişiklikler ile işgücü piyasalarında “güvenceli esneklik” sağlanacakmış!
Yeni nesil esnek çalışma biçimleri ile başta geçici çalışmanın (belirli süreli iş sözleşmesi) yaygınlaştırılması olmak üzere yeni esnek ve güvencesiz çalışma biçimlerinin önündeki engellerin kaldırılması hedefleniyor. Örneğin geçtiğimiz günlerde gündeme gelen belirli süreli iş sözleşmeleri (geçici işçilik) yaygınlaşacak. Bilindiği gibi bu tip düzenlemelere
“YAPISAL REFORM” DA DİYORLAR!
OVP’de evlere şenlik “güvenceli esneklik” gibi ucube bir kavrama da yer veriliyor. Bu kavram esnek ve güvencesiz çalışmayı yaygınlaştırmak ve sevimli göstermek için kullanılıyor. Oysa doğru kavram Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tarafından kabul edilen “insan onuruna yaraşır iş” kavramıdır.
OVP’de esnek ve güvencesiz çalışmanın yaygınlaştırılması hedefi açık açık yer alırken bir süredir köpürtülen çalışma saatlerinin kısaltılmasına dönük bir hedefe yer verilmiyor. Böylece çalışma saatlerinin düşürülmesi haberlerinin manipülasyon olduğu anlaşılıyor.
EMEKLİLİKTE ADALETSİZLİĞE DEVAM
OVP sosyal güvenlik ve emeklilik konusunda da ciddi tehlikeler içeriyor. “Sosyal güvenlik sisteminin mali sürdürülebilirliği ise, uzun vadede sosyal güvenlik harcamalarının bütçe üzerindeki yükünü azaltmayı ve sistemin sağlıklı bir şekilde işlemesini sağlamayı amaçlamaktadır” şeklinde sunulan OVP’nin sosyal güvenlik hedefleri ciddi tehlikeler. OVP’de yer alan bir diğer ifade ise “Aktüeryal dengeyi önceleyen düzenlemeler hayata geçirilerek sistemin mali sürdürülebilirliği güçlendirecektir” şeklinde.
Çeşitli süslü ifadelerin de yer aldığı sosyal güvenlik hedeflerinin özü “sosyal güvenlik harcamalarının bütçe üzerindekinin yükünün azaltılması”, “sosyal güvenlik sisteminin mali sürdürülebilirliği” ve “aktüeryal dengenin öncelenmesi” ifadelerinde saklı. Bu ifadeler sosyal güvenlik isteminin bir şirket gibi yönetme zihniyetinde ısrar edildiğini gösteriyor.
Bütçeden sosyal güvenliğe ayrılan kaynakların düşürülmesi ve aktüeryal dengenin öncelenmesi hedefleri emeklilere dönük olumlu bir düzenlemenin sıfır ihtimal olduğunu gösteriyor. Emeklilik sisteminde emekliler ve çalışanlar lehinde düzenleme yapılmayacak. Kademeli emeklilik, emekli aylıklarının artırılması, intibak yasası vb. gündeme gelmeyecek.
OVP’de “tasarrufların artırılması” başlığı altında bireysel emeklilik ve otomatik katılım sistemini geliştirici düzenlemeler hayata geçirilmesi hedefine de yer veriliyor. Bu çerçevede 2025 yılı son çeyreğinde Otomatik Katılım Sisteminin (OKS) ikinci basamak emeklilik sistemine dönüşeceği ve tamamlayıcı emeklilik sisteminin (TES) kurulacağı belirtiliyor.
Sosyal güvenliğe bütçe katkısının azaltılması ile birlikte ve tamamlayıcı emeklilik sisteminin (TES) kurulması kamusal emeklilik sisteminin zayıflatılması anlamına geliyor. Mevcut emekli aylıkları yetersiz olduğu için sigortalıların aklı çelinerek dikkatleri tamamlayıcı emeklilik sistemine çekiliyor. Bilindiği gibi TES’in kaynağı olarak kıdem tazminatı düşünülüyor. TES ile kıdem tazminatı ortadan kaldırılabilir ve TES için bir fona dönüştürülebilir. TES ile emeklilere yeterli bir emekli aylığı sağlanması mümkün değil. Dahası TES bir yandan kıdem tazminatını ortadan kaldırıp öte yandan sosyal sigorta sistemini zayıflatabilir.
BİRLEŞİK MÜCADELE ŞART
Son olarak emeklileri 2025 Ocak ayında başka sürprizler de bekliyor. 2024 yılı ikinci yarısı enflasyonu yüzde 13,5 olarak beklendiği için işçi ve Bağ-Kur emeklilerini yüzde 13,5 zam bekliyor. Memur emeklilerinin durumu daha da vahim. Onları ise memur maaşlarına paralel şekilde yüzde 9,4 zam bekliyor.
Bu OVP işçi, çalışan ve emekli için hayırlara vesile değil! Yeni OVP emek için daha fazla eşitsizlik, adaletsizlik ve yoksulluk, kısaca zor yıllar demek! Bu OVP hedefleri emekçiye meydan okumaktır. Bu hayat pahalılığı şartları altında hedef enflasyon ve enflasyonun altında ücret ve maaş artışlarını gündeme getirmek emekçiyle, emekliyle dalga geçmek olur. Kimse bunları sineye çekmez!
Sendikaların ve emekçilerin birleşik mücadelesi bu felaket tablosunu durdurabilir. Uzun bir suskunluktan sonra Türk-İş ve Hak-İş’in aşağıdan gelen basınçla zoraki de olsa sahaya çıkması önemli bir gelişme. Türk-İş, Hak-İş ve DİSK’in birlikte mücadelesi ve diğer emek örgütleriyle ortaklaşa yükseltilecek “geçinemiyoruz” itirazı ve kitlesel eylemler ile hükümetin bu çılgınlığının ve gözü karalığının önüne set çekebilir. Orta vadeli tehlikeleri bertaraf etmek için kısa vadede harekete geçmek şart. Yoksa bu OVP ile halkın canı çok yanacak!
/././
Çiftçide bilinçlenme işaretleri mi? -Oğuz Oyan-
Çiftçiyi ve kooperatif örgütlenmeyi destekleme, girdi ve ulaştırma maliyetlerini düşürücü politikalara yönelme ama kentsel yapılaşma için yağmalanmış büyükşehir çeperlerindeki arazilerden medet ummaya kalk! Bu bile AKP’nin tarıma ve çiftçiye hiçbir hayrının olmayacağının kanıtıdır.
Çok kez örnek verdiğim bir diyalog var, daha önce bir yerlerde yazmış da olabilirim, ama tekrarlamakta yarar var.
BİR ANIMSATMA
2007 Genel Seçimleri kampanyasını CHP adına İzmir’de sürdürürken yolum gene Tire’nin Gökçen beldesine (şimdi mahalle) düşmüştü. Kalabalık bir kahvehanede tarım merkezli konuşmamı sürdürürken bir çiftçi söz aldı ve “Sayın vekilim, dedi, siz 2002 seçimleri öncesinde de buraya gelmiştiniz ve gene bu kahvede konuşma yapmıştınız. Bize, uygulanan tarım politikaları değiştirilmezse 4-5 yıl sonra Küçük Menderes havzasında pamuk ekilmeyeceğini söylemiştiniz. Gerçekten de bu havzada pamuk bitti. Bunu nasıl bildiniz?”
Şöyle yanıtlamıştım: “Bu bir falcılık değildi. 2000 yılında başlatılan IMF ve DB tarım politikaları, tarımsal destekleri iyice daraltmayı öngörüyordu. Aynı yıl çıkarılan “Tarım Satış Kooperatif ve Birlikleri Hakkında Kanun” da Birliklerin (ve özellikle güçlü pamuk birliklerinin) destekleme alımlarındaki rolünü büyük ölçüde bitirmeyi amaçlıyordu. Yani herşey Niyet mektubunda ve Kanunda yazılıydı. Pamuk gibi yoğun girdi kullanılan bir üründe desteklemenin sınırlandırılması sonucunda –alternatif ürünlere yönelme olanaklarının bulunduğu Küçük Menderes gibi havzalarda– ilk terk edilecek ürün pamuk olacaktı. Ben size bunları aktardım. Ama bana inanmadınız. Şimdi iş işten geçti ama hâlâ kurtarılabilecek çok şey var…” Ama kurtarılan bir şey olamadı; tarımsal üreticiler, IMF politikalarını büyük gayretkeşlikle uygulayan, üstelik uluslararası tarım tekellerinin Pakdemirli gibi mutemet yöneticilerini bakan yapan AKP’ye inanmaya devam ettiler. Dolayısıyla 2007’den bu yana tarımdaki çöküş katlanarak sürdü.
Küçük Menderes havzası, Torbalı, Menderes, Ödemiş, Tire, Bayındır, Selçuk, Kiraz, Beydağ gibi tarımsal faaliyetleri yoğun olan ilçeleri kapsamaktadır. Ege’de pamuk sadece bu havzada bitmiş değildir; İzmir’in kuzeyinde Bakırçay havzasında da Menemen ovası dışında (orası da yapılaşma baskısı altında) pamuk üretimi kalmamıştır, özellikle de bu bölgenin uzun lifli ünlü Bergama pamuğu artık yok gibidir. Manisa’da da pamuk üretimi bitmiştir.
Ege Bölgesinde artık sadece Büyük Menderes havzasında özellikle Söke’de anlamlı ölçeklerde pamuk üretimi sürdürülmektedir. Ama Türkiye’nin en iyi pamuğunun yetiştirildiği Ege bölgesinin Türkiye’nin pamuk üretimindeki payı iyice azalmıştır. Gerçi GAP bölgesinin ve Hatay’ın pamuğa daha çok yönelmesiyle bir telafi düzeneği çalışmıştır ama Türkiye’nin toplam pamuk üretimi ile tüketimi arasındaki olumsuz fark da iyice büyümüştür. Özetle, 2020-2023 döneminin ortalamasına bakıldığında Türkiye yılda 800 bin ton civarında bir üretime karşılık 1 milyon 100 bin tonluk bir ithalat yapmaktadır. Türkiye’nin bu büyük pamuk açığının azaltılması için ne gibi bir pamuk politikası olduğunu bilen var mı? (1994’te Uluslararası Pamuk Konseyi’nin Recife toplantısına Tariş adına katıldığımda gördüğüm şuydu: Türkiye’den Tarım Bakanlığının tek temsilcisine karşılık ABD’yi 15 kişiyi aşan bir heyet temsil ediyordu!). Türkiye’de hâlâ her stratejik ürün için uzun vadeli politikalar belirleyen bir idari teşkilatlanma yok! Uzun vadeyi bırakın, kısa vadeyi bile gören yok: Örneğin, 2024 yılında pamukta prim miktarı yüzde sıfır, kronik arz açığı olan buğdayda yüzde 12 arttı! Enflasyonla işte böyle tarımı/çiftçiyi bitirmek pahasına mücadele ediliyor!
Denilebilir ki, “ürün politikaları” eksikliğine gelene kadar saymakla bitmeyecek yetersizlikler söz konusu! Doğru, ama olay bir yetersizlik veya yetkinsiz politikacılar/bürokratlar sorunu değil. Ülkenin gıda egemenliğini gıda emperyalizminin çıkarları doğrultusunda çökerten anlayışlar son çeyrek yüzyıldır işbaşında. AKP siyaseti bunun en kararlı uygulama memuru oldu; AB ve IMF/DB raporlarında tarım politikaları başlığında yıllarca övgü alması boşuna değildi. Bugünkü “maliyet-ele geçen fiyat” dengesinde çiftçilik kazançlı bir faaliyet alanı olmaktan çıkmıştır; desteksiz bırakılmış çiftçi kredi kurumlarının insafındadır; ülkenin tarım girdilerinde net ithalatçı konumu pekişirken tarımsal ürün dış ticaretinde de çeyrek yüzyıldır net ithalatçıdır. Bu, IMF/DB programının başarısıdır. Ama Ecevit hükümetinden başlayıp AKP hükümetlerinde devam eden ihanet politikaları olmasa başarılı olamazdı. Çiftçinin halen yüzde kaçı bu bağlantıları kurabiliyor?
TARIMDAKİ SÖZDE YENİLİKLER ÇÖZÜM MÜ?
AKP, çöken tarımsal üretim konusunda hem bir şeyler yapıyor gözükmek hem de yakın çevresine yeni rant alanları açabilmek için son zamanlarda iki “yenilik” getirmeye girişti. Birincisi, 2005 tarihli 5403 sayılı “Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu”nun 8K Maddesi ile buna dayanılarak çıkarılan 22.08.2024 tarihli “İşlenmeyen Tarım Arazilerinin Tarımsal Amaçlı Kiraya Verilmesine İlişkin Yönetmelik”, çiftçiye yeni tuzaklar kurulmakta. Toprağı ve çiftçilik faaliyetini terk etme sorununun köküne eğilmek yerine (çünkü bu, tüm desteklerin en azından beşe katlanmasını gerektiren “pahalı” bir çözümü olurdu!), iki yıl üst üste işlenmeyen arazilere devletin el koyup bir başkasına kiralaması “cinliği” acaba hangi parlak zekânın ürünüydü? Ekonomik nedenlerle işlenemeyen toprakları başkası nasıl işleyebilecekti? IMF/DB politikalarıyla 30 milyon dönüm toprak tarım dışına çıkmışken, bu politikaları tersine çevirmek yerine ucuz çözümler aramak tam da AKP mantığına uygundu. Ama bunu aşan niyetleri de olabilir; çünkü ilgili yasanın 8/K maddesinin birinci fıkrası kiralamayla yetinmiyor; işlenmeyen alanların “kamulaştırılması ve satım işlemlerine” olanak sağlıyor! Arazi yağmacısı bir iktidarın bu maddeyi tesadüfen yasaya iliştirdiği herhalde düşünülemez (Geniş bir değerlendirme için 27.08.2024 tarihli Sol Haber’deki yazıma bakılabilir).
AKP bir de 29.08.2024 tarihli Resmî Gazete’de yayınlanan “2025-2027 Yıllarında Yapılacak Bitkisel Üretime Yönelik Desteklemelere İlişkin Karar” ile destekleme yöntemlerini sil baştan değiştirmeye yöneliyor. Bu karmaşık sistemin ayrıntısına bu yazıda giremiyoruz. Ama böyle önemli bir düzenlemenin TBMM’nin bilgisi dışında yapılıyor olmasını ve muhalefetten ciddi bir tepki gelmemesini hayretle karşılıyoruz. Bu Karar kamuoyu gündemine “gübre ve mazot desteği kalkıyor” haberiyle geldi. Yeni destek sistemiyle üretim planlaması kapsamındaki bitkisel ürünler için bir temel destek sisteminin açıklanacağı ve girdi desteklerinin de belli oranlar dahilinde bunun içinde yer alacağı açıklamaları yapıldı. Peki ama girdi fiyatları yukarı doğru gidip dururken, “belli oranlar” nasıl tutturulabilecekti? Daha önemlisi, alan bazında desteklerin artıyor gözüktüğü ürünlerde dahi toplam destek miktarında gerçek bir artış olacak mıydı? GSYH’nin yasal binde 10’u yerine binde 2,2’si ayrılırken, değişen ne olacaktı?
YENİ OVP’NİN “ÇÖZÜMLERİ”
OVP’de (2025-2027), tarım konusuna fazla yer verilmiyor. Yer verilen sayfalarda ise (s. 38-39, 46, 93), yukarda belirttiğimiz yeni Yönetmelik ve Karar’a gönderme yapılmıyor! Gerçi “işlenmeyen tarım arazilerinin üretime kazandırılması” (s. 38) niyeti var ama bu genel tedbirler kapsamında hep yer alır! Programda “tarımsal teşvik ve desteklerin önceden açıklanması ve zamanında ödenmesi” (s. 46) gibi zaten olması gerekenler de eksik değil. Ama hakkını yemeyelim, Program tarımda ulaştırma maliyetlerine mucizevi bir çözüm bulmuş görünüyor: “Önemli tüketim merkezi olan kentlerin çeperlerinde tarımsal faaliyet desteklenecektir”! Bravo doğrusu! Çiftçiyi ve kooperatif örgütlenmeyi destekleme, girdi ve ulaştırma maliyetlerini düşürücü politikalara yönelme ama kentsel yapılaşma için yağmalanmış –belki henüz imara açılmamış– büyükşehir çeperlerindeki arazilerden medet ummaya kalk! Bu bile AKP’nin tarıma ve çiftçiye hiçbir hayrının olmayacağının kanıtıdır.
/././
Narin, Leyla ve suskunlar -Selçuk Candansayar-
Narin de öldürüldü. Altı yıl önce öldürülen Leyla gibi onun da bedeni günler sonra bulunabildi! Leyla için de “tüm ülke” sosyal medyada ayağa kalkmış, günlerce gündemde tutulmuştu. Leyla’nın da amcası mahkûm edilmişti önce. Dört yıl sonra ise mahkûmiyet bozularak tahliye edilmişti. Davanın ne zaman sonuçlanacağı belli değil.
Sosyal medya büyük bir güç. Bir “olay”ın” gündemden düşmesinin/düşürülmesinin önünde çok önemli bir engel. Narin’in ve onlarca diğer çocuğun ölü de olsa bedenlerine ulaşılabilmesinde katkısı büyük.
Tıpkı Leyla’da olduğu gibi Narin’in bedeni bulununca da bu kez Narin’in köyünün içindekilerle birlikte yok edilmesi, yakılması, ilgisi olan herkesin katledilmesi çağrıları yağmur gibi yağdı sosyal medyaya. Kısasta hayat vardır, idam şart diye bağıran bağırana.
Öfkenin anlaşılabilir yanı var. Öfkelenelim, yas da tutalım. Suçlu/lara ve göz yumanlara, bilip de bilmezden gelenlere de kızmamız olağan. Henüz kesinleşmemiş olsa da Narin’in bedeninin bulunduğu yere yeni atılmış olma olasılığı yüreğimizi daha da daraltabilir.
***
Bir çocuğa tecavüz etmenin, boğazını sıkarak öldürmenin, katilin kim olduğunu bilse de susup bilmezden gelebilmenin, ölü bir çocuk bedenini bir çuvalda bir yere saklayabilmenin, eğer doğruysa başka bir yere götürüp bulunsun diye bırakabilmenin nasıl bir vicdansızlık olduğunu anlayamıyorum da diyebiliriz!
Anlamak zorunda değiliz ama şaşkınlık ve tiksintiyle “bunu yapanlar insan olamaz” demeye de hakkımız yok. Köye, köylüye, köylülüğe, aileye “tepeden bakan” bir nefretle olup bitenle aramıza bir mesafe koymaya çalışmaya da hakkımız yok.
Çünkü maalesef olup bitenler insanca hem de çok insanca…
Ne köy, ne köylülük, ne de aile kutsal elbet. Ama köylerde işlenen suçların onlarca katı kentlerde işleniyor. Köylerde istismara maruz bırakılan çocukların onlarca katı çocuğa kentlerde tecavüz ediliyor.
Hele de suça ortak olanlara ve suçu bilmesine rağmen susanlara duyulan öfke! Şüphesiz ki bir suçun işlenmesinde en önemli teşvik edici etkenlerin başında geliyor suç ortaklığı. Susulacağını, bilse de bilmezden gelineceğini bilmenin verdiği cesaret suç işlemeyi kolaylaştırıyor.
Kolaylaştırıyor kolaylaştırmasına da, tanık olup susanların nasıl olup da suçlular kadar cesur olamadıkları üstüne düşünmemiz gerekmiyor mu? Narin için susanlardan önce “bu ülkedeki susma haline” bir bakalım mı? Biz toplum olarak ne kadar çok suça karşı suskun kalıyoruz değil mi? Madımak’tan Maraş’a, Gar Katliamı’ndan Kızılay Katliamı’na, Çorum’dan Dersim’e suskunluklarımız. Ermeni kıyımına olan suskunluğumuz ve 6-7 Eylül pogromuna olan suskunluğumuz. Kürtlere, Alevilere dair susmalarımız. Sus pus bir milletiz; millet miyiz gerçekten?
***
Ne ilgisi var diye yazıyı üst paragrafta bırakmış, yazara suntalı bir küfür savurmuş, ben hiç susmadım diye sinirlenmiş, susanlara bir de siz kahretmiş olabilirsiniz. Bu tepkiler de susma halimizi açıklayamaz. Dikkatimizi hepimizi susturan(lar)a yöneltmediğimiz sürece konuşmaya başlayamayız.
Türkiye’yi bir duyguyla tanımla deseler benim önereceğim iki temel duygu olurdu. İlki yaralanmış bir özgüven derdim ve onu da belirleyen daha derinde yatan inkâr edilmiş suçluluk duygusu. Biz diye bir ortak ruh varsa eğer, bu iki duygu, o bizi belirliyor olabilir. Suçluluk duygusuyla yüzleşmeyi, suçumuzu kabullenebilmeyi, içten, gönülden özür dileyebilmeyi beceremiyoruz. Ama bu halimizin suçlusu da bizler değiliz. Narin’e yapılanları ve yapanları bilmesine rağmen susanlar gibiyiz.
Bize ait olmayan bir suç karşısında bile suskun kalmamızın bir dizi nedeni olabilir. İlkin gerçek suçluların hiçbir zaman cezalandırılmayacaklarını bilmemiz! Bizim hissetmekten korkup, inkâr ettiğimiz suçluluk duygumuzun kaynağında gerçek suçlunun cezalandırılmaması da yatıyor. Gerçek suçlular cezalandırılmadıkça biz tanık olanlar kendimizi suç ortağı gibi hissediyoruz. Hissettiğimiz suçluluk hissinin büyük bölümünü de susmak zorunda kalmış olmamız oluşturuyor. Susmamızın bir nedeninin de kendi güvenliğimizi sağlamak olduğunu içten içe bilmemiz de suçluluk duygumuzu katmerliyor. Bu kadar ağır suçluluk hissiyle ancak özgüveni yüksek insanlar baş edebilir; inkârdan tanımaya ve oradan kabul edip özür dilemeye giden yol böyle mümkün olabilir.
Ağızlara sakız olan “namuslular da namussuzlar kadar cesur olmalı” sözü aslında tek bir koşulda doğru olabilir. O koşul “güçlü” olanların aynı zamanda namuslu olmalarıdır. “Haramilerin saltanatında” namusluları cesarete çağırmak anlamsızdır, öfkenizi saltanata, güçlü olanlara yöneltin, suskunlara değil. Çünkü siz de suskunlardansınız.
/././
Kim bu komünist? -Selçuk Candansayar-
Babam solculuğu merak edip öğrenmesini ortaokuldayken yaşadığı bir olaya bağlardı. 1950’lerin hemen başlarında, doğuda küçük bir kasabada bir haber yayılır. Uzak köylerden birinde jandarma “komünist bir öğretmen” yakalamış, adliyeye getiriyormuş! Kasaba meydanına toplanan halkın arasında olan babam, tedirginlik ve öfke içinde bekleşen insanların kendi aralarındaki konuşmalarına tanık olur. Kimi "bütün vücudu kıllarla kaplıymış" derken, bir diğeri "ancak zincirlerle zaptedebiliniyormuş" der. Bir başkası "boyu iki adam boyundaymış" derken, diğeri "göz akı yokmuş, kırmızıymış" diye ekler. Konuşmalar "kuyruğu da varmış"a kadar çeşitlendikçe babamı korkulu bir merak sarar.
Sonra öğretmeni getirdiler diye devam ederdi babam; jandarmaların arasında elleri kelepçeli, çelimsiz, maruz kaldığı şiddetten yüzü gözü şişmiş, ufak tefek genç bir adam. Önce, "bizden biri yahu" dediğini söyler, sonra da "bu işte bir adaletsizlik var, ne ki bu komünistlik diye okumaya başladım" diye eklerdi.
Hikaye Türkiye'ye özgü değil. ABD'de de yazar çizerlerin, oyuncu sanatçıların “McCarthycilik” döneminde maruz kaldıkları baskı, damgalama ve dışlama da aynı stratejinin bileşeniydi.
Babamın anlattığı, II. Dünya Savaşı sonrası Sosyalizme karşı kapitalist dünyanın başlattığı “antikomünist” propagandanın ücra bir Anadolu kasabasına bile nasıl hızlı yayıldığının hikayesi. Bu psikolojik savaş babam gibi çok nadir insana solculuğu merak ettirdi ama yığınları komünizmin öcü olduğuna da inandırdı. Fethullahçılık da “Komünizmle Mücadele Derneği”nin Erzurum şubesinden yola çıkmıştı.
Komünist, bağımsızlıkçı, antiemperyalist, antikapitalist her örgütlenmeye karşı “damgalayarak” birörnekleştirme yönteminde kullanılan “öcü” kavram oldu. Önce komünistti, ardından “gerilla”, “anarşist” sonra “terörist”, eşzamanlı olarak “bölücü”. Bu sıfatlar toplumsal muhalefetin çeşitlenerek yaygınlaşmasını ve topluma ulaşmasını, kendisini anlatmasını engelleme işlevi görüyorlardı. “Müesses nizamı” eleştirmeye kalkan her ses, “komünist misin?” diyerek bastırılmaya çalışılırdı. Solcuysan komünisttin, komünist erkek “karısını paylaşan dinsiz”, komünist kadın ise önüne gelen her erkeğin “altına yatan” demekti.
MÜCADELE DAHA KOLAYDI
Toplumsal muhalefetin kitleselleşmesi sokaktaki sıradan insanın bu sıfatla anılmaktan korkmasına, dahası bu sıfatı taşıyanlara karşı “nefret hissiyle” dolmasını sağlıyordu. İnsanlar yaşadıkları sıkıntılı, zor hayatta “kontrol edebildikleri” tek değerleri olan “din, vatan ve namuslarının” komünistlerce ellerinden sökülüp alınacağına inanırlardı. Zalim ve güçlü iktidara karşı çıkmak yerine o iktidarın hedef gösterdiği “öcüyle” mücadele etmek de daha kolaydı.
Trumpgillerle birlikte 1950’li yıllara geri döndük. İlk dönemindeki propagandasını da “komünistler geliyor” üzerine inşa eden Trump, şimdi de dilinden komünizmi düşürmüyor. Ama nasıl? Demokratlar vergi sistemini değiştirecekler, bu komünizm demektir; LGBT özgürlüğü komünist komplodur, bu yolla kutsal ailemizi parçalayacaklar; kamu sağlığı da ne demek ancak komünizmde olur, ABD üniversite kampüslerindeki Filistin’e destek komünistlerin işi vb.
Toplumsal muhalefetin her türü yine ve yeniden “komünist” parantezi içine alınarak birörnekleştirilip, şeytanlaştırılıyor. Azıcık kısa bir etek mi giydin, “komünist kız” oluveriyorsun; LGBT misin zaten komünist komplonun gizli ajanısın; kimliklerin özgürlüğünden mi söz etmeye kalktın, vatanı bölmek isteyen komünistsin; laiklik zaten dinsizlik, dinsizsen aile kalmaz; sendika mı, o zaten komünistin hası!
Her dönemin nesnel koşulları kendi zamanının bağlamında kavramları biçimlendirir. Bugün muhalefeti birörnekleştirerek şeytanlaştırma stratejisine karşı “bin muhalefet çiçeğinin” açarak, “bin fikirle” karşı çıkmaktan çekinmemeleri gerekir. Binbir farklı fikir, yapı, grup, cephe, platform, aslında tek bir “öcü” olduğunda ortaklaşabilirse, azın kendisini çok göstermesi yanılsaması kırılabilir.
/././
AKP dört koldan halka savaş açtı -Yaşar Aydın-
Halk desteğini kaybeden rejim, ayakta kalmak için en bilindik faşist yöntemlere sarıldı. Ne yargı ne Meclis kaldı. Memleket talana açıldı. İtiraz eden ya mafya kurşunuyla ya da polis dipçiğiyle terbiye edilmeye çalışılıyor.
Türkiye'nin büyük çoğunluğu ya işsiz ya da işsizlik tehdidi altında, yoksul, eğitim ve sağlık hizmeti alamayan, mahkemeye düşmekten ve kolluk gücüyle temas etmekten korkar halde. Sermaye, köpeksiz köyde değneksiz dolaşıyor. Mafya, ülke yönetiminin parçası olmuş durumda. Sokak ortasında insan öldürmekten mala çökmeye kadar her türlü yasa dışı faaliyet var.
Yoksulluk, memleketin makus talihi haline gelmiş durumda. Ülkenin dörtte biri sosyal yardımlarla yaşar hale geldi. Devlet okulları, eğitime başlamak için aç çocukları bekliyor. Ülke tarihinde okullarda bir öğün yemek kampanyası düzenleniyor. Temizlik görevlisine kaynak bulunamadığı için okulların gün aşırı temizlenmesi gündemde.
Tüm bunlar yaşanırken her mahalleye bir imam hatip okulu inşaatı devam ediyor. Gerici müfredat işbaşında, öğretmenlik kanununun eli kulağında. Ülke tarikat ve cemaatlerin her talebini emir kabul eden bir bürokrasi tarafından yönetiliyor.
GÖSTERİŞLİK YARGI, ETKİSİZ MECLİS
AKP, ülkeyi fiilen anayasasız hale getirmiş durumda. AYM sembolik bir kurum haline geldi. Önüne gelen siyasetçi, "Kapatın gitsin" diyerek AYM'yi küçümsüyor. Bir grup AKP'li dışında hiçbir yurttaş, mahkemelerce adil yargılanacağına inanmıyor. Halkın yargı koruma kalkanı ortadan kalkmış durumda. Zengin ve güçlülerin hakları korunurken, halkın hakları çiğneniyor.
Yargıtay Başkanı, evrensel hukuk kurallarını bir yana bırakarak "milli yargı"dan bahsediyor. Tüm faşist rejimler, insanlığın mücadelesiyle kazanılan insan hakları ve demokrasiyi koruyan evrensel ilkeleri ortadan kaldırmayı hedefliyor. Yine tüm baskıcı ve faşist rejimlerde olduğu gibi, bu "millilik" adıyla yapılıyor. Yurttaşların muhatap olduğu hakim ve savcılarla ilgili rüşvet ve adam kayırma suçlamalarının gündeme gelmediği tek bir gün bile yok.
ŞİDDET YETMEYİNCE YA CEZAEVİ, YA ÖLÜM
Grevler yasaklandı. Ücretine zam ya da sendikalı olmak isteyen, köle gibi çalışmak istemeyen işçiler kapı dışarı edildi. Emekliye ve asgari ücretliye sefalet maaşı uygun görüldü. Ters kelepçe, biber gazı ve gözaltı işçiler için olağan hale geldi. Patron ya da AKP'liler ne isterse yerine getiren devlet görevlileri halka zulmetmeye devam ediyor.
Kendini ifade etmek isteyen, yaşananları eleştiren akademisyenler, gazeteciler, sendikacılar ve öğrenciler devlet şiddetinden nasibini aldı. Tüm bunlar yetmedi, sokakta bir mikrofona konuşan bile tutuklanıp cezaevine kondu.
AKP, ülkede satacak liman, fabrika ve köprü kalmayınca taşına, toprağına, ormanına saldırdı. Neredeyse ülkenin tüm şehirlerinin üçte ikisi maden sahası ilan edildi. Enerji santrali lisansları leblebi gibi dağıtıldı. Yaşam alanlarını savunanlara karşı yapılan kolluk müdahaleleri işkenceye dönüştü. Kolluk kuvvetleri devreden çıktığında ise mafya devreye girdi. İktidar yanlısı şirketlerin paralı elemanına dönüşen mafya, Antalya'dan Hopa'ya kadar kan dökmeye başladı.
İktidarın hesabı belli. Bu koşullarda halkı ikna etme ve yeniden rızasını alma şansı yok. Bir yandan IMF politikalarını uygularken, diğer yandan bu politikalardan mağdur olanların tepkilerinin yayılmamasını sağlamak istiyor. Bunun tek bilinen yolu korku salmak, baskı ve şiddeti daha da artırmaktır. Herkes durumu kabullensin, kimse kafasını kaldıramasın isteniyor.
İKTİDARIN NORMALİ MUHALEFETE UYDU
Halk desteği kalmayan, iktidarını baskı ve zorla sürdüren rejimlerin tüm dünyada tanımı bellidir. Bu rejimlere karşı verilecek mücadele, "normalleşme" beklentileri ile karşılanmayacağını son altı aylık süreç bir kez daha kanıtladı.
Bugün mecliste yer alan muhalefet partilerinin, kadınların, işçilerin, üreticilerin, doğa ve yaşam savunucularının iktidara karşı verdiği mücadelenin yanına bile yaklaşmadığını söyleyebiliriz. Seçime, adaylığa ve Erdoğan'ın sınırlarını çizdiği gündeme sıkışmış durumdalar.
Türkiye, yakın tarihte yaşamadığı olağanüstü bir dönemin içinde. İktidar, topuyla tüfeğiyle koltuğunu koruma peşinde. Her türlü yolu deniyor, hukuku çiğnemekten ve halkı, muhalefeti ezmekten tereddüt etmiyor. Önümüzdeki birkaç yılı, kendisi için ölüm kalım dönemi olarak gördüğü için tüm cephelerden saldırıya geçti. Kural yok, kanun onların elinde.
İktidarın baskısı büyüdükçe halkın direnişi de büyüyor. Halk ya da Saray; ikisinin aynı anda varlığını sürdürebileceği dönem çoktan geçti.
/././
Ucube rejimlerde ‘devlet’ ne işe yarar? -Yaşar Aydın-
Erdoğan’ın Bitlis Ahlat’ta verdiği bu poz rejimin geldiği son halin fotoğrafını oluşturmuştu. (Fotoğraf: AA)
Erdoğan ve Bahçeli’nin inşa ettiği rejimde halk, Anayasa, Meclis dâhil hiçbir kurum yok. Geçtiğimiz hafta yaşananlara bakılırsa bile devlet iktidar elitleri ve yandaşları için çalışan devasa mekanizmaya dönüştürüldü.
Türkiye’de yürürlükte olan Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi, toplumun yarısından fazlası ve Meclis’te varlığını sürdüren muhalefet partileri tarafından ucube bir rejim olarak nitelendiriliyor. Rejim, en basit anlamda “devletlerin uyguladığı yönetim biçimi” olarak tanımlanabilir. Öyleyse şu anda 80 milyonun üzerinde yurttaşı yöneten bu mekanizmaya da “ucube devlet” demek pekâlâ mümkün. Erdoğan ve Bahçeli’nin adım adım inşa ettiği rejimde halk yok, kanun yok, anayasa yok, Meclis dâhil hiçbir kurum yok. Devlet de sadece iktidar elitlerinin ve yandaşlarının çıkarlarını korumak için çalışan devasa bir mekanizmaya dönüşmüş durumda.
Bu durum şu bakımdan önemli: İşin bu tarafı görülmeden, sadece seçim, sandık, Meclis gibi kavramlara takılıp ilerleyen bir muhalefetin bu mekanizmayla baş etme şansı yok. Düşünün, muhalefetin potansiyel cumhurbaşkanı adayı İmamoğlu’na garip bir dava sonrası siyaset yapıp yapamayacağını belki de seçime 6 ay kala öğrenebileceğiz. Kim bilir, o güne kadar iktidar, elinde tuttuğu devlet mekanizmasıyla daha hangi hinlikleri hayata geçirecek.
KİM KİME KILIÇ SALLAMIŞ OLDU?
Meselenin esasının, iktidara “sakın aklından geçirme” diyebilecek örgütlü bir muhalefet gücünün varlığında yattığını anlamak için daha hangi işaretlerin olması gerekiyor?
Geçen hafta “aklından geçirme” diyenlerin sayısının arttığı bir hafta oldu. Hopa’dan Gebze’ye bedel ödeyerek iktidarın karşısına dikilenler yol gösterdi. Eylül ayının, işçinin, emeklinin ve gençlerin sokağı bırakmayacağı bir ay olacağı ilk haftadan belli oldu. Bir öğün yemekten bilimsel müfredata kadar eğitim sezonu da itirazlar ve taleplerle açılıyor. Ortalığa saçılan bu kadar anlamsız gündem karşısında bu başlıklar kutup yıldızı gibi parlıyor.
Erdoğan nihayet teğmenlere haddini bildirip “hepsine gereken ceza verilecek” dedi. Yemin törenini kendilerine yönelik “kılıç sallamak” olarak nitelendirdi. Peki, Erdoğan, “kılıç sallananlar” parantezine kimleri almış olabilir?
AKP iktidarı döneminde palazlanan tarikat ve cemaatleri ilk sıraya yazdık. Ardından 22 yılda devletin içine yerleşen İslamcıları ekleyin. Bunların içinde bugünlerde rahatsızlık ifade eden Yeniden Refah Partisi ile HÜDA PAR ve BBP’nin de dâhil olduğunu söyleyelim. Bu kapsama, mütedeyyin diye ifade edilen ve bugünlerde kafası biraz karışık olan sıradan yurttaşların da dâhil edilmek isteneceği de kesin. Geriye kimler kaldı? İktidar ortağı MHP ve ona destek olan her türlü legal-illegal yapılar. Hâlâ değişen MHP’yi görmeyip, o partide Kemalizm ve laiklik hassasiyetinin olacağını düşünenlerin çok yanıldığını söylemek zorundayız. Kısaca Erdoğan, kendisine en az bir kere oy vermiş herkesi, onunla bir dönemde ittifak yapmış partileri ve 22 yıldır zenginleşip palazlanan herkesi tekrar şemsiyenin altına çağırdı.
Bir yemin töreni ile tüm bunlar şemsiyenin altına koşar mı? Sadece yemin töreni olarak bakılınca bu soru doğru olarak görülebilir. Ama hayvan katliamı yasasından, kadın hakları ve müfredata kadar Erdoğan, ülkedeki birçok başlığı bir kez daha kimlikler üzerinden kodluyor. Bu sayede muhalefeti bölerken, kendi tabanını da toparlamaya çalışıyor.
Ülkenin yüzde 80’i yoksulken, böyle bir siyaseti hâkim kılmak, Erdoğan için aynı zamanda kurtuluş reçetesi anlamına geliyor. Toplumu bir kez daha kimlikler üzerinden dikey bölerek, halkın zenginler ve yoksullar olarak ayrışmasının da önüne geçiyor.
Tüm bunlar, teğmenlerin yemin törenindeki niyetlerinden bağımsız değerlendirmeler. Ama teğmenlerin yemin töreninden heyecanlanıp hararetle alkışlayan TV yorumcularına ve diğer muhalefet erbabına hatırlatmamız gereken bir konu var: Eğer hassasiyet laiklik ve Türkiye ise, iş bu noktaya gelene kadar verilen onlarca mücadeleyi görmezden gelmeyecektiniz. Ahlat’ta TSK komutanlarının HÜDA PAR’la verilen fotoğrafının boyası kurumamışken, teğmen yeminini “Ordu refleksi”, sonrasında yaşananları da “AKP’de çatlak” diye yorumlamak, bir dönem yapıldığı gibi AKP’ye karşı mücadeleyi Peker’e havale etmekten başka bir anlama gelmeyecektir.
CHP’NİN İÇİNİ KİM KARIŞTIRIYOR?
Cumhurbaşkanı adaylık meselesi, CHP’nin kaçamadığı gündem olmaya devam ediyor. Her ne kadar parti genel merkezi tarafından “Bizim böyle bir gündemimiz yok. Parti dışarıdan karıştırılmaya çalışılıyor” dense de, tüzük kurultayında yaşananlar durumun pek öyle olmadığını gösterdi.
Hatırlanacağı gibi Cumartesi günü, yani kurultayın ikinci gününde, açılış konuşmasını yine genel başkan yapmış, ardından da İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu kürsüye çıkmıştı. Sıra Mansur Yavaş’a gelince de “Benim konuşacağımı bir saat önce öğrendim” serzenişi salonu buz kestirmişti. Sonrasını biliyorsunuz. Önce Özel, ardından İmamoğlu ve Mansur Yavaş kürsüde bir araya gelerek aralarında hiçbir sorun olmadığını gösterdiler.
Sorun var mı yok mu ya da üçlü arasında cumhurbaşkanlığı adaylığı rekabetinin durumu bugünün yazı konusu değil. Ama manzara, 2023 Mayıs seçimleri öncesi bakanlıkların paylaşıldığı dönemi anımsatıyor. “Rejim nasıl yenilecek, yerine ne konulacak, bunun için kim ne kadar mücadele ediyor?” tartışmalarından çok uzak bir fotoğrafla karşılaştık. Bunun çok hayra alamet olmadığını deneyimleyerek yaşayan CHP genel merkezi tekrar aynı hatayı yapacak mı, bakıp göreceğiz.
CHP’nin dışarıdan karıştırılmaya çalışıldığını kabul etsek de, Cumartesi günü yaşananlara bakınca CHP muhaliflerinin partide çalkantı çıkarmak için çok özel bir gayret sarf etmelerine gerek olmadığını söyleyebiliriz.
BİRGÜN’ÜN FARKI
Geçen hafta gazete olarak birçok başlıkta pozitif olarak ayrıştık. Manşetlerde yaşanılan büyük yıkımın ana sorumlusuna işaret ederken, birçok haberle de bu gerçeği somutlamayı başardık.
Semra Kardeşoğlu’nun Hopa’da yaşananlara dair haberleri ve izlenimleri, yine gazetemizin izlediği yolu göstermesi açısından çok önemliydi. Yine BirGün Pazar’da yayımlanan 12 Eylül dosyası, geçmişten çok bugünü anlamak için kılavuz niteliğindeydi.
Reyting ve satış baskısını üzerimizde hissetmeden, ülkenin sahici gündemlerini gerçek insanların sözleriyle yani muhatapların kendisiyle sayfalarımıza, ekranlarımıza taşımaya devam edeceğiz.
Ülkenin girdiği zaman diliminde BirGün’e hiç olmadığı kadar ihtiyaç olduğunu görüyoruz. İktidara karşı mücadelenin görünür yüzlerinden biri olurken, “mış” gibi yapan muhalefete de bir çift sözü esirgemeyeceğiz.
/././
AKP, 31 Mart travmasını bir türlü aşamıyor: ‘Gölgeleme’ stratejisi -Nurcan Gökdemir-
31 Mart yerel seçim sonuçları, sürekli düşen oylar, iyice derinleşen ekonomik kriz, son dönem artmaya başlayan kitle hareketleri AKP içinde de “Son göründü” değerlendirmelerine yol açıyor. AKP bu sorunları, CHP’de liderlik ve adaylık kavgası olduğu görüntüsü ile köpürterek gizleme stratejisi izleyecek. CHP’li belediyelerde yolsuzluk yapılıyor izlenimi vermeye de çalışacak.
AKP, 31 Mart yerel seçimlerinde siyasi yaşamında ilk kez ikinci parti konumuna gerileme travmasını aşamıyor. Mart sonrası oylardaki düşüş trendinin sürmesi, milyonların açlıkla test edildiği ekonomik krizin daha da derinleşmesi, buna karşın lüks, şatafat harcamalarının artması, saltanat görüntüsünün yaygınlaşması ve toplumun hemen hemen tüm kesimlerinin rahatsızlığını sokakta dillendirmeye başlaması bu travmayı daha da büyütüyor.
AKP Genel Merkezi’nin başa çıkılamayacağı iyice görünür olan bu sorunlara karşı yeni bir strateji benimsediği konuşuluyor: CHP’de kavga görüntüsü yarat, dikkatleri rakipte yoğunlaştır…
CHP’de lider değişikliğinin yaşandığı son kurultaydan sonra “parti içi demokrasinin gereği” söyleminin sınırlarını zorlayan gelişmelerin yaşandığı açık. Ancak kamuoyuna iktidar medyası aracılığıyla yansıtıldığı boyutuyla bir kavga yaşanmadığı da bir gerçek. Liderlik ve Cumhurbaşkanı adaylığı tartışmalarında adı geçen tüm isimler, zaman zaman AKP’ye aradığı malzemeyi verseler de bir sonraki adımı mutlaka “Birlik, bütünlük” görüntüsüne katkı verecek şekilde atıyorlar. CHP çevrelerinde uzun yıllar sonra ilk kez iktidar olma şansının bu kadar yakın olduğu bir dönemde, bunun elden kaçırılmasına neden olacak zemini yaratanın affedilmeyeceği sürekli dillendiriliyor.
LİDERİ DEĞİŞEN SAĞ PARTİLER GERÇEĞİ
CHP’de yaşananları bir parantezle böyle ifade ettikten sonra AKP ile devam edelim. Özal’sız ANAP, Ecevit’siz DSP, hatta lider değişimi sonrası daha uzun yıllar varlığını sürdürebilmesine karşın Demirel’siz DYP deneyimini yaşayanlar, AKP’de yaşananların birebir bu partilerin sona gittiği dönemi anımsattığını anlatıyor.
İktidara alışkın kadroların iktidarsızlık paniğini yaşamaya başladığı konuşuluyor Ankara kulislerinde… AKP’yi gözden düşüren süreci sona erdirmenin eski güzel günlere dönmenin mümkün olmadığı görüşünden hareketle yeni bir stratejinin sahnelenmesi hazırlığı var AKP’de…”CHP’de yaşananları büyüt, içeride olanları gölgele”.
KARA PROPAGANDA İLE RAKİBİ ZAYIFLATMAK
Bunun için iki araç var ellerinde. Birincisi “CHP’de Cumhurbaşkanı adaylığı ve genel başkanlık yarışı olduğu”, ikincisi de “CHP’li belediyelerde yolsuzluk ve suiistimal yaşandığı” izlenimi vermek.
Adaylık konusunda kavga olduğu izlenimini vermemek bir ölçüde CHP’lilerin elinde. CHP geleneğinden gelen isimlerin böyle bir tartışmanın içine partiyi sürüklemenin faturasını göze alamayacağı var sayılıyor. Ancak AKP’liler, bugüne kadar parti disiplinine aykırı hiçbir tutumu görülmemesine karşın Mansur Yavaş’ın Cumhurbaşkanı adaylığı sürecinde farklı bir pozisyonu olabileceği ihtimalini umut olarak ifade ediyor.
Bu seçeneği bir tarafa koyduktan sonra ikinciye bakalım, “Belediyeler üzerinden CHP’yi zayıflatmak”… Bunun için ilk ve en önemli adımın, belediyeleri mali yönden kıskaca alarak icraat yapamaz duruma düşürme girişimi ile atıldığını gördük.
Bunun ikinci ayağının belediyelerdeki alımlar, ihalelerle ilgili yolsuzluk, suiistimal, kayırmacılık; atamalarla ilgili nepotizm görüntüsü yaratmak olacağı konuşuluyor. Müfettişlere buna katkı sağlayacak bilgi, belge temini talimatlarının verildiği biliniyor.
AKP’NİN YOLU ÇOK DAHA ZOR
AKP’nin önündeki yolun CHP’yi kara propaganda ile zor duruma düşürerek aşılamayacak kadar zorlu ı olduğu ortada. Yukarıda sıraladığımız sorunlar dışında AKP içindeki birbiriyle kavgalı gruplar, “Sel önünden kütük kapma” peşindeki giderayak daha fazla zenginleşmeye çalışanlar, Erdoğan sonrasına ilişkin bir planın hala olmaması, “Tek adamlığın” ne partide ne iktidarda yeni kadroların öne çıkmasına olanak sağlaması, “Tekinsiz ortak MHP”nin korkulan sürprizleri…
Ortadaki tabloya bakıldığında AKP’nin siyasi ömrünün sonuna geldiğini söylemek kehanet olmaz. CHP’de olan ya da olmayanları büyüterek AKP’nin imaj parlatması artık imkansız, Türkiye önümüzdeki yıldan itibaren erken seçimi daha ciddi bir talep olarak konuşmaya başlayacaktır.
(BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder