15 Eylül 2024 Pazar

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" - 15 Eylül 2024 -

Derin ve lağımlı bataklık! -A.Cihan Soylu-

                                           Endüstrimizin koruyucuları (1883), Mayer Merkel & Ottmann lith

Yeni eğitim öğretim yılı neredeyse öğretmen ve öğrenci toplamı kadar sorun birikimiyle başladı. Dini siyaset ve ideolojiye bağlanmayı, tarikat-cemaat mensubiyetini, “ahlaklı, adil, onurlu bir toplum” için koşul gösterenler, 4 yaş çocuklarını “cihadı sürdürsünler diye” karanlık gölgelerin kabusuna sürüklemeyi bir üstünlük göstergesi olarak reklam ederken, kan tüccarı yobazlık ve lağımlı bataklık türü ahlak anlayışı, Narin Güran gibi çocukları kurban almaya devam ediyor. Toplumsal gelişme göstergelerinden biri olarak sunulmak üzere merdiven altı denebilecek türden “yüksek okul-üniversite” çoğaltmayla mezun olanların yüz binlerce açıkta kaldığı, sadece eğitim alanında resmi açıklamalara göre 100 bin öğretmen açığı olmasına rağmen 750 bin kişinin atama beklediği bir ülkedir Türkiye. Sağlık alanında çalışanlara yönelik ağır baskı ve saldırılar sonucu çok sayıda doktor ve hemşire yurt dışına gitmek zorunda kaldı. Erdoğan yönetiminin “Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı”, 3 milyon 792 bin 340 hanenin sosyal yardımla yaşadığını açıkladı. 15 milyon kişiyi aşan bir nüfusa tekabül ediyor. Açlık sınırı 20 bin, yoksulluk sınırı 65 bin TL seviyesini aştı. İstihdam edilebilir nüfusun yüzde 26’sı işsiz durumda.

Veriler, ekonomik-sosyal sorunların ağırlaşmasıyla toplumsal bazda çürüme, çözülüş, güvensizlik ve umutsuzluk tutumunun yaygınlaşması arasında önemli bağlantılar olduğuna işaret ediyor. Dayanışma, paylaşım, yardımlaşma, ortak sorunları birlikte çözmeye çalışma yerine bireycilik-bencillik, yalan ve iftira, rüşvetcilik, yağmadan pay alma, fuhuş, ensest ilişkiler, ihbarcılık (ispiyonculuk) yaygın davranış biçimleri olarak öne çıkıyor ve giderek artan şekilde kabul görüyor. 105 bin çocuğun kayıp olduğu; din yobazlarının 6 yaş çocuklarıyla evlilik olabileceğine fetva verdiği, çocuk katledip ardı sıra namaz kılıp uyuyan canilerin kol gezdiği bir ülke söz konusudur.

Bu tutum ve davranış biçimlerinin kapitalist sömürü sistemiyle, kapitalist çıkar ve rekabet ilişkileriyle bağlı olduğu kesindir ama bunların toplumsal boyutlu yaygınlığının burjuvaziyle sınırlı kalmadığı da bir o kadar açıktır.

Milyarderler ve milyonerler tabakası başta olmak üzere azınlık burjuva ve büyük toprak sahibi bir asalak sınıf sefahat ve debdebe içinde yüzer ve onun kiri toplumsal yaşamın her yanına bulaşırken, toplum, farklı kesimlerine farklı biçimde yansımakla birlikte çürüme, çözülüş ve kokuşmuşluk belirtilerini günden güne daha beter şekilde açığa vuruyor. İkiyüzlülük en üst düzeyde pirim yapmış durumda. Son yüzyılın en yoğun ve tutar olarak yüzlerce milyarı bulan yağma ve talanı, iktidar gücüyle payandaları tarafından yirmi iki yılda gerçekleştirildi. Pahalılık, yoksulluk, açlık ve asgari ihtiyaç maddelerinden yoksunluk yığınsal yıkım etkeniyle halk kitlelerini vuruyorken, kapitalizmin çamaşır yıkayıcılığına soyunan burjuva sosyologlarıyla uzlaşıcı politikacılar, çareyi uzlaşıda, yumuşamada, barışmada gösteriyorlar. 

Toplum zelzele dalgalarıyla sarsılırken, CHP yönetimi örneğin yarılmaları çimentolama  görevi üstlenmiş, yurttaş infiali türünden gelişmelerin yaşanmaması için “Erdoğan yönetimi gidiyor-biz geleceğiz ve sorunları çözeceğiz” nakaratı eşliğinde beklentici iyimserlik tabloları çizmekle meşguldür. Özel yönetimi, sözü ve pratik tutumunu işçi-emekçi kitlelerinin talepleri için birleşik bir mücadele gücü olarak hareket etmesine en küçük şekilde katkıda bulunmamasına son derece özen göstermektedir. Özel’in, Erdoğan’a “Erken seçim şartıyla dördüncü kez cumhurbaşkanı adayı olabilirsin” yönündeki çağrısı, CHP yönetiminin, anket şirketlerinin pohpohlayıcı verilerini toplumsal gelişmelerin yerine ikame eden bir tutumla Erdoğan-Bahçeli yönetiminin değirmenine su taşımaya hazır olduğunu gösteriyor. CHP yönetimi ve reklamı yapılan öndeki popüler politikacıları, Narin cinayeti gibi yığınsal tepki nedeni olan bir olay karşısında dahi “itidali elden bırakmayacak denli” düzen koruyucu bir tutum içinde olabildiklerine göre beterin beteri tutumlardan kaçınmayabilecekleri öngörülebilir.

İşçiler ve diğer tüm emekçiler, sermaye ve gericiliğin dayattığı ve egemen haliyle sürdürülmesinde yarar gördüğü ilişki biçimlerini, düşünüş ve hareket tarzlarını benimseyerek sömürü ve baskı sistemine karşı mücadelede başarıya ulaşamazlar. Emekçiler, üzerlerine şiddet araçlarıyla, baskıyla, işten atma, zindana kapama tutumuyla gelenlere boyun eğerek taleplerini elde edemezler. Proletaryanın iş ve çalışma koşulları, onurlu bir direniş çizgisinde toplumsal yaşamın değiştirilip dönüştürülmesinin dayanakları açısından da zemin oluşturup olanaklar sunar. İleri işçi ve emekçiler geri ön yargıların, köleleştirici ve aşağılayıcı anlayış ve bağnazlıkların aşılması, kadınlara ve çocuklara karşı olanları başta gelmek üzere insan soyuna yönelik caniyane saldırı, işkence, baskı ve yasakların son bulması için daha etkin şekilde mücadele etmek durumundadırlar. Kapitalist sömürü ilişkilerinin ürettiği ve burjuva egemen sınıf ve onun her türden tefessüh etmiş ilişkilerince yönlendirilen anlayış ve davranış biçimleri reddedilmeli, mücadelede birleşme tutumunun kitleselleşmesi için daha fazla çaba gösterilmelidir. Bu tutum çünkü kitleselleştiğinde değiştirici en önemli güce dönüşür.

***

Bataklıkta boğulmak, boğulmaların en kötüsü değilse de en kötü biçimlerinden biridir. Lağımlı bataklıkta boğulmak daha da kötü olmalı! İnsan soyunun çöplükte çürümüş çöp kokusu verecek bir davranışı kabullenerek yaşamayı kabullenmesi, lağımlı bataklıkta boğulmaktan da beterdir! “Kapitalizm”

                                                             /././

Çocukların korunmasına Ekim Devrimi deneyiminden bakmak -Aylin Okutan-

                                                  Fotoğraf: Vyacheslav Argenberg/Вячеслав Аргенберг

Hiçbir çocuğu temel hakların, bakımın, beslenmenin, sağlığın, eğitimin, kendini geliştirme ve gerçekleştirme olanaklarının dışında bırakmayan; hiçbir çocuğu devletin gözetimi, takibi ve koruma alanının dışında bırakmayan; her bir tekil çocuk hakkında sistematik bilgisi, takibi, planı, desteği olan ve bunları kimin ne zaman yapacağının belirlenmiş olduğu bir koruma sistemine ihtiyacımız olduğu açık. Türkiye’deki mevcut sistemi ele alırken de bunları yapmaya ne derece elverişli bir mevzuat, yapılanma ve pratik uygulama olduğu, sistemdeki boşlukların neler olduğu, neler yapılması/yapılmaması gerektiğini konuşur haldeyiz.

Tartışmalara eşlik eden hususlardan bazıları ideal çocuk koruma sisteminin işler hale gelmesinin mümkün olup olmadığı, mevcut kapitalizm koşullarında olanaklı olup olmadığı/nereye kadar olanaklı olduğu, hangi koşullar ve sistemlerde mümkün olduğu soruları oluyor. Bu yazıda, ihtiyaç duyulan sistemin pratik detaylandırılmasından ziyade bahsettiğimiz bu eşlikçi sorulara Ekim Devrimi ve Sovyetler deneyiminden bakarak yanıtlar arayacağız. Sovyetler deneyiminin derinlemesine ele alınması bu yazı sınırlarında mümkün olmadığından, belirli kritik konulara kısaca değineceğiz. Okuyuculara 100 yıl öncesini ele alırken, buna bugünden ve bugünün olanakları ile bakmak yerine, o zamanın mevcut koşullarını göz önünde bulundurarak değerlendirme yapmalarının önemini de hatırlatalım.

Ekim Devrimi’ni takiben sosyalist düzenin inşasında çocukların korunması ve sağlıklı bireyler olarak yetiştirilmesi önemli bir görev olarak göründü. Bunların hem yasal güvenceye kavuşturulması hem de uygulamada hayata geçirilmesine yönelik atılan adımlar önemli sonuçlar oluşturmuştur. Benzer şekilde kadınlar için yapılan düzenlemeler de çocukların durumlarına doğrudan etki etmiştir.

DEVRİM SONRASI YASAL DÜZENLEMELER

Ekim Devrimi sonrası çocukları da ilgilendiren çokça yasal düzenleme gerçekleştirilmiştir. Bunlardan Sovyet Aile Hukuku ve Moskova Çocuk Hakları Bildirgesi’nin konuyla bağlantılı olarak hatırlanması önemli.

Ekim Devrimi’nden çok kısa süre sonra 1918 yılında Sovyet Aile Hukuku düzenlendi. Sovyet Aile Hukuku’nun amaçlarından biri çocuklar üzerinde devletin koruma rolünü düzenlemekti, çocukların korunması, bakımı, sağlıklı bir şekilde büyümesi ve eğitilmesi, devletin en önemli görevlerinden biri olarak tanımlandı. Evlilik ve boşanmada kilise devre dışı bırakıldı ve bunların devlet tarafından yürütülmesi sağlandı, boşanma sonrası çocuk velayetinin devlet tarafından belirleneceği düzenlendi. Evlilik dışı doğan çocukların haklarının diğer çocuklarla eşitlenmesi temin edildi. Ebeveynlerin çocuklarını ihmal etmeleri durumunda, devletin müdahale yetkisi tanımlandı. Boşanma durumunda çocukların velayeti genellikle anneye veriliyor ve çocukların bakımına ilişkin mali destek düzenlemeleri getiriliyordu. Çocukların eğitim ve sağlık hizmetlerine erişimi yasalarla güvence altına alındı. 1918'de yürürlüğe giren diğer yasalarla birlikte çocukların eğitim ve sağlık alma hakkını vurguladı ve bu hak devlet tarafından ücretsiz olarak sağlandı.

Moskova Çocuk Hakları Bildirgesi yine 1918 yılında oluşturulan bir belgedir. Ekim Devrimi sonrası çocuk haklarının temel taşı olarak kabul edilir, aile hukuku gibi devletin çocukları koruma sorumluluğunu ifade eder, tüm çocukların sağlıklı bir şekilde büyümesinde devlete yükümlülük verdi. Bildirge ile çocuk ayrı bir birey olarak tanınır, hiçbir koşulda ebeveynlerinin, toplumun veya devletin mülkiyeti olarak görülemeyeceği belirtildi. Her çocuğa ebeveynlerinin durumundan bağımsız olarak uygun yaşam koşullarının sağlanması hakkı tanındı. Çocukların fiziksel ve zihinsel sağlıklarının korunması öncelik haline getirildi, çocukların sağlık hizmetlerine ücretsiz erişim hakkı tanındı. Eğitimin tüm çocuklara ve ücretsiz olarak verileceği düzenlendi, ayrıca çocuğun nasıl bir eğitim kurumunda eğitim göreceği konusunda karar verme hakkı tanındı, kendine uymayan eğitimi reddetme hakkı tanındı. Çocuklara kendi yaşamları ile ilgili düzenlemelere katılma hakkı tanındı, yine örgütlenme hakkı vurgulandı. Çocuğa kendisine kötü bir eğitim veriyorlarsa ebeveynlerinden ayrılma hakkı verildi, ailesinden ayrılma hakkı herhangi bir yaşında geçerli olarak tanımlandı, devletin bu durumda çocuğun maddi koşullarının kötüleşmeyeceğini garanti etmesi gerekliliğine yer verildi. Aile, toplum veya devletin çocuğu herhangi bir dinin öğretilmesine veya ritüellerini uygulamaya zorlayamayacağı vurgulanarak dini eğitim özgür iradeye bırakıldı.

ÇOCUKLARIN ŞİDDETTEN KORUNMASINA YÖNELİK SİSTEM

Sovyetlerde çocukların korunmasında merkezi bir kontrol sistemi kurulmuştu ve çocukların ailelerinden ya da başka şekillerde şiddete uğrama durumları da bu sistemle izleniyordu. Bu merkezi koruma sisteminde bakım, eğitim ve sağlık gibi temel hizmetler önemli bir yer tutuyordu. Bakım, eğitim, sağlık gibi hizmetler ücretsiz, eşit, tüm çocuklar için, sürekli ve kapsayıcı olarak yürütülüyordu. Bu hizmetlere, sadece çocukların bu haklara ulaşması açısından değil, aynı zamanda güvenli bir şekilde büyümelerinde ve korunmalarında da önemli sistemler olarak bakılıyordu. Bakım, eğitim, sağlık ve sosyal hizmetler sunan merkezler aracılığıyla çocukların durumlarının yakından takip edilmesi hedeflendi. Çocukların şiddete uğrayıp uğramadıkları da bu hizmetler ve hizmetleri sunan merkezler aracılığıyla izleniyor ve tespit ediliyordu.

Sovyetlerde bahsi geçen böylesi bir koruma sistemi, aslında Türkiye’de de olması gerektiğini tartıştığımız bütünlüklü çocuk koruma sistemi modeli ile benzeşiyor/örtüşüyor. Yani sağlık, eğitim ve sosyal hizmet kurumlarının çocuğun anne karnından itibaren izlendiği, desteklendiği, her türlü ihtiyaçlarının karşılanmasının garanti altına alındığı, olası zorlanmaları ve riskleri tespit ederek çocuğun ve ebeveynin desteklendiği, şiddet ya da farklı sorunların ortaya çıkması halinde hızla tespit ederek gerekli müdahale ve destek hizmetlerinin verildiği; kısaca istisnasız tüm çocukları içine alabilecek, koruyacak, riskleri ortadan kaldıracak, her şeye rağmen sorun yaşanması halinde erken müdahale edebilen, müdahaleyi de zamanında ve yeterli şekilde yapan bir koruma sistemi.

Türkiye’de bahsi geçen sistemin net bir şekilde kurulması ve işlemesinin önünde çok önemli sorunlar bulunuyor. Bunlardan bir kısmının mevzuat eksikleriyle, bürokrasi ile, kamu kurumları ve hizmetlerdeki gerilemeler, bilgi ve yaklaşım yetersizliği, kamu iradesinin eksikliği, beceriksiz idareciler vb. çokça uygulama zayıflıkları ile ilgili olduğunu biliyoruz. Ancak Türkiye’de bu sistemin etkili şekilde oluşmasının önündeki kritik engellerin başında koruma sisteminin önemli basamakları olan eğitim ve sağlık hizmetleri ile bakım hizmetlerinin durumu geliyor. Mevcut ekonomik iktisadi sistem bu hizmetleri herkes tarafından ulaşılabilen, yaygın, ücretsiz hizmetler olarak değil kâr odaklı, sermayenin çıkarına işleyecek hizmetler olarak yapılandırdığından bu sistemin çocuklara ulaşabilmesi de oldukça sınırlı kalmaktadır. Çocukların korunmasında temel olması gereken hizmetler giderek istisnai olarak ulaşılabilen hizmetler olduğu sürece sistemin de sağlıklı işleyebilmesi zordur. Sağlık hizmetine sadece ulaşamayan, iyi ihtimalle sadece hasta olduğunda sağlık hizmeti alan bir çocuğun sağlık sistemi tarafından etkin şekilde izlenebilmesinden ve desteklenmesinden bahsetmek mümkün değildir.

ÇOCUĞA VE ÇOCUĞA YAKLAŞIMIN AYIRT EDİCİ ROLÜ

Üzerinden 100 yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen Sovyet deneyimini hâlâ en ileri kapitalist sistem mekanizmalarından da ileride tutan ayrım tam bu noktadadır. Çocuğa ve çocuğa sunulması gereken hizmetlere nasıl yaklaşıldığı, bunların nasıl yapılandırıldığı belirleyici bir noktadır. Sovyetlerde çocuklar toplumun bir parçası olarak görülür ve çocuklarla ilgili tüm konularda devlet çok net ve geniş sorumluluk üstlenir. Çocuk yetiştirme ve çocukların korunması da sadece ailenin değil devletin görevi kabul edilir ve devletin görevini yerine getirmesi yaygın ve çok yönlü, ücretsiz bakım, eğitim, sağlık hizmetleri ve bunlar etrafında şekillenen koruma halkası ile sağlanır. Sovyetlerin bu hizmetlerin sunumunda gösterdiği ilerleme ve ufuk (Bu hizmetlerin detayları farklı yazı, kitap ve makalelerde ayrıntılı olarak ele alınmaktadır) halen en başarılı uygulamalar arasındadır. Kapitalizmin odağında ise çocukların sağlıklı gelişimlerinin temin edilmesi yoktur, bu nedenle hizmetlerin planlanmasında çocuk ve çocuğun korunma ihtiyaçları temel dikkat noktası değildir.

Bu nedenlerle çocuk koruma sisteminin tam ve gerçek şekilde hayata geçebilmesini mümkün kılacak noktalardan biri de çocukları hizmetlerden dışlayan sistemle ve sonuçları ile hesaplaşmaktır.

                                                           /././

Şu hayali ‘aynı gemi’ ve ‘yüzsüzler’...-Mustafa Yalçıner-

Erdoğan yine şu “gemi”den söz etti. Nerede ve hangi bağlamda söz ettiğinin bir önemi yok.

Bir hayali “gemi” varmış Erdoğan’a bakılırsa. Nerede bu “gemi”, seyir halinde mi,  bir limana mı demirlemiş -belli değil ya da söylemiyor.

Hangi “gemi” peki? Şu Boğazda her gün defalarca gidip gelerek, İstanbulluları işe ve eve taşıyıp duran feribotlar mı örneğin? Ya da yine “akbil”le yolcu taşıyan Boğaz motorları mı? Yoksa İzmir Körfezi’nde Konak-Karşıyaka seferi yapan feribotlar mı?

Bunlardan biriyse, “hepimiz” sığmayız hiçbirine. En babayiğitleri alsın alsın üç beş yüz yolcu alır! Hem bizzat Erdoğan’ın kendisi örneğin, annesinin elinden tuttuğu günlerde, küçük bir çocuk ya da İETT çalışanıyken binmiştir Boğaz’ı arşınlayan feribotlara. Ya sonra? Şimdi örneğin? Erdoğan’ın artık hiç feribot kullanmadığı kesin. Boğaz’ı ya hiç değilse şeritleri kapatılmış yol ve köprülerden ya da helikopterle geçiyor artık. Yani? Yani, boğaz yolcuları artık Erdoğan’la “aynı gemide” değiller! Bizler feribottaysak, Erdoğan helikopterle tur atmalarda.

Ancak anlaşılıyor ki, mahut “gemi” Boğaz feribotları hatta petrol taşımacılığı yapan şilepler falan değil. Ne eski başbakanlardan Binali Bey’in oğlunun gemilerinden biri. Ne Erdoğan’ın oğlu Bilal’e ait olduğu iddia edilen ve İsrail’e mal taşıyan Manta Denizcilik’e ait “Halit Yıldırım” adlı olanı ne de yine onun kardeşi ve eniştesiyle birlikte kurduğu BMZ Grupa ait gemilerden biri.

Erdoğan’ın “gemisi” tamamen hayal ürünü. Aslında yok böyle bir “gemi”. Erdoğan “gemi”yi imge olarak kullanıp “derdini” anlatmaya çalışıyor. Demek istiyor ki “Hepimizin dertleri ve sevinçleri ortak”! Ona göre, “Kaderimiz ve çıkarlarımız ortak”!

Gemi imgesi ve “Hepimiz aynı gemideyiz” tevatürü ya da “tasada, kıvançta, ve tabii ki çıkarda ortaklık”, “çıkar birliği” -böyle miyiz sahi?!

Gemiciklerin sahibi Bilal Bey’le bir “çulsuz” ya da o gemiciklerden birinin bir tayfası bile “aynı gemide” değiller! Gerçekte Bilal Bey o gemilere hiç binmez, sadece gelirlerini tatlı kârlar olarak cebine atar. Tayfa, Bilal olmadan Bilal’in gemisinde çalışır! İstiare türünden bir şeyse ve gemi hayaliyse, Bilal Bey’le tayfa nasıl “tasada ve kıvançta ortak” olabilir? Hele çıkar birliği mümkün mü?

Gemi hayalinden yürüyelim. Bir asgari ücretli işçiyi ya da işçi sınıfının büyük çoğunluğunu oluşturan asgari ücretli işçileri bir yana koyalım bir yana da Sabancı ya da Koç ailelerinden birinin bir ferdini veya Limak, Cengiz Holding gibi tekellerin patronlarını. Aralarında ne tür bir yakınlık ve çıkar ortaklığı olabilir? Tasa ve kıvançlarının benzer olması ihtimali var mıdır? İşçiler nasıl geçinecekleri, ay sonunu nasıl getirecekleri, hele ne edip de şimdi çocuklarının okul masraflarını karşılayabilecekleri derdindedir. Mehmet Cengiz gibileriyse millete küfür etmenin yanında nerede tatil yapacaklarını, öğle yemeğini Roma’da mı Paris’te mi yiyeceklerini düşünmekle meşguller. Ve tabii İşçi Ahmet asgari ücreti üç kuruş geçen ücretinin bordrodan kesilen vergisine yanmadadır. Beylerimiz, tüm devlet ihalelerini almış, yıllardır “matrahsız” deyip ödemedikleri vergileri ceplerini ısıtırken zil takıp oynamadalar! Kader ortaklığıymış! “Aynı gemide”ymişiz!

Emeklilerin maaşları yeni 10 bin TL’yi az geçti. Ya hayali “gemi”den söz edip “hepimiz aynıyız”, “derdimiz, tasamız, sevincimiz ortak” demeye getiren Erdoğan’ın bizzat kendisi? Emekliyle Erdoğan’ın hangi tasası ya da çıkarı ortak olabilir? 12 bin 500 yüz nerede; “örtülü ödenek”, 13 uçak, tonlarca araba ve onca sair gelir bir yana Erdoğan’ın sadece maaşı nerede? 183 bin TL kaç emekli maaşı eder? O hayali “gemi” gerçek olsa, Erdoğan tek koltukta otururken, emeklilerin en az 15’i birden bir koltuğa sığmaya çalışacak demektir!

Ve M. Şimşek Bey! O tüm işçi ve emekçilerin ensesinde boza pişiren acımasız beyefendi. Asgari ücrete temmuz zammını bile engelleyen zat! İşçileri işsizliğe mahkum eden Hazine Bakanı. Şimdi çıkmış vergi yüzsüzlerini açıklayacağını söylüyor. Kim bilir kimleri açıklayacak? Haydi, tüm ihaleleri toplayıp bütün havaalanı ve yolları hazine garantileriyle haraca bağlayan ama yıllardır vergi nedir bilmeyen “yüzsüzleri” açıkla. Yoksa, gerçek yüzsüzler görülecek!

                                                             /././


Aileler çocuklarını MEB’den kurtarmaya çalışıyor: MEB eğitime, çocuklara, topluma zararlı hale mi geldi? -Adnan Gümüş-

Daha öncesinde de sorunluydu da son 10-12 yıldır tümden bambaşka bir hal aldı. Aileler işi gücü bırakmış bütün yazını, hatta ömrünün en güzel on on beş yılını büyük bir kaygı panik içinde çocuklarını gönderebilecek okul, çocuklarını okutabilecek öğretmen aramakla geçiriyor. 

En saf soru şu: Etrafta çocukları eğitebilecek doğru düzgün okul yok mu, çocukları eğitebilecek doğru düzgün öğretmen yok mu? Az çok fiziki olarak okul binası ve personel olarak öğretmen varsa, o halde, bu binaların eğitim okulu olması, bu öğretmenlerin eğitim yapması engelleniyor mu?

Yeni bir okul/öğretim yılı yeni başlayanlar için geçen hafta, ara sınıflar için bu hafta başladı. Öğretim yılı olduğu açık da gerçekten eğitim yılı mı başlıyor? MEB öğretim bakanlığı olabilir de gerçekten eğitim bakanlığı mı?

ÖĞRENME VE ÖĞRETİM KÖTÜYÜ DE İÇERİR, EĞİTİM SADECE İYİYİ

Öncelikle üç temel kavramın arasındaki farkı açıklığa kavuşturalım. Doğuştan ve doğadan gelmeyip sonradan edinilen her tür şey alışkanlık, öğrenme ve öğretim ile olur. 1-Öğrenme en geniş kavramdır, başkasının/sosyal grubun bir etkisi olmadan kendi yaşam şartlarından edinilen de öğrenmedir. 2-Öğretimde bir başka insan müdahalesi girer, bir başkasının etkisi olan iyi kötü her tür edinimler öğretimdir. 3-Eğitim ise bir fikirdir, bu fikir salt olumludur, gerçeklik ve hayat bilgisidir, iyidir, güzeldir, doğrudur; dünyayı anlamak, potansiyelleri görmek ve gerçekleştirmek, doğru karar almak, iyi güzel mutlu özgür bir yaşam oluşturmak için öğretiliyorsa bu eğitimdir.

Örneğin kötülüğü öğretiyorum denebilir ama kötülük için eğitiyorum denemez, eğitim kavramına aykırıdır.

Narin’in, Narinlerin katilini, katilleri yetiştirmek de alışkanlık ve öğretimden kaynaklanır ama eğitim değildir.

BİR ÇOCUĞU, BİR TOPLUMU MAHRUM BIRAKARAK ÖLDÜRME YÖNTEMİ: AÇ BIRAKMA, ZİHİNSEL YOKSUN BIRAKMA, DOGMA/ÖĞRETİ TELKİNİ

Son 25 gündür Narin’in, tek bir değil binlerce Narin’in bizzat katline kilitlenmiş bulunuyoruz. Tek başına Narin’in katli arkasında çok büyük bir yanlış geleneği, çok büyük bir makro yapılanmayı, yanlış öğretimleri işaret ediyor.

Buradaki ana soru, Narin’in katline yol açan sebeplerin/ şartların, bu katillerin yetiştirildiği sosyokültürel ve ekonomi politik yapılanmanın, katilliğin yapısının ne olduğudur.

Narin katledildi.

Milyonlarca Narin de katledilmeden öldürülüyor, susuz bırakılarak yoksun bırakarak kurutuluyor, öldürülüyor.

Aşiret, iktidar, nema, patriyarka, din, tarikat iç içe geçmiş, insanlık dışı bir yapı oluşturuyor, tahsil edilen kötülük oluyor, katliam oluyor, katillere ve mağdurlara, ezenlere ve ezilenlere yol açıyor. Böyle bir öğretim yapısından böyle tahsiller çıkıyor.

Aşiretleri, yanlış gelenekleri, yanlış öğrenme ve öğretimleri düzeltecek olan daha büyük güç tekeli olan devlet/resmi kurumlar, en başta da okullardır. Bunun birincil dereceden sorumlusu MEB ve YÖK’tür, Kültür Bakanlığıdır, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığıdır, Diyanettir.

Peki, bu resmi kurumlar ne yapıyor?

Bu resmi kurumlar yoksun bırakmayı, dahası boşalttıkları niteliklerin yerine dogmatik olanı dikte etmeyi temel politikaları haline getirerek örgütlü resmi kötülük yapıyor, sadece bir Narin’e de değil hemen tüm çocuklara ve tüm topluma kötülük yapıyor, kademe kademe zihinlerini, insanlıklarını öldürüyor.

Yoksun bırakmanın, öldürmenin de çok sayıda tür ve çeşitleri bulunuyor.

MEB’İN ÇOCUKLARA VE AKLA ZARAR ÖNCELİKLERİ: NAKLİ İLİMLER, İMAM HATİP, TARİKAT, MESLEK ORTAOKULU, MESEM, AHİLİK, HARP AKADEMİSİ…

MEB eğitimi değil de AKP ve milli görüşün öğretimini, dahası iktidar ve tefeci bezirgan komprador taşeron kesimlerin çıkarlarını öncelik haline getirmiş bulunuyor. Tüm müfredat, haftalık ders saatleri, ders içerikleri dinci tarikatçı anlayışla biçimlendirilmeye çalışılıyor, okul türü olarak sıbyan, imam hatip, MESEM, meslek lisesi, en son meslek ortaokulları öncelikli amaç edinilmiş bulunuluyor.  Akli ilimler/ bilim felsefe sanat değil varsa yoksa nakli ilimler dayatılmaya çalışılıyor.

Cehaletten öte MEB bir yandan aklın vicdanın özgürleşmesini köreltmeye, bunun için farklı olasılıkların görülmesini engellemeye, yani zihinsel bilişsel moral YOKSUN bırakmaya, dahası sadece yoksulları da değil tüm toplumu NİTELİKLİ EĞİTİMDEN MAHRUM bırakarak kendi din ve çıraklık merkezlerine mahkum etmeye uğraşıyor, bu konularda çok da yol aldı. Proje okulları altında akademik olarak başarılı okulların partili idarecilerin yönetimine alınması, öğretmen liselerinin tümden kapatılması, YÖK ve üniversitelerin zapturapt altına alınmaya çalışılması, rektör atamaları, Boğaziçi örneği, anaokulu yerine sıbyanların/Kur’an kurslarının, genel okul yerine imam hatiplerin, çok yönlü yetişme ve potansiyellerini gerçekleştirme yerine MESEM ve meslek liselerinin, örgün okul yerine açık öğretimin teşviki, en kritik olanı da tüm değerlerin dine/Sünniliğe/tasavvufa, ahiliğe bağlanmaya çalışılması, tüm derslerin/içeriğin nakli ilimlerin önceliğine bağlanmaya çalışılmasıdır.

Çocuklar, gençler, tüm toplum bir yandan daha niteliklisinden/iyisinden/olumlusundan yoksun bırakılarak, aynı zamanda yerine daha dogmatik ve hiyerarşik olanı dayatılarak yavaş yavaş öldürülüyor.

HARP AKADEMİLERİ OLAYI: ANNE BABASI AKP’Lİ ÇOCUKLAR GENÇLER DE BU DAR VE SIĞ KALIBA SIĞMIYOR

Narin ile birlikte bir diğer tartışma konusu harp akademileri mezuniyet törenindeki resmi yemin yanında yeni mezun teğmenlerin Atatürkçülük yemini oldu.

Akademinin temel konusu olan harp, çok ayrı bir konu, onun eğitim ve toplum bakımından anlamını tartışmaya girmeyeceğim.

Ama resmi yemin dışında ikinci bir yemin, kılıç/seyfiye erbabının kılıç çatması çok önemli bir olayı gösteriyor:

Kanaatim o ki; bu çocuklar MİT, emniyet, askeri istihbarat, hatta SADAT ve AKP kurmaylarınca sıkı bir elemeden geçirilerek harp okullarına alınmış, kanaatim o ki, neredeyse tamamı AKP veya çevresindeki ailelerden/hanelerden seçilmiş durumdalar.  

Ama sonuçta bu çocuklar da AKP’nin, milli görüşün, MİT’in, ordunun bazı dar resmi tanımlanmış kalıplarına sıkıştırılamıyorlar, ne yapılırsa yapılsın tümü birden gençliğin dinamizmini ve insanlığı zorlayan kalıplara tümden sıkıştırılamıyorlar.

Nereden seçerlerse seçsinler, istedikleri kadar elesinler, istedikleri kadar kalıba dökmeye çalışsınlar, çocuklar gençler bu giydirilmeye çalışılan giysiye, dayatılan kalıplara sığmıyor, biçilen bu kalıplar gençlere, hepimize, bu dünyaya çok dar geliyor.

EĞİTİM; GÖZÜN, ZİHNİN, SAĞDUYUNUN ÖZGÜRLEŞMESİ, KAVRAYIŞ VE GELİŞİM SÜRECİDİR: DAR DOGMATİK KALIPLARA SIĞMAZ

MEB eğitime zararlı hale mi geldi ki, hemen tüm aileler MEB’in resmi dayatmalarından/okullarından kurtulmak, doğru düzgün eğitim verecek okullar/öğretmenler bulmak için gecesini gündüzüne katıyor.

Eğitim arayışı zaman bulma, olası tüm potansiyelleri özgürce görme, dikkate alma, bunlar arasından yapılacakları önceliğe alma, uzun bir süreç ve büyük bir akıl bilim emek işidir.

MEB’in temel aldığı 1-artık 600-700 yıl öncesine dair MESEM/ahilik anlayışının yamaklık/çıraklık/fedailik kalıbı, 2-akılla ve bilimle beslenmeyen öğreti kalıpları/ nakli ilimlerin kalıpları, 3-yurttaşlık ve çağdaş ufuklardan uzak düşen partiye milis yetiştirme emir komutasına bağlı AKADEMİ anlayışı, ÖZETLE dinci görüşün/milli görüşün salt Sünnilik ve tarikat anlayışına dayalı DİN DERSLERİ/ DİNİ DEĞERLER telkini, salt dinci yetiştirmeye yönelik İMAM HATİP OKULLARI, MESEM türü, MESLEK ORTAOKULU türü  çocuk sömürüsü/emek sömürüsünü besleyen anlayışları, AHİLİK/FEDAİ yetiştirme arayışı, tüm bu kalıplar ne çocuklarımıza ne çağa ne ufka/ ne de geleceğe uyuyor.

Eğitim yapmayı bir yana bırakalım, daha kötüsü eğitime zarar haline dönüşmeye başlamış MEB’in bilim akıl felsefe sanat sağduyu kurumu, “eğitim kurumu gibi eğitim kurumu” haline getirilmesi; bu ülkenin, çocuklarımızın, dünyanın geleceği için öncelikli sorumluluğumuz olmalıdır.

Aklımızı vicdanımızı çocuklarımızı bu dar kalıplara ve dogmacılara teslim edemeyiz. Bilimimizi, sanatımızı, aklımızı, düşüncemizi, okullarımızı, çocuklarımızı, toplumu, dünyayı savunalım.

Çocuklarımız, toplumumuz kötüsünden mutlu değil; daha iyisi varken iyisine güzeline niteliklisine yönelmek ve bu uğurda yapılanlar, yapılacaklar mutluluktur.

Kötüsüne karşı mücadele etmek iyidir, mutluluktur. Kendi başına herkes için erek/amaç edinilebilecekler uğruna bir şeyler yapmak iyilik, güzellik, mutluluktur.

                                                             /././

Kılıcı asıl sallayanlar kimler? -Ahmet Yaşaroğlu-

Bu ülke 1960 Darbesi, Albaylar Kalkışması, 12 Mart yarı askeri darbesi, Amerikan iş birlikçilerinin generaller çetesine yaptırdığı 12 Eylül askeri faşist darbesi, 28 Şubat “Postmodern Darbesi”, 15-16 Temmuz Darbe Girişimi ve sonrasında tek adam darbesi vb. gibi çok darbeler ve darbe girişimleri gördü ama “teğmenler darbesi” diye bir darbe henüz literatürde yok, girme ihtimali de yok. Ordunun üst kademesi ise tek adamın figüranları gibi hareket ediyor. Dolayısıyla Erdoğan’ın darbeciliği ima ederek “O kılıçları kime çekiyorsunuz?” çıkışının herhangi bir darbe tehlikesine karşı olmadığı kesin. Harp okullarında mezuniyet törenlerinin alışıldık ritüeline, epeyce bir düşünülüp -sekiz gün geçmişti- taşınıldıktan sonra böyle bir tepki verilmesinin ardında başka hesapların olduğunu görmek gerekiyor.

Erdoğan açısından asıl sorun teğmenlerin kılıcı değil, iktidarın ekonomide büyük sermayenin çıkarları için halka salladığı keskin kılıcın kanattığı yaraların nasıl üzerinin örtüleceği, kitlelerin nasıl bölüneceği ve muhalefetlerinin nasıl dizginleneceğidir. Üstelik bu açıklamayı 21. İmam Hatipliler Kurultayında yapmış olması amacın şifrelerini açıklayan bir özellik taşıyor. Bu açıklamadan birkaç gün sonra gelen “İç cepheyi güçlü tutmalıyız, bunun için siyasilere sorumluluk düşüyor” çağrısı da asıl hedefin ne olduğunu bütünüyle açığa vuruyor. O halde sormak gerekiyor, darbe korkuluğu sallanarak kime karşı ve ne için cephe çağrısı yapılıyor?

Bu soruların yanıtlanması Erdoğan’ın teğmenler çıkışının asıl amacının ne olduğunun daha iyi anlaşılmasına yardım edecektir. Bu açıklamalar sermaye iktidarının IMF’siz IMF programı uyguladığı, IMF’ye niyet mektubu niteliği taşıyan OVP hedeflerini “güncellediği” günlerin ardından yapılması taşlarının yerli yerine oturmasını sağlıyor. Orta vadeli program işçi ve emekçi halka köklü ve genel bir saldırıyı bir üst kademeye sıçratmıştı. Yeni yapılan “güncelleme” bu saldırıyı genişletip, şiddetlendiriyor. Daha önce asgari ücrete gerçekleşen değil, hedeflenen enflasyon oranına göre zam yapılmasını karara bağlamış, temmuzda yapılması gereken zammı da ortadan kaldırmıştı. Şimdi Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi düzenlemeleriyle kıdem tazminatına el uzatılıyor, esnek ve güvencesiz çalışma yasallaştırılıyor, emeklilikte 70 yaş seslendiriliyor. Ama elbette sermaye ve iktidarın saldırısı bunlarla sınırlı değil. Asgari ücrette olduğu gibi taban fiyatında da artık hedeflenen enflasyon kıstas alınacak. Organize sanayi bölgelerindeki vahşi sömürü organize tarım bölgeleri ile tamamlanacak. Tarımda küçük ve orta üretim tekellerin çıkarı için bütünüyle tasfiye edilecek, küçük mülk sahipliği tarihe karışacak.

İktidarın ve sermayenin saldırısı genişliyor, şiddetleniyor ve genelleşiyor. 80 milyonluk ülkenin en az 70 milyonu bu saldırının doğrudan hedefi durumunda. Zamlar otomatiğe bağlandı, yüksek enflasyon gelirleri sürekli kemiriyor, kış başta enerji olmak üzere ek masrafları beraberinde getiriyor, açılan okullarda çocuklar açlığın ve yoksulluğun pençesine terk ediliyor. İktidarın salladığı kılıç halkın kolunu, bacağını, boğazını kesiyor. Geçen her geçen gün, doğan her yeni güneş halkın acıları üzerine doğuyor. Buna karşın işçiler mevzi direnişlere ve mücadelelere, emekliler seslerini yükseltmeye, tarımda küçük ve orta üreticiler uygulanan vahşi politikalara karşı eylemlere yöneldiler. Halkın hoşnutsuzluğu büyüyor, öfkesi kabarıyor.

Erdoğan’ın bütün bunlara karşı bulduğu çare halkı kutuplaştırma denemesine yeni baştan başlamak oluyor. Bir darbe korkuluğu yükseltiyor, mütedeyyin kitleler üzerinde aşınan etkisini yeniden güçlendirme, kendi cephesini birleştirme ve sağlamlaştırma hamlesine yöneliyor. Ama köprülerin altından çok sular aktı. Erdoğan her geçen gün biraz daha eriyen destekçi kitlesini tutmaya ve ayağa kaldırmaya çalışsa da kitlelerin içinde bulunduğu kötü yaşam koşullarının en başta gelen sorumlusu olduğu gerçeği karşısında etkisiz ve çaresiz bir duruma düşüyor. Halkın içinde bulunduğu maddi yaşam koşulları ile Erdoğan’ın onları çağırdığı ideolojik, politik hattın çıkarları birbirine bütünüyle karşı. Bu nedenle de çareyi daha fazla şiddette ve gericiliği körüklemekte arıyor. Ana muhalefet partisinin etkisizliği ve beklemeciliği, yasak savma kabilinden eylemleri, sendikaların da benzer tutumu işçi ve emekçi kitleleri daha ileri eylemlere yönelme konusunda şimdilik frenliyor. Ama nereye kadar?

Birkaç yüz teğmen kılıcında darbe hazırlığı gören ama halka salladığı kılıçla onu korkutacağını sanan tek adam yönetimi halkın en sert tepkisi ile henüz karşılaşmadı. Ama bu tepki birikiyor, olgunlaşıyor ve kararlılığını artırmanın hazırlıklarını yapıyor. Bugün ortaya çıkan birbirinden yalıtık her eylem ve mücadele aynı kanala akan küçük akarsular gibi kabaracak ve elbette yatağına sığmayacak bir duruma da gelecek. O zaman ellerinde yalın kılıç halka saldıranları hiçbir kalkanın kurtaramayacağını göreceğiz.

                                                             /././

Cevdet Yılmaz harçlık değil hesap vermeli: İşgücü uyum programı hikayesi -Arif Koşar-

Kamuda “Haftada 3 gün gitmeli” ve “Harçlık ödemeli” yeni bir işgücü uyum programı ilan edildi.

Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz ayrıntıları açıkladı: Amaç işsizliğin azaltılması, “Çalışma hayatı dışındaki bireylerin çalışma disipliniyle tanıştırılması ve istihdam dünyasına kazandırılması”.

Kulağa hoş geliyor. Kimileri “En azından harçlık olur, boş kalmazlar” diye düşünüyor. Mantık şöyle: İşsizlik ölümse, harçlık bir nevi sıtma. Sıtmaya razı olalım.

Hükümetin planı ise olağanüstü: Milyonlarca işsizin olduğu bir ülke yarat, üstüne insanları harçlıkla çalıştır ve iyilik yapmış gibi görün.

Yine de en Pollyanna bakış bile hikayedeki hileyi görebiliyor.

Açalım:

1. Bu program işsize iş sağlamıyor

Cevdet Yılmaz, her ne kadar amaç işsizliği azaltmak diyorsa da bu uygulama ile işsizlik elbette azalmıyor.

Öncelikle uygulama haftada 3 gün. Günlük 566 TL cep harçlığı. Haftalık 1698 TL, aylık 7 bin 924 TL. Asgari ücretin yarısı bile değil. Yol parası yok. Yemek parası yok. Günlük 200 TL olsa sadece dışarıda yemek masrafı 3 bin TL’ye yakın.

Şimdi, cep harçlığı ile çalıştırılan birisi için, “Artık işsiz değil” mi diyeceğiz.

Mesela bu insan cep harçlığıyla kirasını ödeyebilecek mi?

İhtiyaçlarını karşılayabilecek mi?

Yılmaz da bunun farkında: “Aynı zamanda eğer isterlerse başka bir işte çalışma imkanına da sahip olmuş olacaklar.”

Sayın Yılmaz, akıl izan, dalga mı geçiyorsunuz? Başka bir iş imkanına sahip olsalar niye harçlıkla çalışsınlar?

Yılmaz şunu demek istiyor da, diyemiyor: “Bakmayın lüks mekanlarda toplantı yapıp hava attığımıza. İşsizlik, istihdam diye koca koca laflar ettiğimize. Harçlık veriyoruz harçlık. Bununla yemek yer, çay içersiniz. Belki biraz da market. Benim size bir ayda verdiğim harçlık tek bir uçak seyahatimi beeeeeelki karşılar. Gidin başka bir işte daha çalışın. Üç gün bize, dört gün başkasına. Tabii iş bulabilirseniz.”

Özetle bu bir iş değil. Bedavaya yakın çalışmak. Köle gibi. Harçlıkla, yol ve yemek karşılığında.

2. Devlet ucuz iş gücü arıyor

Cevdet Yılmaz heyecanlı, ağzında bakla ıslanmıyor. “Program, daha az maliyetle daha fazla kişiye ulaşma imkanı sunacak” diyor.

Daha az maliyet? Kim için? Hükümet için…

Ancak Yılmaz’ın “daha az maliyet” dediği emekçiler için daha fazla yoksulluk, geçim derdi, stres, huzursuzluk, adaletsizlik demektir.

Ama dediği doğru: Ucuz iş gücü eşittir düşük maliyet.

Dolayısıyla, Şimşek ile IMF’ye gerek kalmadan “kemer sıkma” programı uygulanırken, bu iş gücü programı daha da bir anlam kazanıyor.

Şimşek programında “tasarruf” vardı, kamu harcamaları azaltılacaktı: Yani, daha az eğitim, daha az sağlık, halka daha az hizmet, daha düşük maliyet.

Tutarlı.

İlk olarak, harçlık programının kamuya maliyeti sıfır.

Harçlığın kaynağı kim? İşçilerden kesilen primlerle oluşturulan İşsizlik Fonu.

Ne karşılığında? Bakın az iş değil. Harçlıkla insanlara yaptırmayı planladıkları işler şunlar:

* Engelli, yaşlı ve hasta bakımı,

* Çocuk bakım işleri,

* Tarımsal üretim ve hayvancılık,

* Ağaçlandırma,

* Temizlik, bakım ve onarım faaliyetleri,

* Geri dönüşüm ve atık imha faaliyetleri,

* Park-bahçe ve benzeri işler.

Dolayısıyla devlet ve taşeron şirketler, eğitim değil yoğun emek gerektiren bu işleri işçilere harçlık karşılığında yaptıracak.

“Peki, bunu kim yapar?” “Üç kuruşa kim çalışır” diyebilirsiniz.

Halkı işsiz bırakan bu sistem ölümü (işsizliği) gösterip sıtmaya (Köle gibi harçlıkla çalışmaya) razı edebilir mi, göreceğiz.

3. İşsizliği artırarak enflasyon mücadele?

Cevdet Yılmaz, harçlık programının Orta Vadeli Program hedefleriyle uyumlu olduğunu da vurguluyor.

Hatırlayalım: Şimşek programındaki yüksek faizin temel işlevlerinden birisi ekonomiyi soğutmaktı.

Ne demek bu? Yüksek faiz daha az yatırım, daha az tüketim, böylece daha az ekonomik büyüme ve daha fazla işsizlik demek. Bu neoliberal ezbere göre, ekonomi soğuyunca, işsizlik artınca ve bunların etkisiyle tüketim-talep azaldıkça enflasyon düşecek.

Şimşek’in dediği gibi program çalışıyor: Ekonomi soğuyor. İşsizlik son verilere göre aylık 0,7 puan gibi önemli bir artışla %9,2’ye yükseldi. Dar tanımlı işsiz sayısı 3 milyon 300 bin oldu. Geniş tanımlı işsizlikte durum çok daha vahim: %29 ve 11 milyon 820 bin kişi işsiz.

Aynı neoliberal paradigmanın bir de “sosyal” boyutu var. Buna göre “doğal” bir işsizlik oranı kaçınılmaz olduğu gibi iyidir. Enflasyonu düşürmek için bu “doğal” seviye yükselir. İşte, bu işsizler aktif olmalı (aktif işgücü politikaları), piyasaya hazır olmalı, esnek olmalı ve iş aramalı ki, işgücü piyasasına dahil olabilsin. “Pasif kalmasınlar”.

Bu nedenle işsizlere işsizlik maaşı gibi “eski” tip destekler (pasif işgücü politikaları) olabildiğince az sunulmalı. Az olmalı ki, milyonlarca işsiz kapıda beklesin. İşgücü piyasası “etkin”, ücretler “makul” (düşük), çalışma süreleri “esnek” (uzun ve belirsiz) olabilsin. Ama bir sosyal patlama olmaması için de sosyal politika niyetine “harçlık” verilsin. Hem iş gördürüp hem de harçlıkla bu insanlar ucuz işgücü piyasasında tutulabilsin.

Yani, neoliberal paradigmaya göre ölüm (işsizlik), sıtma (harçlıkla çalıştırma) ile yan yana yürümeli. Program çalışmalı!

4. Düşük ücret ve esnek çalışmayı yayma

Cevdet Yılmaz’a göre harçlık programı “güçlü ve sürdürülebilir bir iş gücü piyasası oluşturma” amacına da katkı sunacak. Nasıl? Esnek çalışmayla.

Kulağa hoş geliyor.

Ama “kime göre esnek” diye sormak lazım. Çoğunlukla sermayeye göre.

Yani, “ücretler esnek olmalı”: Az olabilir, asgari ücretin altına bile düşebilir.

“Çalışma süresi esnek olmalı”: Bazen az (karşılığında da az ücret) bazen de çok çalışabilirsin. Eve iş götürüp fazla mesai ücreti almayabilirsin. Pazarları “gönüllü” çalışabilirsin.

“İstihdam biçimi esnek olmalı”: 3, 6, 9 ya da 12 aylık sözleşmeyle çalışabilirsin. Taşeron şirkette istihdam edilebilirsin. Kıdem-ihbar tazminatı olmaz. Sözleşme bitince ne olacağı esnektir (belirsiz).

“Yapılan iş esnek olabilir”: Muhasebeci olarak girersin, ama arada başka evraklara da bakarsın. Belki çay da getirirsin, ne olacak? Esnemen gerekir.

Bütün bunlar, kamudaki taşeronlar dahil özel sektörde adım adım yaygınlaşmakta.

Şimdi, devlet kurumları, 3 gün (çalışma süresi esnekliği), harçlık (ücret esnekliği), 10 aylık sözleşme (istihdam esnekliği) ve ne iş verilirse yapma (fonksiyonel esneklik) modeli ile esnek çalışmanın farklı boyutlarını bizzat uygulayacak.

Harçlık uygulaması sadece kendi içeriğiyle değil, işgücü piyasalarındaki dönüşümü yaygınlaştırması ve meşrulaştırmasıyla, işçi sınıfının kazanılmış haklarını işlevsiz hale getirmesiyle hacminden çok daha tehlikeli bir düzenleme olarak karşımızda duruyor.

                                                           /././

Fiyatlar artarken enflasyon düşüşünün yorumu: Kağıt üstünde düşüş, kemikte hissediş -Bülent Falakaoğlu-

Ağustos ayı enflasyon verileri böyle duyuruldu: Enflasyonda düşüş trendi sürüyor!

İyi de nasıl; zamlar devam ederken, fiyatlar artarken…

TÜİK de ‘Fiyatlar düştü demiyor’ zaten. Aksine ‘Geçen aya göre fiyat ortalaması yaklaşık yüzde 2.5 arttı’ diyor.  

Dikkat! Az buz değil, aylık yüzde 2.5! Bu oranda fiyat artışı Euro Bölgesi’nde ancak bir yıl da yaşanıyor. Dünyada da ancak 6 ayda (Bütün dünyanın enflasyon ortalamasına göre). 

Ülkede fiyat artışlarının ‘maşallahı’ var!

Dünyada birkaç ülke hariç yok böyle fiyat artışı ama enflasyon düşüyor!

                                                          ***

Türk mucizesi’ mi?..

Hesaplara bakalım.

TÜİK diyor ki… Yıllık enflasyon oranı yüzde 51.97!

Mayıs ayında yüzde 75.45’ti.

Bakınca yaklaşık 23 puanlık bir düşüş yaşanmış. 

Fiyatlar her ay artarken nasıl olmuş bu büyüklükte bir düşüş? Enflasyon mayıs ayında zirveyi gördükten sonra ne yaşanmış da düşüş başlamış? 

Düşüşün çoğu kağıt üzerinde! Yani gerçekte bir düşüş yok da hesap üzerinden düşmüş gibi gözüküyor.

Açalım!..

İstatistik Kurumuna göre… Geçen yılın mayıs sonrasındaki 3 ayda, aylık enflasyon artışları sırasıyla şöyle gerçekleşmiş:

Haziran           yüzde 3.92!

Temmuz        yüzde 9.49!

Ağustos           yüzde 9.09!

Geçen yıl mayıstan sonraki üç aylık dönemde bileşik enflasyon yüzde 24’ü aşmış. Mayısta 100 lira olan ürün 124 lira olmuş.

Bu yıl ne olmuş?

Haziran           yüzde 1.64!

Temmuz        yüzde 3.23!

Ağustos           yüzde 2.47!

Bu yıl aynı üç ayda bileşik enflasyon yüzde 7.5.

Geçen yıl ki yüzde 24 gitmiş yerine yüzde 7.5’luk hesap gelmiş. Bir anda fiyatlar düşmeden yıllık enflasyon yüzde 16.5 düşmüş. 

Baz etkisi’ denilen kağıt üzerinde bir düşüş bu!

Zaten TÜİK de ortalamalara göre ‘Öyle 23 puanlık bir düşüş yok’ diyor. TÜİK’in 12 aylık ortalamalarına göre enflasyon oranı yüzde 64.91! (Açıklanan yüzde 51’lik oranın 13.5 puan üzerinde).

EMEĞİN CANINA OKUYARAK

Hepsi kağıt üzerinde düşmedi!

Gerçekte varsa bir düşüş o da 6-7 puandan fazla değil.

Enflasyonu düşürmek için hiçbir şey yapılmadı değil tabii ki; bir takım ‘önlemler’ alındı. 

Lakin alınan önlemlerin bedeli ile sonucu kıyaslayınca kocaman bir isyanlık tablo çıkıyor karşımıza.

Öyle ya…

Enflasyon düşsün diye asgari ücrete temmuzda zam yapılmadı. Ücretler bastırıldı, alım gücü düşürüldü!

Emekliler adeta süründürüldü!

Köylünün ürününe para verilmedi vs.

Önceki gün açıklanan ikinci çeyrek büyüme verilerinde gördük: Emekçi vatandaş tüketemez hale gelmiş! Ekonomi yüzde 2.5 büyürken tüketim sadece yüzde 1.6 artmış.

Şimşek geldiğinde faizler yüzde 8.5’ti şimdi yüzde 50! Ülke faizciye, tefeciye çalıştı; emekçinin borcu arttı, bolca vergi ödedi. 

Bunca bedelin sonucu enflasyon 6-7 puan düşmüş, öyle mi?

İşçi konfederasyonlarından DİSK’in hesabı, bedeli ödeyen emekçiler için düşüş olmadığını ortaya koyuyor: “Resmi gıda enflasyonu yüzde 44.8 olsa da dar gelirlinin gıda enflasyonu yüzde 80!

TÜİK’e göre bile… Son bir yılda kira yüzde 121, eğitim yüzde 121, konut masrafları yüzde 100 arttı!

Belli ki enflasyon emekçinin üzerine düşmüş.

TÜRK-İŞ NEREDE?...

Tablo buyken… ‘Açlık ve yoksulluk’ hesabı yapan işçi konfederasyonlarından Türk-İş ‘hiç yoktan iyidir’ bile demekte zorlanılacak ‘göstermelik’ denebilecek açıklamalarla durumu geçiştiriyor. Bir yandan da emeğin yoksulluğunu küçültmeye çalıştığına dair şüpheleri güçlendirecek hesaplar yapıyor.

                                                       ***

Türk-İş’e göre mutfak ve genel enflasyon Ankara’da şöyle arttı.

Haziran           yüzde 0.05 (fiyatlar durmuş).

Temmuz         yüzde 1.35.

Ağustos          yüzde 0.19 (yine yok hükmünde).

Nasıl Ankara gibi büyük bir ilde, Türkiye ortalamasını alan TÜİK’ten bile daha az enflasyon hesaplanır? Ankara en ucuz kent oldu da haberimiz mi yok!

Aynı dönem İTO İstanbul’da şöyle ölçmüş…

Haziran          yüzde 3.42.

Temmuz         yüzde 4.21.

Ağustos           yüzde 1.73.

İşte buna göre hesaplansaydı 62 bin 772 TL olan yoksulluk sınırı 67 bin 745 lira olacaktı. Arada 5 bin liralık fark var.

Hadi diyelim Ankara, İstanbul’dan ucuz. Fark 5 bin değil 4 bin olsun…

Gıda fiyatı hesaplarına göre de 19 bin 271 TL olarak açıklanan açlık sınırı en az 1000 TL daha fazla olmalı.

                                                        ***

TÜRK-İŞ’in yüzde 0.19 olarak hesapladığı ağustos ayı enflasyonunu TÜİK 13 kat daha fazla duyuruyor.

Dışarıda yemek yeme, eğlence, kültür işleri daha fazla artmış ama Türk-İş’e göre bekar bir işçinin yaşam maliyeti yerinde saymış.

Olacak iş değil!

Hükümet enflasyonu emekçiye yıkıyor. İşçi sendikası da yıkılmış yükü daha küçük göstermeye çalışıyor.

Pes!

Emekçiler, düşüş illüzyonuna değil yaşadığına bakıp istemeye devam etmeli.

                                                        /././

Türk-İslam tahakkümünün ve Netanyahu terörünün ortak kökenleri -Cihan Tuğal-

Sağcılığın hakimiyetinin sandıktan kaynaklanan doğal bir sonuç olduğu hem Türkçüler hem İslamcılar hem de ana akım siyaset bilimciler tarafından sıkça dillendirilir. Oysa bu hakimiyetin kökeni, 1970’lerin sonunda Amerikan patentli silahlarla akıtılan kandadır. Ondan sonra da, Amerika Birleşik Devletleri tarafından donatılmış ve eğitilmiş bir ordunun, Türk-İslamcı milislerin ideolojisini işkence, tehdit, sürgün, hile, propaganda, yeni bir eğitim sistemi, kadrolaşma, ve idamla tüm halka dayatmasında…

“Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” sloganıyla özetlenen bu ideolojinin iyice doğallaşması elbette çok uzun süren bir kurumsal-kültürel mücadelenin de sonucu. Ancak 1970’lerin sonunda dökülen kan ve 1980’lerdeki “temizlik” yapılmasaydı, bu mücadele kesinlikle başarısızlığa uğrardı.

Belki yeterince anlaşılmayan, bu kötülüğün basit bir “Kenan Evren,” “ülkücü,” “ceberut devlet geleneği,” “askeri vesayet,” hatta “Amerikan” kötülüğü olmadığı. Dünya sisteminin mantığından kaynaklandığı.

Ülkücü terör ve 12 Eylül, kısmen Türkiye’ye özgü koşullardan kaynaklanmayla birlikte, ABD’nin Soğuk Savaş’ın başlarından beri uyguladığı bir yöntemin sonucuydu asıl olarak. Uzun bir zincirde bir halkaydı.

ABD 1950’lerde Endonezya’da “yerli ve milli” generalleri ve milisleri devreye sokarak, Rus ve Çin komünist partilerinden sonra dünyanın en büyük komünist partisi olan Endonezya Komünist Partisini kan dökerek ortadan kaldırdı. Bir milyon kişi hayatını kaybetti. Benzer güçler Latin Amerika’da on yıllarca sayısız askeri darbe gerçekleştirdi, yüz binlerce insanı katletti. Yeşil Kuşak politikalarının önemli bir boyutu, İslam dünyasının dört bir yanında en gerici kuvvetlerin silahlandırılmasıydı.

Bu zincir, Soğuk Savaş’ın sonlanmasıyla gereksiz kılındı gibi gözükse de, muhaliflerin Amerikan teçhizatı ve yönlendirmesi ile yok edilmesi tam hız sürüyor.

2001’den itibaren ABD, kendi silahlandırdığı milisleri bastırmak ya da yola getirmek iddiasıyla bir yığın işgal gerçekleştirip, başta Afganistan ve Irak olmak üzere bir dizi ülkede milyonlarca insanın ölümüne sebep oldu. Bu ülkelerdeki siyaseti kontrol edemese bile, arenayı dini ve etnik çizgilere hapsederek, özgürlükçü toplumsal hareketlerin yeşermesini ya da kurumları etkilemesini engelledi.

Amerikan politikalarındaki en yüz kızartıcı devamlılık, Netanyahu’ya verilen destek.

Hatırlamakta fayda var. Netanyahu herhangi bir siyonist değil. Geçmişte zaten aşırı sağda yer almış, son yıllarda da koalisyonundaki faşistlerin etkisiyle daha da sağa kaymış bir fanatik. Amerikan liberal basını Netanyahu ve partisi Likud’u 7 Ekim öncesinde tam da bu kelimelerle tasvir ederken, o saldırıdan sonra tonunu neredeyse tamamen değiştirdi. “Bir zamanlar aşırı sağcı diktatör dediğimiz birine, bir etnik temizlik kampanyasının ortasında silah sağlıyorsak, bu bizim hakkımızda ne söylüyor” sorusu dillendirilmiyor. Koşulsuz destek sürüyor. Bu destek sayesinde Netanyahu sadece Filistinlileri katletmiyor, liberal siyonistleri bile baskı altında tutuyor.

Türkiye’ye dair (liberal-muhafazakar analizlere ek olarak) birçok derinlikli ve görece “dengeli” tahlile de yer veren liberal Amerikan basınının, 12 Eylül ertesinde generallere tam destek verdiğini belirtmek lazım. İşin içinde silah, ordu, ve istihbarat olunca, Amerikan ana akımı tek çizgide birleşiyor. İsrail bahsinde de böyle, Türkiye bahsinde de.

Peki, tüm bu tablo net olarak Amerikan liderliğine dayanıyorsa, neden bu zincirin bir Amerikan kötülüğüne indirgenemeyeceğini söylüyorum?

Gayet vahşi yöntemlerle (örneğin yerlilerin yok edilmesi, yaygın kölelik, kölelik sonrasında sistematik linç) kurulan ABD’nin, hâlâ sürekli şiddet üreten bir ülke olduğu su götürmez. Okullardaki silahlı katliamları, giderek artan polis şiddetini, gündelik yaşamdaki suç tedirginliğini tüm dünya takip ediyor.

Ancak ABD’nin kendi içindeki şiddeti dünyaya “normal” bir şeymiş gibi yayması, sadece kendi ulusal dinamikleriyle açıklanamaz.

Dünya kapitalizminin böyle vahşi bir öndere ihtiyacı olmasa, tüm “medeni” ülkeler onun peşine takılmazdı. Aynen Netanyahu ve Likud örneğinde olduğu gibi, 12 Eylül’de de “özgür dünya” Amerika’nın ve Türk generallerinin arkasındaydı.

Dünya kapitalizmi ve emperyalizm, sık sık ezilen ulusların ve emekçilerin rızasına dayansa bile, onu ayakta tutan eninde sonunda şiddettir.

Türkiye’nin toplumsal dinamiklerini kökten değiştiren kapitalist-emperyalist şiddetin en net cisimleşmesi ise ülkücü terör ve bazı ülkücüleri bir iki yıllığına hapsederken fikirlerini iktidara taşıyan 12 Eylül’dür.

                                                        /././

Adaletin batsın!..-Mustafa Yalçıner-

Sonunda küçük Narin’in cansız bedeni bulundu. Yayın yasağı sürüyor.

İnsanın tüylerini ürperten her olaya yayın yasağı konması sıradanlaştı. İsyan ettirici her gelişme yayın yasaklarıyla görünmez kılınmaya, olmazsa soğutulmaya çalışılıyor. Çalışılıyor ki, vicdanlar yatışsın!

Narin’in ardından konuşan AKP Milletvekili Ensarioğlu aileyi yakından tanıyormuş… Bazen bilir de konuşamazmışız… Konuşulamazmış. HÜDA PAR’lı yöneticiyse suçluyu “yakalıyor” anında. İsrail’le Batı suçluymuş. Yoksa 6 yaşındaki bebeyi “bademlemek”, 8 yaşındaki kızla evlenmek haşa suç değil! Katil de suçlu değil!

Konuşmayıp susan, bir bölümü gözaltında olan ailenin çoğunlukla bu iki partiye yakın olduğu anlaşılıyor. Onlar susacak, “adalet” de koruyacaktır!

Tıpkı “Dilanlar” yargılamasında olduğu gibi.

Kamuoyu Dilan ailesiyle yatıp kalkmıştı. Kara paraydı, bahis çetesiydi, tümü “Dilanlar” filmindeydi. Para içinde yüzmeler, kaç tane süper lüks arabalar, dolarlar, avrolar… Ancak sonradan görmelerin yapacağı türden tasavvuru zor densizlikler. Ardından mali şube izleme ve araştırmaları, şu bu… Tümü buharlaşıp uçtu. Tüm aile tahliye edildi, oldubitti. Herkesin gözü önünde yaşananlar adalete güveni pekiştirdi -tahliyelerin ürünü bu oldu.

Sinan Ateş, eski Ülkü Ocakları genel başkanıydı. Güpegündüz, üstelik kameralara da yakalanarak öldürüldü. Ölen Ülkü Ocaklıydı. Öldürenler, “zanlı”yı şehirler arası ve şehir içinde getirip götürenler, öldürülmesini ısmarlayanlar, zanlıları evinde barındıranlar, tümü Ülkü Ocaklı ve ocağın bağlı olduğu MHP’li. Taziye dahil sahiplenilmesini yasaklayan da kurum olarak MHP. En başta Bahçeli. Tehdit dolu konuşanlar da. Sonuç? Henüz tümüyle sonuçlanmadı yargılaması ama perşembenin gelişi çarşambadan belli. Suya sabuna dokunmayan bir iddianame... Önceden anlaşılmış olunduğunu belli etmekle kalmayıp bar bar bağıran ifadeler... Mahkemede hakimin bir türlü sormadığı yanıtları ayan beyan ortada sorular. Azmettirici bile değil, emir verenler apaçık belli, ama hiç oralı değil “adalet”!

Can Atalay sorunu da fazlasıyla adil gelişti. Milletvekili seçilmişti. Meclise gelip vekilliğe başlamasının önünde bir engel olmaması gerekirdi. Bir türlü gelemedi. Bırakmadı “adalet”. Hem de Anayasa Mahkemesi “bırak” demesine rağmen! Mahkeme ve ardından Yargıtay fazlasıyla adildi. Ama ne adalet! Meclis çoğunluğu da baştan ayağa adaletti! Meclis başkanı hele, adalet timsali! Bazı vekillere saldırılmasına göz yumduğu gibi, toplaması gereken Meclisi toplamayı reddetti.

Önce Diyarbakır. Olmayınca Hakkâri Belediyesi. Ve belediye başkanı. Seçim yapılmış ve seçilmişlerdi. Hayda, Hakkâri’ye “adalet” geldi. Başkanı görevden alıp yerine kayyumu atayıverdi “adalet”!

Düzen adil mi adil!

Tüm köpekler serbest ve oradan oraya koşuşturuyor. Ama tüm taşları bağlamış adalet!

M. Şimşek konuşuyor durmadan. Dezenflasyon süreci iyi gidiyormuş! Hiç ücretlilere sormuyor, iyi mi kötü mü. Kapitalistlerle düşüp kalkıyor yalnızca, onlarla iş tutuyor. Ücretliler, hele emekliyseler, 10 bin TL’yi az geçen ücretleriyle yaşam savaşı veriyor her gün. Üstelik her ay yüzden fazlası iş cinayetine kurban gidiyor. Kapitalistlerin çoğuysa vergi bile vermeden kasalarını doldurdukça dolduruyor. Adalet işte!

Küçük üretici köylünün hiçbir ürünü para etmiyor. Kazanç bir yana maliyeti kurtarmıyor. Adalet diz boyu!

İşçi, ücretleri yetmeyip çalışma koşulları ve geçim derdiyle bunalınca sendikalaşmaya ve hakkını aramaya yöneliyor. Tabii ki anında “adalet” ile yüzleşiyor! İşten atılıyor. Üzerine yürünüyor. Biber gazı sıkılıyor. Ters kelepçe vuruluyor. Kapitalistle “adalet” el ele iş görüyor daima. Özak, Lezita, Polenez, Fernas Maden, Akcanlar ve daha nicesinde hep böyle oldu.

Yerini, yurdunu, çevresini savunanlar da adaletin “pençesi”nden nasibini aldı hep.

Reşit Kibar, arkadaşlarıyla Hopa’da orman talanına karşı çıktı. Talan ihalesini alanın bir adamı çekip vurdu. Ne ihaleyi açana ne de alana ses çıkarıldı ama Kibar’ın öldürülmesini protesto eden D.A. Koyuncu tutuklandı!

Geçen cuma ise Metin Lokumcu’yu biber gazıyla öldürmekten yargılanan polisler beraat ettirildi. Adalet!

Adalet bakanı hemen her seferinde “Dava sürüyor. Bağımsız yargıya güvenin” deyip duruyor! Kim nasıl güvensin?!

                                                          /././

Çürüyen sınıfın adaletine karşı…-Fatih Polat-

Prof. Dr. Mümtaz Soysal, Türkiye’de anayasalar tarihini, sınıf ve güç ilişkileriyle diyalektik bir bütünlük içinde analiz eden isimlerden biriydi.

Derslerinde kendinden emin üslubuyla, sakin ve tane tane anlatmayı seven Mümtaz Hoca’nın, ‘100 Soruda Anayasanın Anlamı’ adlı kitabı, dünyadaki anayasa hareketlerine atıflarla, Türkiye’nin anayasa tarihinin temel noktalarıyla analizine dayanır. 12 Eylül Anayasası’na dair ayrıntılı ve karşılaştırmalı eleştirel bir bakışın öne çıktığı kitapta, sosyalizmin anayasa felsefesine dair de pozitif bir yaklaşım hissedilir.

Anayasaların toplumlardaki ekonomik ve sosyal değişimlere bağlı olarak yeniden şekillenmeye açık metinler olduklarına vurgu yapan Soysal, bu bağlamda sürekli bir oluşa dikkat çeker.

Soysal’ın temel yaklaşımına kaynaklık eden bakış açısını ise kitabın giriş ve son bölümündeki bazı vurgularda görebiliriz.

Giriş bölümündeki vurgu şöyledir: “Anayasalarda özellikle haklar ve özgürlüklere ilişkin ilkeler ne kadar çok kimsece benimsenmişse, toplumda bunlara sahip çıkan ve bunlar değiştirildiği zaman tepki gösterebilen kişilerin sayısı ne kadar kabarıksa, rastgele değişiklik yoluna gitmek de o ölçüde güçleşir.” (1)

Kitabın son bölümünde ise, aynı bakış açısını, bir anayasa hukuku hocasından beklenmeyecek biçimde, neredeyse “Her şey anayasa değildir” demeye getirerek yapar:“Ancak, anayasayla uğraşmanın, insanları toplumun asıl yapısıyla uğraşmaktan alıkoymaması gerek. Çünkü, sorunların gerçek çözümü orada. Üzerine çok fazla umut, görev ve sorumluluk yüklenen bir anayasa, aynı zamanda çok çabuk bir hayal kırıklığı, başarısızlık ve suçlama simgesi olabiliyor. İşin kötüsü, başarabileceğinden daha fazlasını anayasadan beklemek ve başarısızlıklar dolayısıyla onu suçlamak, başarısızlığın asıl sorumlusu olarak suçlanması, ele alınması ve değiştirilmesi gereken ekonomik ve sosyal etkenleri de gözden kaçırtıyor.” (2)

Yargının iliklerine kadar siyasallaştırıldığı AKP iktidarında, Can Atalay örneğinde olduğu gibi, eğer iktidarın istemediği bir karar AYM’den dahi çıksa, Mecliste muhalefetin kanının dökülmesi pahasına uygulatmama pratiğine de tanıklık ettik. Geride bıraktığımız hafta, aynı gün verilen iki yargı kararı bu tabloyu destekler nitelikteydi. Kara para aklama ve vergi kaçırma suçundan yargılanan Dilan Polat ve Engin Polat davasında, 40'ar yıla kadar hapisle cezalandırılması istenen Engin Polat ve tüm tutuklu sanıklar tahliye edildi. Karar, süreci yakından takip edenler için şaşırtıcı değildi. Çünkü soruşturma sürecinden itibaren önce Anadolu Cumhuriyet Başsavcısı, sonra da dosya savcısı değiştirilmiş, iddianame de bu karara yol verecek zayıflıkta hazırlanmıştı. Tıpkı Sinan Ateş cinayeti gibi.

Aynı gün, Hopa’da Erdoğan protestolarında sıkılan biber gazı nedeniyle toprağını savunurken kalp krizi geçirerek yaşamını yitiren Emekli Öğretmen Metin Lokumcu’nun ölümüyle ilgili davada mahkeme tüm polislerin beraatine karar verdi!

Şair İlhan Sami Çomak’ın 30 yıllık mahpusluğunun ardından, 21 Ağustos’ta tahliye edilmesi gerekirken üç ay daha içeride tutulduğunu da hatırlatalım.

Dolayısıyla Soysal’ın ifade ettiği gibi hak ve özgürlükler, ona sahip çıkanların gücü ve düzeyi oranında hayat buluyor. Ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeler hukuki karar süreçlerini etkilerken, çözüm yine tüm bu alanlar içindeki mücadeleyle mümkün olabiliyor. Bu açıdan bir hak arama eylemi, bir işçi grevi, bir üretici mitingi ya da Meclis kürsüsü, birbirini destekleyen mücadele alanlarıdır.

Çarlık Duması’na seçilen Bolşevik milletvekillerinden A. Y. Badayev tarafından kaleme alınan ‘Çarlık Duması’nda Bolşevikler’ adlı kitapta, Sosyal Demokrat Partinin, “Seçim kampanyasının yığınlara seslenmek bakımından taşıdığı büyük önem” ve duma kürsüsünün devrimci ajitasyon açısından kullanılmasının önemi nedeniyle birer mücadele alanı olarak tercih ettiği anlatılır.(3) Üstelik, oylama süreçlerine etki edemeyecekleri açık olduğu halde.

Günün sonunda Bolşevikler, tutuklanan Bolşevik işçi milletvekillerini de özgürleştiren devrimi yapmayı başarmışlardı.

Farklı dönemler ve koşullardan söz ediyor olsak da, Türkiye’de çürüyen bir sınıfın, esneme kabiliyetini bile yitirmiş ‘adaleti’ karşısında yeniyi örgütlemek için, araç ve yöntemleri birbirinin karşısına koymadan, bir mücadele alanı olarak kullanmak mümkündür.

1-) Mümtaz Soysal, 100 Soruda Anayasanın Anlamı, Gerçek Yayınevi, İstanbul, Gözden Geçirilmiş Onbirinci Baskı: 1997, s. 8

2-) Agy, s. 272

3-) A.Y.Badayev, Çarlık Dumasında Bolşevikler, Çev: Bülent Daş, İstanbul, Kor Kitap, 2024, s.10

                                                      /././

MESEM: Kullan-at işçilik ve artık nüfus -Kansu Yıldırım-

Genelkurmay Eski Başkanı ve Eski Bakan Hulusi Akar geçtiğimiz gün yaptığı bir konuşmada “Eğitimin amacı bilgi değildir, Allah korkusu ve kuldan utanmaktır” dedi. Bu ve benzeri tüm cümlelerde yer alan gizli özne, sermayedir. Eğitimin pedagojik boyutunun kapitalist üretim ilişkileriyle kurulan bağına ise her daim gizli veya açık bir gönderme bulunur. Burada da “kul” ve “korku” kavram çifti esasında bir sermaye alegorisi olarak patron otoritesini temsil eder.

Türkiye kapitalizminin düşük ve orta teknolojili yatırım rotası ve emek yoğun sektörler üzerinde yükselme stratejisi ile gerici 4+4+4 eğitim politikaları arasında korelasyon vardır. Eğitim politikaları, ideolojik yeniden üretimin bir aygıtı olarak çocukları “terbiye” etme, iktidarın dünya görüşüne uygun düşünsel kalıpları empoze etme aracıdır. Bunun yanı sıra, eğitim kurumları ile şirketler arasındaki ‘iş birliği’ protokolleri, ucuz emek rezervleri oluşturmada, emek piyasalarını orta ve uzun vadede sermaye birikiminin güncel ihtiyaçlarına göre şekillendirmede başvurulan başat araçlardan biridir.

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisinin (İSİG) 2023 eylül-2024 ağustos eğitim öğretim yılına özel hazırladığı son bir yıla ait çocuk iş cinayeti raporu, eğitim politikalarının birikim rejimi çerçevesinde öğrenci-işçiliği getirdiği aşamayı gözler önüne seriyor.

Son bir yılda toplam 66 çocuk işçi çalışırken öldü: Tarım sektöründe 24, sanayi sektöründe 17, inşaat sektöründe 13, hizmet sektöründe 12 çocuk hayatını kaybetti. İSİG Meclisinin daha önce yayımladığı iş cinayetleri raporlarıyla karşılaştırılarak incelendiğinde dikkat çeken bir oransal değişim söz konusu. Tarım iş kolundaki ölümler İSİG’in 2013 yılındaki ilk raporlarında yüzde 65 civarında iken şu anda yüzde 36’ya gerilemiştir.

Tarım; esnek, güvencesiz çalışmanın hakim olduğu, işçi sağlığı ve güvenliği tedbirlerinin alınmadığı, ağır ve uzun çalışmadan ötürü her zaman çocukları öğüten bir iş kolu oldu. Tarım iş kolundaki iş cinayetlerinin en önemli nedeni de, mevsimlik tarım işçisi çocukların yazın 40-50 dereceyi aşan sıcaklarda içme suyu ve genel kullanım için ihtiyaçları olan suyu güvenlik tedbirleri olmadan derelerden ve su kanallarından sağlaması, serinlemek için dere ve kanallara girmeleridir.

Tarımdaki ağır çalışma koşullarına ve iş cinayetlerinin nicel büyüklüğüne rağmen söz konusu oransal gerileyiş, Türkiye kapitalizminin OSB’ler yoluyla üretimi tüm Anadolu coğrafyasına yaymasından, sermayenin mekansal örüntülerinin sıklaşmasından ve işçi havzalarındaki demografik değişimden kaynaklanıyor. Üretim kırsal bölgelerden ve kent çeperlerinden merkeze doğru taşındıkça veya nüfus üretim merkezlerine doğru kaydıkça, çocuk işçi ölümleri de “görünür” hale geliyor.

Yönetici sınıfın “tek yol ihracat” diye sloganlaştırdığı ekonomik modelin kilit noktaları organize sanayi bölgeleridir (OSB). Türkiye genelinde kuruluş onayı verilen 378 OSB’nin 270’inde üretim yapılıyor; üretimdeki OSB’lerde doluluk oranı yüzde 83 ve aralarında çocukların da olduğu 2 milyondan fazla işçi istihdam ediliyor. Kayıt dışı istihdam edilenler ve göçmen işçilerle birlikte bu rakamın daha fazla olduğunu tahmin etmek güç değil. Marmara ve Batı Ege Havzası ile İç Ege, İç Anadolu, Kuzey Akdeniz, Güneydoğu Anadolu hattına yayılan üretim merkezlerinin lojistik ağlarla birbirine eklemlenmesi, üretim temposunu artıran etkenlerin başında geliyor.

Çocuk işçiliğin yoğunlaştığı dört havzadan birincisi İstanbul-Kocaeli, ikincisi Şanlıurfa-Gaziantep, üçüncüsü Konya-Karaman-Aksaray, dördüncüsü ise Adana-Hatay-Antalya-Mersin.

2023 yılında 255 milyar 777 milyon dolarlık ihracat gerçekleştirilmesi ve şirketlerin Avrupa, Balkanlar, Ortadoğu pazarlarında yer alması, “küresel fabrika” Anadolu’nun dört bir yanında ucuz emeğin damgasını vurduğu kesintisiz üretim temposu sayesindedir. Tedarik zincirlerinde alt-işverenlik ilişkileriyle birbirine bağlı düşük ve orta-düşük teknolojili üretim yapan imalat sanayisinin varlığını sürdürmesinde elzem olan şartlardan biri dış pazara açılmak ise, diğeri de mutlak artık değere daha fazla el koyarak büyüme sağlayan meta üretimidir. Bu aşamada sorgusuz sualsiz, atipik istihdam biçimlerine itiraz etmeden çalışacak bir işçi kütlesi gereklidir.

Yaklaşık 300 bini 18 yaşın altında olmak üzere toplam 1 buçuk milyon öğrenciyi bulan MESEM programı, “mesleki teknik eğitim” adı altında meşrulaştırılmasına karşın, gerçekte düşük ücretli işçi ordusunu büyütmenin ve artık-nüfus yaratmanın çok katmanlı bir tezahürüdür.

Marx’ın Kapital’in ilk cildinde tanımladığı artık-nüfus, “Sermayenin değişen değerlenme ihtiyaçları için, gerçek nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak, her an sömürülmeye hazır insan malzemesi” yaratır. MESEM kapsamında çalıştırılan öğrenci-işçilerin herhangi bir iş güvencesinin bulunmaması, onları patronlar tarafından “kullan-at” işçi olarak işten çıkarılıp yenisiyle ikame edilecek birer nesneye dönüştürür. MESEM’deki öğrenci-işçiler asgari ücretle istihdam edilseler bile, potansiyel olarak artık-nüfusun parçasıdırlar.

Marx’ın “durgun göreli artık-nüfus”u betimlemek için kullandığı ifadeleri MESEM programındaki öğrenci-işçilere uyarlarsak şöyle tarif edebiliriz: Sermayeye “Tükenmek bilmeyen kullanılabilir emek gücü” sağlayan, ayırt edici özellikleri arasında “maksimum çalışma süresi ve minimum ücret” olan, “Düzensiz şekilde çalıştırılan” “emek gücü kaynağı”.

İSİG Meclisinin belirttiği üzere MESEM’ler bir eğitim-öğrenim işlevi görmemektedir. MESEM’li çocuklar işi bedava ve ağır koşullarda çalıştırılarak öğrenmektedir. Bu anlamda MESEM’leri revize etmek imkansızdır. MESEM’ler kapatılmalı ve mesleki eğitim yeniden yapılandırılmalıdır. Beceri geliştirme programı adı altında hayata geçirilmeye çalışılan programlar iptal edilmelidir. Mesleki eğitim adı altındaki işçileştirme politikalarının 15 yaşın altına yayılması acilen engellenmelidir.

                                                               /././

Narin'in gerçek sırrı -Nuray Sancar-

Madam Defarge Fransız Devrimi mahkemelerinde, halka zulmeden aristokratların aile armalarını örer roman boyunca. Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikayesi’nde kocasıyla birlikte bir içki evi işleten asık suratlı kadın; dükkanın tezgahında çalışırken, dedikodu yaparken, duruşmaları izlerken örgü şişleriyle isimleri birbirine ekler. Durmadan örer. Eski düzenin üyeleri ölüme mahkum edilen soyluları, onun örgüsünde resmi geçit yapar.

Küçük Narin’in Diyarbakır’ın küçük bir köy mahallesinde kaybolmasından itibaren her bulguyu, tahmini, duyumu, zanlıların ifadelerindeki çelişkileri birbirine ekleyerek bir dedektif gibi çalışan milyonlarca insan; edinilen her bilgi kırıntısından bir ailenin, köyün, düzenin resmini çıkarmaya çalıştı. Muhtar-‘amca’nın şahsında simgelenen iktidar ilişkileri halkın örgüsünde belirdi.

Jandarmanın arama soruşturmasındaki baştan savmalık, ‘taşra sosyolojisi’ndeki tekinsiz öğeler, ‘güçlü aile’ korkusu, ataerkil karanlık, HÜDA PAR, Kur’an kursu, yerel güç odakları arasındaki karanlık ilişkiler, yalanda örgütlenmiş görünen köy halkının anatomisi… Hepsinin birden çözülmez bir düğüm halinde birleştiği vakada Narin’in katilini bulmak, daha büyük bir sırra vakıf olmak anlamına geliyordu.

Bu ülkede birçok çocuk kayboldu ve öldürüldü. Kimisi ölü bulundu kimisi hâlâ aranıyor. Çocuklar için gözle görünür biçimde kötüleşen dünya; birçoğunu sanayinin dişlilerinde öğütüyor, bir lokma ekmeğe muhtaç bırakıyor, savunmasız bedenlerinin istismar edildiğine dair sayısız vakayla yüzleşiliyor. Oyunbaz, sevimli, neşeli, hayat dolu Narin; kıyafetleri hem kız çocuklarına erken yaşta öğretilen kaç göçe sığmayan hem yeşil başörtüsü ve elifbasıyla Kur’an kursuna giden hem şehirli hem köylü hem Kürt hem de devletin Kürt algısının kapsama alanı dışında kalan çocuk; birdenbire her şeyi, her değeri, kimliği anaforuna çeken afetin yok ettiği halk masumiyetinin simgesi oluverdi.

O küçük köyde Narin’in öldürülmesindeki sır çözülürse, küçük bir çocuğun hayatını yiyen canavarla birlikte dinsel-siyasal Leviathan’ın gizemi de anlaşılacaktı. 

Kişisel hayatların her gün neden büyük bir çatırtıyla yıkıldığının, iki yakanın bir araya gelememesinin, adaletsizliğin; birileri çevre çeper klanıyla birlikte yükselirken diğerlerinin ezilmesinin, hukuksuzluğun, dün darbeci bugün kardeş olan Sisi’yle muhabbetin, Filistin’e timsah gözyaşı dökerken İsrail’le devam eden ticaretin, açlık bir realiteyken ‘İyi gidiyoruz’ diyen ekonomi kurmaylarıyla, dalkavukların ve çıkar çevrelerinin başına kutsal bir hale taktığı ‘Ne eylese güzel eyler’ baş şeyhin rol aldığı daha bir dizi tutarsız ve kuralsız mevzunun ardındaki vakıf olunamayan gizemin açığa çıkma ihtiyacı Narincikle patlama noktasına geldi.

Ama bu memleket tipi bir patlamadır. Birçok olayda görüldüğü gibi bir enerjiye dönüşebilmek için bir dizi kültürel ve ahlaki barikatı aşması gereken halk potansiyelinin kendine özgü açığa çıkma tarzı; şu an en sağlam tutamağını, en meşru ve birleştirici gücünü çocuk mefhumunda buldu. Çocukluğun kimlikten ve siyasetten azade olduğu bilgisi halkın inatçı vicdanını birleştirdi.

Narin vakası şimdi taşra sosyolojisinin kendiliğinden kuruluşundan daha fazlasını göstermiş bulunuyor. Tek adam yönetiminin sayısız replikası dağıtıldığı zamanın Tavşantepe’de muhtar olan amca; modern, feodal-kapitalist bir derebeyi olarak payına düşen rantı alıyor ve dağıtıyor. Babanın evinde zulalanmış silahlar ve kurşunlar ‘Bizim sitede oturan bazıları var, 15 Temmuz’da eksik bıraktığımız işi tamamlayacağız’ diyen hazır kıta nüfusun ruhuyla birleşiyor. ‘Bildiklerimi söylememem gerekiyor çünkü aile dostumdur’ diyen Galip Ensarioğlu, ailenin iktidarla kaynak noktası. Bütün bunların arasında iki evlilikler, ensest, zina, havyan istismarı, çocuk tacizi ve katli ile üstü örtülmüş sır bir yönetme hikayesidir aslında. Memleket ahvalidir.

Şehre ve havaalanına bu kadar yakın, yönetici ailesi o kadar zengin, Porschelerin sokaklarında dolaştığı, çevrenin imara açılmasının köy ağasının topraklarını sermaye haline getirdiği, arkaik olanla yeni olanın bir arada yaşadığı bu araftaki köye benzer kim bilir daha kaç Tavşantepe var? Kim bilir daha kaç Narin, aile içindeki rant paylaşımına kurban gidecek? Kim bilir kaç çocuk çıkar ilişkileri içinde yozlaşmış aile, çevre, toplum düzeninin bekası için harcanacak?

Kâr, rant ve yerellerde egemenlik vekaletini bölüşme esasına dayalı hilafetini halkın cebinden çaldıklarıyla besleyen iktidar biçimi, kendi yozlaşmasını da yukarıdan aşağı alt düzeydeki taşeronlarına sırtlan payı olarak dağıtıyor. Onlar da her durumda korunacağını biliyorlar. Çünkü onlar bu rejimin sadık uç beyleri. Narin’in katli işte iktidar bıçağıyla bölünmüş nüfusu aynıları aynı yerde ayrıları ayrı yerde topladı. Sınıfsal olanın gizemi halkın ısrarı ve inadıyla kral çıplak denecek noktaya kadar soyuldu.

Eski savunma bakanı daha okulların açıldığı gün eğitimin amacının bilgi edinmek olmadığını, Allah’tan korkmak ve itaat etmek olduğunu söylemedi mi? Cahil ve yoksul, ümmi ve sessiz, korkak ve çaresiz nüfus yaratılmadan yukarıdan aşağı işleyen iktidarın volan kayışı dönmez çünkü.

Narin’in masumiyetinde bilinip de dile getirilemeyen sır buydu. Sobelendi ve halkın örgüsüne soru işaretleriyle birlikte işlendi.

                                                               /././

Kazan Gölü küstü bize! -Özer Akdemir-

Daha geçen sene yanındaki tepeciğin başına çıkıp dibindeki çakıl taşlarını saymıştık. Bugün kirlilikle boğuşuyor. Kazan Gölü de ülkemizdeki onlarca göl, dere, akarsu ve sulak alan gibi can çekişiyor! 

OZAN TOPRAK DEDE 

Önce sosyal medyada bir paylaşımına denk geldim Tekin (Karadağ) ağabeyin. Bir saati geçmedi telefonla aradı. Zeytinköylü bir Zaza. Ailesi yıllar önce Ege’ye göçmüş. Kendisi 70 yıllık yaşamının 65 yılını buralarda ve buraların özlemiyle geçirmiş birisi. Uzun yıllar işçi olarak çalıştığı Fransa’ya her gittiğinde burnunun direğini sızlatan bir özlemle sevmiş bu toprakları. Bu toprakların üzerinde biten, altında yeşeren ne varsa, göğünde uçan, suyunda yüzen ne varsa tüm yüreğiyle sevmiş. Kendine “Ozan Toprak Dede” diye lakap takacak kadar toprağına bağlı bir gönül insanı. Bağlaması ile toprağa, zeytinlere, kuşa, börtü böceğe türküler dizen bir ozan, bir halk aşığı... 

KÜÇÜK MENDERES’İN BÜYÜK ACISI! 

Telefonda kesik kesik, cümleler boğazına tıkanarak anlattı Küçük Menderes’i; “Selçuk’tan Zeytinköy’e giderken pamuk tarlalarını geçip nar bahçelerinin başladığı yere geldiğimde aracı yanaştırıp Küçük Menderes’in başına vardım. Köprünün korkuluklarına yaslanıp nehrin görüntüsünü çektim telefonla. Binlerce yıldır bu ovada Ege Denizi’nde döküldüğü yere kadar yaşam taşıyan nehir artık akmıyordu! Su vardı nehirde ama tek bir hareket yoktu suda. Göl bile daha hareketlidir bu sudan! Köprünün üzerinden gördüğüm şey su da değildi aslında! Simsiyah, yağlı, üzeri kir tabakaları ile kaplı gömük gibi bir sıvı vardı karşımda. Ölmüş bir hayvan, çürümüş yumurta, açık kanalizasyon gibi kokuyordu. Çok dayanamadım telefondan video kısmını açıp kamerayı bu sıvıya tuttum. Ağlamamak için kendimi zor tutarak birkaç cümle konuştum.” 

                                                          ***

Geçtiğimiz cumartesi günü Zeytinköy’de buluşup Kazan Gölü’ne gittik. Aracımızı şimdi Milli Emlak’a geçen, önceden Milli Parklar Genel Müdürlüğü'ne ait bekçi kulübesi olan tepedeki küçük evin yanına park edip göle yürüdük. Parke taşı döşenmiş dar yürüyüş yolundan sadece 100 metre kadar uzaktaydı Kazan Gölü. Yol ile gölü besleyen pınarların dibinden kaynadığı tepe arasındaki büyük ağacın altında bir aile piknik yapıyordu. İki yıl önce, bir ilkbahar günü geldiğimizde tam da o zamanlarda arılar bu ağacın mor çiçeklerine çokuşmuştu. Öyle ki ağacın dibinde birbirimizin sözlerini duymayacak kadar bir uğultu vardı. Köylüler tam da bu yüzden ağaca “arı ağacı” adını vermişlerdi. 

Birkaç gün önce, sonbaharın ilk haftasında olmamıza rağmen sıcakların hala 40’lı dereceleri bulduğu, yapış yapış bir günde gittiğimiz ağaçtan belli belirsiz esen rüzgarın efiltisinden başkaca bir ses gelmiyordu. Ne bir arı, ne kelebek, ne kuş cıvıltısı... 

Hatta gökte hızlı hızlı uçan birkaç kırlangıç bilerek ağaca yaklaşmıyorlar gibi geldi bize. Kanatlarında ağacı algılayan, ondan uzaklaşmaya yarayan bir sensör varmış gibi davranıyorlardı. 

Ağacın altında oturup küçük tüpte çay demleyen aileye selam vererek Kazan Gölü’nün kenarına vardık. Ailenin iki küçük çocuğu da Kazan Gölü’nün başında idi ve çocuklardan 13-14 yaşlarında görünen oğlan mayosunu giymiş göle girmeye hazırlanıyordu.

Biz varıp program çekimi için kamera ve mikrofonlarımızı hazırlamaya başlayınca kendini sulara atmaktan vazgeçti. Merakı suda serinleme isteğine baskın gelmişti. Oysa öğle sularıydı ve güneş de tam tepemizdeydi...

                                                               ***

“MUTLAKA GÖRMEN LAZIM!”

İki yıl önce ilk kez Tekin ağabey ile gelmiştik Kazan Gölü’ne. “Mutlaka görmen lazım” diye diye Pananos Sahili’nden birkaç kilometre uzaklıktaki göle getirmişti beni. Görür görmez hayran kalmıştım gerçekten. Üstü yemyeşil kır çiçekleri, kekikler, karabaş otları, mor menekşeler, kuşburnu çalıları ve bodur delice zeytinleri ile süslü, apak kayalardan oluşmuş küçücük bir tepenin dibindeydi Kazan Gölü. Tepeye çıkıp gölün zümrüt yeşili sularının dibindeki çakıl taşlarına bakmıştık. Derinliği bazı yerlerde 4-5 metreyi aşan, etrafı iki insan boyuna ulaşmış sazlarla çepeçevrelenmiş gölün suları o kadar yeşil, o kadar berrak, o kadar canlı idi ki... 

Üzerinden Selçuk Ovası’nı, Efes’i ve Meryem Ana’nın evinin bulunduğu Karınca Dağı’nı görebildiğiniz bu tepeciğin beyaz akça pakça kayalıklarının dibinde küçük küçük pınarlar kaynıyordu. Ben o zaman beş altı tane kaynak saydığımı anımsıyorum. 

“Bu sular tepenin tam altından gelir, kayaların dibinden kaynar. Yazın buz gibi, kışın ılıcıktır” demişti Tekin ağabey. Kaynadığı yerde elimizi soktuğumuzda su buz gibiydi gerçekten. 

Yarım saat, bilemedin kırk beş dakika kadar kalmıştık gölün başında. Bu sürede gölün çevresinde olan bitenden bahsetmişti. Göz alabildiğine uzanan ovada, uçsuz bucaksız bataklıklardaki sazlıkların, ılgın ağaçlarının kesilerek yerine nar bahçesi dikildiğini, bu bitkilerin içinde yaşayan binlerce canlının yuvasız yurtsuz kaldığını anlatmıştı. Karşımızda, zeytin ve çam ağaçlarının arasında küçük beyaza boyalı evleri görünen Zeytinköylü hemşehrilerinin duyarsızlığından, bilinçsizliğinden yakınmıştı. “Doğaya çok büyük kötülük ediliyor. Bu yok edilen ılgınların, bataklık otlarının, sazlıkların ahı tutacak bizi diye korkuyorum. Böyle giderse Kazan Gölü de kuruyup kalacak!” demişti. 

                                                               ***

KAZAN GÖLÜ CAN ÇEKİŞİYOR! 

Bu sözlerinden çok değil iki yıl sonra Kazan Gölü’nün dibindeki pınarlar kurudu. Cılız bir iki küçük sızıntı dışında tepeciğin altından su kaynamaz oldu. Tekin aağabey gölün kıyısına bu son gelişimizde iki yıl önce “Korkuyorum! böyle giderse...” dediği ne varsa bir bir çıktığını anlattı;

“Kazan Gölü küstü bize. Onu besleyen kaynakların suyunu Pamucak, Pananos sahillerine kondurulan turizm tesisleri çaldı. Yer altına binlerce kuyu çakıldı. Ovanın suyu bilinçsizce aşırı turizme, bağ bahçe sulamaya ayrıldı. Kirletildi. Dünyaca ünlü Efes’in yanı başındaki Zeytinköy’ün hâlâ kanalizasyon şebekesi yok. Bütün kirlilik foseptik çukurlarına basılıyor. Oradan da yer altına karışıyor. Evsel kirlilik, tarım zehirlerinin yol açtığı kirlilik, otellerin pis suları soluğu Küçük Menderes'te alıyor. Menderes açık lağım gibi akıyor şimdi! Kazan Gölü de küstü. Barışır mı artık bizimle, bilmem!”

Tepenin yamacındaki bir kayanın üzerine tüneyip bizi dinleyen oğlan ve kız kardeşi göle girmekten vazgeçip arı ağacının dibindeki anne babasının yanına gittiler. Tekin ağabey ile yaptığımız söyleşiyi merakla dinleyen aile, yanlarında getirdikleri piknik malzemelerini toparlayıp adeta kaçarcasına göl kıyısını terk ettiler. Onlar giderken iki motosikletle 30 km yol yapıp gölün soğuk sularında serinlemek için geldiklerini söyleyen Belevili gençler de göl yüzeyindeki kirliliği görüp yüzlerini buruşturarak geri döndüler. Gitmeden, geçen sene gölün dibinde çektikleri videoyu gösterdiler bize. Tertemiz, berrak, cam gibi idi gölün dibi. 

Doğa ve Direniş köşesinde 9 Nisan 2022 tarihli “Kazan Gölü” başlıklı yazımızda “Bu sayfanın okurlarına hep kötü şeylerden bahsedecek değiliz ya. Biraz da güzellikleri anlatalım, Kazan Gölü'nü mesela” diye anlatmıştım gölü. “Yolunuzu ne yapıp edip Ege’ye, Zeytinköy’deki Kazan Gölü’ne düşürün” demiştim. Heyhat! Gelmemişseniz hiç gelmeyin artık! Kaçırdınız o güzelliği görme şansını.

Youtubırların “Ege Bölgesinde görmeniz gereken on doğal güzellik” anonsları eşliğinde ballandırarak anlattıkları Kazan Gölü artık yok! Küsmüş bize. Çekilmiş içine, ölüme yatmış. Can çekişiyor!..

                                                    /././   

Göl kurudu RES'ler kuruldu! -Özer Akdemir-

Yaz tatili için memlekete gidince bu sene de uğradık Seyfe Gölü’ne. Ağız alışkanlığından öte hâlâ kaynaklarda “göl” diye geçtiği için öyle diyoruz ama Seyfe uzun zamandır göl değil çöl halinde! Tek damla su yok, göğünde uçan, yüzeyinde gezen bir tane kuş yok! Oysa burası çok değil 15-20 yıl önce yüz binlerce su kuşunun vatanı, üreme ve beslenme alanıydı.

“Kuşlar havalandı mıydı gökyüzünü göremezdik” diye anlatıyor köylüler hâlâ gölün o eski neşeli halini. Şimdi, göz alabildiğine uzayan dümdüz bir boşluk, ıpıl ıpıl dalgalanan ışık oyunları, arada sırada rüzgarların oluşturduğu toz şeytanları var gölün tuz tabakası ile kaplı çorak yüzeyinde! 

GÖL YAKININDAKİ TEPELERDE 70’İN ÜZERİNDE RES DİREĞİ VAR

Gölün doğusunda, Geycek köyünün sırtını yasladığı tepelerde onlarca rüzgar enerji santrali (RES) son on yılda ufukta birbiri ardına belirdi. 70’in üzerinde RES direği, kilometrelerce uzayarak Obruk köyünün üst taraflarına kadar geldi.

Tabiat koruma alanı, ramsar alanı gibi koruma statüleri bulunan, Türkiye’nin ve dünyanın en önemli kuş cennetlerinden birisi olarak kabul edilen Seyfe Gölü’ne birkaç kilometre uzaklıktaki (Seyfe Gölü'nün su tutma alanına yaklaşık 4 km, tabiatı koruma alanı sınırına ise yaklaşık 2 km mesafede) bu RES’ler her ne hikmetse göl kuruduktan sonra tepelere dikilmeye başladı. Her yıl yüz binlerce kuşun akın akın gelip gittiği göl eski halinde olsaydı eğer çevresine bu RES’lerin dikilmesi zaten mümkün değildi.

GÖLÜN KURUMASI İLE RES'LERİN PITRAK GİBİ ÇOĞALMASI TESADÜF MÜ?

En önemli zararlı etkileri arasında kuşların yaşam alanlarında, göç rotalarında olmalarından kaynaklı sorunların sayıldığı RES’lerin, Türkiye’nin en önemli kuş cennetinin dibinde son 10 yılda yükselmelerinin Seyfe’nin kurumasından başka yolu da yoktu zaten. Şimdi her yıl kapasite arttıran, üstüne üstlük bir de yardımcı enerji kaynağı adı altında güneş enerji santralleri (GES) de kurulmaya başlanan bölge, çok yakın bir gelecekte enerji projeleri çöplüğüne dönmeye aday yörelerimizden birisi haline geldi ne yazık ki!..

Bu yıl, RES’lerin Kırşehir’den Kayseri’ye doğru bozkırın ortasında uzayan tepelerde adım adım ilerleyişini izlerken, Seyfe Gölü’nün kuruması ile bu RES’ler arasında bir ilişki olup olmayacağı aklıma geldi. Ertesi gün göle giderken uğradığımız Obruk köyünün yaslandığı tepelerde de şimdi devasa RES direkleri dönüyordu. Bu direkler o kadar yakındı ki köye rüzgarda kanatlarından çıkan vınlamayı rahatlıkla duyuyorduk.

‘FLAMİNGO HİÇ GÖRMEDİK, SADECE ON TURNA GEÇTİ’

Seyfe Gölü’nün kuruması ile bu RES’ler arasında ne gibi bir ilişki olabilir ki? Evet, RES’lerin özellikle kuşlar ve bölgedeki tarım ve mera alanlarına olumsuz etkileri vardı. Ancak aşırı su kullanımı, gölü besleyen kaynaklara etkisi gibi Seyfe’nin kurumasına etki edecek bir durumu yoktu. O halde?..

RES’lerin ontolojik değerlendirme raporunda şu cümleler dikkat çekici geldi bana; “RES sahasının kuzeydoğusunda yer alan Seyfe Gölü hem tabiatı koruma alanı hem de ulusal sulak alan statüsündedir. Seyfe, ne yazık ki uzun yıllardır kuruma sorunuyla yüz yüze kalmıştır. Sonbahardan itibaren yağışlarla gölün eski yüzey alanının küçük bir bölümü su tutmaktadır. Halihazırda, sahada yapılan izleme çalışmalarında RES sahasının batısında yani göle yakın bölgede flamingo, turna gibi kuş sürülerinin geçişlerinin gözlendiği bilinmektedir. Bizim 50 günlük izlemelerimiz sırasında santral sahasından flamingo geçişi gözlenmemiştir. Turna geçişi sadece 2022 yılı sonbahar döneminde 1 kez 10 birey olarak gözlenmiştir.”

RES’LERİN BAŞINI AĞRITACAK KUŞ KALMADI!

Yüz binlerce flamingo ve turnanın konup göçtüğü gölün göğünde artık hiç flamingo görülmüyor ve sadece 10 tane turna gözlemleniyor! Bu gözlemler ve ontolojik raporda yer alan kuş gözlem raporları RES’lerin bölgede kuşlar tarafından rahatsız edilmeden enerji üretimine devam edebileceğini yazıyor aslında! Göl eski halinde olsaydı bu RES direkleri kuşları rahatsız edecekti kuşkusuz! Göl kuruduğu için kuş da kalmadı, RES’lerin başını ağrıtacak bir sorun da!...

Seyfe’nin belki 20 yıl gibi bir sürede tamamen kurumasına neden olan yanlış su-tarım politikalarında bölgede RES kurmak isteyen sermaye güçlerinin ya da onların arkasındaki siyasi-bürokratik yapıların etkisi var mıdır? Göl kuruduktan hemen sonra bu RES'lerin pıtrak gibi göl çevresindeki tepeleri doldurması tesadüf müdür? Gölün çevresindeki tepelerde şimdi de altın arama çalışmalarının başlaması, göl yakınındaki Kervansaray Dağı’nın altın madeni sondajları tarafından adeta delik deşik edilmesi ile “tabiatı koruma alanı hem de ulusal sulak alan” korumasındaki Seyfe’nin artık olmaması arasında bir ilişki var mıdır? Öyle ya göl eski halinde olsa bu koruma statüleri bölgede altın madenciliği gibi bir girişime de engel olabilirdi.

SERMAYE İKTİDARININ GÜNAHLARI SAYMAKLA BİTMEZ

Türkiye sermayesi özellikle AKP’nin iktidarı ile geçen son 20-25 yılda o kadar büyük doğa suçlarına imza attı ve bunu da siyasi iktidarın koruyup kollaması ile o kadar pervasızca yaptı ki ortaya çıkan devasa yıkımın boyutlarını henüz tam olarak bilemiyoruz. Sermayenin çıkarları için yok edilen ormanlar, tarım arazileri, kirletilen su kaynakları, kuruyan-kurutulan göller, dümdüz edilen dağlar, sanayi kuruluşlarına peşkeş çekilen ovalar, talan edilen tarihi ve kültürel varlıklarımız...

Seyfe Gölü bunlardan sadece birisi. 

Aklımda şu cümle dönüp duruyor günlerdir; göl kurudu RES’ler kuruldu! 

Bu da mı tesadüf?!..                   /././

Ordunun kıskacındaki gençler -M.Serdar Değirmencioğlu-

Arama motorlarına “demokrasinin beşiği” yazınca ilginç sonuçlar çıkıyor. Örneğin, “Demokrasinin beşiği İngiltere” gibi bir kalıp yineleniyor. Öte yandan, bu gibi kalıpları üretenlerin beşiği kendi tarihlerinde bulmaya eğilimli oldukları anlaşılıyor. Örneğin, ABD’de siyasetçiler demokrasinin asıl ABD’de kök tuttuğunu iddia edip, köklü demokrasiyi “İhraç etmek” için operasyonlar veya savaşlara girişmenin çok mantıklı olduğunu söyleyebiliyorlar.

“Köklü” demokrasi ülkesi olduğu söylenen ABD aslında bir dünya imparatorluğu. Büyük imparatorluklar ancak büyük ordular ve militarizm ile var olabiliyorlar. Büyük bir ordu çok sayıda insanın askere alınması demek. Vietnam Savaşı sonrası ABD’de zorunlu askerlik kaldırıldığı için orduya asker bulmak için büyük bir makine durmaksızın çalışıyor.

Geçen hafta ABD çapında yayımlanan bir gazetede ordunun gençleri çekmek için ne kadar çok çalıştığını ve ne kadar başarılı olduğunu anlatan uzun bir yazı yayımlandı. Yazıda, gencecik insanların orduya alınmasının ne kadar büyük bir haksızlık ve kötülük olduğuna ilişkin bir ima bile yoktu. Bu şaşırtıcı değil çünkü Savunma Bakanlığı ve ordunun kolları çok uzun.

Öte yandan militarizmin ve ordunun topluma verdiği zararı bilenler de çalışıyorlar. Gençleri orduya çekmek için yapılan çalışmalara karşı yıllardır mücadele ediyorlar. Özellikle de sinsice yürütülen çalışmaları gözler önüne sermeye çalışıyorlar. Gençlere ulaşmak için okulların kullanıldığını biliyorlar ve bu nedenle okullarda yürütülen çalışmaları deşifre etmek istiyorlar.

ABD ordusu uzun süredir lise yöneticilerinden öğrencilerin adreslerini ve telefon numaralarını alıyor, öğrencilere ulaşılıyor ve onlara askerliğin ne kadar parlak bir gelecek olduğu anlatılıyor. Bu oyunu bozmak isteyenler, velilerin kişisel bilgilerinin orduya verilmesini engelleyen bir formu doldurmasını öneriyorlar. Ordunun yaptıklarından ve bu formun varlığından haberdar olmayan velilere, formu nerede bulabileceklerini, formun mutlaka imzalanması gerektiğini vd. anlatıyorlar. Bilgilerin verilmesini engellemenin bir hak olduğunu, bunun bir ceza veya yaptırıma yol açmayacağını da ekliyorlar.

Ordu elbette bunları biliyor. Bu nedenle Silahlı Kuvvetler Mesleki Yetenek Bataryası (ASVAB) devreye sokulmuş. ASVAB, Savunma Bakanlığı tarafından ordu için önemli becerileri ölçmek için geliştirilmiş. Ama bakanlık çalışanları veya ordunun ilgili birimleri bu testi, okullardan kişisel bilgileri toplamak için kullanıyorlar.

Uygulanan bu teste giren liseliler oynanan oyundan haberdar değil. Öğrencilerin teste girmeyi kabul etmelerinin kişisel bilgilerinin orduya verilmesini onayladıkları anlamına geldiğini iddia eden ordu, bu bilgileri hemen okul yöneticilerinden almak istiyor. Daha kötüsü, toplanan bilgiler kullanılarak Pentagon’da ulusal bir veri tabanı oluşturulmaya çalışılıyor.

Militarizm karşıtı kuruluşlar ise liselilerin teste girmemesi için velileri uyarmaya çalışıyorlar. Ayrıca velilerin bu testin okula sokulmaması için okul yönetimine baskı yapmalarını öneriyorlar.

Bütün bunlar devasa bir kıskacın varlığını gösteriyor. ABD ordusu, tıpkı diğer ordular gibi, yoksul kesimleri hedef alıyor. “Orduya yazılın, 35 bin dolar cebinizde” gibi afişlerle yoksul gençleri imparatorluğun vurucu güçlerine katılmaya ikna etmek için sürekli çalışıyor.

Okulların kapılarının orduya açık tutulması bu nedenle çok önemli. Britanya ordusu da asker bulabilmek için okulları kullanıyor. Geçtiğimiz hafta ABD’de yayımlanan ve ordunun gençleri çekmek için ne kadar çok çalıştığını anlatan yazıda, okulların salgın döneminde kapatılmasının asker bulma çalışmalarını sekteye uğrattığı belirtiliyordu.

Gelelim Türkiye’ye. Var olan rejim, “Demokrasi ihraç eden” ABD’yi ve seçimlere katılım oranı düşük olan “demokrasinin beşiği” Avrupa ülkelerini eleştirerek görünüşün yanıltıcı olduğunu, asıl “ileri demokrasi”nin Türkiye’de kurulduğunu iddia ediyor. Oysa gerçekler ortada: “İleri demokrasi” büyük bir sömürü, büyük adaletsizlik ve tepeden yönetim; “Türkiye Yüzyılı” ise sınırsız militarizm demek. Büyük ordu çok sayıda gencin askere alınması, kıskaca alınan yoksul ve ezilen kesimlerin içerisinden rejimin vurucu güçlerine emek gücü sağlanması demek. “Büyük Türkiye” eskiden olduğu gibi bugün de büyük bir yalan. Ordu için yapılan güzellemeler eskiden olduğu gibi bugün de göz boyamak için. Ordunun kıskacı hep yoksullara çalışır. Militarizm her zaman acı getirir.

                                                              /././

Narin’in köyü ve AKP -Sultan Özer-

Narin Güran… 8 yaşında, okulda olması gerekirken toprak altında. Haftalardır Türkiye’nin, hatta dünyanın gündemindeydi. 21 Ağustos’ta kayboldu, 19 gün güya karış karış arandı köy ve çevresi ancak bir ihbar üzerine 8 Eylül’de köy içindeki derede bulundu küçücük cansız bedeni. İnsanlık onun için ağladı, başta kadın örgütleri ülkenin dört bir yanında sokaklara çıkıldı, Narin’in katillerinin bulunması istendi.

Yer, Diyarbakır’ın Merkez Bağlar ilçesi Tavşantepe Mahallesi ama köy deniliyor. Köydeki neredeyse herkes akraba… Herkes Narin’e ne olduğunu ilk günden beri biliyor ama susuyor. Büyük bir suskunluk var, adeta yemin ettirilmişler, “Kur’an’a el bastırılmışlar”… Hatta içlerinden biri tanıklık yapınca sonra onu da susturdular, ifade değiştirdi. Köyde neler olduğu tam bir muamma, çünkü Narin’den önce de şüpheli ölümler, şüpheli intihar olayları var dillendirilen. Ama bütün bir köy adeta dilsiz, sus pus içinde. Neden? Kim susturuyor onları? Korku mu, koruma mı? Ne?

Aile adına yapılan açıklamada kullanılan dil, satır aralarında verilen mesajlar da dikkat çekici. Hele "Koca bir ailenin karalanmasını bir takım dış güçler ve onların yerli uzantılarına bağlamaktayız" ifadesi ki bizlerin hiç de yabancısı olmadığımız bir ifade. Zira başta Erdoğan ve Cumhur İttifakının sık sık kullandığı “dış güçler” Narin’in köyüne de göz dikmiş!

Mine Söğüt T24’de “Suskunluğun Dayanılmaz Hafifliği” başlıklı yazısında, “O köydekilere her şeyi bilip de sustukları için kızıyorsunuz ya… Hiç kızmayın.

Siz de her şeyi biliyorsunuz ve susuyorsunuz.

Aile sistemin en küçük ve en korkunç, devlet de en büyük ve en korkunç birimidir. Bu iki birimin maddi ve manevi değerlerini belirleyen her türlü dini inanç da her çağda ve her coğrafyada öldüresiye zehirlidir.

Bu gerçeği mesela, çoğunuz gayet iyi biliyorsunuz ve susuyorsunuz” diyor ya ne kadar haklı.

Bir hukukçunun dediği gibi, “Masumlara cehennem olmuş bir köy”, 24 kişi gözaltında tutuldu kaç gün boyunca, “Şöyle uzmanlar sorguluyor, böyle uzmanlar çapraz sorguya alıyor” açıklamaları yapıldı ama sonuç ne? Narin’i kim veya kimler, neden öldürdü, köylü neden susuyor, öncesinde köyde neler yaşandı? Bu köy neden stratejik? Yanıtları yok.

Tıpkı Türkiye’de yaşananlara dair herkesin her şeyi bilip susması gibi... Tıpkı AKP’lilerin de Erdoğan’a karşı büyük bir suskunluk içinde olmaları gibi…

                                                       ***

“Narin’in köyü ve AKP” başlığına gelince… Öncelikle Narin’in öldürülmesiyle ilgili AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu’nun bilip susması… Ne dedi Ensarioğlu, “Bizlerin bazen bilmediği, bazen de bilip söylemememiz gereken şeyler var çünkü aile, bizim dostlarımızdır.” Tepkiler üzerine bu sözlerinin yanlış anlaşıldığını ileri sürerek yalanladı. Sonrasında birbiri ile çelişen, kendi kendisini yalanlayan açıklamaları da oldu Ensarioğlu’nun. Ama ne bir savcı ne de “Bu hunharca cinayetin sonuna kadar takipçisi olacağım. Masum yavrumuzu hayattan koparan katillerin adalet önünde en ağır cezaya çarptırılması için gereken her adım atılacak" diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bildiğin ve sustuğun şey nedir?” diye sordu.

“Biliyorum ama söylemem, söylersem yer yerinden oynar” ya da “Bir tuğla çekersem duvar muvar kalmaz, yıkılır” gibi sözler her dönem devleti yönetenlerin başvurduğu ifadeler olmuş ancak o tuğla bir türlü çekilmemiş, o bilinenler bir türlü açıklanmamıştır. Tıpkı, Ankara Büyükşehir Belediye Eski Başkanı Melih Gökçek için Bülent Arınç’ın, “Ankara’yı parsel parsel nasıl sattığını biliyorum” deyip susması ya da susturulması gibi…

                                                       ***

Yerel seçimlerde ikinci parti durumuna düşen, kendi seçmeninde bile sorgulanır hale gelen AKP içten içe kaynıyor, “tek adam”a karşı zaman zaman bireysel de olsa tepkiler yükseliyor. Ancak “susmak” geleneklerinde var galiba ki büyük bir suskunluk var hâlâ.

Suskunluğun bozulduğu bir konu teğmenlerin diploma ve yemin töreninde kılıç çekmeleri oldu AKP’liler açısından. AKP Sözcüsü Ömer Çelik, teğmenlere sahip çıkarak, "Teğmenlere hakaret edilmesi de kabul edilemez. İşte 'Hükümet Türkiye'yi şöyle şöyle kapatmaya çalışıyordu, AK Partiye buna karşı bir direniş kılıcı çekildi' gibisinden üslupla konuşmaları, asıl bunların yaptığı şey işte o eski vesayet anlayışının diriltilmeye çalışılması meselesidir" açıklaması yaptı.

Cumhur İttifakı ortağı MHP’li yöneticiler de teğmenleri destekler türü açıklamalar yaptılar, ta ki Devlet Bahçeli, “…İkinci yemin hadisesinin her bakımdan netliğe kavuşması zorunludur" diyene kadar.

Erdoğan da ortağının ne diyeceğini beklemiş olacak ki uzunca bir süre suskun kaldıktan sonra, “…Ancak ordumuzun disiplinine, insicamına ve itibarına gölge düşürecek her türlü girişimin de karşısındayız. Demokratik denetim mekanizmaları çerçevesinde gerekli tahkikatı büyük bir hassasiyetle ve çok boyutlu bir şekilde yürütüyoruz. Kahraman ordumuzun yıpratılmasına da ordumuz üzerinden siyasi hesap görülmesine de hiçbir surette müsaade etmeyiz” açıklaması yaptı.

Daha önce teğmenlere sahip çıkan Ömer Çelik ise adeta 180 derece dönerek, “Buradaki disiplinsizlik unsurlarının tespit edilmesi için bu soruşturma açılıyor" dedi. Çelik’in teğmenlere sahip çıkan açıklamasına Cumhurbaşkanı danışmanlarından Yiğit Bulut X hesabından destek verirken, bu kez Eski Milletvekili Mehmet Metiner karşı hamle yaptı. Sosyal medya üzerinden hakarete varan ifadeler ile birbirlerine giren ikilinin tartışmasına Eski AKP MKYK Üyesi Mücahit Birinci de dahil oldu. Birbirlerine ağır ifadeler kullanan, hakaretler yağdıran AKP’liler, aslında parti içindeki dışa vurulamayan kaynamanın da bir göstergesi… Bu tartışma ve kavgaların hedefi şimdilik Erdoğan değil ama önümüzdeki kurultay sürecinde neler yaşanacağının da işareti gibi…  Yaşayıp göreceğiz.

                                                       ***

Erdoğan 27 Şubat 2015’te Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nda düzenlenen valiler buluşmasında Süleyman Şah Türbesi'nin bir operasyonla yerinin değiştirilmesini eleştirenlere verdiği yanıtta, “vatanı satmanın” ne demek olduğunu anlatıyor. Erdoğan’ın bugüne çok da denk gelen o sözlerini verip, yorumu siz değerli okurlarıma bırakıyorum:  

“Vatanı satmak nasıl olur biliyor musunuz? Vatanı satmak yüksek faizle, yüksek enflasyonla kötü yönetimle ülkenin ve milletin kaynaklarını heba etmekle olur. Vatanı satmak kendi dirayetsizliğiniz, kendi iş bilmezliğiniz yüzünden ülkeyi kriz üzerine krize sokmakla olur. Vatan satmak, bu topraklarda bin yıllık ortak geçmişi olan insanların birliğini beraberliğini, kardeşliğini sağlayamayarak, ülkenin maddi, manevi kayıplara uğramasına göz yummakla olur. Enflasyonu ve faizi düşürerek, lobilere aktarılan kaynağı ülkeye ve millete hizmet için yatırıma dönüştürmek vatana hizmet etmektir.”

                                                                /././

Narin cinayeti ve arkasındaki "kutsal ittifak"! -Yusuf Karadaş-

Narin Güran cinayeti toplumun geniş kesimlerinde büyük bir öfke ve duyarlılık yarattı. Türkiye’nin kadın ve çocuklara yönelik cinayet ve istismar tablosunun oldukça karanlık olduğu biliniyor. Ancak bölgede (Kürt coğrafyasında) kadın ve çocuklara yönelik cinayet, tecavüz ve istismar davalarına bakıldığında bunların arkasında başka bir sosyoloji ve politik tutumun olduğu da görülüyor.

Narin cinayeti ve sonrasında sürdürülen tartışmalarda bizi bu cinayetin ayak izlerine götürmesi bakımından önem taşıyan iki nokta öne çıkmıştı: Birincisi, bu cinayet karşısında Narin’in ailesi ve köyünün suskunluğuydu. İkincisi ise iktidar ve ‘devlet partileri’nin bu cinayete siyasetin bulaştırılmaması gerektiği söylemiydi.

Narin cinayeti konusunda ailenin ve köyün günlerce süren suskunluğu, birçok yazı ve değerlendirmede mafyanın ‘omerta’ (sessizlik) yasasına benzetildi. Oysa bu suskunluğun arkasında asıl olarak feodal kültür ve aşiret ilişkilerinin canlı tutulması gerçeği yer alıyordu.

Bölgede/Kürt coğrafyasında feodalizm ekonomik üretim biçimi olarak büyük oranda çözülmüş olsa da devlet Kürt ulusal mücadelesine karşı feodal-aşiret kültür ve ilişkilerinin canlı tutulmasına yönelik özel bir politika uygulamaya devam ediyor. Bugün iş birlikçi burjuvalara dönüşmüş olsa da aşiret reisleri bu politikada özel bir rol oynuyor.

Narin cinayetinde bu iş birlikçi Kürt burjuvaların temsilcisi olarak AKP’li Galip Ensarioğlu karşımıza çıkmıştı. Ensarioğlu’nun büyük tepkiye yol açan “Bizlerin bazen bilmediği bazen de bilip söylemememiz gereken şeyler var. Aile de bizim dostlarımız” açıklamasını da bu ilişkiler içinde okumak gerekiyor. Ensarioğlu, kendisinin ve AKP’nin aile-köy ile ilişkisini açığa vuran bu açıklamasına gelen tepkilerden sonra “Aileden İyi Partide il yöneticiliği yapan oldu” diyerek durumu kurtarmaya çalışıyor. Ancak ikinci açıklama fotoğrafı daha da netleştiriyor. Çünkü Galip Ensarioğlu’nun Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde bakanlık yapan amcası Salim Ensarioğlu, son seçimlerde İyi Partiden seçilmiş ve sonra yaşadığı anlaşmazlık nedeniyle partisinden istifa etmişti. Dolayısıyla Ensarioğlu’nun bu açıklamaları sadece ailenin ulusal mücadele karşısında devlet partileriyle ilişkisini ortaya koymakla kalmıyor, AKP ve HÜDA PAR’ın neden bu cinayetin üstünü örtmeye çalıştıklarını da açıklıyor.

Bu noktada eşi ve iki çocuğu 2018’de Suruç’ta AKP Eski Milletvekili İbrahim Halil Yıldız’ın yakınları ve korumaları tarafından katledilen Emine Şenyaşar’ın katillerin yargılanması için sürdürdüğü adalet mücadelesine ve bu mücadeleye karşı iktidar ve yargısının takındığı tutuma dikkat çekmek anlamlı olacaktır.

Bölgede feodal-aşiret ilişkilerinin bugüne kadar canlı tutulabilmesinde devletin aşiretleri ‘koruculuk sistemi’ adı altında maaşa bağlamasının da büyük bir rolü bulunuyor. 1985’ten bugüne kadar sürdürülen koruculuk sistemi içinde bugün 75 binden fazla ‘korucu’ bulunuyor. Korucular hakkında cinayet, tecavüz, işkence, insan kaçırma, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı başta olmak üzere binlerce suç dosyası bulunsa da devlet ve aşiretlerin ‘kutsal ittifakı’ nedeniyle bu dosyaların üstü örtülüyor.

Bölgede 21. yüzyılda Van ve çevresindeki aşiretlerin oluşturduğu ‘Kadim Aşiretler Federasyonu’ gibi örgütlenmelerin ortaya çıkmasının ve bu aşiretlerin her seçimde Erdoğan ve AKP’ye ‘destek’ açıklamaları yapmasının kerametini de devlet ve aşiretler arasındaki bu kutsal ittifakta aramak gerekiyor.

Narin cinayetinin arka planındaki sosyolojiye ve bu sosyoloji üzerine inşa edilen politik çıkarlara dikkat çekenler, AKP ve HÜDA PAR’dan Muharrem İnce’ye kadar devletin Kürt coğrafyasındaki politik uygulamalarının temsilcisi ve savunucusu partiler tarafından “Acılar üzerinden siyasi rant devşirmek” ile suçlanıyor.

1990’lı yıllarda Kürt ulusal mücadelesine karşı devlet tarafından kullanılan Hizbullah’ın devamcısı HÜDA PAR’ın yöneticilerinden Vedat Turgut, Narin cinayeti ile ilgili açıklamasında “Bu tür vahşilikler, vandallıklar bizim kültürümüz değil, bunlar Avrupa’nın, Amerika’nın, İsrail’in kültürü” diyerek partisinin de oy tabanını oluşturan ve ideolojik harcını dincilikten alan gerici aşiret ilişkilerini aklamaya çalışıyor. HÜDA PAR’lılar; Hizbullah’ın mezar evlerini, IŞİD’in habercisi olan işkence ve katliamlarını acaba hangi kültürle açıklıyor?

Galip Ensarioğlu, Serbestiyet’te yer alan röportajında “DEM Parti’liler Narin kızımızın kaybolduğu ilk günlerde köye gittiler. Pek bir oylarının olmadığı, etkilerinin olmadığı bir köy. Aileden devlet aleyhine, AK Parti aleyhine açıklamalar almaya çalıştılar, aileyi bu yönde kışkırttılar. Aileden bu tip siyasi tepkiler alamayınca bu sefer aileyi hedef alan açıklamalara başladılar” diyor. Aslında Ensarioğlu, DEM Parti’yi suçlamak isterken ailenin devlet ve iktidar partisi ile olan ilişkisini, başka bir deyişle Narin cinayetinin öncesindeki karanlık ilişki ve suçların bir devamı olduğunu da itiraf etmiş oluyor-ki, “Narin’in ailesi” adına yapılan açıklamada da “vatana ve millete, Kur’an kursları ve dine bağlılık” vurgusunun yapılması dikkat çekiyor.

Böylesi bir tabloda “Cinayete siyasetin bulaştırılmaması” söylemi, gerçek suçluların açığa çıkartılmasının ve böylesi cinayetlerin bir daha yaşanmaması için atılması gereken adımların önüne geçilmesini amaçlıyor. Küçük Narin hangi gerekçeyle öldürülmüş olursa olsun cinayetten sonraki suskunluk ve iktidar temsilcilerinin zanlılara ‘koruma kalkanı’ olmaya çalışması, bu cinayeti bölgedeki karanlık ilişki ve suçların bir parçası haline getiriyor. Bu nedenle Narin’in alçakça katledilmesine karşı oluşan öfke ve tepkiler, bu cinayetin ve öncesinde işlenen binlerce suçun arkasındaki ‘kutsal ittifaka’ karşı karanlıkların aydınlatılması ve demokratikleşme mücadelesine dönüşmedikçe bu gidişata ‘dur’ denilmesi de olanaklı görünmüyor.

                                                          /././

Reşit Kibar "Ne" için öldürüldü?-Yücel Demirer-

“Şiddetin Tedarik Zinciri” başlıklı makale 2019 yılı ağustos ayında ‘Nature Sustainability’ isimli dergide yayımlanmıştı. İki akademisyen ve bir gazetecinin imzasıyla yayımlanan makalede, çevreci cinayetleri inceleniyor ve bu cinayetlerin nedenleri ve nasıl önlenebileceği değerlendiriliyordu. Söz konusu makaledeki en çarpıcı cümlelerden birisi şöyle: “2002 ile 2017 yılları arasında 50 ülkeden 1558 kişi doğayı ve kendi topraklarını savunduğu için öldürüldü.”

İnsan hakları ve çevre konusunda bilgi üreten ‘Küresel Tanık’ (Global Witness) adlı uluslararası kuruluş ise 2022 yılı eylülünde yayımladığı bir raporda, son 10 yılda 1700'den fazla çevre aktivistinin öldürüldüğünü belirtiyor. Raporda, öldürülenlerin büyük bir kısmının topraklarını madencilik, petrol sondajı, kerestecilik ve hidroelektrik santrallerden korumaya çalışan yerli halk olduğu aktarılıyor. Cinayetler, yolsuzluğun yoğun olduğu, hukuk devletinin işlemediği ülkelerde yoğunlaşıyor.

Bu noktada, “Şiddetin Tedarik Zinciri” başlıklı makaleden bir cümle daha aktarmak istiyorum: Ölümler, çevre savunucularının karşı karşıya kaldığı şiddetin 'Buz dağının görünen kısmını' temsil etmektedir: Öldürülen her doğa savunucu yanında binlerce kişi doğrudan şiddet, tehdit ve psikolojik yıldırma ve daha az görünen kültürel ve yapısal şiddet veya 'yavaş şiddet' ile karşı karşıya kalmaktadır.

                                                       ***

Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu yaşam alanlarındaki asırlık ağaçların kesilerek mermer ocağı açılmasına karşı altı yıl hukuk mücadelesi verdikten sonra 2017’de evlerinde öldürülmüştü. Azmettiricilerini itiraf eden katil ise tutuklu bulunduğu cezaevinde intihar (!?) etmişti. Dava devam ediyor, mermer ocağı kapatıldı.

Reşit Kibar yaşam alanını korumak isterken katledilen son doğa savunucumuz. Bu satırlar yazılırken dünyanın başka yerlerinde doğayı korumak isterken kimler öldürüldü henüz bilmiyoruz.

Artvin'in Hopa ilçesine bağlı Cankurtaran bölgesinde, “mesire alanı” projesi için ağaç kesimini engellemek isteyen yerel halkın üzerine ateş açıldı. Açılan ateşte, Reşit Kibar hayatını kaybetti, Ersan Koyuncu ve Gökhan Koyuncu yaralandı. Reşit Kibar 46 yaşındaydı, geride üç çocuğunu, eşini ve sevenlerini bıraktı. Proje sahibi şirket alelacele işten vazgeçtiğini ilan etti. Katil tutuklandı, azmettirici henüz bilinmiyor.

Ancak söz konusu şirketin köyde daha önce maden ocağı açmak niyetinde olduğu, köylünün topladığı imza ile maden ocağı girişiminin durdurulmasından sonra bu kez bir turizm projesi yapmak üzere yeniden ortaya çıktığı biliniyor.

Çevre meselesinin güncel siyasette eksilmeyen önemi, şiddetin ve çete aklının sınır tanımadan bu alanda da etkili olduğu ve kamu otoritesinin iktidar adına tıpkı hukuk mecrasında olduğu gibi çevresel rekabette de partizanca kullanıldığı herkesin malumu.

                                                        * * *

Çevre hareketi 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıktı. Başlangıç aşamasında ‘amaç’ doğal dünyanın insan toplumundan ayrı görülen ve içsel bir değeri olduğu düşünülen varlığını sanayileşmenin yıkımından korumak ve gelecek kuşaklarca sürdürülebilir kullanımını sağlamak olarak tanımlanmıştı. Saklama ve koruma çerçeveleri üzerinden şekillenen ve erken kapitalizmin etkilerine karşı gösterilen bu tepki, 1950'lere kadar devam etti.

1960'lar Batı toplumlarında bir ‘çevre devrimi’ni beraberinde getirdi. Çevre sorunları, o dönemde halkı etkileyen çevre felaketleri ve Rachel Carson'ın tarım ilaçlarının öldürücü etkisine dikkat çektiği ve çevre duyarlığı konusunda bir dönüm noktası olarak kabul edilen “Sessiz Bahar - Silent Spring” gibi popüler kitapların yayımlanmasıyla kamuoyu gündeminin ilk sıralarında yer almaya başladı. İzleyen aşamada yeni sağlık kaygılarının, sosyal değişimin ve sosyal hareketlere yönelik desteğin arttığı bir ortamda ekonomik büyüme sorgulanmaya ve yeşil yaşam tarzı savunulmaya başlandı. Tüm yaşam biçimleri için eşitliğin savunulduğu, insan merkezcilikten uzaklaşılan bir dönemin yolu açılırken, çevrenin de eşitsizliklerin yaşandığı bir alan olduğu bilinç katına çıkarıldı. İnsanların çevresel koşullar ve sonuçlar açısından eşit olmadıkları gerçeği net bir biçimde ortaya konuldu.

Bu süreçte, çevrecilik faaliyetinin ekseni yerellere kaydı. Yerel değerlerin metalaşması, kazançların ve risklerin eşitsiz dağılımı yatırımlardan elde edilen rantın sorgulanmasını beraberinde getirdi. Çevreciler en net zaferlerini yerel düzeydeki eylemleriyle kazanmaya başladı.         

Günümüzde, çevre sorunlarının ulusal gündemde öne çıkmadığı dönemlerde bile yerel çevre grupları mevzi kazanmaya devam ediyor. Yerel inisiyatifler çevre politikalarının önemli aktörleri oluyor. Çevrecilik dar bir seçkin grubun davası olmaktan çıkıp, nasırlı ellerin meselesi oluyor. Bu yöndeki genişleme, insan ve doğaya ilişkin giderek yükselen bir bilinç düzeyini geliştiriyor. Yerele iş ve aş getirme kılıflarına rağmen egemenlerin rant çarkı giderek daha zor döner oluyor.

                                                       * * *

Reşit Kibar’ın katledilmesiyle zirve noktasına ulaşan süreçte üç baskın eğilim göze çarpıyor.

Bunlardan ilki çevre meselesinin ülke siyasetinin merkezinde yer alan temel konulardan biri oluşunun her geçen gün yeniden tescillenmesi. İkincisi faşist eğilimler ve sınırsız şiddetin diğer yaşam alanlarında olduğu gibi çevre konusunda da olağanlaştırılmış ve cinayet zirvesine yükseltilmiş oluşu. Üçüncüsü, ülkenin dört bir yanında çevre üzerinden rant üreten mekanizmanın yöre insanlarını birbirine kırdırmaktan çekinmeyişi ve hatta bu yöntemi sistemli bir biçimde kullanması.

Reşit Kibar’ın uğruna hayatını feda ettiği “çevresel aktivizm” faaliyeti, çevreyi koruyan ve gezegenin sürdürülebilirliğini tehdit eden sorunlara karşı mücadele eden bireylerin veya grupların eylemleri olarak tanımlanıyor. Kuşaktan kuşağa aktarılabilecek sağlıklı bir yaşam ortamı yaratma mücadelesi veren yerel aktörlerin talancı akıl tarafından “terörist” olarak yaftalanmasına canımızı dişimize takarak itiraz etmek görevlerimizin başında geliyor.

Bir diğer sorumluluk; yereldeki çevresel taban aktivizmini önlemeyi, yerel bilgi ve ölçeğin önemini gölgelemeyi, yere dayalı güç eşitsizliklerini kalıcılaştırmayı hedefleyen cinayetleri, faillerini ve azmettiricilerini unutturmamak olarak şekilleniyor.

Reşit Kibar’ın anısına saygıyla.

                                                       /././  

Almanya'da mülteci düşmanlığı yarışı -Yücel Özdemir-

Almanya’da aylardır bitmek bilmeyen bir göç, göçmenler, mülteciler, iltica tartışmasıdır sürüp gidiyor. Sürdükçe sermayenin bütün fraksiyonları hep birlikte kazanılan temel hak ve özgürlüklere saldırmaya, var olan kırıntıları ortadan kaldırmaya devam ediyorlar.

Geçmişte mültecilere sahip çıkan, savaştan ve zulümden kaçanlar için ilticanın temel bir hak olduğunu savunan sözde sosyal demokratlar, Yeşiller, sol liberaller şu günlerde ise sadece aşırı sağcıların, muhafazakar Hristiyan Demokratların estirdiği havaya teslim olmakla kalmadılar, onların söylediklerini harfiyen yerine getirmeye başladılar.

Bu açıdan müthiş gerici bir mülteci ve yabancı düşmanlığı yarışından söz edilebilir. Zehirli bir hava dolaşıyor Almanya semalarında. Irkçı ve ayrımcı yaklaşımın 1 Eylül’de Thüringen ve Saksonya eyaletlerinde oy kazandırdığını görenler, 22 Eylül’de Brandenburg’da yapılacak seçimler öncesinde dozajı daha da arttırdılar.

Suriye’den gelen radikal dinci bir mültecinin 23 Ağustos’ta Solingen’de üç kişinin ölümüyle sonuçlanan terör saldırısının ardından, daha önce hazırlanan ve çekmecede tutulan planlar masanın üzerine konularak adım adım uygulanmaya başlandı. Bunların ilki, değişik suçlara karıştıkları için hapse atılan 28 Afgan mültecinin, Katar hava yollarına ait bir uçağa konularak Kabil’e gönderilmesi oldu.

Daha sonra Katar’ın, sınır dışı için Solingen saldırısından önce Taliban rejimiyle irtibata geçerek “olur” aldığı ortaya çıktı. Zira önceden zemin hazırlanmasaydı beş gün içinde Almanya’nın değişik kentlerinden Leipzig’e toplanan mültecilerin gönderilmesi o kadar hızlı olamayacaktı.

Ceplerine biner avro konularak Afganistan’a gönderilen mülteciler beş gün sonra Taliban rejimi tarafından serbest bırakıldı. “Güvenli olmayan ülkeler” arasında yer alan Afganistan’a yapılan gösterişli sınır dışının asıl hedefi, benzer ülkelerden gelenlerin sınır dışı edilmesinin önünü açmaktı. Bundan sonra Suriye başta olmak üzere savaşların sürdüğü, diktatörlerin yönettiği ülkelere sınır dışı etmek çok daha kolay olacak.

Hükümetin hazırladığı, Başbakan Scholz’un bir yıl önce Der Spiegel dergisine verdiği demeçle ilan ettiği “Büyük sınır dışı planı” böylece başlatılmış oldu. Ne var ki aşırı sağcılar, muhafazakarlar bu adımı olumlu bulsalar da yeterli görmüyorlar. Daha fazlasını istiyorlar.

İltica başvurusunda bulunan ancak bu başvuruları reddedildiği halde sınır dışı edilemeyenlere verilen cüzi yardımının kesilmesi, mültecilerin aldıkları yardımları ülkelerine göndermelerinin engellenmesi adına “ödeme kartı” (Bezahlkarte) verilmesi, diğer uygulamalar.

Son haftalarda olan bitene baktığımızda ana muhalefet Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) Başkanı Friedrich Merz, aşırı sağcı, ırkçı AfD’nin mülteci düşmanlığı politikasını devralmış görünüyor. Sınırların kapatılması, kaçak yollardan gelen herkesin sınır dışı edilmesi çağrısını yapıyor. Sınırdan içeriye adım atıp Almanya’ya iltica başvurusunda bulunmaya son verilmesini istiyor.

SPD’li Federal İçişleri Bakanı Nancy Faeser de yaklaşık onun gibi düşündüğü için hemen AB’ye karadan bütün sınırda kontrollerinin yapılacağı bilgisini verdi. Dolayısıyla, Almanya ve AB vatandaşlarının kimlik göstermeden sırlardan içeriye girmesi 14 Eylül’den itibaren bir süreliğine askıya alınacak. Ne zaman askıdan indirileceği ise belirsiz.

Faeser’in Merz’den farkı, sınırlarda geçici kampların kurulmasını istemesi. Merz, iltica için gelenlerin hemen geldiği ülkeye gönderilmesini isterken, Faeser en fazla beş hafta misafir edilerek geri göndermeden yana. Bu farkın başlıca nedeni ise Avrupa hukuku ve Alman Anayasası. Merz’in sınırdan hemen gönderme önerisinin hiçbir yasal dayanağı yok. Var olan yasaların açıktan ihlali anlamına geliyor.

Direksiyonu iyice mülteci düşmanlığına çeviren Merz, bir taraftan AfD’ye göz kırparken diğer taraftan önümüzdeki yıl yapılacak genel seçimler öncesinde sağ popülizm alanına oynuyor. Gerçi alan boş değil. Bir tarafta AfD, diğer tarafta yeni kurulan Sahra Wagenknecht İttifakı (BSW) var.

CDU, başta SPD olmak üzere hükümet partilerini köşeye sıkıştırmak için salı gününe kadar verdiği ültimatom kapsamında yapılan “göç zirvesi”nde de bu popülist anlayışa bağlı olarak masayı devirdi. Aynı şeyleri söyledikleri halde yapılan sert muhalefetin bu partiden çok AfD’ye yarayacağını söylemek için kahin olmaya gerek yok. Çünkü, seçmenlerin sahtesinden çok aslını seçtiği biliniyor.

Göç ve mülteciler üzerinden gerilimin artırılmasıyla temel sorunların üzeri kolayca örtülmek isteniyor. Artan hayat pahalılığı, sanayinin ana damarı olan otomotiv sektöründen başlayarak değişik alanlarda başlayan işten atmalar, Ukrayna savaşı, büyüyen gelecek korkusu ve derinleşen sınıflar arası çelişkiler günümüz Almanya’sının asıl sorunlarıdır.

Bu sorunlar ağırlaştıkça sermaye partileri, geçmişte olduğu gibi bugün de toplumdaki en zayıf kesimi/grubu hedef göstererek daha da gericileşiyorlar. Bugünün “en zayıflar”ı olan mültecileri hedef gösterenler, asıl olarak çürümekte olan sistemi kurtarmaya çalışıyorlar. Bunun için de askeri harcamaları arttırıyorlar, polise verilen yetkileri genişletiyorlar. Hedefte ise sisteme karşı çıkacak bütün güçleri sindirmektir.

Gelişmeler Almanya’nın önümüzdeki yıl yapılacak genel seçimlere kadar çok şeye gebe olduğunu gösteriyor. Artan ekonomik ve siyasi baskılara karşı VW’den başlayarak metal işçilerinin önümüzdeki haftalarda başlatma olasılığı yüksek grev ve uyarı grevleri havanın dönmesine vesile olabilir. “Zehirli hava” ancak işçi sınıfının sahaya inmesiyle dağıtılabilir. 

                                                             /././

Bölgede barış, Erdoğan ve Sisilerin uzlaşmasıyla değil halkların mücadelesiyle kazanılacak! -İhsan Çaralan-

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan 4 Eylül’de Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah el-Sisi’yi Ankara’da ağırladı. Ama ne ağırlama! Sisi’yi karşılamak için Esenboğa Havalimanına giden Erdoğan Sisi’yi; Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve Ankara Valisi Vasip Şahin’le birlikte karşıladı. Saray’a da aynı makam arabasıyla döndüler. Balkonda birlikte kahve içip sohbet ettikleri fotoğraf servis edildi medyaya. Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi toplantısına Erdoğan ve Sisi birlikte başkanlık etti. Bir aileleriyle birlikte Bodrum’da tatile çıkmadıkları eksik kaldı! Bu ziyarete Erdoğan’ın olağanüstü bir önem verdiğini göstermek için her şey yapıldı. En hafifi “katil”, “zalim”, “darbeci”, “firavun” gibi Sisi’ye takılan sıfatlardan dolayı üzüntü duyulduğu gösterilmeye çalışıldı. Adı İletişim Başkanlığı olsa da artık herkesin “Propaganda Bakanlığı” olarak bildiği kurumun giriş kapısına Erdoğan ve Sisi’nin fotoğraflarının yer aldığı bir “Hoş geldiniz” pankartı asıldı!

NORMALLEŞME İÇİN SİSİ’NİN KAPISINA GİDEN ERDOĞAN’DI!

Bu ağırlama Mısır Cumhurbaşkanı Sisi’ye değil; ekonomik, siyasi düzeyi ve öteki özellikleri Mısır gibi olan herhangi bir ülke başkanına yapılsa çok üstünde durulmazdı. Ama söz konusu Sisi olunca elbette şatafatlı karşılama pek çok bakımdan manidar hale geliyor, olup bitenlerin ne anlama geldiği, yapılan ve yapılmayanların arkasındaki amaçları tartışmak önem kazanıyor.

Sisi’nin Ankara ziyareti Erdoğan’la Sisi arasındaki üçüncü görüşme. İlk görüşme Katar emirinin daveti üzerine Katar'da düzenlenen 2022 FIFA Dünya Kupası açılış resepsiyonundaki karşılaşmaydı. Ayaküstü bu karşılaşmada Erdoğan’la Sisi gülümseyerek el sıkıştı! Bu elbette bir tesadüf değildi. Tersine Erdoğan’ın dostu ve “kardeşi” Katar emirinin ve başka aracıların Erdoğan’ın ricası ile araya girerek düzenledikleri bir görüşmeydi!

İkinci görüme 14 Şubat 2024’te Erdoğan’ın Kahire ziyaretiyle gerçekleşti. Abartılı bir ritüel yoktu. Nitekim bu ziyaret yandaş medyada ‘Gitti-geldi’ Mısır’da da “Geldi-gitti” haberleri olarak yansıdı. Üçüncü görüşme ise 4 Eylül’deki Sisi’nin Ankara ziyaretiydi.

Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkilerin normalleşmesi için ilk girişimler Mısır’dan değil Türkiye’den gelmişti. Mısır uzunca bir süre Türkiye tarafından yapılan açıklamalar karşısında sessiz kalırken medya ve gayriresmi yollardan Türkiye-Mısır ilişkilerinin normalleşmesi için önemli sorunlar olduğuna dikkat çekiyor; “Türkiye’nin Suriye ve Libya başta olmak üzere Arap topraklarındaki askerlerini geri çekmesi” gibi “ağır şartlar” öne sürerek elini yükseltiyordu!

MISIR DEĞİL TÜRKİYE ZARAR GÖRDÜ!

Türkiye’nin Sisi’nin “katilliği”, firavunluğu”, “diktatörlüğü” üstünden yürüttüğü kampanyanın Sisi’ye ve Mısır’ın bölgedeki girişimlerine pek bir zararı olamamıştı ama bu kampanya Erdoğan’ın dış politikasının çöküşünde önemli oldu.

* Mısır’daki İhvan (Müslüman Kardeşler) iktidarına son veren Sisi darbesi, İhvan’ın Kuzey Afrika ve diğer İslam ülkelerindeki yükselişini durdurarak Türkiye’nin İhvancı dalga üstünden “İslam’ın lider ülkesi”; Erdoğan’ın da “İslam’ın kurtarıcı lideri” olma stratejisini çökertti.

* Suudi Arabistan (SA), Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Bahreyn gibi Katar dışındaki Körfez ülkeleri ve diğer Arap ülkeleriyle ilişkilerin bozulmasında önemli bir etken olurken Türkiye’nin Suriye ve Libya’daki iç savaşların batağına sürüklenmesinde önemli oldu.

* Kıbrıs’ın güneyinde keşfedilen yeni doğal gaz yatakları sahasında Kıbrıs, Yunanistan, İsrail, Lübnan ve Mısır’ın oluşturduğu birlik Türkiye’yi dışladı.

* En son İsrail’in Filistinlilere yönelik giriştiği soykırım savaşında bile ateşkes ve öteki görüşmelerin Mısır üstünden yürütüldüğü, Türkiye’nin Filistinlilere gönderdiği insani yardımın bile Mısır’dan gönderilebildiği dikkate alındında Mısır’ın bölgedeki sorunların çözümündeki rolünün arttığı Türkiye’nin Mısır’la ilişkilerinin bozulmasının Mısır’a değil Türkiye’ye çok pahalıya mal oluğu apaçık görülmektedir.

Bu maliyete, Mısır’la normalleşmenin başladığı son birkaç yılda yüz dolayında tekstil firmasının Türkiye’deki fabrikalarını kapatıp Mısır’a taşıdıkları ve son bir yılda Mısır’ın ihracatına 30 milyar dolar katkı yaptıklarını da eklemeliyiz. Hele de bunun Şimşek ve diğer bakanların ülke ülke dolaşıp “doğrudan yatırım” için çalmadık kapı bırakmadıkları bir zamanda olması dikkat çekici olmalı. Pek adetleri olmasa da Erdoğan ve adamları bunun nedenini de düşünmeli!

BÖLGE BARIŞI ERDOĞAN VE SİSİ ARASINDA UZLAŞMAYA BAĞLANAMAZ

Peki Sisi’nin ziyaretiyle yapılan görüşmelerde ne alınıp ne verildi denirse “İyi niyet” ve “iyi dilek” ifadeleri ile geleceğe dair “cek” ve “cak”larla biten cümleler dışında somut bir şeyden söz etmek pek olanaklı değil.

Görüşmelerde Türkiye’nin Suriye politikasına Mısır’dan destek istenmediği ya da Kıbrıs’ın güneyindeki doğal gaz sahalarında Türkiye’nin talepleri gündeme gelmemiş görünmemektedir. Ama Sisi’nin “Yabancı ülkelerin silahlı güçlerinin Libya’dan çekilmesi gerektiği”ne dair talebini Erdoğan’a söylediği ifade edildi!

Görüşmeler sonrasındaki en somut gelişme YÖK ve çeşitli bakanlıkların Mısır’daki dengi kurumlarla yaptıkları 17 “mutabakat zaptı” imzalaması oldu. Ama bu mutabakat zabıtlarının somut bir karşılığı olmadığını daha önce Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’yle yapılan mutabakat zabıtlarında gördük. Mısır’la imzalananlardan bir şey çıkar mı, bunu da yakında göreceğiz.

Bu yazıyı belki bir zamanlar çok tekrarlanan ama son yıllarda pek söylenmeyen  “Ortadoğu’da Mısır’sız savaş Suriye’siz barış olamaz” saptamasına dair birkaç cümleyle bitireceğiz.

Çünkü İsrail’in Filistin’de giriştiği soykırım savaşı eninde sonunda bölgede kartların yeniden dağıtılmasını gerektirecektir ve bu da Filistin sorununun barışçıl ve demokratik çözümü için mücadelede İran’ı geriye iterken Mısır’ı ve elbette Suriye’yi de yeniden öne çıkaracaktır.

Türkiye’nin bunun önünde bir engel mi olacağı yoksa bölge barışının kurulmasında rol mü üstleneceğini de Türkiye’nin Suriye ve Libya’daki askerlerini geri çekip çekmeyeceğinin göstereceğini söylemek yanlış olmaz.

Bunu özellikle Türkiye’yi yönetenlerin anlaması gerekmektedir. Ancak Mısır’la ilişkilerini normalleştirmeyi abartılı ritüellerle gösteren Erdoğan’ın Suriye ile de benzer ilişkilere girmek istemesi, Esad’la yeniden Bodrum’da tatil yapacağı günleri tekrarlamaktan söz etmesi bölgede “Suriyesiz barış olmayacağı”nı anladığını göstermemektedir.

“Dün dündür bugün bugün” düsturunu keyfi yönetimine kalkan eden bir tek adam yönetiminin yarın ne yapacağını bilmek zor değil. Bu yüzden barış içinde bir bölge mücadelesi ne Erdoğan ne Sisi ne de onlar arasındaki rekabet ya da uzlaşmaya bağlı kalamaz, kalmamalı da!

Dünyada ve bölgedeki gelişmeler bölgede barış mücadelesiyle ilgili başka bir yazıyı hak edecek bir konu olsa da bu yazıyı; gerek Türkiye gerekse bölgede barışın halkların mücadelesinin eseri olacağını söyleyerek bitirmek söylenenleri tamamlayıcı olacaktır.

(Evrensel)





                     








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder