14 Eylül 2024 Cumartesi

Birgün (KÖŞEBAŞI(I) + (GÜNDEM) -14 Eylül 2024 -

 

İktidar için kuldan utanma dersleri -Gözde Bedeloğlu-

Diyarbakır’ın Tavşantepe mahallesinde kaybolduktan 19 gün sonra cesedi köyünün yakınındaki derede bulundu Narin’in. Otopsi için Adli Tıp Kurumu’na getirilen 8 yaşındaki Narin Güran’ın ailesiyle görüşen HÜDA PAR Genel İdare Kurulu Üyesi Vedat Turgut, “müstehakız” dedi. İslam coğrafyasının birbirine girmiş olmasından dert yandı. Filistin’in, Suriye’nin halini örnek gösterdi. Sonra konuyu, ailesinden biri ya da birileri tarafından öldürüldüğüne dair kuvvetli şüphelerin oluştuğu Narin’in katline bağladı. Bu vahşilikler, bu vandallıklar bizim kültürümüz değilmiş; bunlar meğer Avrupa’nın, Amerika’nın, İsrail’in, kimlerin ve ne amaçla aramıza koyduğu araştırılması gereken kültürüymüş. “Allah hepimize sabır versin, hepimizin başı sağ olsun” diyerek günün anlam ve önemine ilişkin açıklamasını tamamladı.

***

AKP listelerinden meclise giren HÜDA PAR’ın bütün bu vahşilikleri, vandallıkları içimize sızdırdığını iddia ettiği batıyla mücadele planının başını ‘kutsal aile’ çekiyor. Buna göre, küresel güçlerin ailesiz bir toplum oluşturarak cemiyetin yapısını bozan projelerine karşı; inancımıza, değerlerimize ve kültürümüze uymayan batı tipi hayat tarzının tehdit ettiği neslimizin emniyeti muhakkak sağlanmalıdır deniyor. Kutsal aile etrafında şekillenen ve asli vazifesi annelik olarak tanımlanan kadın ise bu noktada kilit konumda.

***

Son seçimle iktidarın yeni ortağı titrine kavuşan HÜDA PAR’ın kültürümüze uygun gördüklerinin başında cinsel istismarın evlilik ile affının savunulması geliyor. 18 yaşını doldurmadan evlendiği için kocası cezaevine atılan binlerce ‘kadının’ ve babasız kalan çocukların mağduriyetlerinin giderilmesi isteniyor. Diğer talepler; karma eğitim zorunlu olmaktan çıksın, zina olarak tanımlanan her türlü evlilik dışı ilişki yeniden suç sayılsın, erkeğin birden fazla kadınla evlenebilmesine imkan tanıyan imam nikahı resmi statü kazansın, kadınların şiddet ve tehdide karşı aldıkları tedbir ve uzaklaştırma kararları için erkekler de dinlensin, kadınlar ev işlerini aksatmayacak şekilde ‘fıtratına uygun’ işlerde istihdam edilsin.

***

Toplum olarak batının ‘ahlaksızlığından’ kendimizi ancak bu şekilde koruyabileceğimiz iddia ediliyor. Ancak gelin görün ki tartışılması yanlış, sorgulanması günah görülen o ‘kutsal ailenin’ içinden çıkıyor en çok kadınların ve çocukların katilleri. Ama HÜDA PAR ve türevlerine göre Avrupa’nın, Amerika’nın, İsrail’in adamlarının köy köy gezip Türkiye’nin kültürüne, ahlakına, değerlerine vahşet enjekte etmesi bir türlü engellenemiyor. Mecliste, çocukları tecavüzcüleriyle evlendirmenin önünü açan yasa çıkarmaya çalışmanın, İstanbul Sözleşmesi’ni iptal etmenin, tarikat yurtlarında yaşanan cinsel istismar ve intiharların araştırılmasını öneren komisyonları engellemenin, her yıl katlanarak artan kadın ve çocuğa karşı işlenen suçlarda hiç payı yok. Varsa yoksa batının ahlaksızlığı! Eskiden bari ilmi alınsın denirdi, artık o da yok.

***

Ne demiş bu ülkede Genel Kurmay Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı yapmış Hulusi Akar; eğitimin amacı bilgi edinmek değilmiş. Neymiş meğerse eğitim? Allah korkusuymuş, kuldan utanmaymış. Lanet olsun atom fiziğine, demek ki onun bir önemi yokmuş. 4-12 yaşındaki çocuklar eğer ki Allahtan korkmayı kuldan utanmayı öğrenmezse LGBT olur, mazallah ateist, deist olurmuş. Anneler de çocuklarına kıyamayıp sabah namazına kaldırmıyormuş. Ama babalar öyle mi ya, onlar çocuklarına kıyamayan, kırılgan, narin, zayıf, fıtratı yumuşak annelerin yerine işin en doğrusunu bilir ve söyler her zaman.

***

Elimizde, ‘Allahtan korkmayı ve kuldan utanmayı öğrenemediği için’ kaç çocuğun LGBT, ateist, deist olduğuna dair veri yok. Onun yerine, geçen yıl cinsel istismar kurbanı olan yaklaşık 29 bin çocuğun yüzde 85’inden fazlasında mağdurun kız çocukları olduğuna dair TÜİK verileri var. Adalet Bakanlığı verilerine göre Türkiye genelinde başsavcılıkların çocukların cinsel istismarına ilişkin açtığı dosya sayısı 2015 ile 2023 arasında yaklaşık iki katına çıkmış. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu'nun basına yansıyan haberlerden derlediği verilere göre, 2024 yılının ilk altı ayında en az 14 kız çocuğu ve 205 kadın erkekler tarafından katledildi.

***

Georgetown Üniversitesi Kadın, Barış ve Güvenlik Enstitüsü ile Oslo Barış Araştırmaları Enstitüsü tarafından yayınlanan 2023/2024 Kadın, Barış ve Güvenlik Endeksi, kadınların statüsünü üç boyut altında sınıflandırıyor. Bunlar kapsayıcılık (ekonomik, sosyal, politik), adalet (resmi ve gayri resmi ayrımcılık) ve güvenlik (bireysel, topluluk ve toplumsal) 177 ülke arasında, hakları ve adalete erişimi açısından, kadınlar için en iyi beş ülke Danimarka, İsviçre, İsveç, Finlandiya, İzlanda, Norveç ve Lüksemburg. Türkiye ise sıralamada Ruanda’nın üzerinde ve Azerbaycan’ın altında kalmış. En düşük puanlar Yemen ve Taliban yönetimindeki Afganistan’a ait.

***

Kadınların olumlu anlamda ilerleme kaydettiği ülkelerin ortak özelliği diğerlerine göre daha demokratik, barışçıl ve müreffeh olması. Hükümetler ilerici ve kapsayıcı politikalar üretiyor. İşgücüne katılımda cinsiyet farklılıklarının az olduğu görülüyor, çocuk bakımıyla ilgili anne ve babaların sorumluluğu paylaşmaları devlet tarafından destekleniyor. Birleşmiş Milletler raporuna göre dünyanın en mutlu insanları da yine bu ülkelerde yaşıyor. Okullarında Allah korkusu ve kuldan utanma dersleri yok, ama çoğunluğunun kendini ‘Allahsız’ olarak tarif ettiği bu ülkelerde kadınlar güvende hissediyor, çocukların yüzü gülüyor. Türkiye’de ise çocuklar okula aç ölüme erken gidiyor. Kuldan utanma dersi sadece iktidara gerekiyor.

                                                                /././

Adaletin iki yüzü: Polatlar ve Metin Lokumcu -Gözde Bedeloğlu-

Görgüsüzlüğü, başına dolarlardan taç takma seviyesine taşıyan ortaokul mezunu Dilan Polat ve lise mezunu eşi Engin Polat, 4 Kasım 2023’te kara para aklama suçlamasıyla tutuklanmadan önce, yaşamlarını halkın gözüne fazla soktuklarını kabul etmişti. Şımarıklıklarından dolayı Allah huzurunda mahçup hissettiklerini söylemiş ve MASAK’ın kara para aklama şüphesiyle hazırladığı rapor sonrası mal varlıklarına el konulmasından da itibarlarını yok etmek isteyenleri sorumlu tutmuşlardı. Sanıklar, “suç işlemek amacıyla örgüt kurma, yönetme ve üyesi olma, suçtan kaynaklanan mal varlığı değerlerini aklama ve yasadışı bahis” suçlamalarıyla 40 yıla kadar hapis cezasıyla yargılanıyor. 6 Eylül 2024 tarihi itibariyle tutuklu 12 sanığın tümü tahliye edildi.

MASAK tarafından yapılan ön inceleme sonrası Polatların birinci derece yakınlarının hesaplarına tasfiye halinde olan üç şirketten sözde ticaret yapılmış gibi gösterilerek sahte fatura kesildiği ve şirketler arasında şaibeli ilişkiler bulunduğu belirtildi. Paranın kaynağına ilişkin kayıt dışı olduğuna dair şüpheler vardı ama hazırlanan iddianamede buna yönelik yeterli kanıt yoktu. MASAK raporunda vergi kaçırıldığına dair bilgi yer alsa da, daha önce benzeri görülmemiş şekilde hukuki değerlendirme yapılarak, ortada bir örgütün olmadığı söylendi. Paranın kaynağına dair bir bilgiye de ulaşılamamış. Oysa Engin Polat’ın, Interpol tarafından kırmızı bültenle aranan yasadışı bahis patronu Veysel Şahin ve sağ kolu Derkan Başer ile ilişkisi olduğuna dair ciddi iddialar vardı.

                                                             ***

Kısaca, yargılanma aşamasında başsavcı ve savcının değiştirildiği bu dava ile ilgili bütün örgütlü suç iddiaları, basit bir aile şirketinin vergiden kaçınmasına indirgenmiş oldu. Yüzlerce milyarlık vergi kaçırmanın karşılığının da 10 aylık bir tutukluluktan ibaret olduğunu hep beraber görmüş olduk. Bu sırada iktidar, bizzat kendi eliyle çökerttiği ülkenin ekonomisini, sanki bir buluşmuş gibi, halktan verginin vergisinin vergisini talep ederek düze çıkarma peşinde. Enflasyonun, şrinkflasyondan skimpflasyonuna kadar her tonunu iliklerine kadar idrak etmiş olan bizler ise, Polatların kesintiye uğrayan cafcaflı enerciii dolu hayatını online izlemeye devam edeceğiz. Tahliye kararını “Allahım şükürler olsun. Devletimiz sağ olsun” diyerek büyük bir mutlulukla karşıladı Dilan Polat. Üstelik bu sevinç başkalarına da taşındı. Kara para aklama ve suç örgütüne üye olma suçlamasıyla yargılanan biri tutuklu diğeri tutuksuz Nihal-Bahar Candan kardeşlere umut oldu. Çünkü neden olmasın? Polatlardan eksikleri ne? Onlara umut olmasın da Can Atalay’a, Selçuk Kozağaçlı’ya, Gezi tutuklularına, Osman Kavala’ya, Selahattin Demirtaş’a, İlhan Sami Çomak’a mı olsun? Günün sonunda Polatlar, kara para aklama, örgüt kurma, vergi kaçırma gibi iddialarla tutuklandıktan 10 ay sonra, içine altın döktükleri kahvelerini özgürce yeniden yumdumlayabilecekleri hayatlarına kavuştu. Böylece Türk adaletinde, Polatlarla birlikte yeni bir seviye de belirlenmiş oldu.

                                                            ***

Aynı gün, Trabzon 2’nci Ağır Ceza Mahkemesi’nde, emekli öğretmen Metin Lokumcu’nun ölümüyle ilgili süren davanın karar duruşması görüldü. Lokumcu 2011 yılında, dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın Artvin’in Hopa ilçesini ziyareti sırasında, bölgedeki doğa katliamlarını protesto etmek için toplanan halkın üzerine polisin biber gazı sıkması sonucu kalp krizi geçirerek hayatını kaybetmişti. Aralarında dönemin İl Emniyet Müdürü Muhsin Armağan’ın da bulunduğu 13 polis beraat etti. Mahkeme, Metin Lokumcu’nun ölümüyle polisin biber gazı kullanımı arasında ‘illiyet bağı bulunmadığını’ savundu. Adli Tıp Kurulu raporunda ise, Lokumcu’nun ölümü ile kimyasal gaza maruz kalması arasında nedensellik ilişkisi olduğu belirtilmişti. Erdoğan, Lokumcu gibi Artvin'de doğa katliamına karşı çıkanlar için “eli taşlı eşkıyalar” ifadesini kullanmış ve “bu arada bir tanesi de kalp krizi geçirerek, kimliğini bilmiyorum, üzerinde durma gereği de duymuyorum, ölmüş” demişti. Bir öğretmen olan Metin Lokumcu’ya yakışmadığını söylediği ses kasetleri ve fotoğraflar hiç ortaya çıkmadı. Karar sonrası adliye önünde konuşan oğlu Ulaş Lokumcu “öfkeliyim” dedi. Sağlıklı babasını hasta ilan ettiklerini, 13 yıl boyunca adliye koridorlarında süründürüldüklerini, adalete inanmaya çalıştıklarını ama hukukun hep güçlünün, zenginin yanında olduğunu söyledi. Var mı Ulaş’ı yalanlayabilecek olan?

Aynı gün, iki dava ve Türk adaletinin iki yüzü. Bir yanda Polatların neşesi, diğer yanda Lokumcuların öfkesi. Hepsi, kimin kimden yana olduğunun açık belgesi.

                                                                 /././

Kıbrıs ve Türkiye arasındaki karanlık hat: kontrgerilla -Gözde Bedeloğlu-

Yıl 1992. Dönemin DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit 32.Gün programında, Özel Harp Dairesi ve Kontrgerilladan nasıl haberdar olduğunu anlatıyor: “Kıbrıs Barış Harekatı’ndan kısa bir süre önce Genelkurmay Başkanı Semih Sancar’dan bana bir istek ulaştı. Örtülü ödenekten para isteniyordu. Örtülü ödenekte o sırada çok az para vardı ve ben mecbur olmadığım halde bunların harcanma biçimini belgelere bağlatırdım. Onun için sorma gereğini duydum çünkü büyükçe bir meblağ isteniyordu. Ne için isteniyor, diye sordum, Özel Harp Dairesi için dediler. Oysa ben o zamana kadar başbakanlığım sırasında olsun, çalışma bakanlığım sırasında olsun öyle bir kuruluştan haberdar olmamıştım. Bütçeye baktırdım. Bütçede de Özel Harp Dairesi diye bir kurumun adı geçmiyor. Onun üzerine bu kuruluş hakkında bilgi istedim. Bana ve rahmetli Milli Savunma Bakanı Hasan Esat Işık’a başbakanlık konutunda bir brifing düzenlendi. Ve orada anlatılanlardan ikimiz de dehşete kapıldık. Şimdiye kadar parasını nereden sağlıyordu bu örgüt, diye sordum. Amerikalılar gizli bir ödenekten veriyorlardı, dendi. Tabii o zaman büsbütün kuşkularım arttı. Peki nerede bu kuruluş, nerede çalışıyor, dedim Amerikan Askeri Yardım Binası’nın bir kanadında çalışıyor, dendi. Faili bir türlü ortaya çıkmayan bir takım esrarengiz olaylar oluyordu Türkiye’de. Tabi kafamda bunlarla Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantısı arasında bağlantı kuruldu.” Bülent Ecevit’in varlığını, 1974 Kıbrıs Harekatı’nın hemen öncesinde öğrendiği Özel Harp Dairesi, yıllardır Kıbrıs’ta Türk Mukavemet Teşkilatı’nı örgütlüyordu.

ÖHD-TMT KARDEŞLİĞİ

Özel Harp Dairesi 1952 yılında, Türkiye’nin NATO’ya üyeliğinin ardından, ABD’nin talebi ve desteğiyle, Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde kuruldu. Avrupa’da çeşitli adlara sahip olan örgütün en ünlüsü İtalya’daki ‘Gladio’ idi. Türkiye’de (1952) önce ‘Hususi ve Yardımcı Muharip Birlikleri’, sonraki yıl ‘Seferberlik Tetkik Kurulu’ ismini aldı. Bunu 1970’de Özel Harp Daire Başkanlığı (ÖHD) takip etti. Örgütün görevi, komünist işgal ya da ayaklanma durumunda gerilla yöntemlerini ve yeraltı faaliyetlerini kullanmaktı. Bunun için ‘gönüllü vatanseverler’ denen gizli bir grup görevlendirilmiş ve onların gerektiğinde kullanabilmesi için Türkiye’nin belirli bölgelerinde toprağa gömülü silah ve mühimmat depoları hazırlanmıştı. Örgüt ilk pratiğini Kıbrıs’ta, Türk Mukavemet Teşkilatı’nın (TMT) kurulmasıyla gerçekleştirdi. Adadaki eylemlerle kazanılan deneyim Türkiye’de işçi- öğrenci hareketleri ve solu bastırmak için kullanıldı. 1958-1965 yılları arasında Kıbrıs’taki sol görüşlü sendikacı ve gazeteci cinayetlerinden, ÖHD destekli TMT’nin sorumlu olduğuna dair kuvvetli şüpheler vardıysa da bu suikastlar faili meçhul kaldı. TMT’nin kuruluş bildirisinde, “komünizm sadece ulusların değil insanlığın da düşmanıdır” diye yazıyor ve "komünizmin başı görüldüğü yerde ezilmelidir” deniyordu. Gazeteci Fazıl Önder (1958), gazeteci avukatlar Ahmet Muzaffer Gürkan-Ayhan Hikmet (1962) ve sendikacı siyasetçi Derviş Kavazoğlu (1965) cinayetlerinin incelenmesi Kıbrıs tarihi açısından önemli olduğu kadar, Türkiye’deki kontrgerilla yapılanmasının oluşum ve seyrini anlayabilmek açısından da elzem. Türkiye’yi askeri darbelere taşıyan süreçlerin ilk provası Kıbrıs’ta işlenen bu ‘faili meçhul’ cinayetlerle yapıldı. Bugün hala toplum ve siyasetin şiddet yoluyla dizayn edildiği aynı karanlık sarmalın içindeyiz. Kıbrıs’ta olup biteni doğru okuyabilmenin ilk şartı da Kıbrıs’a daha yakından bakmaktan geçiyor.

ÖZEL HARP İŞLERİ, ‘VATANSEVER ARKADAŞLAR’

1955, 6-7 Eylül Pogromu Türkiye’nin yakın tarihine geçen kara lekelerden biri. O günlerde, Kıbrıs için kurulan Seferberlik Tetkik Kurulu’nda çalışan ve daha sonra ÖHD Başkanı olan Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, “6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmeydi, amacına da ulaştı” dedi. Kıbrıs Türktür Cemiyeti ve DP teşkilatının öncülüğünde toplanan binlerce kişi, İstanbullu Rumlara ait ev ve iş yerlerini, ibadethane ve okulları tahrip edip yağmaladı. 11 kişi öldü. DP’ye yakın bir yayın organından yayılan yalan haberle başlayan pogrom ile amaç hasıl olmuş, milli duygular kabartılmış ve Kıbrıs’ın Türkiye’nin milli davasına dönüşme yolculuğu başlamıştı. Sabri Yirmibeşoğlu, 1971’de ÖHD Başkanı oldu. ‘Kıbrıs'ta sivil direnişi örgütleyen lider' olarak anıldı. 2010 yılında HaberTürk’ten Tülay Şubatlı’ya verdiği röportajda şöyle dedi: “Eğer bir yerde halkın galeyana gelmesini bir mukavemet hareketini göstermesini arzu ederseniz sizin saygın değerlerinize düşmanın, karşı tarafın bir şey yaptığını, küçültücü hareket yaptığını gösterirseniz, halkı galeyana getirirsiniz. Özel Harp’te bir kural vardır; halkın mukavemetini artırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Bir cami yakılır. Kıbrıs’ta cami yaktık biz. Cami yakılır mesela.” İki Kıbrıslı gazeteci, Ahmet Muzaffer Gürkan ve Ayhan Hikmet 1962 yılının Nisan ayında, camileri kimin yaktığını ifşa edeceklerini duyurdukları günün gecesinde öldürüldü. Cinayetlerden önce TMT, gazetecilerin “böyle giderse öldürülecekleri şüphesizdir” diyen bir bildiri yayınlamıştı. Yirmibeşoğlu, daha sonra sözlerinin yanlış anlaşıldığını, kastettiğinin Rumların cami yaktığı olduğunu söyledi. DP iktidarı ve Sıkıyönetim Komutanlığı da 6-7 Eylül Pogromu’nu komünistlerin yaptığını iddia etmişti. Ecevit’e ÖHD ile ilgili brifing veren Yirmibeşoğlu, bir MHP il başkanının aynı zamanda ÖHD’nin sivil uzantısındaki gizli elemanlardan biri olduğunu doğrulamış ve “kendisi vatansever bir arkadaşımızdır” demişti. Yirmibeşoğlu 2 Ocak 2016’da öldü.

GİZLİ GÖREVLER, AÇIK TEHDİTLER, FAİLİ MEÇHULLER

Faili meçhul bırakılan Kıbrıslı aydın cinayetlerine Türkiye’de yenileri eklendi. 70’li, 80’li, 90’lı yıllar ve 2000’lerin başı silahlı ve bombalı suikastlar düzenlendi. Bunlardan biri de, Sedat Peker’in sözleriyle gündeme gelen, Kıbrıslı gazeteci Kutlu Adalı cinayetiydi (1996). Sedat Peker, 2021 yılının Mayıs ayında yaptığı açıklamalarda eski İçişleri ve Adalet Bakanı Mehmet Ağar’ın kendisine “Kutlu Adalı, Kıbrıs’ı Rumlara satmak istiyor” dediğini ve Adalı’nın öldürülmesi için tetikçi talebinde bulunduğunu söyledi. Sedat Peker’in iddiasına göre, kardeşi Atilla Peker eski MİT’çi Korkut Eken’le birlikte Kıbrıs’a gitmiş ancak suikast gerçekleştirilememiş ve yarım kalan cinayet daha sonra başka bir ekip tarafından işlenmişti. Eken bu yolculuğu kabul etti ama Adalı’nın öldürülmesiyle ilgisi olmadığını söyledi. Atilla Peker, Eken’in kendisine Jericho ve UZİ marka silah verdiğini; o dönem, Kıbrıs Sivil Savunma Teşkilatı Başkanlığı’nda görev yapan Albay Galip Mendi ile görüştüğünü söyledi. Mendi de bunu doğruladı ama St. Barnabas Manastırı’ndaki ‘esrarengiz’ baskının peşine düşen Kutlu Adalı’yı tehdit ettiğini reddetti.  Baskınla ilgili iddiaya göre, 1974 askeri harekatına katılan bir binbaşı, adadaki Rumlar’dan topladığı mücevherleri manastıra gömmüştü. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde generalliğe kadar yükseldikten sonra Kıbrıs’a dönmüş ve gizli bir ekiple ganimetleri gömdüğü yerden çıkarmıştı. Baskın sırasında Sivil Savunma Teşkilatı’na ait araçlar kullanılmıştı. Generalin kim olduğu hala bilinmiyor. Galip Mendi, 97-98 yıllarında ÖHD’nin devamı Özel Kuvvetler Komutanlığı’na atandı. Avrupa Gazetesi’nden Aziz Şah’ın aktardığına göre, Sedat Peker’in Kutlu Adalı cinayetini yeniden gündeme taşımasından sonra Galip Mendi Veryansın TV’de şöyle demişti: “…Sivil Savunma Teşkilatı Başkanlığı yaptım. Bu teşkilat Türk Mukavemet Teşkilatı’nın bir devamı gibidir… Türkiye’ye karşı olan gruplar TMT’yi nasıl görüyorlarsa, Sivil Savunma’yı da aynı görüyorlar… Bu kurum, yani Sivil Savunma Teşkilatı KKTC’de bir işgal olması durumunda düşmanı yıpratmaya yönelik destek sağlıyor ve bu da gizli görev.” Bu sözler, Kıbrıs Sivil Savunma Teşkilatı’nın Türkiye’deki Özel Harp Dairesi’nin bir parçası olduğunu kanıtlıyor. Peker’in açıklamalarından sonra Adalı cinayetiyle ilgili ne KKTC’de meclis araştırma komisyonu kurulabildi, ne de Türkiye’de Peker kardeşlerin itirafları soruşturuldu. Emekli Orgeneral Galip Mendi’ye göre Adalı cinayeti Rum mafyasının işiydi. Mendi, 24 Ağustos 2024’te öldü.

KUTLU ADALI CİNAYETİNDE ABDULLAH ÇATLI İZİ

Kutlu Adalı cinayetinden birkaç ay sonra Susurluk’ta, Türkiye’yi ayağa kaldıran bir kaza yaşandı. Aracın içinde eski Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ, DYP milletvekili Sedat Bucak ve adı Abdi İpekçi suikastı, Bedrettin Cömert cinayeti, TİP’li yedi öğrencinin öldürülmesi gibi olaylarda geçen Abdullah Çatlı vardı. Kamuoyunda, devlet içinde yasadışı faaliyetlerde bulunan bir yapının olduğu ve bunun tasfiye edilmesi gerektiğine dair güçlü bir talep oluşmuştu. Mehmet Ağar ve Korkut Eken Susurluk Davası’ndan hüküm giydi. Adalı cinayetinde de kullanılan UZİ marka kayıp silahlar üzerinde en çok konuşulan başlıktı. Sedat Peker itiraflarını sürdürdüğü sırada, Kutlu Adalı için “namuslu adam, bugünleri görmüş adam, bunun için çalışmış. Rumlara satacağı falan yok ülkeyi. Hep böyle yapıyorlar, vatanseverlik, vatanseverlik, milleti coşturuyorlar, herkesi birbirine sokturuyorlar” demiş ve cinayeti başka bir ekibin gerçekleştirdiğini söylemişti. 1996 yılında emekliye ayrılan Kıbrıslı Polis Müfettişi Tema Irkad, 2021 yılında, Kutlu Adalı cinayetinin işlendiği gece olay yerinde Abdullah Çatlı, onunla birlikte gelen bir genç, Hüseyin Demirci ve ismini vermediği dördüncü bir kişinin daha olduğunu söyledi. Yeni Düzen Gazetesi’nde Kutlu Adalı ve Galip Mendi’yle ilgili yazdıkları yüzünden tehditler aldığını, evi ve arabasının yakıldığını belirten Irkad, o gece, bir aracın Sivil Savunma Teşkilatı Başkanlığı’ndan çıkıp Adalı’nın evinin önüne geldiğini ve sonra aynı kuruma geri döndüğünü yazdı. Bilgi kaynağı bizzat cinayet mahalinde bulunan o dördüncü kişiydi. Kutlu Adalı cinayetinde bulunan mermi ve kovanların Türkiye’ye gönderildiğini söyleyen Irkad, 1996 yılı Aralık ayında İstanbul’da öldürülen kumarhaneler Kralı Ömer Lütfi Topal cinayetine de dikkati çekerek, her iki cinayette kullanılan silahın aynı olduğunun tespit edildiğini ve üzerlerinde Abdullah Çatlı’nın parmak izinin bulunduğunu belirtti.

Kıbrıs ve Türkiye arasında, ‘ana vatan-yavru vatan’ sığlığındaki milliyetçiliğin ve ‘eşit-egemen ülke’ yalanının örtemeyeceği kadar derin bir karanlık var.

                                                               /././

Politik aidiyet ve ideolojik yaklaşıma göre biçim alan Sincan Uygur meselesi -İbrahim Varlı-

Türkiye uzun süre kan ve ümmet bağı üzerinden Uygurlar’ın hamiliğine soyundu. Son yıllarda Çin ile kurulan yakın ilişki meseleye yaklaşımı da farklılaştırdı. Uygur meselesi daha uzun yıllar uluslararası güdemi işgal edecek gibi. Solun, sosyalistlerin görece en ‘uzak’ durdukları uluslararası konularından başında Sincan Uygur meselesi geliyor. Bunun da pek çok nedeni var.

Uygur meselesi çok boyutlu. Bu bir etnik mesele mi, dinsel mesele mi yoksa, kültürel bir mesele mi olduğu konusunda farklı tezler söz konusu. Orta Asya’nın tam merkezinde yer alan bu devasa büyüklükteki Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ne dair anlatılar birbirinden farklı. Politik aidiyet ve ideolojik yaklaşıma göre “sorun” formüle edilebiliyor.

Amerikan emperyalizmi ve Batılı ülkelerin, Uygur meselesini Çin’in yumuşak karnı olarak görüp, burayı kaşımaya çalıştıkları bilinen bir gerçeklik. Tıpkı Tayvan, Tibet, Hong Kong meselelerinde olduğu gibi. Bu denklemde asıl dikkatleri çeken Türkiye’nin tavrı.

REEL POLİTİĞE YENİK DÜŞEN SİNCAN MESELESİ

Türkiye uzun süre Uygurlar’ın hamiliğine soyundu. Kan ve ümmet bağı üzerinden politikalar inşa edildi. Öyle ki, Ankara 2019’da Çin’i, Uygur Türklerine sistematik asimilasyon uygulamak ve toplama kamplarında tutmakla suçladı. Ancak köprünün altından çok sulak aktı, bu söylemden son yıllarda resmen vazgeçildi. Pekin ile yaşanan yakınlaşmanın etkisiyle formüle edilen "kazan kazan" siyaseti Uygur meselesinde yeni bir “U dönüşü”ne neden oldu. Bunda ekonomik krizin etkisi büyük. Saray rejimi krizin de etkisiyle kaynak arayışına girişince “yükselen güç” Çin ile ilişkileri iyi tutma pahasına Uygurlar’ı ikincil plana attı.

Bizim ziyaretimizden bir süre önce, haziran ayında, Pekin’den Urumçi’ye giden Dışişleri Bakanı Hakan Fidan “İçeride iç karışıklık çıkarmaya çalışan olayları burada desteklemediğimizi söylemek istiyorum” ifadeleriyle Uygur politikasındaki yeni yönelimi deklare edecekti. Fidan, “zulme ve kamplara” dair ifadeler kullanmayacaktı. Fidan’ın Pekin’de Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi ile görüşmesinde iki ülke arasındaki yıllık 48 milyar dolarlık ticaret hacminin Türkiye lehine dengelenmesi isteği, Urumçi ziyaretine rengini vermişti. Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ve BRICS üyelik hevesi de bilinen Ankara’nın Uygur politikası ekonomiye yenik düşecekti. Gezi sonrasında Southern China’nın, Urumçi-İstanbul hattında doğrudan uçacağını açıklaması da ziyaretin bir yansımasıydı.

RABİA KADİR’İN TÜRKİYE’YE GİRİŞİ ON YILLARDIR YASAK

Haliyle bir dönem “Doğu Türkistan” olarak adlandırılan “Uygur sorunu” uzun süredir Türkiye’nin dış politikasının önceliklerinden değil. Türkiye’de yaklaşık 30 bin Uygur’un yaşadığı belirtiliyor. Dünya Uygur Kongresi Başkanı Rabi Kadir ile Dolkun Isa’nın Türkiye’ye girmesi uzun yıllardır yasak. Merkezi Münih’te olan Dünya Uygur Kurultayı’nın başkanı Rabia Kadir, ABD’de yaşıyor. Meclis’te Uygurlar’ın sorunlarıyla ilgili verilen “araştırma önergeleri MHP’nin çekimser AKP’nin de karşı oylarıyla reddedilmişti.

Dönemin Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğl ve AKP Sözcüsü Ömer Çelik’in "Çin’in toprak bütünlüğünü ve terörle mücadele hakkını savunduklarına" dair konuşmalarına açık kaynaklardan ulaşmak mümkün.

Nisan 2012’de Çin’e giden dönemin Başbakanı Erdoğan, haber ajanslarına göre Sincan Uygur Özerk Bölgesi Valisi Nur Bekri Bekri’ye "Uygur halkının haklarının düzeltilmesinden duyduğu memnuniyeti" dile getirmiş ve "Soydaşlarımızı size emanet ediyorum" demişti. Şinhua ajansına göre Erdoğan cumhurbaşkanı olarak Temmuz 2015’te gittiği Pekin’de "Çin’in egemenliği ve toprak bütünlüğünü desteklediğini ve Doğu Türkistan İslami Hareketi’nin Çin’e yönelik terörist faaliyetlerine karşı olduklarını" söyleyecekti.

15 Ocak 2021’de Türkiye ile Çin arasında son yıllarda gelişen ekonomik ve siyasal ilişkiler sonucunda imzalanan "Suçluların İadesi Anlaşması" yürürlüğe girdi. Bu anlaşma Türkiye’ye gelen Uygurlar arasında endişeye neden oldu. Uygurlar anlaşmanın onaylanmaması çağrısı yapmış ancak Ankara ise anlaşmanın "Uygur Türklerini kapsamayacağını" ileri sürmüştü.

Dönemin Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, "Çin ile anlaşmayı ‘Uygurları Türkiye Çin’e teslim edecek’ diye yorumlamak doğru değil" diyecekti. Çavuşoğlu, Çin’in daha önce Uygurlar’a yönelik iade talepleri olduğunu ancak Türkiye’nin bu konuda adım atmadığını ileri sürdü.

ÇİNLİ YERİNE KORELİ DÖVEN MİLLİYETÇİLER KAYIP!

İktidar ortağı MHP’nin pozisyonu da farklı değil. Çin’i protesto için hemen her yıl “bayram” sırasında geleneksel olarak “insan avı”na çıkan, ancak Çinli yerine “yanlışlıkla” Koreli veya Japon döven milliyetçiler de, MHP de iktidardan nemalanmanın verdiği feyzle Uygur meselesinde frene basmış durumdalar. Bu alandaki öncülüğü İYİ Parti, Gelecek ve Deva partilerine kaptırmış durumdalar. MHP ve bu partinin çeperindeki milliyetçi cenahta “Türk kardeşliği”, “soy bağı” çoktan rafa kaldırılmış görünüyor.

SOLUN, SOSYALİSTLERİN UYGUR MESELESİNE BAKIŞI

Uygur meselesi dış etkenlerin de etkisiyle önümüzdeki yıllarda daha fazla uluslararası toplumun gündeminde yer alacak. Amerikan emperyalizminin meseleyi Çin'e karşı kullanma isteği meseleyi boyutlandırıyor. Peki sol-sosyalistler bu meseleye nasıl bakıyor? ya da bakmalı?

Solun, sosyalistlerin görece en “uzak” durdukları uluslararası konularından başında Uygur meselesi geliyor. Çok da anlaşılmaz bir durum değil bu. Amerikan emperyalizminin müdahalesi, köktendincilik ve Türk sağının (milliyetçiler/dinciler) meseleye “çarpık” şekilde sahiplenişi, solu-sosyalistleri sorundan uzak tutuyor.

Amerika’nın Uygur meselesi üzerinden Çin’i sıkıştırmaya çalıştığı sır değil, Türkçülerin Turan ülküsü için Uygurları kullandığı da. Uygurlar’ın Türk milliyetçi sağı için büyük sembolik önemi var. Ergenekon efsanesinin başladığı nokta olan Tanrı Dağları ve büyük “Türkistan” hayalinin filizlendiği coğrafya burası. Milliyetçiliğin yeniden üretildiği bir damar.

Selefi köktendincilik Sincan’da Uygurlar arasında uzun bir zamandır kendisine zemin bulma arayışında. Fergana Vadisi’nden, Kırgızistan’dan, Tacikistan, Pakistan ve Keşmir’den giden cihatçılar Sincan’da taban bulmaya çalışıyor. Ortadoğu’da özellikle de, Suriye’de, cihat uğruna emperyalistlerin taşeronluğunu yapan gruplar içerisinde Uygur kökenli Selefilerin yer alması olması, bu dinci-cihatçı çalışmanın eseri. Türkistan İslam Partisi etrafında kümelenen köktendinciler dört bir yanda cihat seferinde.

Dincilerin, gericilerin, emperyalistlerin ve milliyetçilerin dahil olduğu bir meselede haliyle solun yaklaşım da mesafeli oluyor. Sincan bir halklar mozaiği. Hanlılar, Uygurlar, Huiler, Sibou’lar, Kazaklar, Kırgızlar ve diğerleri iç içe yaşıyorlar. Bu kozmopolit yapı nedeniyle kültürler, yaşamlar iç içe geçmiş. Bu kozmopolit yapı içerisinde bir arada yaşamı savunmaktan başka bir çıkar yolu yok. Eşit, adil, herkesin kendi dilini, kültürünü, geleneğini sorunsuzca yaşadığı bir siyasal-toplumsal düzeni savunmak her zaman ve her yerde solun, sosyalistlerin önceliklerinden. 

MAO’NUN ÜLKESİNDE MAO YOK

Sincan Uygur Özerk Bölgesi'ne yaptığımız on günlük geziden izlenimlerin ilkini dün yayınlamıştık. Sincan gerek ekonomik gerekse de siyasi olarak gelecek yıllarda daha fazla gündemleri işgal edecek. Kuşak Yol Projesi'nin ana arteri konumundaki bölge her yönüyle kendisinden uzun süre daha bahsettirecek. 

Sincan Bölgesi’nde genç nüfusun varlığı dikkat çekici. Bozkırın ortasındaki yeşil kentlerde büyük parklar oluşturulmuş. Çarşılar hareketli. Akşam saatlerinde herkes sokaklarda. Gittiğimiz yerlerde bir tek Mao posteri, fotoğrafı ve buna dair hediyelik aksesuarı görmemek -Kaşgar eski çarşıdaki demirci atölyesine asılı ufak resim hariç- şaşırttı. Çin Devrimi’ne, SSCB’ye dair semboller yok. En azından biz karşılaşmadık. Bazı parklarda Mao heykelinin olduğunu sonra öğrendik. 

                                                                /././                          

Çin’in Batı’ya açılan kapısı Sincan Uygur Özerk Bölgesi'nde neler oluyor? -İbrahim Varlı-

Çin’in 6’da 1’ni oluşturan Türkiye’nin 2 katı büyüklüğündeki Sincan Uygur Özerk Bölgesi uzun yıllardır uluslararası toplumun gündeminden düşmüyor. Karşılıklı iddiaların ortasında dünyanın gözlerinin çevrildiği Sincan’a gittik. Çin’in en kozmopolit bölgesi olan Sincan’da iç içe geçen yaşamları yerinde gördük. Çin’in Batı’ya açılan kapısı Sincan, Kuşak Yol Projesi’nin de en önemli kavşak noktası. Pekin’in buraya özel bir önem atfettiği görülüyor.

Uzakdoğu’nun “uyanan dev”i Çin, her yönüyle merak konusu. Ekonomik, askeri, politik yükselişi nedeniyle dikkatler bu ülkenin üzerinde. Öyle ki dünyanın bir numaralı hegemon gücü ABD’nin ulusal güvenlik stratejilerinde “zapt edilmesi gereken hasım” olarak kodlanacak derecede bir yükseliş içinde.

Çin hızlı kalkınıp ABD ile boy ölçüşecek boyuta gelirken bu ülkeye dair bilinenler de sınırlı. Kendileri “Şi Jinping’in öğretisiyle yeni çağda Çin karakterinde bir sosyalizm" olarak formüle etse de “devlet kapitalizmi"nin uygulandığı ülke son yıllarda kabuk kırmaya çalışsa da adeta bilinmezliklerle dolu bir ülke.

Çin’in dışarıya çok da açık olmayan durumu ve ABD/Batı merkezli dünyanın hegemonik gücü nedeniyle Komünist Partisi’nin yönetimi altındaki ülkeye yönelik tüm okumalar da Batı merkezli. Bu durum kendisini kültürel olarak da, toplumsal olarak da her alanda gösteriyor. Devasa büyüklükteki Çin 9,6 milyon km2’lik yüzölçümü ile Türkiye’nin 13 katı. Onlarca etnik topluluk ve grubun yaşadığı 1,5 milyar nüfuslu ülkede Tayvan, Uygur, Tibet, Hong Kong, Güney Çin Denizi gibi pek çok ihtilaflı sorun var. Her bir sorun devasa hacimde. Güç merkezlerinin dahil olduğu, uluslararası boyut kazanan en önemli meselelerden birisi de Sincan (Şinciang) Uygur.

SİNCAN’DA İÇ İÇE GEÇEN YAŞAMLAR

Çin’in 6’da 1’ni oluşturan Sincan Uygur Özerk Bölgesi gerek Türkiye gerekse de dünya çapında çeşitli haberler ve iddialarla gündemden düşmüyor. Çin’in kuzeybatısında, Türkiye’nin 2 katı büyüklüğündeki Sincan Özerk Bölgesi, Moğolistan, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Afganistan, Pakistan ve Hindistan olmak üzere 8 ülke ile komşu. Orta Asya’nın ortasında 5.700 kilometreden fazla kara sınır hattına sahip. Ve bu devasa coğrafyada 13 ayrı etnik grup ve yaklaşık 26 milyon kişi yaşıyor.

Çin’de en fazla etnik grubun olduğu yerlerden olan Sincan’ın yüzde 46’sı Uygur, yüzde 43’ü Han Çinlisi, geri kalan oranlar ise Kazak, Rus, Tatar, Moğol, Hui, Kırgız, Sibou gibi diğer etnik azınlıklardan oluşuyor. Uygurlar’ın büyük çoğunluğu Müslüman. Aynı zamanda bölgede Hui’ler gibi Müslüman Çinliler de var. Uygur nüfusu yaklaşık 13 milyon, Hanlıların 11 milyon civarında.

ÇİN’İN BATI’YA AÇILAN KAPISI SİNCAN

Çin’in Batı’ya açılan kapısı konumundaki Sincan Uygur Özerk Bölgesi Pekin’in “yüzyıllık projesi” Kuşak Yol’un da en önemli kavşak noktası. Bu nedenle de jeostratejik ve jeopolitik önemi çok büyük. Kuşak Yol Projesi, Çin’in Mao ve Deng Şio Ping’den sonraki en büyük lideri olarak kabul edilen Devlet Başkanı Şi Cinping’in 2013 sonunda Orta ve Güney Asya ülkelerine yaptığı ziyaretler sırasında duyurduğu, 2049’da bitirilmesi planlanan bir "modern İpek Yolu." Kuzey, güneyi orta koridorlar üzerinden Çin’i Avrupa ve dünyaya bağlayacak olan proje, jeopolitik denklemi kökünden değiştirecek bir hacme sahip. Kuşak ve Yol Projesi’ne şu ana kadar yüzden fazla ülke dahil edildi.

Sincan’da bu projenin alt yapısına yönelik çalışmalar yoğun şekilde sürüyor. Devasa limanlar yapılıyor, konutlar inşa ediliyor, kentler oluşturuluyor. Dünyanın yeni süper gücü olarak kabul görmeye başlayan Çin’in bu bölgeye özel bir önem atfettiği açık.

İDDİALAR, RAPORLAR KARŞILIKLI SUÇLAMALAR

Türk milliyetçilerinin “Doğu Türkistan” olarak adlandırdığı, Çin’in ise ısrarla karşı çıktığı Sincan Uygur Bölgesi BM ve Af Örgütü raporlarında yıllardır "sistematik insan hakları ihlalleri, işkence" gibi ağır suçlamalara konu oluyor. Uygurların dili, dini ve kültürünün yasaklandığı, toplama kampları inşa edildiği, sistematik bir demografik yapılandırma politikası yürütüldüğü ve zulüm uygulandığı iddialar arasında. Bu ve buna benzer haberler sık sık ajanslara düşüyor.

ABD güdümündeki Batılı merkezlerden çıkan raporların güvenirliği “şüpheli.” O raporların bugüne kadar nasıl servis edildiği de sır değil.

Çin yönetimi bu tür suçlamaları sert bir şekilde reddederken  meselenin çeşitli odaklarca kendisine karşı kullanılmak istendiğini ileri sürüyor. O odak da Amerikan emperyalizmi, Batı dünyası ve bunlarla hareket eden ‘ayrılıkçı’ Uygur yapılar. Pekin’e göre entegrasyon politikaları “asimilasyon” olarak görülüyor. Uygurlar’a karşı kötü muamele uygulandığı, kampların varlığı reddediliyor, buraların eğitim merkezleri olduğu ileri sürülüyor. Çin, “teröre” ve “aşırıcılığa” karşı önleyici tedbirlerin alındığını, Uygurlara baskı yapılmadığını kaydediliyor.

Çin’in bu konudaki refleksleri diğer benzer sorunlar yaşayan devletlerin yaklaşımından farklı değil. Çin’in insan hakları karnesinin pek iç açıcı olduğu söylenemez. Örneğin Çin, Doğu Türkistan tanımlamasına karşı, yasaklı kelimelerin başında geliyor “Türkistan.”

Bu karşılıklı suçlamalar, iddialar, restleşmeler on yıllardır süregeliyor.

Şinciang Uygur Özerk Bölgesi’nin radikal dinci-selefi örgütlerin yoğun faaliyet yürüttüğü Afganistan, Kırgızistan, Keşmir, Pakistan ve Tacikistan’a komşu olması, Türkistan İslam Partisi’nin binlerce militanının Suriye’nin İdlib kentinde varlığını sürdürüyor olması, Çin tarafından büyük bir “güvenlik tehdidi” olarak algılanıyor.

Çin’in Batılı ülkelerden gelen suçlamalara yanıtları ana başlıkları ile şöyle:

“Mesleki eğitim ve öğretim merkezleri, ABD’deki topluma kazandırma merkezlerinden, Birleşik Krallık’taki Ayrılma ve İlişik Kesme Programı’ndan (DDP) ve Fransa’daki radikalizmi önleme merkezlerinden bir farkı olmayan kurumlardır. Hepsi önleyici terörle mücadele ve ırkçılığın ortadan kaldırılması için yararlı önlemler ve olumlu buluşlardır ve BM Küresel Terörle Mücadele Stratejisi ve diğer terörle mücadele kararlarının ilkeleri ve ruhu ile uyumludur.”

-“Merkezlerde kursiyerlerin kendi etnik dillerini yazılı ve sözlü olarak kullanma hakları koruma altındadır. Tüm düzenlemeler, müfredat ve kantin menüleri hem Çince hem de etnik dillerinde yazılmıştır.”

-“Uzun zamandır Uygurlar da dahil olmak üzere bütün azınlık etnik gruplarımız için imtiyazlı bir nüfus politikası uygulanıyor. 1978 yılından bugüne Şinciag’daki Uygur nüfusu, 5,55 milyondan yaklaşık 12 milyona ulaştı. 40 yıl önceki nüfusun 2,1 katına çıktı.”

Bunların yanında yüz binlerce Uygur’un Çin fabrikalarında zorla çalıştırıldığı da dillendiriliyor. 29 Haziran 2023’te Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas, Çin’in Uygur politikasını “İnsan haklarıyla hiçbir ilgisi yoktur ve aşırılığı dışlamayı, terörizme ve bölücülüğe karşı çıkmayı amaçlamaktadır” sözleriyle değerlendirmesi, ayrıca “Filistin, Sincan sorununun Çin’in içişlerine müdahale etmek için kullanılmasına kararlılıkla karşı çıkmaktadır” ifadeleri Türkiye’de bir hayli tepki toplamıştı.

PEKİN’İN DEVASA YATIRIMLARI NE ANLATIYOR?

Uygur bölgesi Çin’in en yoksul yerlerinden. Çin’in doğu bölgesi yani Pasifik hattı; Şangay, Pekin, Tianjing, Chongqing, Shenzhen, Hangzhou, Dalian, Nanjing, Xiamen, Guangzhou vs gibi bir başka evrende yaşarken Orta Asya’daki Batısı çok gerilerde.

Tam da bu nedenle dikkat çekici bir yatırım yoğunluğu var. Bu durum da farklı şekillerde yorumlanıyor;

Birincisi “Kuşak Yol projesi” nedeniyle şimdiden sağlam bir alt yapı oluşturmak. Kentlerin, bölgenin ekonomik ve alt yapısal entegrasyonunu sağlamak. Köprüler, limanlar, yollar, caddeler buna göre dizayn ediliyor. Kent içleri de gelecekteki yoğunluğa göre düzenleniyor. Bu yöndeki yoğun çalışmalar her taraftan görülebiliyor.

İkincisi ise ekonomik yatırımlar ile bölgenin kalkınmasını sağlayarak bugüne kadar “ihmal edilmiş” bölge halkını “kazanmak.” Klasik; ekonomik refah artarsa “aşırılıklar” törpülenir, “radikalizm” azalır yaklaşımı.

Gerekçeler ne olursa olsun çıplak gerçek şu; Çin, Uygur’da “cazibe” merkezleri yaratmaya başlamış. Urumçi, Kaşgar, Naleti, Gulca (Jinning), Kuça gibi kentlerde önemli turizm bölgeleri oluşturulmuş. Çarşılar, pazarlar, kentler buna göre dizayn edilmiş. İç turizm tüm Sincan bölgesinde oldukça canlı. Kazakistan sınır kapısı ve Horgas serbest bölgesi de hareket katıyor. Her kentte dönüştürülmüş mahalleler var. Hava kararınca caddeler oldukça hareketleniyor.

KÜLTÜRLERİNİ, DİLLERİNİ KULLANABİLİYORLAR MI?

Uygurların kültürlerini yaşayıp yaşayamadığı, dillerini özgürce kullanıp kullanmadığı en çok merak edilen  başlıklardan. Kazak Özerk Şehri olan İli haricindeki gezdiğimiz tüm şehirlerde Uygurlar çoğunlukta. Urumçi Havalimanı’ndan itibaren bölgenin tamamında Arap alfabesi kullanan Uygurların dili Uygurca mevcut. Devlet kurumlarında ve kamuya ait tabelalarda Uygurca ve Çince kullanılıyor. Okullarda Uygurca ve Çince eğitim veriliyor. Üniversitelerde Uygurca bölümler, her kentte camiler var.

Şinciang’da 9 yıllık zorunlu eğitim iki dilli sisteme göre – Çince, Uygurca ve diğer etnik azınlık dilleri- yapılıyor. Çin’de etnik azınlık grupların kendi dilleri ile eğitim almaları anayasal ve yasal güvence altında. Çin Halk Cumhuriyeti Anayasası’nın 4. Maddesinde, “Her bir milletin kendi ana dilini kullanma ve geliştirme hakkı vardır” diye yazıyor.

                                                                    ***

8 ÜLKE İLE KOMŞU BÖLGEDEN İZLER

Tam da bu yönlü karşılıklı suçlama ve iddiaların ortasında bir grup gazeteci ile dünyanın gözlerinin çevrildiği Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ne gitme fırsatımız oldu. Mao’nun kurucusu olduğu Guangming Gazetesi ile Harici Medya’nın davetiyle gittiğimiz 5-14 Ağustos tarihlerini kapsayan gezide Çin’in batıya açılan kapısı konumundaki Uygur bölgesinin başkenti Urumçi’den, Kazakistan sınırında Tanrı Dağları eteklerindeki Nalati, Gulca (Yining), Horgas ile Kuça ve Kaşgar kentlerini görme fırsatımız oldu. Kazak etnik grubunun ağırlıklı olarak yaşadığı İli Kazak Özerk bölgesinin kentlerini ve Çin-Kazakistan sınırındaki Horgas Serbest Bölgesi’ni gezdik. Oldukça kapsamlı ve yoğun bir program kapsamında 10 günde yaklaşık 15 bin km yol yaptık. Yoğun şekilde bir kentten diğerine hava yoluyla geçerken müzeler, tapınaklar, camiler, çarşılar ve tarihi yerler gördük. Tanrı Dağları’ndaki Kazak göçerlerin yaylalarına çıktık, geleneksel çadırlarına konuk olduk.  İç hat uçuşlardaki sıkı kontroller, herhangi bir uluslararası uçuşu gölgede bırakacak türden. Sincan’a gitmek bilinen nedenlerle oldukça zor.

Tüm bu sıkı program gerektiği kadar bir izlenim elde etme imkânı sağladı mı, tartışılır. Bu koşuşturma içinde halkla ve de yetkililerle yeterli bir temasımız olamadı. Haliyle gördüklerimiz “sınırlı” kaldı. Fakat en görünen çıplak gerçek şu; Çin yönetimi Kuşak Yol İnsiyatifi’nin de kavşak noktası konumundaki Sincan Bölgesi’ne büyük bir yatırım içinde. Devasa kara-hava limanları yapılıyor, konutlar inşa ediliyor, kentler oluşturuluyor. 30-40 katlı yüksek toplu konutlar, düzenli yollar dikkat çekiyor. Çin’in Tianşan olarak adlandırdığı Tanrı Dağları’nın kuzey ve güneyindeki verimli havzalarda modern sanayi bölgeleri, kültürel turizme kazandırılan antik bölgeler, devasa serbest ticaret bölgeleri yükseliyor.

Çarşıda, pazarda, sokaklarda, meydanlarda günlük hayat oldukça hareketli. Urumçi’de, Yining’de, Kuça’da, Kaşgar’da sosyal yaşam gece geç saatlere kadar sürüyor. Yaz aylarından olsa gerek kent meydanlarında kurulan sahnelerde sergilenen müzik gösterileri ilgi çekiyor. Gece geç saatlere kadar restoranlar, çarşılar, sokak satıcıları tıklım tıklım. Tüm resmi tabelalar, müzeler ve kamu alanlarındaki bilgilendirme panoları hem Çinçe, hem Uygurca yazılmış. Havalimanları ve uçaklarda anonslar Çinçe, Uygurca ve İngilizce olarak yapılıyor.

                                                                 /././

Aşırı sağı besleyen sosyal demokratlar -İbrahim Varlı-

Avrupa’nın semalarında faşizmin kara bulutları dolaşsa da Almanya’dan İspanya ve İngiltere’ye pek çok ülkede sosyal demokratlar iktidarda. Ancak sağcılaşan ‘yüz yıllık’ sosyal demokrat partiler ders çıkarmış değiller, tarihi bir ihanet içerisindeler. Yaptıklarıyla aşırı sağı besliyorlar.

Avrupa’da faşizm hayaleti mi dolaşıyor? Kıta’nın lokomotif ülkeleri Almanya ve Fransa başta olmak üzere İtalya, Hollanda, Finlandiya gibi pek çok ülkedeki “aşırı sağcı” yükselişe bakılacak olursa soruya “evet” yanıtını vermemek mümkün değil. Aşırı sağcı, ırkçı partiler bazı ülkelerde iktidarın bir parçası, Meloni örneğinde olduğu üzere bizzat iktidarda olanlar da var. Hükümete dahil olmadıkları yerlerde de etkin muhalefet konumundalar.

Aşırı sağcı, neo faşist hareketler hemen her yerde benzer zemin üzerinden yükseliyorlar. Yabancı düşmanlığı, neo liberal politikaların neden olduğu yıkım, militarist-savaş politikalarının ağırlaşan faturaları... Aşırı sağcı, faşist partiler merkez sağ-muhafazakar ve sosyal demokrat hükümetlerin iflas etmiş politikaları üzerinden kendilerine taraftar devşiriyorlar. Hiçbir şey yapmasalar dahi, Ukrayna savaşındaki pragmatist “mesafeli” tutumları seçmen nezdinde taraftar bulabiliyor.

2. ENTERNASYONAL’DEN GÜNÜMÜZE SAĞ SAPMA

Ancak madalyonun diğer yüzünde ise bambaşka bir tablo var. Kıta’nın önemli büyük ülkelerinde sosyal demokratlar iktidarda. İspanya’dan Almanya’ya, Danimarka’dan İngiltere’ye, Norveç’ten Slovakya’ya, kuzeyden güneye birçok ülke, kimliklerini kaybedip sağcılaşsalar da “sosyal demokrat” partilerce yönetiliyorlar.

Sağcılaşan, varlık nedenlerinden uzaklaşan sosyal demokratlar, işbaşında oldukları yerlerde yaptıkları ve yapamadıklarıyla aşırı sağın ekmeğine yağ sürüyorlar. Tıpkı yüzyıl önce olduğu gibi. İkinci enternasyonalin, o dönemin köklü sosyal demokrat  partilerin yaptığı “hata” ve “ihanet”i tekrarlayarak egemenlerin yanında saf tutmayı tercih ediyorlar. Emeğin, halkların yanında yer almak yerine kendi burjuvazilerinin savaş ve yıkım politikalarını destekliyorlar.

Almanya: Sağa sapmanın hazin hikâyesi 

Aralık 2021’den bu yana ülke, Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) liderliğindeki üçlü koalisyon tarafından yönetiliyor. Üstelik SPD’li Şansölye Olaf Scholz’ın başkanlığındaki koalisyonda en güçlü ortakları da Yeşiller. Liberalleri de yanlarına alarak oluşturdukları “trafik lambası” koalisyonu bir önceki merkez sağ Merkel yönetiminden farlı değil. Ve hatta izlenen savaş politikalarına bakılacak olursa daha kötü. 1863’te kurulan dünyanın en eski sosyal demokrat partisi konumundaki SPD, halihazırda 16 eyaletin 11’inde hükümette, bunların 7’sinde başbakanlık ellerinde.

Fransa: Halk Cephesi’nin tarihi zaferi 

Fransa’da 7 Temmuz’daki parlamento seçimlerinde aşırı sağa karşı bir araya gelen sol-sosyal demokrat partilerin kurduğu Yeni Halk Cephesi sandıktan zaferle çıktı. Ancak ülkenin liberal cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, seçimin üzerinden iki ay geçtikten sonra hükümeti sol ittifak yerine sağcılara verdi. Halkın iradesi çalınırken seçimin galibi “sol ittifak”ın önemli bileşenlerinden sosyal demokrat Sosyalist Parti, Macron’un bu durumu pasif şekilde izleme yolunu seçti. Boyun Eğmeyen Fransa ve Komünist Parti’nin Macron’un azledilmesi hamlesine destek vermedi.

İngiltere: Kralın “Sir”ü Starmer 

3 Temmuz’daki genel seçimi açık farkla kazanan İşçi Partisi ülkeyi yönetiyor. Partinin lideri Keir Starmer, "Ülkemiz değişim için oy verdi" dese de Avrupa’nın en sağcılaşan sosyal demokrat partisi olan İşçi Partisi’nin herhangi bir merkez sağ partiden, önceli Muhafazakâr Parti’den, bir farkı yok. İngiliz monarşisinin “Sir” unvanıyla “ödüllendirdiği” Starmer, partinin de en sağ kanadını temsil ediyor. Sol kanadın etkili figürü Jeremy Corbyn’i çeşitli ayak oyunlarıyla devre dışı bıraka Starmer, dümeni Amerika’dan, neo liberal yıkım politikalarından yana kırmayı sürdürüyor.

İspanya: En “tutarlı”sı yine Pedro 

Avrupa’daki sosyal demokrat yönetimler içerisinde görece “en sosyal” demokratı İspanya’da iş başında. İspanya Sosyalist İşçi Partisi 2019’dan bu yana iki dönemdir iktidarda. Son olarak Temmuz 2023’teki seçimi de kazanan PSOE, ülkedeki irili ufaklı pek çok, sol- sosyal demokrat ve ilerici partilerin desteğiyle bir koalisyon sürdürüyor. Katalan, Bask ve Galiçyalı partiler de koalisyonun içinde. Pedro Sánchez liderliğindeki PSOE iktidarı Filistin ve benzer konularda takındığı tutumla alkış alsa da, genel politikalarda diğer “kardeş” partilerden bir farkı yok.

Slovakya: Fico, en azından savaş karşıtı 

Slovakya, 30 Eylül 2023’te düzenlenen seçimleri ilk sırada tamamlayan Sosyal Demokrat Parti (SMER) ile Liberal Ses Partisi (HLAS) ve Slovak Ulusal Partisi (SNS) arasında kurulan koalisyon hükümeti görev yapıyor. Başbakanlığı 4. kez üstlenen SMER Genel Başkanı Robert Fico, geçen aylarda suikasta maruz kalmıştı. Fica, Ukrayna savaşına karşıtlığıyla ön plana çıkıyor. Fica, Ukrayna’ya yapılan askeri yardımı sonlandırma sözü vererek işbaşına gelmişti. Aynı zamanda Batılı ülkelerin, Rusya’ya uyguladığı yaptırımlara da karşı çıkıyor.

Danimarka: ‘Orta yol’dan yıkıma devam 

Haziran 2019’dan bu yana Mette Frederiksen liderliğindeki Sosyal Demokrat Parti ülkeyi yönetiyor. 1 Kasım 2022’de Sosyal Demokrat (SD), Liberal (LP) ve Ilımlılar (M) partilerinin dahil olduğu bir çoğunluk koalisyon hükümeti kuruldu. Ülkede 44 yıl sonra merkez sağ ve merkez sol hükümetler tarafından kurulun " Orta yol koalisyonu" bir ilk olma özelliği taşıyor. Danimarka’da en son 1978’de, Sosyal Demokrat Parti ve Liberal Parti koalisyon kurmuştu.

Norveç: NATO’cu İşçi Partisi’nin hezeyanı 

Bir diğer İskandinav ülkesi Norveç’te de sosyal demokratlar işbaşında. 13 Eylül 2021 tarihinde gerçekleştirilen genel seçimlerin ardından Jonas Gahr Störe’nin Başbakanlığında İşçi Partisi ve Merkez Partisi koalisyon hükümeti görevine başladı. Ancak İşçi Partisi liderliğindeki koalisyon hükümetinin sekiz yıl süren Muhafazakâr Parti’nin iktidarından pek bir farkı yok. NATO’nun önemli ülkelerinden olan Norveç’in genel siyasetinde hiçbir değişikliğe gitmiş değil sosyal demokratlar.

İrlanda: Sağın yedeğindeki Yeşiller 

İrlanda’da sağcı koalisyon hükümetinin bir üyesi de Yeşiller. Merkez sağcı Fianna Fail ve Fine Gael ile birlikte oluşturulan koalisyona giren Yeşiller, kritik bu yapılara koltuk değneği olmayı sürdürüyor. Ana muhalefet partisi ise İrlanda Cumhuriyet Ordusu’nun (IRA) siyasi kanadı olarak görülen Sinn Fein.

Kuzey İrlanda: Sinn Fein’in zaferi 

İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu’nun (IRA) siyasi kanadı olarak görülen Sinn Fein’in Başkan Yardımcısı Michelle O’Neill Kuzey İrlanda’da başbakan olarak görevde. Başbakanlık makamına denk gelen Birinci Bakan olarak şubat ayında seçilen Michelle O’Neill bir tarihe de imza atmış oldu. Sinn Fein, Mayıs 2022’deki parlamento seçimlerinde de zafer elde etmişti.

Malta: Küçük ada ülkesinde güçlü gelenek

İKTİDARDA DAHİ OLSALAR KAYBETMEYE MAHKÛMLAR

Sosyal demokrat çizgideki İşçi Partisi (PL) Malta’nın en önemli siyasi aktörlerinden. 2013 ve 2017’de olduğu gibi Mart 2022’deki genel seçimi de İşçi Partisi kazandı. İşçi Partisi lideri Robert Abela’nın başbakanlık koltuğunda oturduğu bu küçük Akdeniz ada ülkesinde güçlü bir sosyal demokrat gelenek var.

Görüldüğü üzere toplama vurulduğunda sosyal demokratlar Avrupa genelinde oldukça geniş bir hacme sahip. Ancak muhafazakâr sağ partilerden ayrışmayan politikaları nedeniyle iktidarda dahi olsalar kaybetmeye mahkumlar.

Yakın ve uzak siyasi tarih gösterdi ki;

Emperyalist politikaları destekleyen, ulusal çıkar gerekçesiyle militarizmi körükleyen, savaşlara onay veren sosyal demokratlar iktidarda da olsalar varlık gösteremiyorlar.

Sokakla bağını koparan, halka dokunmayan, yüzünü sola değil, sağa dönen sosyal demokratlar kaybediyor.

Sermayenin yönelimleri doğrultusunda iş tuttukları sürece, çalışma yaşamını, emeği patronların ihtiyaçları doğrultusunda dizayn ettikleri, sömürü düzenini savundukları müddetçe destek toplayamıyorlar.

Sosyal devleti, kamuculuğu değil, yüz yıllık kazanımları hedef alan neo liberal politikaları savundukları müddetçe oylarını aşırı sağcılara veya diğer partilere kaptırmaktan kaçınamayacaklardır.

TARİHTEN DERS ALINMIYOR

Evet, tarih öğretiyor, tüm acımasızlığıyla. Köklü geleneklere sahip koca koca sosyal demokrat partilerin, kuruluş ilkelerinden, geçmişlerinden ayrışmasının neticesi sağcılaşmayla sonuçlanıyor.

1914’lerden, 1929’lardan, 1933’lerden ve sonrasındaki dönemlerden alınacak çok dersler var.

Kıtanın dört büyük ülkesi; Almanya, Fransa, İngiltere ve İspanya’da sandıktan birinci çıkan, Fransa hariç üçünde iktidarda olan, “yüz yıllık” sosyal demokrat partilerin kendi kuruluş kodlarına dönmeleri halinde bambaşka bir Avrupa ortaya çıkabilir. Ama tabi ki öyle bir şey olmayacak. Genler bozuldu bir kez. Toptan çıkarılıp atılmasından başka çıkar yolu yok gibi. Avrupa’nın sol-sosyalist güçlerine büyük işler düşüyor. Tüm bu hikâyeler de bizim sosyal demokratların kulağına küpe olur umarız.

                                                                     /././

Seçimi çaldı, hükümeti sağa verdi: Liberal hırsız -İbrahim Varlı-

Seçimin galibi sola hükümeti kurma yetkisi vermeyen Macron, sağcı ismi başbakan atadı. Sol partiler ‘seçimi çalan’ Macron’a sert tepki gösterdi, kitlesel sokağa çıkma çağrıları yapıldı.

Fransa’da liberal Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron sandıktan çıkan halk iradesini resmen gasp etti. 7 Temmuz’daki seçimde galip gelen Yeni Halk Cephesi’ne iki aydır hükümeti kurma görevi vermeyen Macron, eski Dışişleri Bakanı sağcı Michel Barnier’i başbakan atadı. Elysee Sarayı, Macron’un "mümkün olduğu kadar istikrarlı" ve "çoğunluğu sağlama şansı olan" bir başbakan ve hükümet için yürüttüğü bir dizi istişarenin ardından Barnier’i atadığı ileri sürdü.

Merkez sağdaki cumhuriyetçi gelenekten gelen 73 yaşındaki Barnier, 2004-2005 yıllarında Dışişleri Bakanlığı, 2016-2021 döneminde Avrupa Birliği’nin Brexit Başmüzakerecisi olarak görev yaptı.

SOLDAN MACRON’A TEPKİ

Macron’un solun ortak başbakan adayı Lucie Castets yerine sağdan Barnier’i başbakan atamasına Yeni Halk Cephesi (NFP) ve bileşenleri sert tepki gösterdi.

NFP’inn en büyük partisi Boyun Eğmeyen Fransa’nın (LFI) lideri Jean-Luc Melenchon, Macron’un Barnier’yi başbakan atayarak "kendi kararı ile gittiği erken genel seçimlerin sonuçlarını reddettiğini" belirtti. Seçimlerin çalındığını belirten Melenchon, Fransızları Macron’un "halk egemenliğine yönelik saldırısına karşı mümkün olan en güçlü şekilde" harekete geçmeye çağırdı.

SOKAĞA ÇAĞRI YAPILDI

LFI Meclis Grup Başkanvekili Mathilde Panot ise Macron’un "halk egemenliğine ve sandıktan çıkan tercihlere saygı duymayı reddettiğini" dile getirdi, 7 Eylül’de Fransızları sokağa inmeye çağırdı.

Sol ittifakın ikinci büyük gücü Sosyalist Parti (PS) Genel Sekreteri Olivier Faure da Macron’u "demokrasiyi inkar etmekle" suçladı. Faure, Macron’un seçimleri 4’üncü sırada bitiren bir partiden başbakan atamasını eleştirdi.

Aşırı sağcı Ulusal Birlik (RN) lideri Marine Le Pen, Barnier hükümetinde yer almayacaklarını bildirdi. Le Pen, Barnier için "Bizim fikirlerimizi yansıtmıyor." dedi.

SOL AYAĞA KALKACAK

Boyun Eğmeyen Fransa Hareketinin Uluslararası Komisyon Üyesi Emre Öngün ve Fransa Komünist Partisi Yönetim Kurulu Üyesi Taylan Coşkun, BirGün’e seçim gaspını ve bu zorbalığa karşı solun ne yapacağını anlattı.

AŞIRI SAĞA TESLİM OLDU

Sol hükümete fırsat vermeyen Macron’un hükümeti sağa vererek kendisini aşırı sağa, faşistlere bağladığını kaydeden Öngün, Fransız liderin “aşırı sağı” durdurmak için oluşturulan seçim ittifakının mantığına aykırı hareket ettiğini kaydetti.

                          Emre Öngün - Boyun Eğmeyen Fransa Uluslararası Komisyon Üyesi

Macron’un en büyük korkusunun emeklilik yasası ve solun uygulayacağı halkçı politikalar olduğunu söyleyen Öngün, Parlamento’dan geçmeyen o yasanın Macron ve sermaye için çok önemli olduğunu belirtti.

Macron’un görünür gerekçesinin sol hükümetin kısa sürede düşecek olması olduğunu belirten Öngün, ancak asıl korkusunun “sol hükümet”in istikrarlı olma ihtimali olduğunu belirtti. Öngün, “Macron sol hükümet kısa sürede güven oylamasıyla düşer bahanesini ortaya atarak kendi kararına taraftar sağlamaya çalışıyordu. Ancak asıl korkusu sol hükümetin istikrarlı olacak olmasıydı. Çünkü bu durumda yaptığı pek çok yasanın geri çevrileceğini biliyordu. Bunu göze alamadı, o nedenle sol adayı başbakan olarak atamadı” dedi.

Toplumsal ve siyasal anlamda bu zorbalıkla mücadele edeceklerini ifade eden Öngün, “Sokaklara, meydanlara inmeyi sürdüreceğiz. Sağcı, muhafazakâr partilere Halk Cephesi’nin olmadığı bir hükümeti desteklemeyin çağrısı yapacağız. Sendikalar 1 Ekim’de genel eyleme gidecek, cumartesi günü (yarın) bizim yapacağımız eylemi de fiili olarak katılmayacak olsalar da destekliyorlar” dedi.

Öngün, koşullar farklı olsa da Macron’un, yöntem olarak Tayyip Erdoğan’ın 2015’te yaptığının benzerini yaptığını da vurguladı.

KOMÜNİSTLER ÖFKELİ
                                       Taylan Coşkun - Fransa Komünist Partisi Yönetim Kurulu Üyesi

Fransa Komünist Partisi Yönetim Kurulu Üyesi Taylan Coşkun da Macron’a tepki göstererek, kurumsal olarak hükümetin güven oylamasıyla düşürülmesi için çabalayacaklarını söyledi.

Oluşturulacak hükümette daha çok sağ bakan ve Macron’un dediklerinden çıkmayacak isimlerden oluşacağını kaydeden Coşkun, “Seçimde meşruiyeti sarsılan cumhurbaşkanı kurumsal entrikalarla ülkeyi yönetmeye çalışıyor. Halka karşı bu seçeneğe başvursa da ülkedeki kriz bitmiş değil. Bu hükümetin üç ayda düşme olasılığı oldukça yüksek. Düşmesi için de elimizden geleni yapacağız” ifadelerini kullandı.

ÇÜRÜMÜŞ BİR SİSTEM VAR

Cumartesi günü LFI tarafından çağrısı yapılan mitinge katılacaklarını ve desteklediklerini belirten Coşkun, “Rejim çürümüş durumda, her yönüyle. Macron bu cesareti var olan kurumlardan alıyor. Seçimler parçalı bir durum ortaya çıkardı, bu da onun eline fırsat verdi. Sol büyük bir farkla kazanmış olsaydı Macron bu tür manevralara giremezdi, bu tür oyunları rahat oynayamazdı. Bu nedenle her türlü entrikayı yapabiliyor” dedi.

“Genel siyasi duruma yönelik itirazlarımızı her platformda dile getireceğiz” diyen Coşkun, Macron’a karşı hareketi yükseltmeye devam edeceklerini belirtti. Macron’un en büyük korkusunun emeklilik yasası olduğunu vurgulayan Coşkun, “Macron bu emeklilik yasasından tek bir adım dahi geri atmak istemiyor. Sol hükümetin ilk önerisinin emeklilik reformunu ortadan kaldırmak olacağını, buna da aşırı sağdan destek geleceğini gören Macon, bu korku nedeniyle sola hükümet vermedi” ifadelerini kullandı.

                                                               /././                          

Seçimi ‘zor muhalefet’ kazandıracak -Özgür Gürbüz-

Türkiye, tarihinin en ağır ekonomik krizini yaşıyor desek herhalde itiraz eden çok olmaz. Evet, çok krizler gördük ancak bu defa sadece ekonominin kötü yönetilmesinin sonuçlarıyla yüzleşmiyoruz, çökmüş bir adalet sistemi, talan edilmiş doğal varlıklar, belli şirketlerle imzalanmış kapitülasyonlardan beter anlaşmalarla karşı karşıyayız.

2023 yılında yapılan bir hesaplama Türkiye’de nüfusun yüzde 98’inin yoksulluk ve açlık sınırının altında yaşadığını göstermişti. AKP-MHP koalisyonu öyle bir sistem kurdu ki 83 milyon varını yoğunu ortaya koyup geride kalan 1,5 milyonun daha zengin olması için çalışır hale geldi.

DİSK/Birleşik Metal-İş Sınıf Araştırmaları Merkezi’nin (BİSAM) Haziran 2024 tarihli araştırması, dört kişilik bir aile için açlık sınırının 19 bin 44 liraya, yoksulluk sınırının ise 65 bin 874 liraya yükseldiğini açıkladı. Tek başına yaşayan biri için de yoksulluk sınırı 30 bin TL oldu. Bu, bir haneye tek bir asgari ücret giriyorsa o evdeki herkes aç anlamına geliyor.

Böyle bir ülkede ekonomik eleştirilere dayalı muhalefetin halktan destek görmemesi, muhalefeti iktidara taşımaması sürpriz olur. Son yerel seçimlerde kötü ekonominin sandıkta tercihleri değiştirdiği görüldü. CHP’li belediyelerin bazı kentlerdeki olumlu icraatlarının da başka kentlerde bir değişim rüzgarı yarattığını da elbette hesaba katmak gerekir.

Kötü ekonomi ve derinleşen yoksulluğun devamı halinde iktidarın işi zor ancak iktidarın seçim öncesi sıcak para bulması, son cumhurbaşkanlığı seçiminde olduğu gibi yalan ve iftiralarla gündemi değiştirme olasılığı gibi manevra alanları olduğu da unutulmamalı. Bugün ekonomi üzerinden yapılan ‘kolay muhalefet’ yetersiz ya da eksik kalabilir.

Muhalefetin yaşanan büyük ekonomik krizin sadece faiz politikasından kaynaklanmadığını bildiğine eminim. Yapısal sorunlar denen, adaletten yolsuzluğa, üretim politikalarına kadar uzanan ve sistemi örümcek ağı gibi saran tüm yanlışların değiştirilmesi gerek. Bu da ‘zor muhalefet’i gerektiriyor. Başta CHP olmak üzere tüm muhalif partiler, toplumun iliklerine kadar işlemiş yanlışların olduğu bu zor alanlara girmeyi tercih etmiyor çünkü ‘kolay  muhalefet’ şu an için seçimi kazandıracak gibi duruyor. Tek neden bu da değil, öyle olsa stratejik derdik. Türkiye’de merkeze yakın partiler aslında bu sistemle iç içe geçmiş durumdalar. Devletin alışılagelmiş işleyişini yanlış da olsa eleştirmekten kaçınırlar. Bu yüzden de halkın umudu, tutkusu olamazlar. Radikalizmden kaçma refleksi örgütlenmenin zayıflığının da nedenidir aslında. İktidarın biraz değişmiş bir modeli için kim örgütlü bir çalışmaya girer ki? Değişim umudu azaldıkça o değişim uğruna çalışma isteği de azalır. Olası bir siyasi yasak durumunda halkın kendisine destek vereceğini düşünen Ekrem İmamoğlu, umarım bu örgütsüzlük politikasını parti içinde de tartışmaya açmıştır.

Kadın ve çocukların öldürülmesinden trafikte maganda saldırılarına, çetelerin üssü olan Türkiye’den düğünlerde ‘kutlama kurşunlarıyla’ vurulan insanlara kadar her olayda karşımıza çıkan bireysel silahlanmaya karşı neden muhalefet bir söylem geliştirmez ya da bir kampanya yapmaz düşündünüz mü? Türkiye’nin Çin veya İngiltere gibi silah taşımanın ağır suç olduğu bir ülke olmasıyla hayatımızın iyileşeceği bu kadar netken neden muhalefetten bir çift söz durmayız?

Türkiye’de faiz oyunlarıyla emlak zenginleri yaratıldı ve nüfusun büyük bir bölümünün ev sahibi olma hayali bile kalmadı. Muhalefet neden belediye evleri, dar gelirlilere düşük kiralı konut gibi radikal politikalarla barınma sorununu çözeceğini gösteren projeler ortaya koymaz?

Başta Ankara’daki ‘kaçak saray’ olmak üzere, kamu arazilerini yasalara rağmen işgal eden örnekleri yıkacağını söyleyerek, ‘yapanın yanına kâr kalır’ anlayışını bu ülkenin hafızasından sileceğini neden söylemez?

Türkiye’de herkesin bu sisteme bir yerden bulaştığı ve köklü değişikliklerin kendisini de etkilemesinden korktuğunu itiraf edelim. Muhalefet de bu nedenle taşları yerinden oynatmaktan çekinen ‘kolay muhalefet’ stratejisine sığınıyor. Ama unuttukları şu. Belki de bu yüzden 22 yıldır iktidar ortağı bile olamıyorlar. Ve bu düzenden mağdur olanların tarihte hiç olmadığı kadar yüksek bir sayıya ulaştığının farkında da değiller.

Yüzde 2’den korkarak yüzde 98’in oyunu alabilir misiniz?

                                                                 /././

Hayaldi gerçek oldu -Özgür Gürbüz-

Orman yangınlarından sonra yanan alanların imara açıldığı, otel veya konut yapıldığı hep söylenir ama bunların hemen hemen hepsi aslında birer söylentiden ibarettir. Otel yapmak için yaktılar söylemlerinin aslı astarı yoktur diyebiliriz: Aksini gösteren tek örnek Bodrum Güvercinlikte’ki Titanic Otel’di. Ya da öyleydi demek lazım çünkü İzmir’deki son yangından etkilenen ormanlık alanın bir bölümü, 30 Ağustos 2024 tarihindeki “Cumhurbaşkanı Kararı” ile orman sınırları dışına çıkarılarak devlet eliyle inşaatçılara davetiye gönderildi. Hayaldi gerçek oldu…

Bu tehlikeli ve yanlış karar, 2018 yılında Orman Kanunu’na eklenen ‘ek 16. maddeyi’ tekrar gündeme getirdi. İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Orman Fakültesi, Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğanay Tolunay, ek 16. maddeye dayanarak yapılan uygulamalar sonucunda orman kaybının 3 bin 500 hektarı bulduğuna dikkat çekiyor ve bu maddenin iptal edilmesi gerektiğini söylüyor. Rakamın büyüklüğünü anlamak için şöyle bir kıyaslama yapabiliriz. 2015 yılında tüm Türkiye’de yangınlar sonucu kaybedilen alan 3 bin 219 hektardı.

İzmir’deki durum da oldukça ilginç. 2020 yılında 375 hektarlık bir orman alanı, ek 16. madde ile bir gecede orman alanı dışına çıkarılıyor. TMMOB dava açıyor, Danıştay, usulen hata bulduğu için yürütmeyi durdurma kararı alıyor ama mahkeme devam ederken inşaat sürüyor ve Bayraklı’daki alanın büyük bir bölümüne şehir hastanesi ile TOKİ evleri yapılıyor. Devlet kendi mahkemesinin sonucu bile beklemiyor. 30 Ağustos’ta yayımlanan Cumhurbaşkanı Kararı da aslında bu alanı yeniden hukuken güvence altına almak için çıkarılıyor. Ancak kararda 95 hektarlık, son İzmir yangınında yanan ormanlık alan da var. Prof. Tolunay, en azından bu 95 hektarın karardan çıkarılması gerek diyor çünkü bu yanan ormanların başka bir amaçla kullanılmasının önüne geçen Anayasa’nın 169 maddesini de ihlal ediyor.

Ormancılar Derneği de işin bir başka boyutuna dikkat çekti. Söz konusu alan 1995 yılında üzerinde orman örtüsü olmadığı için büyük bir sele ev sahipliği yapmış, selleri önlesin diye özellikle ağaçlandırılmış. Bir daha sel olmasın diye ağaçlandırılan alan şimdi yeniden ağaçsız bırakılıyor ve binalandırılıyor. Sele, gel de bizi vur deniyor. TMMOB da bunun benzer yeni felaketlerin önünü açacağı uyarısında bulunuyor. Buna çılgın proje denmez de ne denir? Ne devlet hafızası kaldı ne hukuk ne de plan. Varsa yoksa rant.

∗∗∗

Tüylerimizi diken diken eden bir başka olay da Artvin’de yaşandı. Borçka ilçesinde önce taşocağı, o olmayınca ‘konaklamalı mesire yeri’ yapılarak şirketlere peşkeş çekilmek istenen doğa harikası Cankurtaran bölgesini korumak isteyen Reşit Kibar öldürüldü. Artvin Valiliği’nin açıklamasına göre katil Muhammet Ustabaş, cinayeti şirket çalışanlarından F.M.’nin aracında bulunan ruhsatlı silahla işlemiş. Ustabaş’ın şirketle ilişkili olduğu iddiaları var. Ustabaş’ın şirket çalışanı F.M.’nin silahının nerede olduğunu bilecek kadar şirkete yakın biri olduğu kesin. Köyün eski muhtar adayı Ustabaş, iki kişiyi de yaralıyor. Yeşil Artvin Derneği Başkanı Neşe Karahan’ı aradım. Karahan, Reşit Kibar’ın hedef alınan diğer kişilerin önüne geçtiğini, Ustabaş ile de aynı köyden olduğunu, komşu olduklarını söylüyor. Jandarmanın neden müdahale etmediğini de sorguluyor. Karahan söz konusu bölgenin daha önce ağaçlandırıldığını da sözlerine ekliyor. İzmir’deki gibi daha önceden ağaçlandırılan alan şimdi yapılaşmaya açılıyor. Cinayet sonrasında projenin sahibi Yapısoy Beton projeden çekildiğini açıklasa da Karahan, “Bu iş artık boyut değiştirdi, tehlikeli bir boyuta vardı” diyor. Daha fazla söze gerek var mı?

                                                               /././

İşsizlik ve sanayi üretiminde çelişkili veriler: Tüm sinyaller ‘soğuma’ diyor -Hayri Kozanoğlu-

İşgücü ile sanayi verileri arasındaki çelişki soru işaretleri doğurdu. TÜİK’e göre işsizlik geriledi, imalatta ise daralma büyüdü. Özellikle işgücü verilerinde böylesi bir tablo çizen ülkenin kalkınmada iddialı olması zor.

Dün TÜİK işsizlik ve sanayi üretimi iki kritik veri yayımladı. Bu istatistiklerin açıklanma takvimi önceden bilindiği için bugünkü yazımı bu konuları yorumlamak üzere planlamıştım. Ancak Temmuz 2024’te sanayi üretimi daralırken işsizliğin düşüyor görünmesi açıkça kuşku uyandırıyor. O nedenle verilere ilişkin değerlendirmeleri siz de şüpheyle karşılayabilirsiniz. Ancak kanıtlayamayacağımıza göre eldeki bilgiler çerçevesinde işimizi yapmaya devam edelim.

Önce şu noktayı hatırlatalım: TÜİK işgücü verilerini aylık istatistikler çok oynak olabildiği için “Üç aylık ortalama” şeklinde yayımlarken, Ocak 2021’de aylık periyotlarla  paylaşmaya başladı. Ancak bu istatistikler işsizlik süreleri, eğitim düzeyleri, sektörel dağılım gibi önemli konuları kapsamıyor. O nedenle 2021 Kasım ayından bu yana “çeyreklik” bir rapor da hazırlanıyor. DİSK-AR da istihdama ilişkin değerlendirmelerini üç aylık Hanehalkı İşgücü Araştırması üzerinden yapmayı yeğliyor.

EKONOMİNİN YAPISAL İŞSİZLİK SORUNU

Öncelikle Türkiye’de yapısal bir işsizlik sorunu var. AKP’li yıllarda kaydedilen en düşük oran, 2012’deki yüzde 8,3. Fikir vermesi açısından şu anda ABD’de işsizlik oranı yüzde 4,2 iken, avro bölgesinde yüzde 6,4. Ama daha önemlisi, Türkiye’de 15 ve daha

yukarı yaştaki nüfusun, özellikle kadınların  işgücüne katılma oranının düşüklüğü. 2024 Nisan-Haziran döneminde işgücüne katılma oranı yüzde 54,4 iken, istihdam oranı yani çalışma yaşındakilerin işbaşı yapabilenlerin yüzdesi yüzde 49,6 idi. Her iki yurttaşından birinin emeğini bile üretim sürecine katamayan bir ekonominin kalkınma yolunda fazla iddia taşımayacağını sanırım söylemeye bile gerek yok.

Halbuki Türkiye ekonomisinin önünde bir “fırsat penceresi” duruyor. Şöyle ki ülkemizde doğurganlık oranı OECD ortalamasından 1,51’e geriledi. Bu trend önlem alınmazsa çok uzun vadede potansiyel işgücünü daraltarak sorun yaratabilir. Kısa ve orta vadede ise ciddi bir avantaj sağlıyor. Çünkü nüfusun yaklaşık üçte ikisi, yüzde 66’sı 15-64 yaş aralığında. Yüzde 23’ü 15 yaştan küçük, yüzde 10’u 65 yaş üstü. Çalışma yaşındaki nüfusun 2050’lere kadar yüzde 60’ın altına düşmesi beklenmiyor. Nüfusun azaldığı, buna karşın eğitim ve beceri düzeyinin yükseldiği, her ailenin 3 çocuğa sahip olmasının gerekmediği bir senaryo da pekala mümkün.

Gelelim Temmuz 2024 istatistiklerine. Bu ayda 15 ve üstü nüfus 36 bin artarken, işgücü 123 bin yükselmiş. Böylece işgücüne dahil olmayanların sayısı 87 bin gerilemiş. 123 bin daha fazla kişinin çalışmak istemesine karşın istihdamın 235 bin genişlemesi sonucu işsiz sayısı 112 bin düşmüş. Erkeklerde işsiz sayısı 118 bin düşerken, kadınlarda 6 bin artmış. Erkeklerde işsizlik oranı yüzde 7 iken kadınlarda yüzde 12,4. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet makası haziranda 4,9 puan iken, temmuzda 5,4 puana çıkmış.

İşgücü verilerinde en vahim gösterge, atıl işgücü oranının yüzde 26,5 olması. Tam zamanlı çalışmak isterken kısmi zamanlı mesaiyle yetinenler ve işsizlerin bütünleşik oranı yüzde 17,9 iken; iş bulmaktan umudunu kesenleri ve aktif çalışmasa da bir iş olsa çalışırım diyenleri kapsayan işsiz ve potansiyel işgücünün bütünleşik oranı yüzde 18,5.

Çeyreklik verilerden izleyebildiğimiz diğer önemli bir sorun ise, uzun sürelik işsizliğin yaygınlaşması. İkinci çeyrekte bir yıl ve daha fazla süreli işsizlerin sayısı 603 bine, oranı yüzde 20,2’ye yükselmişti. Bu oran bir önceki çeyrekte, yüzde 19,8 düzeyindeydi.

SANAYİ ÜRETİMİNDE DÜŞÜŞ SÜRÜYOR

Sanayi üretim verilerine dönersek, yıllık yüzde 3,9’luk bir azalma gözlemliyoruz. Madencilik ve taşocakçılığı bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 3,3, elektrik, gaz, buhar üretim ve dağıtımı yüzde 8,2 artarken, sanayinin en kilit alt sektörü imalat yüzde 5,1 geriliyor. Sanayi üretiminin aylık ise yüzde 0,4 arttığı görülüyor. Haziran ayındaki uzun bayram tatili göz önüne alınırsa, bu kıpırdanmanın fazla önem taşımadığı anlaşılır.

Sanayi üretim endeksleri değişim oranına göz attığımızda ise, yüksek teknolojili üretimin aylık yüzde 7,9, yıllık yüzde 20,2 gerilemesi dikkat çekiyor. 2024 2’nci çeyrek işgücü istatistikleri bir önceki çeyreğe göre sanayi istihdamının 50 bin kişi azaldığını ortaya koymuştu. Temmuz verileri sanayide bu kanamanın sürdüğü yolunda bir izlenim veriyor.

GÜVENCELİ ESNEKLİK TUZAĞI

Daha önceki yazılarımızda da vurguladığımız gibi ekonomideki tüm sinyaller soğuma yönünde. Dolayısıyla önümüzdeki aylarda işsizlik oranlarında belirgin sıçramalar gözlemleyebiliriz. O nedenle Orta Vadeli Program’ın (OVP) yüzde 9,3, 2025 yüzde 9,6 işsizlik tahminleri gerçekçi görünmüyor. 2018’deki yüzde 13,7 işsizlik oranı civarında bir düzeyin 2025 ilk çeyrekte gözlenme olasılığı bulunuyor. Buna karşın OVP’de “yeni nesil çalışma modelleri çerçevesinde işgücü piyasasının uyumu ve güvenceli esnekliği geliştirilecektir” ifadesiyle aslında yeni güvencesiz çalışma tiplerine kapı aralanıyor. Aziz Çelik arkadaşımızın “güvenceli esneklik” kavramının; geçici işçilik, uzaktan, kısmi çalışma ve platform çalışması türleriyle esnek ve güvencesiz çalışmayı yaygınlaştırmak ve sevimli göstermek için kullanıldığı yolundaki değerlendirmesine aynen katılıyorum.

                                                                   /././

Ekonomide öngörülenden keskin yavaşlama: Bu daha başlangıç -Hayri Kozanoğlu-

IMF tarafından desteklenen kemer sıkma programının şimdilik ekonomiyi yavaşlattığını, önümüzdeki dönemlerde daha sert daralmaların ortaya çıkacağını söyleyebiliriz. Ne yazık ki bir anlamda bu daha başlangıç.

Ekonominin 2024 yılı 2’nci çeyreğinde, 2023’ün aynı dönemine göre beklentilerin altında, yüzde 2,5 büyüdüğü açıklandı. Bu oran 2022 yılının 2’nci çeyreğinde gerçekleşen yüzde 10,3’lük küçülmenin ardından 16 çeyrektir en düşük büyüme performansı oldu. Daha önce yüzde 5,7 olarak ilan edilen 2024 1. çeyrek büyümesi de aşağı doğru yüzde 5,3’e revize edildi. Böylelikle yılın ilk yarısında Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (GSYH) büyümesi ortalama yüzde 3,8 düzeyinde gerçekleşti. Biraz sonra ayrıntılarıyla değerlendireceğimiz gibi, ekonomi belirgin bir “yavaşlama” sürecine gireceği için (Şimşek ve ekibi buna “dengelenme” diyor), önümüzdeki çeyreklerde bu oran belirgin bir biçimde gerileyecek. Örneğin, 3’üncü ve 4’üncü çeyreklerde gelecek yüzde 1’lik büyümeler yıllık ortalamayı yüzde 2,4’e çekecek. Bu oran IMF’nin 2024 için öngördüğü yüzde 3,4 düzeyinin de altında. Açıkçası, bu oranın daha da aşağı yüzde 2’nin altına düşme olasılığı yüksek görünüyor.

Aslında çeyrekten çeyreğe büyüme verileri sağlıklı bir değerlendirme yapmak için daha uygun. 2024’ün 1. çeyreğinde 2023 son çeyreğine göre yüzde 2,4 artış şeklinde açıklanan oran belirgin bir düşüşle, yüzde 1,4’e revize edildi. 2024’ün 2’inci çeyreğinde mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış büyüme ise 1. çeyreğe göre çok sınırlı yüzde 0,1’lik bir artış sergiledi. Bu tempo 2024 için yüzde 2’nin altında bir büyümeye işaret ediyor.

SANAYİDE BELİRGİN DARALMA

Sektörel bazda baktığımızda sanayinin yüzde 1,8 azalması dikkat çekiyor. Zaten daha önce açıklanan sanayi üretim endeksi böyle bir daralmaya işaret ediyor. Bu zayıflama Haziran’da yüzde 4,6’ya kadar vardı. Elbet bu tablonun ortaya çıkmasında bu çeyrekteki iki uzun bayram tatilinin payı var. Öte yandan, bayram dönemlerinde sanayi üretimi yavaşlarken, bazı harcamaların arttığını, örneğin hizmetlerde sağlanan yüzde 2,9, bilgi iletişimdeki yüzde 3,4’lük büyüme performansında bu etmenin olumlu rolü bulunduğunu söyleyebiliriz. İnşaat, deprem bölgesindeki faaliyetlerin etkisiyle yüzde 6,5 büyürken, tarımda da yüzde 3,7’lik, tatminkâr bir üretim artışı kaydedildi. Bu sonuçta, yağışların kuraklık tehlikesini ortadan kaldırmasının rolü büyük. Ancak, madem üretim arttı, öyleyse Haziran 2024 itibarıyla işlenmemiş gıdada yüzde 70,5, taze sebze-meyvede yüzde 78,6 fiyat artışlarının yaşanması olgusu açıklanmaya muhtaç.

ÖZEL TÜKETİM HIZ KESTİ

Büyümenin harcamalar yöntemiyle bileşenlerine baktığımızda, özel tüketim harcamalarının katkısının 1. çeyrekteki 5,7 puandan, son dönemlerin en düşük düzeyi 1,3 puana gerilediğini gözlemliyoruz. Bunun 1,2 puanı özel, 0,1 puanı kamu harcamalarından geliyor. Tüketici kredileri ve kredi kartı faizlerindeki yükseliş burada rol oynamış görünüyor. İhracat yatay seyrederken, ithalattaki daralma 1,2 puan ile büyümeye yüksek katkı sağlıyor. Ne var ki, bu sonuçta belirleyici rol oynayan hammadde ve ara malı ithalatındaki keskin düşüş önümüzdeki dönemlerde yaşanacak ekonomik durgunluk için sinyal veriyor.

ENFLASYON VERİLERİ ŞÜPHELİ

Üretim yöntemiyle GSYH 2024’ün 2’nci çeyreğinde önceki yılın aynı çeyreğine göre yüzde 78,6 artarak, 9 trilyon 950 milyar TL, yani 308 milyar 158 milyon dolar olarak gerçekleşti. Bu, yüzde 74,24’lük bir deflatöre işaret ediyor. Haziran sonu itibarıyla TÜİK’in tüketici fiyatlarının ortalama yüzde 65,1, üretici fiyatlarının yüzde 61,5 arttığını hatırlarsak, bu veri enflasyon rakamlarının güvenilirliğini tartışmalı kılıyor.

PASTADAN İŞGÜCÜ DAHA AZ PAY ALDI

İşgücü ödemelerinin katma değer içerisindeki payı yüzde 41,7’den yüzde 40,8’e geriledi. TÜİK’in basın bülteninde bu oranın geçen yıl yüzde 33,8 olduğu söyleniyor. Gelgelelim, 2023’te bu oran asgari ücrette, Temmuz artışına karşın 3’üncü çeyrekte yüzde 32,2’ye düşmüştü. Asgari ücretin yılbaşından bu yana sabit tutulduğunu hatırlarsak, 3’üncü ve 4’üncü çeyrekte işgücünün katma değer içindeki payında dramatik düşüşler olacağını tahmin edebiliriz.

Sonuç olarak, IMF tarafından desteklenen kemer sıkma programının şimdilik ekonomiyi yavaşlattığını, önümüzdeki dönemlerde daha sert daralmaların ortaya çıkacağını söyleyebiliriz. Ne yazık ki bir anlamda bu daha başlangıç… Önemli olan, ekonomik yavaşlamanın TÜİK istatistikleriyle sınırlı kalmayacağı; sade yurttaş için daha fazla işsizlik, daha yaygın yoksulluk, refahında daha belirgin düşüş anlamına geldiği gerçeği…

ÜRETİM BU AY DA SERT DARALDI

İmalat sanayindeki daralma devam ediyor. İstanbul Sanayi Odası Türkiye İmalat PMI (Satınalma Yöneticileri Endeksi) raporuna göre, endekste takip edilen on sektörün tamamında üretim daralması yaşandı. Ekonomik büyümenin öncü göstergelerinden olan endekse göre iki yıldan uzun süredir ilk kez tüm sektörlerde daralma görüldü. Üretimde Kasım 2022’den bu yana en sert ivme kaybının yaşanmış oldu. Satış fiyatları enflasyonu da son dört ayın en yüksek seviyesine çıktı.

Endeks, ağustos ayında bir önceki aya göre 0,6 puanlık sınırlı artışla 47,8 değerine ulaştı. 50’nin altındaki değerlerin imalatta yavaşlamaya işaret ederken PMI, üst üste 5 ay eşik değer olan 50’nin altında kalmış oldu.

İmalat sanayindeki yeni siparişler de bir yıldan uzun süredir düşüş eğilimini sürdürüyor. Yeni siparişler, üst üste 14’üncü ayda da geriledi. Üretim endeksi, nisan ayından bu yana kesintisiz düşüşüne devam etti. İSO raporuna göre ağustos ayında üretimdeki gerileme son 21 ayın en yüksek oranında ve belirgin düzeyde gerçekleşti. Raporda, "Zorlayıcı ekonomik koşullar, fiyat artışları ve talepteki zayıflık, firmaların üretimi azaltmasına yol açan temel faktörler oldu" denildi. İstihdam hacmi, ağustosta da düşerek 7 aylık düşüş eğilimini sürdürdü. Endeks araştırmasına katılan imalatçılar, istihdamdaki azalmayı siparişlerde yavaşlama ile açıkladı. Raporda, Türkiye imalat sektörü ile ilgili "Talep koşullarındaki zayıflık üçüncü çeyrek ortasında da devam etti. Yeni siparişlerde temmuz ayına kıyasla hafif olmasına rağmen yine belirgin bir yavaşlama gerçekleşti ve bu durum firmaların üretim, istihdam ve satın alma faaliyetlerini de azaltmasına yol açtı. Ayrıca girdi stoklarında son bir yılın en hızlı düşüşü kaydedildi. Girdi maliyetleri keskin bir şekilde artmaya devam etti ve imalatçılar nihai ürün fiyatlarını bir önceki aya göre daha yüksek oranda artırdı” denildi.

(BİRGÜN)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder