Vicdan kavramı şu ya da bu gerekçeyle çok sayıda tartışmanın konusu olmuştur. Diyarbakır-Tavşantepe’deki Narin cinayeti vesilesiyle yeniden birçok açıklamada yer aldı. Günümüz burjuva devlet iktidarının en tepe yöneticisi olan Erdoğan örneğin, konu üzerine açıklamasında, “Bu vahşet öne sürülerek aile müessesesi, dini kurumlar, hatta Kürt kardeşlerimiz hedef alınıyor. Açık söylüyorum bu vicdansızlıktır” dedi.
Erdoğan başka birçok konuya da değinerek muhalefetin her türünü hedefe koyan sözleri birbiri ardına sıraladı. Örneğin “şahsiyet inşası”ndan bahisle “Güçlü şahsiyetler, sağlam bir toplumun teminatıdır” dedi ve bireylerin, ailenin, devletin bozulması ve çürümesinin millet ve memleketin aleyhine büyük kötülüklere yol açacağını belirterek sözü camiye, ezana, Kur'an'a getirdi. Camilerin ahırlara çevrilmesi, ezanın susturulması, Kur’an'ın toplatılması gibi, önceki zamanlarda da birçok kez gündeme getirilen ancak hiçbir zaman kanıtı gösterilememiş olan iddiaları yineleyerek “dine sarılma” ile “milletin bekası”nı ilişkilendirme şeklindeki siyasal manevrayı -yoksa taktik mi demeli?- bir kez daha gündemleştirdi.
Elli yılı aşkın süredir egemen sınıf politikasının belirli kanallarında deneyim kazanan birinin bu türden sözler etmesi, elbette sınıfsal tecrübesiyle de bağlıdır. 8 yaşındaki bir kız çocuğunun barbarca katledilmesi karşısında ortaya çıkan toplumsal tepkiye rağmen bir aya yakın süredir bu cinayeti açığa çıkarma yerine, canilerin bulunmasını isteyenleri vicdansızlıkla suçlamak, o da yetmez, aile kurumunu ve Kürtleri hedef almakla suçlamak, bu tecrübeyle bağlı manevralardan olmalı. Kürtleri ulusal talepleri nedeniyle bölücü terörist ilan edip saldırı hedefi yap, sonra dön Kürtleri hedef alıyorlar diye konuş, kolay başarılacak türden bir iş değil!
Erdoğan’ın dini söyleme yoğun şekilde başvurmasıyla ise elbette yeni karşılaşılmıyor. Buna rağmen açıklamasını “toplumun bam telleriyle oynamayı içeren tehlikeli bir kumar” olarak niteleyenler oldu. Aynı zamanlamayla Genelkurmay Eski Başkanı Hulusi Akar ve Anayasa Mahkemesi başkanı, toplumsal yaşamın düzenlenmesi alanıyla ilişkin açıklamalarında dini söyleme başvurdular. Akar, eğitimin bilgi için değil “Allah korkusu”nu oluşturmak için yapılması gerektiği mealinde laflar etti. Milli Eğitim Bakanlığı, tarikat-cemaat örgütlenmelerini “sivil toplum kuruluşu” olarak ilan etmekle kalmadı, eğitim öğretim programını onlarla iş birliği içinde uygulama girişimlerini aleni hale getirdi. Üst düzey yönetim organlarından gelen açıklama ve girişimler, siyasal İslamcılığın devlet kurumlarında artan şekilde güç haline gelmesi kaygısını daha da artırdı.
Birbirini izleyen ve planlanmış izlenimi veren bu açıklamaların, siyasal-ekonomik sorun yumağının Erdoğan iktidarını giderek artan şekilde açmazlarla karşı karşıya bıraktığı bir dönemde ve bir sistematik dahilinde yapılıyor olmasının, hedef şaşırtma-gündem oluşturma gibi bir özelliği var. İşsizlik ve yoksulluğun arttığı, zamların birbirini izlediği, on milyonlarca kişinin kredi borçlusu durumuna düştüğü ve bunlara karşı tepkilerin giderek açık şekilde dışa vurulduğu dönemlerde yapıldığı üzere, yine aynı şekilde “dine sarılma” taktiğiyle, din istismarıyla tepkilerin büyük kitlesel protestolara dönüşmesi önlenmeye çalışılıyor. Ancak hepsi bu değil! Toplum yaşamının siyasal İslamcı anlayış doğrultusunda düzenlenmesi Erdoğan yönetiminin başından beri izlediği politikanın önemli bir yanını oluşturuyor. Amaç dindarlık değil kitlelerin din aracıyla yedeklenerek sömürü ve baskı sisteminin uyumlu unsuru durumunda tutulmalarıdır. Böyle olduğu, din istismarcılarının aşağıdan yukarıya zenginlik içinde boğulacak varlık sahipleri olmasına ve fakat “tebea” olarak zikredilenlerin yoksulluk içinde olmaya devam etmelerine bakılarak görülebilir.
Erdoğan’ın çürümeye ilişkin tespiti, kendine ait olup olmamasından bağımsız olarak, içinde bulunulan durum açısından varsayımsal değil somuttur. Çürüme bireysel değil, toplumsal bünyeyi saracak denli yaygın ve derin izler bırakacak denli de etkilidir. Ne ki bu durum onun ve yönetimi altında büyük vurgunlar yapma olanağına kavuşanların göstermek istedikleri gibi dış güçlerin, lobilerin, hainlerin ürünü değil, sömürü ilişkilerine kulluk bağıyla bağlı olan ve ondan yararlanarak emekçilerin üretimi zenginliklerle ülkenin doğal kaynaklarına el koymada birbirleriyle yarışan kapitalist çakalların marifetleriyle bağlıdır. Erdoğan, “İslam kardeşliğine ve bizi biz yapan kadim değerlerimize daha sıkı sarılmaya ihtiyacımız var” derken olmayan ve olmadığı ayan-beyan olan bir şeyden söz ediyor. İslam dinini kabul eden ülkelerin yöneticileri başta olmak üzere siyasal İslamcıların birbirlerinin kanına ekmek doğrama politikası onca piyasaya dökülmüşken, “İslam kardeşliği” bir rivayetten öte anlam taşımıyor. Kürtler büyük çoğunluğuyla Müslümandır ama ulusal kimliklerini ifade etmelerine karşı dahi küfrün bin türü alenidir. 1840’lardan beri saldırı hedefindeler. Filistinliler önemli bir bölümüyle Müslümandır ama “İslam kardeşleri”nin gözü önünde 76 yıldır imha ve işgal politikalarıyla zulüm altında tutuluyorlar.
Özak işçileri Müslümandır ama sendika seçme haklarını kullanmak istediler diye jandarmadan müftülüğe, AKP’nin belediye başkanından valisine devleti temsil edenlerin baskı ve saldırısına hedef olmaktan kurtulmadılar. Polonez işçileri polis saldırısına uğradı. Soma'da 301 işçi can verirken durumu protesto eden işçi aileleri Y. Yerkel adlı AKP bürokratının tekmeli saldırına hedef oldular. Daha bir ay önce, Soma’da AKP Batman Milletvekili Ferhat Nasıroğlu’nun aile şirketine ait Fernas Maden Ocağında Bağımsız Maden-İş Sendikasına üye olduğu gerekçesiyle altı kişi işten çıkarıldı. Bunun gibi yüzlerce-binlerce örnek sıralanabilir. İslam kardeşliğinden, İslam dininin yüceliğinden söz eden devlet yöneticileriyle tarikat şeyhlerinin hemen tümü ülkenin en zenginleri, sermaye ve servet sahibi kesimi arasında yer almaktadır. Erdoğan, “Müslümanlar olarak Allah’tan ümidimizi kesmemekle mükellefiz” diyor, “Rab'bimize sığınmalıyız” buyuruyor. Bunu başarırsak diyor, Rab'bimiz yeni kapılar açacaktır!
Gece gündüz vardiyalarında durmaksızın çalıştıkları ve büyük çoğunluğuyla “Allah'tan ümit kesilmez” anlayışıyla hareket eden on altı milyon işçiye ancak yardımla yaşayabilen 15 milyon kişiye, 12 bin 500 TL’ye talim eden milyonlarca emekliye, aileleriyle birlikte altmış milyonu bulan yoksulluk sınırı altında yaşayanlara, Erdoğan’ın çağrısı hallerine şükredip susmak, talepte bulunmamaktır. Baş temsilcisi olduğu iktidar mevkileri siyaseten ve sermaye sahipleriyle, iç-dış güç merkezleriyle iş birliği içinde şekillenmiş olmasına rağmen, “Müslümansan Rab'bine sığın, sakın mücadele yolunu tutma!” demek de siyaset hem de siyasetin daniskasıdır. Birileri milyar dolarları kasalara doldurur, arazi-liman-orman demez mülk edinirken on milyonların ellerini açıp şükrederek beklemeleri, bu birincilerin işine çok yaradı. Durum devam etsin istiyorlar. Buna karşı çıkanları da vicdansızlıkla suçluyorlar.
Bir yanda büyüyen sermaye, artan milyoner ve milyarderler, diğer yanda yoksul ve yoksunlar! Bir yanda zor-baskı ve yasaklarla yaşamı cendereye alanlar diğer yanda zulmün kırbacı altında olanlar. Vicdan varsa eğer, terazisinde büyük sorun var!
/././
AKP ve MEB’in büyük mahareti: Bağnazlığı ve emek sömürüsünü sürdürmeye diplomalı çözüm -Adnan Gümüş-
MEB’in maharetleri say say bitmiyor, her gün bunlara yenisini ekliyor. En zoru cehaleti ve sömürüyü sürdürmek olsa gerek, maharetine paha biçilmez MEB, cemaat ve esnaflar buna artık diplomalı çözümler üretiyor.
AKP döneminde, hele de 2010’lardan bu yana MEB işi gücü bıraktı iki konuya odaklanmış bulunuyor: Din-imam hatip, ucuz işçi-mesleki teknik okullar/çıraklık MESEM’ler. İmam hatipler o kadar yaygınlaştırıldı ki artık bu alan tüm sınırları zaten aşmış, dahası tüm okullar zaten zorunlu ve zorunlu seçmeli din dersleriyle medreseye dönüştürülmüş bulunuyor. MESEM’ler ve meslek teknik okullarının tümden çıraklığa dönüştürülmesi son 2-3 yıldır çok daha öne çıkmış gibi. Her gün ya zaten uygulamaya geçirilmiş ya da tez zamanda uygulamaya geçirileceği duyurulan berbere, yağcıya, mobilyacıya, inşaatçıya, tekstilciye… bilumum esnaf sanatkara ucuz emek gücü nasıl sağlanır projesiyle yatıp kalkıyoruz. İşletmelerin devlet teşvikli meslek okulu açması zaten vardı, hatta mevcut okulların yönetiminin esnafa devri de zaten vardı, MESEM konusu zaten var, meslek ortaokulları açılmasını bir süre önce duymuştuk, son duyduklarımız arasında iş yerinde sınıf açılmasına, çocukların 3 gün dükkanda/fabrikada yatmasına kadar iş vardı. Hatta Antalya İl Müftülüğü, 2 bin 500 sanayi işletmecisinin çırak sorununa çözüm için camilerde vakit namazları öncesinde cemaate çıraklığın avantajlarını anlatacakmış.
Artık okula da öğretmene de gerek yok, küçük sanayilerde, özel fabrikalarda çalışacak, hatta yatıp kalkacak, yurda bile ihtiyaç yok.
Öğrenci için öğretmene, okula, yurda ihtiyaç kalmayınca MEB de çok rahat edecek, bütün mesele şu öğrenciler, onları sanayiye ve camiye gönderdiğimizde, dükkanda ve tarikatta yatıp kalktığında artık sorun kalmayacak, mesele para ise parasını devlet, mesele diploma ise o diplomayı MEB veriyor zaten, cemaatlere ve işverenlere sömürmek, semirmekten, nemasını toplamaktan başka bir şey kalmıyor, diplomanın da sahtesine bile gerek yok, kanun gibi resmi diploma.
“Meslek lisesi memleket meseli” yeni değil, Türkiye’nin iktisadi ve sınıfsal yapısına dair, Türkiye’nin ekonomipolitiğine dair maalesef. Burada sorulması gereken bazı temel sorular var: Türkiye ucuz ve niteliksiz iş gücüyle kalkınır mı, bu çok sakat bir bakış, dahası işin bir de ahilik fütüvvet cehalet boyutu var. Cehalet ve insan sömürüsü istendik tercih edilen bir durum mu? Cehalet nasıl istendik hale getiriliyor, cehalet nasıl üretiliyor?
Eskiden okul diploması ucuz işçilikten ve cehaletten az biraz da olsa kurtulma göstereniydi. Şimdi diplomalı ucuz işçilik ve diplomalı cahiliye dönemine doğru evriliyoruz. Bu nasıl oluyor, cehalet nasıl diplomalı hale, nasıl istendik hale getiriliyor; ucuz işçi, çırak, camide namaz kıldırabilecek vatandaş memlekette az mı da yamaklıkla çıraklıkla imam hatiple uğraşıyoruz? Dahası bunlar için diploma gerekiyor mu yoksa diplomayı kandırmaca/havuç olarak mı dağıtıyoruz?
SINIF MESELESİ: ÖZGÜR ÜST SINIFLAR TARİH BOYUNCA MESLEK EĞİTİMİ ALMADI, GENEL NİTELİKLİ EĞİTİM ALDI
Yazının icadı ve tarih devirlerinin başladığı günden bugüne eğitim toplumların küçük bir grubunu oluşturan “yönetici” ve “özgür sınıfların” konusu olmuştur, Antik Mısır’dan bu yana yönetici sınıfın etrafında küçük bir kalemiye/ilmiye/yazıcılar grubu da olmuştur ki, bunlar da yine istisnalar dışında özgür sınıflardandır. Eski/antik toplumlarda, özgür-köle diye ayrışan toplumlarda özgür sınıf dışında kalan diğer sınıfların örgün eğitim görecek “boş zamanı” hiç olmamıştır, özgür sınıf dışındakiler okula gidecekler zümresinden hiç sayılmamıştır.
Ticaret liseleri ticaretin yükselmeye başladığı 1200’lerden itibaren gelişmeye başlamıştır.
Asker yetiştirme ocakları hep vardır ancak bunlar yaygın olarak acemi ocaklarıdır, 1700’lü yıllara kadar asker yetiştiren meslek okulu olmamıştır, enderunlar da çok sınırlı ve farklı bir konsepttir.
Meslek liseleri 1775’lerden sonra Endüstri Devrimi’nin ürünü sayılır. Ancak hedef kitlesi hep alt sınıflar olmuştur.
Daha önceki dönemlerde olduğu gibi Endüstri Devrimi sonrası da nitelikli genel eğitim hep üst sınıflarla ve nüfusun çok küçük bir grubuyla sınırlı kalmıştır.
Kaldı ki amaç olarak çocuğun her tür beden-jimnastik-müzik-edebiyat-sanat-mantık-matematik-bilim-felsefe-entelektüel-moral gelişimine yönelik okul modeli tarih boyunca liseler/akademiler olmuştur.
GENEL ORTAÖĞRETİM OKULUNDAKİ ÖĞRENCİ ORANI YÜZDE 38
Türkiye’de genel ortaöğretim öğrencisi hiçbir zaman çağ nüfusunun yarısına erişemedi. Okullaşma oranları 1960’lara kadar yok denecek düzeydeydi, ortaöğretim ve yükseköğretim talebi 1970’lerden itibaren hızla arttı. Genel kitlesel ortaöğretim 2000’li yılların olgusudur.
En son geçtiğimiz yılın ortaöğretim öğrenci sayısına ve bunun içinde genel liseye giden oranına bakarsak sayı ve oranlar şu şekildedir.
Öğrenci Sayısı | Okullu Öğrenci İçindeki Yüzdesi | Toplam Öğrenci İçindeki Yüzdesi | |
Anadolu Lisesi | 2.185.754 | 45,73 | 32,19 |
Fen, Sosyal, Güzel Sanatlar, Spor Liseleri | 412.580 | 8,63 | 6,08 |
Genel Ortaöğretim Okulu Öğrenci Sayısı | 2.598.334 | 54,36 | 38,27 |
MTAL | 1.701.383 | 35,59 | 25,06 |
İmam Hatip | 480.484 | 10,05 | 7,08 |
Açıköğretim (AL, MAL, AİHL) | 2.009.480 | 29,60 | |
TOPLAM Öğrenci | 6.789.681 | 100,00 |
Yani 2022/2023 Ortaöğretimde
* Toplam Öğrenci Sayısı: 6 milyon 789 bin 681
* Okullu genel ortaöğretimde (açıköğretim hariç) öğrenci sayısı 2 milyon 598 bin 334
*Okullu örgün genel ortaöğretim öğrenci oranı yüzde 38.27.
Bu yüzde 38’in içinde devamsız ve okul terkleri de var. Yani genel lise öğrenci oranı yüzde 25’ler düzeyinde sayılır.
Bu durum yeni değil, Türkiye ortaöğretim çağ nüfusunun genel akademik ortaöğretim okulundaki oranı hep sınırlı düzeyde kaldı.
AKP’NİN BAŞARI GÖSTERGESİ: MESLEKİ TEKNİK ÖĞRENCİ SAYISI OECD ORTALAMASINDAN, HATTA ALMANYA’DAN BİLE DAHA YÜKSEK
Ekim 2016’da Milli Eğitim Bakanlığının Antalya'da gerçekleştirdiği "eğitimden üretime sektörle işbirliğine" temalı 2. Eğitim Kongresine Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz, Memur-Sen Genel Başkanı Ali Yalçın, Eğitim-Bir-Sen Genel Başkan Yardımcısı Latif Selvi, Hak-İş Genel Başkanı Mahmut Arslan, TESK Genel Başkanı Bendevi Palandöken, Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay, General Elektrik Türkiye Yönetim Kurulu Başkanı Canan Özsoy, Antalya Valisi Münir Karaloğlu, Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel, siyasiler, gazeteciler, iş ve eğitim dünyasından önemli isimler katılıyor. Hem bilgi hem beceri bakımından sıkıntılı olan salt yoksul alt sınıf çocuklarından oluşmasına rağmen AKP etrafındaki işçi sendikaları, dahası Eğitim-Bir-Sen bile mesleki eğitimin ortaöğretim düzeyinde yaygınlaştırılmasında AKP döneminde çok yol alındığını, dahası daha da yaygınlaştırılmasını savunuyor.
Eğitim-Bir-Sen tarafından hazırlanan eğitime bakış raporundan bahseden Memur-Sen Başkanı Yalçın: “Mesleki ve teknik eğitim noktasında, nicelik verilerinde OECD ülkelerinin birçoğunun ve OECD ortalamasının üzerinde bir sıraya yerleştik.” “15-19 yaş grubundaki mesleki eğitim alan genç oranımız, Almanya gibi sanayi devlerinin bile önünde görünmektedir. Yani, mesleki ve teknik eğitim kurumlarımızdaki öğrenci sayısında da bu öğrencilerin toplam orta öğrenci sayısındaki payında da büyük bir artış var. Ortaöğretimde öğrencilerin yüzde 47’si mesleki ve teknik öğretim kurumlarına devam ediyor.” “AK Parti hükümetleri ve Eski YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın hakkını teslim etmek gerekir. Çünkü başta katsayı olmak üzere meslek liselerinin önündeki bütün engeller bu dönemde kaldırıldı ve meslek liseleri için büyük bir yatırım yapıldı.”
Diğer katılımcılarla birlikte Memur-Sen de bunu büyük bir başarı olarak alkışlıyor, meslek liselerinin özendirilmesini talep ediyor.
Peki, bu bir başarı mı, neyin başarısı. Bunun için işin nitelikli eğitim kısmına bakmak gerekiyor.
İMAM HATİPLER VE MESLEK OKULLARI LİSE OLMAKTAN ÇIKMIŞ, NİTELİKLİ EĞİTİMDE DÖKÜLÜYOR
Nitelikli eğitimde yüzde 5 civarında öğrenci var.
Elimizde tek doğru düzgün veri PISA. Daha önce PISA sonuçlarına değinmiştim. Yeniden hatırlarsak, PISA sonuçlarında 5.-6. seviyeyi oluşturan üst dilimde puan alabilen öğrenci oranları üç alan ortalamasında yüzde 3’leri hiç geçmedi.
PISA “Öğrencilerin temel konu alanlarındaki çeşitli durumlarda karşılaştıkları problemleri tanımlarken, yorumlarken ve çözerken; bilgi ve becerilerini kullanma, analiz etme, mantıksal çıkarımlar yapma ve etkili iletişim kurma yeterliklerini ifade eden yenilikçi bir okuryazarlık kavramı geliştirmiştir.” (s. 266).
Yüksek (5.-6. üst seviyelerden) fen okuryazarlığında “Bu öğrenciler, sahip oldukları bilimsel bilgi ile fen hakkındaki bilgilerini yaratıcı bir şekilde ve kendi başlarına, aşina olmadıkları durumlar da dahil olmak üzere çok çeşitli durumlara uygulayabilir.” (Türkiye’deki öğrencilerin yüzde 4’ü).
Matematik okuryazarlığında 5.-6.düzey: “Bu düzeylerde öğrenciler karmaşık durumları matematiksel olarak modelleyebilir. Bu durumlarla başa çıkmak için uygun problem çözme stratejilerini seçebilir, karşılaştırabilir ve değerlendirebilir.” (Türkiye’deki öğrencilerin yüzde 5.4’ü).
Okuma becerilerinde 5.-6.düzey: “Bu öğrenciler uzun metinleri anlayabilir, soyut veya mantık dışı kavramlarla başa çıkabilir ve bilginin içeriği veya kaynağıyla ilgili örtük ipuçlarına dayanarak gerçek ile görüş arasında ayrım yapabilir.” (Türkiye’deki öğrencilerin yüzde 1.9’u).
Genel liseler gözden çıkarılmış, daha çok imam hatip ve mesleki teknik eğitim desteklemekle birlikte, PISA sonuçları, imam hatip ve mesleki teknik okulların başarı düzeyinin çok daha başarısız kaldığını açıkça gösteriyor.
Soru şu ki, daha iyisi dururken onu bozmaya çalışmak, daha başarısızını model yapmaya çalışmak nasıl bir zihniyete işaret ediyor acaba, hangi ekonomi politiğe karşılık geliyor?
BAĞNAZLIK VE SINIF DİPLOMASI: MÜTEŞARİK RANTİYE, AKP-MHP-HÜDA PAR ZİHNİ GERİLİĞİ VE EMEK SÖMÜRÜSÜNÜ DİPLOMAYA BAĞLIYOR
Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş. MÜTAŞERİK otoriterlik -müteahhit, taşeron, tarikat, şeriatçı… birbirini bulmuş, bir blok oluşturmuştur. Nüfus istismarı da ucuz emek de halkın cahil kalmasından geçiyor.
Ancak cehaletin de pazarlanması, istendik hale taşınması, halkın rızasının üretilmesi lazım.
Yönetici sınıfların araçsal aklı o hadde vardı ki, diplomayı bile cehalete rıza üretimine dönüştürdü. Sadece imam hatip veya mesleki teknik okullarda değil artık çıraklık okulunda bile ortaöğretim (lise mezuniyeti) diploması veriliyor. AKP ve mütaşerik yarı burjuvazi DİPLOMA dağıtıyor.
Böylece bir yandan diploma değerini kaybederken diğer yandan geniş bir rıza üretimi de yaratılarak diplomalı cehalet yaygınlaştırılıyor.
AKP ve MÜTAŞERİK Otoriterlik öyle bir şey yaptı ki, okulun bile içini boşaltarak, diplomayı bile cehaleti sürdürmeye, dahası iktidara boyun eğme, körleşme, kulluk ve sömürü aracına dönüştürdü.
Eskiden diplomasız-diplomalı en azından bir miktar entelektüel eşik noktasını gösterirdi, diploma az çok bir entelektüel düzeyi gösterirdi, şimdi diploma herkese dağıtılıyor ancak diplomanın türü öğrencinin cehalet ve sınıf gösterenine dönüşmüş bulunuyor.
NİTELİKLİ BİLGİ, BECERİ VE OKULLAR HÂLÂ ÖZGÜR ÜST SINIFLARA AİT
Yakın zamana kadar çok sınırlı kalsa da okullar nitelikli eğitim anlamına geliyordu ve özgür sınıflara aitti. Giderek kitleselleşti, ancak toplumsal çelişkiler de okullara taşınmış bulunuyor.
İmam hatipler de mesleki teknik okullar da MESEM’ler de ülkenin birbirinden ayrılmaz hem cehalet meselesi hem sınıf meselesidir. Nitelikli eğitim ve okullar hâlâ ancak orta üst sınıflara aittir.
Herkese nitelikli okul hakkı bu ülke ve dünya için kritik önemdedir.
Herkes için nitelikli okul sağlanması eşitlik ve adalet meselesidir. Anne babaların kökeni, eğitim düzeyi ve varlık düzeyi en önemli üç eğitim göstergesi olmaya devam ediyor: Ne kadar yüksekse çocukları da o kadar nitelikli eğitim alıyor, ne kadar düşükse çocukları da o kadar geride kalıyor.
O halde, hem genel cehaleti ve toplumsal eşitsizlikleri hem de okulun bağnazlık ve eşitsizlik üretmesini aşmalıyız.
/././
Saldırıyı püskürtmek için -Ahmet Yaşaroğlu-
İşbirlikçi büyük sermayenin hizmetindeki iktidar işçi ve emekçi halka azgınca saldırı program olan OVP'yi güncellemiş, saldırısının kapsamını genişletme kararını ilan etmişti. Emekçilerin kıdem tazminatını hedefe koyan iktidar bu saldırısını Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi (TES) adıyla emeklilik haklarına saldırıyı, esnek çalışmayı da eklemişti. Hatırlanacağı üzere Temmuz ayı içerisinde Türk-İş, DİSK, Hak-İş ortak bir toplantı yapmış 10 talep ileri sürmüş, ortak hareket edeceklerini, bunun "üyelerine karşı sorumluluk" olduğunu vurgulamışlardı. O günden bu yana ortak eylemler yerine ayrı mitingler yapılmış, ancak bu mitinglere işçi katılımının sağlanması için yeterli çaba harcanmamış, etkisiz geçen mitingler emekçi kamuoyunda harekete geçirici bir etki yaratmamışlardı.
Üç konfederasyonun ilan ettiği 10 talep içinde, iktidarın "güncellendiği" OVP'de yer alan kıdem tazminatının gaspına, esnek çalışmanın gündem getirilmesine, emeklilik haklarına el uzatılmasına ilişkin talepler yer almıyordu. İktidar işbirlikçi büyük sermayenin talepleri temelinde saldırısını 'güncellemiş' işçi konfederasyonları ise taleplerini yenileyip, eylemlerini yaygınlaştırma gibi bir adım atmamışlardı. Şimdi sormak gerekiyor, işçi konfederasyonları bu etkisiz tutumları ile "üyelerine karşı sorumluluklarını" yerine getirebilirler mi? Üyelerini harekete geçirmek için gerekli çalışmayı yapmayan, üyelerini tehlikenin büyüklüğü konusunda uyarıp, sarsmayan, işçi sınıfının birleşik gücünü harekete geçirmeye çalışmayan konfederasyon üst yönetimlerinin iktidarın ve sermayenin saldırılarını püskürtemeyeceklerini anlamak için kahin olmak gerekmiyor.
Oysa işçi sınıfımızın mücadele tarihinde birlikte mücadelenin olumlu örnekleri bulunuyor. Şimdi unutulmuş olsa da Emek Platformu böyle bir mücadelenin örülmesi için atılan önemli bir adım olmuştu. 1999 yılı içinde DSP, MHP, ANAP koalisyon hükümetinin "Yeni Sosyal Güvenlik Yasasına" karşı 3 işçi konfederasyonu, 3 kamu emekçileri konfederasyonu, 3 emekli derneği, 7 meslek birliğinin bir araya gelmesi ile Temmuz 1999'da kuruluşunu ilan eden Emek Platformu, 24 Temmuz'da "mezarda emekliliğe hayır" diyerek o günün koşullarında 400 bin işçinin katıldığı büyük bir miting gerçekleştirilmişti. Keza mücadeleci şube yönetimlerinin oluşturduğu sendika şube platformları, sınıfa bağlı temsilcilerin oluşturduğu işçi temsilcileri platformu gibi deneyimler de vardı.
Peki o halde soralım: bugün işçi sınıfının ve emekçi yığınların içinde bulundukları durumunun o günden daha iyi olduğunu söyleyebilecek tek bir sendika yöneticisi, işçi temsilcisi bulunuyor mu? Ne bu iddia edilebilir, ne de işçilerin o günden daha az mücadele etmek istedikleri ileri sürülebilir. Aksine bugün ekonomik koşullar daha sert ve acımasız, sermayenin ve iktidarın saldırıları daha kapsamlı ve köklüdür. İşçi mücadeleleri ise ortak bir mücadele merkezi olmadığından dolayı mevzi ve parçalı, ama kararlı ve militandır.
Bununla birlikte tüm emekçi halkın içine itildikleri sefalet koşullarından dolayı öfkeleri de, mücadele istekleri ve kararlılıkları da büyüktür. İşçi ve emekçiden yana, mücadeleden yana olduğunu söyleyen hiçbir şube yöneticisi veya işçi temsilcisi bugünkü koşulların emek mücadelesi için uygun olmadığını ileri süremez.
Açlık sınırı ile asgari ücret arasındaki, yoksulluk sınırı ile ortalama emekçi ücreti arasındaki uçurum giderek derinleşmekte, emekliler sefalet ve açlıkla boğuşmakta, küçük üreticiler tekeller tarafından soyulmakta, ülkenin pek çok köşesinde halk taşını, toprağını, suyunu iktidardan aldıkları güçle saldırıya geçen vahşi madencilere karşı savunmak için ayağa kalkmaktadır. Emek ve demokrasi güçleri işçi ve emekçi halkın mücadelesinin birleşmesi ve ilerlemesi için inisiyatif alma zorunluluğu ile karşı karşıya bulunmaktadır. Halkın geniş kesimlerinin gözünde iktidar sürekli eriyen bir mumdan daha farklı değildir. Ama bu mumu üfleyip söndürmek gerekiyor. Yoksa bu bir mumun erirken etraf etrafı kirletmesi gibi bir etki yaratıyor. Yani çalışma ve yaşam koşullarını zorlaştırmaktan, saldırmaktan geri kalmıyor. İşçi ve emekçi mücadelesini birleştirmek ve ona ortak bir mücadele perspektifi verebilmek için yeni bir atılım ve enerji gerekiyor.
/././
Küçük tek adam -Arif Nacaroğlu-
Rektör atamaları tamamlanmak üzere. Yöntem süper. YÖK üzerinden. Özgeçmişini gönder. Sonra mülakat. Bazı üniversite rektörlüğü için 200 adayın başvurduğu bile söyleniyor. Adaylar PROFESÖR.
Mülakat ciddi. Düşünsenize, 100’ den fazla başvuru içerisinden aday sayısı 3’e inecek ve 3 “daha” profesör olan Cumhurbaşkanına gönderilecek. Neye göre 3’e ineceği hususunda iş karışık. Bu indirim işinde kimin yayını, bilimsel yeterliliği, akademik yetkinliği önemli mi?
Yok daha neler. Öyle olsa 3’e indirecek heyeti rektörün atanacağı üniversitenin olduğu kentin milletvekilleri, il başkanları, dernek 5’inci başkanları neden ziyaret etsin?
3’e indirilirken içlerinde “O” biri mutlaka olsun. “O” nu işaret edenler sinyali daha yukarılardan almasa, yayın, atıf, teknoloji filan hesaba katsalar ne olur?
Olmaz. Sonra tarikatlar, cemaatler, eşraf, hemşeri dernekleri, damatlar, oğullar, bacanaklar, vakıflar ne der?
Rektör deyip küçümsemeyin. Hepsi birer küçük tek adam. Bizden olursa kadrolar, makamlar, masalar, koltuklar, ihaleler yabancıya gitmez. Oy dediğin şey işte böyle tek tek delikli kepçeyle toplanıyor.
Peki bilimsel kalite? Kaliteli mezun? Uluslararası tanınırlık, yayın, teknoloji, araştırma?
Saçmalamayın. Arapça bildiği şüpheli din başkanının olduğu güzel ülkeme Aziz Sancar gelip Hakkari üniversitesine rektör olmak istese, nafile.
/././
Derin sessizlik -Erkan Aydoğanoğlu-
Türkiye’de emekçiler, uzun süredir artan hayat pahalılığı, düşük ücretler, güvencesiz çalışma koşulları ve işçi haklarının geriletilmesiyle mücadele ederken, bireysel tepkilerin örgütlü tepkilerden daha fazla öne çıkması yaşanan sorunların artmasına ve derinleşmesine yol açıyor. Özellikle asgari ücretin yetersizliği, enflasyon karşısında eriyen ücretler maaşlar, esnek, güvencesiz ve angarya çalışma uygulamalarının artması emekçilerin yaşamını ciddi anlamda tehdit ediyor. Bu sorunlar karşısında sendikaların sergilediği pasif tutum nedeniyle işçi haklarının geleceği açısından endişe verici bir durum ortaya çıkıyor.
Birçok sektörde işçiler, yaşadıkları temel sorunları gündeme getirmek için seslerini duyurabilecek bir mücadele platformu bulmakta zorlanıyorlar. Az sayıda istisna dışında, işçi sendikaları özellikle güvencesiz ve düşük ücretli işlerde çalışan emekçiler için güçlü bir dayanışma pratiği oluşturamıyor. Bu durum işçi haklarında geçmişe oranla daha fazla geriye gidişin yaşanmasına neden oluyor. Örneğin, kamuda çalışan taşeron işçilerin kadro talepleri ya da özel sektördeki düşük ücret ve ağır çalışma koşullarına sendikalardan göstermelik birkaç eylem dışında etkili bir tepki gelmedi. Bu tehlikeli durum, bir taraftan sendikalara olan güveni daha da azaltırken diğer taraftan iş yerlerinde yaşanan baskıların artmasına neden oluyor.
Sendikaların içine girdiği derin sessizlik, hükümeti işçi haklarının gasbı konusunda daha da cesaretlendirmiş durumda. Dikkat edilirse hükümet, işçi haklarını koruyan düzenlemeleri güçlendirmek bir yana, çalışma yaşamını daha esnek ve güvencesiz hale getiren adımlar atmaya devam ediyor. Yetmiyor, önümüzdeki üç yıl boyunca emekçilere nasıl ve nerelerden saldıracağını açık açık tarif eden orta vadeli programı açıklıyor. Ancak tüm bu politikalara karşı örgütlü ve güçlü bir tepki gösterildiği söylenemez.
İşçinin ücretle bağını kesen ve istihdam edilen işçilere “cep harçlığı” ödemeyi düzenleyen İşgücü Uyum Programı (İUP) gibi kısmi çalışmayı yaygınlaştıracak uygulamalar, özellikle kadın ve genç emeğini kullanmayı hedefleyerek işsizlik rakamlarını düşük tutmaya hizmet ediyor. Bu tür politikaların işçiler üzerindeki olumsuz etkilerine karşı sendikalardan hâlâ etkili bir tepki gelmemesi dikkat çekici.
Uzunca bir süredir herkesin şikayet ettiği fakat bir türlü harekete geçmediği sessizlik durumu, sadece sorunların büyümesine neden olmuyor, aynı zamanda mücadeleye hazır olan işçilerin moralini de zayıflatıyor. Emekçilerin birçoğu, seslerini duyurabilecek bir sendikal yapının olmaması nedeniyle umutsuzluğa kapılıyor. Bu umutsuzluk, örgütlenme ve mücadele etme iradesini zayıflatırken, aynı zamanda işçilerin bireysel çözümlere yönelmesine neden oluyor. Sendikal mücadelenin eksikliği, işçileri bireysel çözümlere yönlendirerek örgütlü hareketin gücünü kırıyor ve işçileri daha zayıf ve savunmasız hâle getiriyor.
Sendikalar, tarihsel olarak işçilerin haklarını savunmak ve geliştirmek için var olmuş kurumlardır. Ancak bugün sendikaların yaşadığı bu sessizlik, işçiler arasında sendikalara olan güveni tükenme noktasına getirmiş durumda. İşçilerin sendikalara güven duymaması ve bu kurumları etkisiz olarak görmesi, sendikal bürokrasinin uzun süredir tepesine çöreklendiği sendikal hareketin ve örgütlü mücadelenin etkisizleşmesine yol açıyor.
İşçi sınıfının sorunları derinleşirken örgütlü mücadelenin eksikliği çalışma yaşamının her alanında kendini hissettiriyor. Sendikaların tarihsel rollerine uygun olarak harekete geçmesi, işçilerin sorunlarına çözüm üretmesi ve işçi sınıfının kolektif mücadelesini güçlendirmesi için daha neler yaşanması gerekiyor? Sendikaların, içinde bulunduğu pasif tutumdan çıkarak emekçilerin haklarını savunmada aktif rol alması, hükümet ve patronları memnun eden değil, rahatsız edecek bir mücadelenin örgütlenmesi gerekiyor.
/././
Ey emek güçleri! İktidar sermayenin yarım yüzyıllık hayalini gerçek yapmak için seferber! -İhsan Çaralan-
Vedat Demiröz “Türkiye Buluşmaları” programı kapsamında Bartın'da partisinin mensuplarıyla 17 Eylül 2024’te yaptığı toplantıda şunları söylüyor: “EYT çıkarıldıktan sonra sosyal güvenlik sistemi daha karmaşık hale geldi. Emeklilik sistemini gözden geçirmemiz lazım. 657 sayılı Devlet Memurları Yasası’nda da yeni bir düzenleme yaparak özel sektörü öne çıkarıp cazip hale getirmemiz lazım. Devlette şu anda 5 milyonu aşan çalışanımız var. Bu çok yüksek ve bütçemizi de zorluyor!”
Bu sözleri okuyanların aklına ilk gelen “Bu Vedat Demiröz de kim ki?” olmalı. Çünkü Demiröz AKP’nin genel başkan yardımcılarından birisi ama bugüne kadar adını pek duymamıştık. Ama Demiröz, AKP’nin çeşitli sözcülerinin bölük pürçük ifade ettiği hedefleri derli toplu ve çok başarılı bir biçimde ifade etmiş!
Bu bakımdan emek güçleri, iktidarın ve arkasındaki sermaye güçlerinin tüm emeği ile geçinen sınıf ve toplumsal tabakaların yüzyıllık kazanımlarını yok etmeyi hedef alan topyekûn saldırısını böyle açıkça ifade ettiği için Demiröz’e teşekkür etmelidir!
‘24 OCAK KARARLARI’ VE ‘KÜRESELLEŞME’ ÜSTÜNDEN YAPILAN SALDIRILAR İLE SERMAYE AMACINA TAM VARAMADI
Demiröz kısaca; “Emeklik ve Sosyal Güvenlik Yasası”nın yeniden düzenlenmesi adı altında esnek çalışma ile kurallı çalışmayı ortadan kaldırarak yerine güvencesiz, her tür yasal kaygının dışına çıkarılmış, patronların ihtiyacı olmadığında işçiyi bir kural ya da yasal sorumluluğu olmadan kolayca kapının önüne koyabileceği bir çalışmayı, bu çalışma sisteminin kurumu olarak da “bireysel emeklilik sistemi”ni (BES) koyacaklarını söylemektedir. “Bireysel emeklilik” bu adla 7 Ekim 2001’de çıkarılmış ama işçiler katılmayı reddettiği için uygulanamamıştı. Şimdi BES’in adını kullanmayan iktidar tabii biraz cilalayıp daha ayrıntılı hale getirerek “tamamlayıcı emeklilik sistemi” (TES) olarak gündeme getirmiş bulunmaktadır.
Demiröz, uzunca bir zamandan beri ilk kez “Kamu çalışanlarının sayısının azaltılması” ve kamu hizmetlerinin özeleştirilmesini açıkça savunarak iktidar sözcülerinin kem küm ederek ifade ittikleri bir amacı deşifre etmiştir!
Aslında Demiröz’ün savunduğu bütün bu amaçlar; Demirel-Özal ikilisinin önderliğinde hazırlanıp 24 Ocak 1980’de ilan edilen “24 Ocak kararları”nın da omurgasını oluşturuyordu.
12 Eylül darbesiyle tüm sendikaların kapatılıp sendikal hakların askıya alınmasına karşın sermayenin talepleri istendiği düzeyde gerçekleştirilememişti.
Bu alanda sermaye güçlerinin ikinci hamlesi 1990’larda “küreselleşme” ile geldi. “Küreselleşme”nin omurgasında da elbette sadece ülkemizde değil tüm dünyada sosyal devletçi reformların emekçilere getirdiği kazanımların ve KİT’lerin tasfiyesi vardı. Özelleştirme ve esnek çalışma, bu kapsamda kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi ve özelleştirme üstünden devletin küçültülmesi amaçlanıyordu.
Ülkeden ülkeye farklı sonuçlarla yansısa da ülkemizde küreselleşme girişimleri önce Bahar Eylemleri, kamu emekçilerinin “grevli, toplu sözleşmeli sendika” mücadelesi ve KİT’lerin özelleştirilmesi, kamu hizmetlerinin ticarileştirmesi ve özelleştirilmesine karşı yığınların mücadelesi ile karşılandı. Esnek çalışma kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi eğitim ve sağlık alanında kısmen başarılsa da sosyal güvenlik alanında 1999 ve 2008’de yapılan ve emeklileri sefalete iten düzenlemelere karşın 2001’de BES’le yapılmak istenen özelleştirme girişimi akamete uğratıldı.
KAMU HİZMETLERİ BİLEREK KÖTÜLEŞTİRİLİYOR!
Şimdi tek adam rejimi içine sürüklendiği açmazlardan kurtulmak ve ekonomik sisteminin temelini sağlamlaştırmak için sermayenin yarım yüzyıldır peşinde olduğu hayalini gerçekleştirmek için harekete geçmiş bulunuyor. Üstelik bu sefer özelleştirme, kamunun küçültülmesi, esnek çalışma, sosyal güvelik “reformu” derken bunları sadece propaganda olarak gündeme getirmiyor. Tersine AKP gerek Mecliste gerekse Saray’da bu konularda yaz sıcağı, tatil demeden çalıştı. Kamuoyunun nabzını da yoklayan bir propaganda yürütülüyor. Bilal Erdoğan bile sahaya inerek EYT’nin çıkarılması üzerinden muhalefeti suçladı! 1 Ekim’de Meclis açıldıktan sonra bu hazırlıkların tedricen TBMM Genel Kuruluna getirileceği bile artık hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçiminde apaçık.
Öte yandan sosyal güvenlik alanında tam bir kaos hakim ve iktidar sosyal güvenliği daha da itibarsızlaştırmak için bilerek isteyerek kaosu büyüten adımlar atıyor. Eğitim ve sağlık, yerel yönetim hizmetlerinin kötüleştirmesi için her şey yapılıyor. Hastanelerde randevu bulamamaktan ameliyatların yapılamamasına kadar sağlıkta kaos her gün büyüyor. Taşımalı eğitim, okullarda hizmetli alımı… “tasarruf” denilerek kaldırılıyor. Kayıt paraları emekçilerin gücünün çok ötesine geçmiş durumda. Yerel yönetimler bütçeleri kısıtlanarak hizmet veremez hale getirilmek isteniyor ve köşeye sıkıştırılmak için adımlar atılıyor. Kamu çalışanların yükü daha da ağırlaştırılıyor. Hizmeti veren kamu emekçileriyle hizmet alan yurttaşlar karşı karşıya getiriliyor.
EY SENDİKALAR, EMEK ÖRGÜTLERİ, EMEK GÜÇLERİ SİZ NE YAPIYORSUNUZ?
Sermaye ve iktidarının gündemi işçi sınıfı ve emekçilerin yüzyıllık kazanımlarını ortadan kaldırmak üzere topyekûn bir saldırı için güçlerini seferber etme girişimlerinden ibaret değil.
Enflasyona karşı mücadele ve ekonominin düzlüğe çıkarılması iddiasıyla sermaye düzeni her alanda çöküş içindeki sermaye düzeninin krizini halkın sırtına yıkmak için girişimleri konusunda son hazırlıklarını sürdürüyor.
Aralık ayında asgari ücret ve emekli maaşlarına yapılacak zamların yanı sıra kamuda ve özel sektörde yapılacak TİS’lerin de “beklenen enflasyona” endekslenmesi hem OVP’de var hem de bu artık açıkça konuşuluyor.
“Sermaye ve iktidarı topyekûn bir saldırı için tüm güçlerini seferber ederken emek cephesinde böyle bir mücadelede en önde olmaları gereken kamu emekçileri ve işçi sendikaları ne yapıyor?” denirse bu sorunun yanıtı ne yazık ki; “Hiçbir şey”dir!
Kontrollü mitinglerin, başka eylem ve etkinliklerle birleşmeyen basın açıklamaları tarzında yapılan açıklamaların ne kadar etkisiz olduğu ortadadır.
Yaşananlar açıkça göstermektedir ki, sermayenin topyekûn saldırısı karşısında emek cephesi de kendi güçlerini ortaya koymakla karşı karşıyadırlar. Bunun ilk şartı ise sendika yöneticilerinin işçiler-emekçiler adına açıklamalar yapmayı aşarak en geniş işçi ve emekçi çevrelerini birleştirerek onları sermaye güçlerini karşısına dikmektir. Yani sendikalar lafla yetinmeyip iş yeri ve hizmet kurumlarına gidip mücadelenin taleplerini öne çıkararak işçi ve emekçileri bu taleplerin etrafında birleştirerek sorunu tartışmaya açıp basın açıklamalarından yürüyüşlere, sokak gösterilerinden mitinglere, grevlere uzanan, kendilerine herhangi bir sınır koymayan bir mücadele hattına girmektir. Emek güçlerine de bu yönelişe destek vererek ilerlemesine yardımcı olmak düşer.
Böyle bir mücadele için her iş yerinden, her sektörden ileri işçilerin, her sektör ve her kademeden mücadeleci sendikacıların inisiyatif alarak öne çıkmalarını gerektirmektedir.Bu tutum geliştirilmezse, sermaye darbelerle, küreselleşme desteği ile ulaşamadığı hayallerine sisteminin lime lime döküldüğü bir dönemde ulaşabilir!
/././
‘Yerli ve milli’lik siber güvenliğin neresinde? -İsmail Gökhan Bayram-
Tedarik zincirine sızan İsrail’in uzaktan tetiklenebilir birer bomba haline getirdiği binlerce çağrı cihazı ve telsizi patlatarak Lübnan’da çok sayıda ölüm ve yaralanmaya yol açmasının ardından teknolojik ürünlerin güvenilirliği ve tedarik zinciri güvenliği tartışmaları tüm dünyada yeniden alevlendi. Teknoloji dünyasının bir kesimi bunun “Ne kadar iyi hedeflenmiş, ustalıklı bir saldırı” olduğuna övgüler düzerken diğer bir kesimi bu tipte bir saldırının olağan ya da makul kabul esilmesinin yaratacağı tehlikeye vurgu yapıyor. Türkiye’de bu konuda yürüyen tartışmanın ana gövdesinde ise “yerli ve milli teknoloji” nidalarına eşlik eden Baykar, Aselsan vb. övgüleri yer alıyor.
“Kurtarıcı olarak sunulan ‘yerli ve milli teknoloji’ bizi tedarik zinciri vakalarından ne kadar kurtarabilir?” sorusuna geçmeden önce birkaç hatırlatma yapmakta fayda var:
* “Bubi tuzakları veya patlayıcı madde içerecek şekilde özel olarak tasarlanmış ve inşa edilmiş, görünüşte zararsız taşınabilir nesneler şeklindeki diğer cihazların kullanılması” İsrail de dahil 107 ülkenin imzacısı olduğu “Belirli Konvansiyonel Silahlar Sözleşmesi” ile yasaklanmıştır. Teknoloji dünyasının belirli bir kesiminin övgüler düzdüğü operasyon uluslararası açıdan bir suçtur. Ulusal teknoloji geliştirme çabası anlamsız ya da önemsiz değildir. Ancak kapitalizm içinde bu çaba istisnai bazı örnekler dışında bir tarafında yerli kapitalistler ve var ise uluslararası ortaklarının diğer tarafında ise uluslararası kapitalistlerin yer aldığı “Hangi kapitalisti tercih etmeli?” sorusuna indirgenebilecek bir şekle bürünmüştür.
** Yerli teknoloji üretimi bizi kurtarabilir mi sorusuna yanıt verebilmek için öncelikle böyle bir üretimin ne kadar mümkün olabileceğini konuşmamız gerek. Burada sorun bunu yapabilecek fikir ve zekaya sahip olup olmamakta değil üretimin lojistiğindedir. Modern elektronik cihazları ele aldığınızda bu cihazların en temel bileşenlerine doğru ilerledikçe olağanüstü bir karmaşıklıkla karşı karşıya kalırsınız. Sıklıkla onlarca ülkeye yayılmış tedarik zincirlerinden oluşan dev bir karmaşa. Kimi doğal kaynaklar sağlayan, kimi cihazın kasasını üreten, kimi bir devre kartı üreten, kimi yazılımı geliştiren çok sayıda tedarikçiden uzanan kollar son ürüne kadar birleşe birleşe ilerler. Tüm bu süreçlerin tek ülke sınırları içine taşınabilmesi için doğal kaynakların yeterli olması, ilgili işleri yapabilecek nitelikli kadroların ve tesislerin var olması gibi çeşitli parametrelere bağlıdır. Üstelik kapitalizm koşulları bu parametrelerin dışardan sağlanmasından daha kârlı olması gerekliliğini de yanında getirir.
Belirli bir karmaşıklık seviyesinin üzerindeki elektronik araçları üretmek üzere geliştirilen makinelerin üretimi de aynı tartışmanın bir parçasıdır. Örneğin çip üretiminde ekstrem ultraviole litografi tekniğini kullanacaksanız ilgili üretim araçlarını üreten tek firma olan ASML’nin kapısında Intel, Samsung ve TSMC gibi devlerle birlikte sıraya girmeniz gerekir. Yine yazılım konusunda -eğer her şeyi tümüyle sıfırdan yazmayacaksanız- çeşitli açık ya da kapalı kaynaklı kütüphaneleri ve yazılımları kullanmak durumundasınız. Bu yazılımların ve kütüphanelerin herhangi biri -bu yılın başında XZ örneğinde0 yaşandığı gibi- tedarik zinciri saldırılarının hedefi olabilir.
Tedarik zincirlerini hedef alan saldırılar tüm bu üretim süreçleri arasında içine en verimli şekilde sızabileceği nokta ya da noktaları belirler. Bu ham maddelere testlerde kolayca ayırt edilemeyecek ancak son üründe etkisi olabilecek bir materyalin karıştırılması yoluyla da olabilir, STUXNET örneğinde olduğu gibi kapalı bir ağdaki üretim cihazına zararlı yazılımın yakınlardaki mağazalarda satılan bir USB ile sızdırılması gibi bir yolla da. Ya da Edward Snowden’in ifşa ettiği belgelerde ortaya çıktığı gibi cihazların nakliyesi sırasında da bu tipte bir saldırının mekanizmaları kurulabilir.
Elbette bütün bu üretim aşamaları için çeşitli güvenlik kontrolleri tasarlanıyor ve uygulanıyor. Ancak bu kadar karmaşık süreçlerde iyi gizlenmiş bir saldırı hazırlığı aylarca gözden kaçabilir. ABD’de Hazine, Ticaret ve İçişleri Bakanlıkları ile Ulusal Güvenlik Departmanı ve Ulusal Nükleer Güvenlik Yönetimi de dahil olmak üzere çok sayıda kamu kurumuna sızılmasına yol açan Solarwinds tedarik zinciri saldırısı1 9 ay aktivitenin ardından ortaya çıkartılmıştı.
Teknik ve lojistik mümkünlüğü bir yana bugüne kadarki tedarik zinciri saldırısı örnekleri teknoloji üretiminin yerli ya da çok uluslu olup olmamasının korunma konusunda pek de bir etkisi olmadığına işaret ediyor. Bu durumda “Yerli ve milli teknoloji bizi tedarik zinciri saldırılarından korur” tezinden geriye sadece birilerinin cebinin dolmasına yarayan bir “yerli ve millilik” propagandası kalıyor.
Tedarik zinciri saldırıları gerek yurttaşların güvenliği gerekse de ulusal güvenlik açısından ciddi bir tehdit. Ancak daha ham madde aşamasından başlayarak üretim süreçlerinin tümüne nüfuz eden ve tasfiyesi çoğunlukla mümkün olmayan bağımlılık ilişkileri tümüyle tasfiye edilebilseydi dahi tedarik zinciri saldırıları ciddi bir tehdit olmaya devam edecekti. İktidara yakın medya, artan siber güvenlik tehditlerini anarak ve bu son saldırıyı da vurgulayarak Cumhurbaşkanlığına bağlı bir Siber Güvenlik Başkanlığı (SGB) kurulacağının müjdesini veriyor. Yazılıp çizilen kulis bilgilerini dikkate alacak olursak “devlet kurumlarına bir siber güvenlik standardı ve denetimi getirilmesi”nden “e-devlet verilerinin korunmasına”, “farklı kurumlardaki siber güvenlik gruplarının bir araya getirilmesinden” “proaktif savunma ağının devreye alınmasına” yok yok SGB’nin görevleri arasında. Elbette kimsenin kamu kurumlarına siber güvenlik standartları ve denetimleri getirilmesine, verilerimizin daha iyi korunmasına vb. itirazı olmayacaktır ama tüm kamu kurumlarını kendi çıkarları için politize etmiş bir iktidarın böyle bir kurumu sadece siber güvenliğimizi sağlamak için kuracağını düşünmek saflık olur.
[0] https://bit.ly/4ddVjeo
[1] https://bit.ly/47AnSBN /././
İsrail’in kirli savaşı -Nuray Sancar-
Lübnan’da Hizbullah mensuplarının kullandığı cihazlara İsrail’in yerleştirdiği patlayıcılar 37 kişinin ölümüne, üç bin kişinin yaralanmasına neden oldu. Aralarında çocuklar da var. Hizbullah Lideri Nasrallah’ın, İsrail’in telefon dinlemelerinden kaçınabilmek için telefonlarınızı ‘gömün’ çağrısı yapmasından sonra Tavyan’dan sipariş edildiği söylenen çağrı cihazlarına sızan Mossad, seri patlamalarla şok etkisi yarattı. Bu patlamaların ardından İsrail’in Gazze’de kullandığı; 20 bin civarında asker, komando ve paraşütçülerden oluşan bir tümenin ülkenin kuzeyine gönderildiği haberi paylaşıldı.
Ortadoğu’nun jandarması, savaşı her türlü kirli yöntemi uygulayarak yaymaya çalışıyor. Suikasttan, siber saldırılara, sivil katliamlarından biyolojik silahlara kadar, teknolojik gelişmenin el verdiği bütün kozlarla, henüz iptal edilmediği için yürürlükte kalan uluslararası savaş hukukunun sınırlarını ve yaptırımlarını takmayarak, arkasını kollayan ABD’nin de sırt sıvazlamaları eşliğinde Ortadoğu’daki güçler ilişkisinin haritasını şiddetle çizmeye çalışıyor.
İsrail’in siyonist-faşist rejimi bölgede, irini giderek biriken bir çıban başı haline gelmiş durumda. Bir devlet ya da bir ülke olarak kabul edilmeyen Filistin’de yaptığı katliamları onaylayarak veya onaylamadan seyreden devletler, Lübnan’a askeri güç transferinin yolunu açan patlamalardan sonra sadece Ortadoğu’nun değil dünyanın dengelerinin de değişmesinden sorumlu olacaklar. Ne yazık ki bunların birçoğu üçüncü dünya savaşının neredeyse içinde yaşandığı gerçeğinden hem hoşnut hem kışkırtıcı. Aşırı silahlanmayla ordularını ve halklarını kaçınılmaz sona hazırlıyorlar. Düşmanın ezileceğini kendilerinin bu kıyametten sağ çıkacaklarını düşünenlerin geçmiş iki dünya savaşında başlarına neler geldiğini unutmamaları ellerinden gelen bir şey değil. Çünkü yeniden paylaşım itkisinin ve rekabetin şiddeti IQ seviyesiyle sınırlanmıyor.
IQ savaş tekniklerinin, yöntemlerinin savaş ile ilgili olarak halkla iletişim kuramlarının değiştirilmesi için çalışıyor, çalıştırılıyor. İsrail’in Lübnan’da cihaz patlatma sabotajına kadar kimin kazandığı belli olmayan zamana yayılmış savaşları, kimin haklı kimin haksız olduğunun bu uzun zamanda unutulduğu kesintili muharebeleri, insan öldürmediği iddia edilen Patriot saldırılarını, kullanan ülkeye ‘cenaze getirmeyen’ İHA savaşlarını, şirketleşen orduları, bir karışıklık bölgesinden diğerine transfer edilen paralı askerleri, vekalet savaşlarını gördük. Bir savaşın başlatılması için ‘Avusturya veliahdının bir Sırplı tarafından öldürülmesi’ gibi efsane niyetine bile kullanılsa kesinleşmiş tarihlere ve gerekçelere, savaş ilanlarına ihtiyaç duyulmuyor. Gücü olanın tehdit algılaması yeterli!
İsrail’in İran’da konuk bulunan Hamas liderlerinden Haniye’yi ev sahibi hukukunu delerek öldürmesi hayretten başka bir refleksle karşılaşmamıştı. Suudi Arabistan bir gazeteciyi Türkiye Konsolosluğunda katlettikten sonra gösterilen refleks de bundan farklı değildi. Küreselleşme mimarları ’90’lı yıllarda ulusal sınır ve devletlerin hükümsüz kaldığı propagandasını yaparken bunun sadece bir ülkenin sınırları içindeki toprağın diğerleri tarafından pazar olarak kullanılabileceğini düşünmüşler ve yerli pazarlardaki uluslararası sermayenin rekabetini engelleyen her şeyi bertaraf etmeye çalışmışlardı. Ne var ki o pazarlarda eşyanın tabiatı gereği tırmanan ve şiddetlenen rekabet dünya devlerinin bloklarını karşı karşıya getirdi.
Amerika Eski Savunma Bakanı James Norman Mattis 2018’de ‘Yeni stratejimize göre Washington'un önceliği artık “terörizm değil Çin ve Rusya gibi güçlerle rekabet”tir diye boşuna söylememiş; NATO son iki zirvesinde de bu rekabetin öznelerine Çin ve Rusya diye boşuna işaret etmemişti.
İran ve bölgedeki aktörü Hizbullah’ı savaşa sürükleyerek, Ukrayna’yı silaha boğarak küresel bir Hannibal kuşatması uygulayan ABD ve müttefiklerinin vekil gücü, paralı askeri, koçbaşı ve suikast şövalyesi İsrail sahip olduğu ve sahip ettirildiği donanımla dünyanın kuyusunu sermaye devleri için iştahla kazıyor. Ama giderek kimsenin geride kalmak istemediği, bir biçimde çekimine kapıldığı bir süreç bu. Ortadoğu’da az çok palazlanmış her devlet, büyük güçlerin kapışmasında açıkta kalan, arta kalan ganimetin peşinde. Kimse sürecin dışında kalmak istemiyor. Mesela Türkiye bu ülkelerden biri. En son Sisi’yle barışıp sarıştıktan sonra Mısır’ın, Türkiye’nin gözdelerinden Somali’ye askeri yığınak yapmasını bu kodlarla okumak gerekir bir de; paylaşım eksenli barışmalar böyle bir şey çünkü.
Dünya patlama noktasında ama savaşın eskisinden farklı dinamikleri ve düzeni var artık. Üçüncü dünya savaşının alanı artık bütün dünya haline gelmiş durumda. Savaş artık iki barış arasındaki dönem değil; böyle bir ayrım kayboldu. Barış hali ile savaş hali iç içe. “Düşmanın irademize boyun eğmesi için onu kendisinden istediğimiz fedakarlıktan daha elverişsiz duruma sokmak gerekir” diyen Clausewitz’in buyruğu, yaşadığımız tuhaf barış döneminin kuralı nihayetinde. Yöntem ne olursa olsun, ne kadar insanlık ve hukuk dışı olursa olsun. /././
AKP’nin cumhurbaşkanı adayı kim? -Sultan Özer-
Kulislerde ve siyasi tartışmalarda şimdi “AKP’nin Cumhurbaşkanı adayı kim olacak?” diye soruluyor. Şimdi nereden çıktı bu soru, kimin olacağı belli değil mi? denilebilir. Ama değil. Hem Erdoğan'ın son yerel seçimlerde “Bu benim son seçimim” sözleri hem de AKP Sözcüsü Ömer Çelik'in “Erken seçim yok, seçimler zamanında yapılacak” açıklaması yapması...
Seçimler zamanında yapılacak ise Erdoğan’ın yeniden aday olması mümkün olmayacak. Ama burası Türkiye ve karşımızdaki Erdoğan diyenler olacaktır. Bir dönemler Süleyman Demirel’in “Dün dündür, bugün bugündür” sözü gibi, her şey bir anda değişebilir de. Ama bugünden bakıldığında AKP “Erken seçim yok” diyorsa Erdoğan aday olamayacak. İşte o zaman AKP’nin cumhurbaşkanı adayı kim olacak sorusu önem kazanıyor. AKP içerisinden çok fazla sayıda aday çıkabileceği ancak çıkacak hiçbir adayın da kazanma şansının olmayacağı da konuşulanlar arasında.
Ancak siyasi kulisler, mutlaka erken seçim olacağı görüşünde. Erdoğan’ın yeniden aday olmayacağı açıklamasına ise “Sana ihtiyacımız var” denilerek, “Aday olmayacağım” diyen Erdoğan’a yeni bir fırsat verileceği görüşünün tartışıldığı siyasi kulislerde, şu da konuşuluyor; “Ya Erdoğan emekliliği düşünüyor, gerçekten aday olmayacak ya da topluma açıkça yalan söyleniyor.” Ama hangisi olursa olsun, “CHP’nin adayı kim olacak?” tartışmasına karşı muhalefetin hamle olarak, “AKP’nin adayı kim olacak?” sorusunu da gündemleştirmesi öneriliyor.
Erdoğan’ın aktör/aday üretmekte zorlanmasının da kendisinin yeniden aday olmasını getireceği de söylenenler arasında. Yani kulislerde, “AKP Erdoğan’ı yeniden aday yapar. Erdoğan’a dayatmak zorundalar” görüşü egemen.
***
İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul Anadolu 7. Asliye Ceza Mahkemesinde 2 yıl 7 ay 15 gün hapis ve siyasi yasak cezası aldığı davanın, iki yıldır bekletilen istinaf mahkemesindeki temyiz aşamasında sona gelindiği ve İmamoğlu’nun cezasının onaylanacağı konuşuluyor. Gazeteci İsmail Saymaz, istinafta ikiye bir cezanın onayı yönünde karar verildiği, ancak karşı olan bir hakimin de onaylaması için ikna süreci işletildiği ve bu nedenle kararın açıklanmadığı yönünde bir iddiada bulundu. Bu durumda CHP’nin cumhurbaşkanı adayının İmamoğlu olmasına imkan kalmayacak. Buna yönelik kulislerde ise hemen şu değerlendirmeler yapıldı: İmamoğlu’nun ceza alacak olması, Erdoğan’ın da emekli olması anlamına gelir. Çünkü iki yıl bu Meclisten seçim kararı çıkmaz, bu da dolaylı olarak Erdoğan’ın emekliliği anlamına gelir. İmamoğlu’nun bir sonraki seçime yasağı kalkacağı için de aday olması mümkün olur. Ama kulislerdeki egemen görüş, ne olursa olsun mahkemenin vereceği kararın siyasi bir karar olacağı yönünde.
***
Ülkede hayat pahalığı vatandaşın birinci gündemi... Milyonlarca emekli, asgari ücretli vatandaş derin bir yoksulluk içinde. Parça parça da olsa ülkenin dört bir yanında direnişler, eylemler var, “Geçinemiyoruz” sesleri yükseliyor. Bir yandan da İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırıları olası bir savaşın habercisi gibi. Bu ortamda AKP ve Cumhur İttifakı ise anayasa değişikliği tartışmaları ile gündemi meşgul etme, gündem saptırma peşinde.
AKP’nin “yeni bir anayasa” önerisine karşı hemen şu sorular yöneltiliyor: “12 Eylül darbesinden sonra, anayasa değişikliği tartışmaları hep gündemde. 1980-2017 yılları arasında anayasa 19 kez değiştirildi, neden o zaman köklü bir değişiklik yapılmadı. Erdoğan ne istedi de yapamadı da anayasa değişikliği istiyor. Kararnamelerle ülkeyi yönetiyor, Anayasa’yı tanımıyor, neden anayasa değişikliğinde ısrar ediyor?” Kulislerde bütün bu sorulara verilen yanıt da “Erdoğan’ın artık halka vereceği bir şey yok, ekonomi, ortada."
Vatandaş yoksulluk cenderesinde. Ne yapacak, vatandaşı oyalayacak, gündemi değiştirecek.” Hatta “Anayasa’yı uygulamıyor ki, neden yeni bir anayasa istiyor?” da deniliyor. Özellikle uygulanmayan AİHM ve AYM kararları hatırlatılarak, AKP’nin derdinin yeni bir anayasa değil, gündemi değiştirme olduğunun altı ısrarla çiziliyor.
***
Onca zaman geçti, hâlâ küçücük bir köy/mahalledeki cinayetin kim/kimler tarafından, neden işlendiği ortaya çıkartılmadı. Narin Güran cinayeti gündemden düşmeye başladı. Tam da bu isteniyordu galiba. Ama konunun sürekli gündemde tutulması, saklanan kirli ilişkilerin ne olduğunun Narin’in neden ve kim veya kimler tarafından öldürüldüğünün açığa çıkarılması için sürekli gündemde tutulması gerekiyor. O halde soruyoruz:
Koskoca devlet küçücük bir mahalledeki cinayeti hâlâ neden çözmedi ya da çözemedi? Bu cinayetin nedeni ne? Ucu kimlere kadar uzanıyor? “Biliyorum ama konuşamam” diyen Ensarioğlu'na ne bildiği sorulmadı?
Narin Güran cinayetinin, yüzlerce cinayet gibi üstü mü örtülmek isteniyor?
Bütün bu soruların cevabının ve Narin cinayetinin takipçisi olacağız.
/././
İsrail Batı’nın desteğiyle savaşı bölgeye yayıyor -Yücel Özdemir-
Lübnan’da Hizbullah militanları ve üyeleri tarafından kullanılan binlerce çağrı cihazı ve telsizin salı ve çarşamba günleri İsrail tarafından patlatılması, 37 kişinin hayatını kaybetmesi, 3 bin 250 kişinin yaralanması dünyayı “şok” etti. “Şok”un nedeni saldırıdan çok saldırının biçimiydi.
Batılı emperyalist devletler doğrudan İsrail’in adını telaffuz etmeyerek taraflara “itidal” çağrısında bulundu. Çağrıda İsrail’in saldırganlığı her zaman olduğu gibi mahkum edilmedi. Perşembe günü Paris’te bir araya gelen ABD, İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya dışişleri bakanları savaşın bölgeye yayılmaması çağrısı yaptı. Ancak İsrail devletini durdurmaya da niyetli değiller. Tersine, geçen yıl 7 Ekim’de başlayan saldırıların ardından İsrail’in boşalttığı bölgeye geri dönülmesini istiyorlar.
İSRAİL LÜBNAN’DA KORİDOR OLUŞTURMAK İSTİYOR
7 Ekim’den sonra yaklaşık sekiz kilometre genişliğindeki bölge Hizbullah tarafından bombalandığı için boşaltılmıştı. İsrail Başbakanı Benyamin Natenyahu, evlerinden edilen 60 binden fazla İsraillinin söz konusu koridora geri dönmesini sağlamak için savaşı kuzeye yayacaklarını açıkladı. Bu nedenle Güney Lübnan’daki askeri operasyon için özel ordu birliklerini göreve çağırdılar. Çağrı cihazları ve telsizlerin tam da bu operasyonun kolay bir şekilde yürütülmesi için patlatıldığı anlaşılıyor.
Batılı emperyalistler bir süredir Lübnan’a söz konusu koridoru boşaltması için baskı yapıyor. Hizbullah’ın sınırdan çekilmesini resmi görüşmeler sırasında gündeme getirdiler. 2006’da “Lübnan Savaşı”nı amaçlayan 1701 sayılı BM Kararı, Litani Nehri’nin güneyinde sadece BM Barış Gücü ve Lübnan silahlı kuvvetlerinin bulunabileceğini öngörüyordu. İsrail ve Batı şimdi bu kararı öne sürerek Hizbullah’ın sınırdan çekilmesini, İsraillilerin yerleşmesini dayatıyor. Koridorun Lübnan topraklarına kaydırılması İsrail’deki gericilerin başlıca hedefi.
İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant de Lübnan’da meydana gelen ikinci telsiz patlaması dalgasından kısa bir süre sonra savaşın yeni bir aşamaya geçtiğini ve topyekûn savaş çağrısında bulunmuştu.
"CİHAZLAR NASIL PATLATILDI" TARTIŞMASI SÜRÜYOR
Bu arada Batı’nın Çin’den koparmaya çalıştığı Tayvan’da Hizbullah’ın siparişi üzerine üretildiği ifade edilen çağrı cihazları ve telsizlere patlayıcıların üretim sırasında mı yoksa daha sonra mı yerleştirildiği konusu belirsizliğini korumaya devam ediyor.
Planın kendisi de, istihbarat açısından sabırlı ve farklı istihbarat örgütlerinin desteğini gerektiren bir çalışma. Patlayan IC-V82 tipi çağrı cihazlarının asıl olarak Japon “Icom” firması tarafından üretildiği biliniyor. Şirketin müdürü 2014’ten bu yana yurt dışı için üretim yapmadıklarını ileri sürüyor ve daha önce taklitleri konusunda uyarıda bulunulmuş.
New York Times gazetesi ise Tayvan Gold Apollo şirketiyle bir lisans anlaşması imzalayan Budapeşte merkezli BAC Consulting şirketinin Mossad adına Hizbullah’a gönderilen çağrı cihazlarının pillerini patlayıcı PETN ile doldurduğunu ileri sürdü. Macaristan hükümet sözcüsü iddiayı yalanladı ve “Çağrı cihazları hiçbir zaman Macaristan’a gelmedi. BAC, Macaristan'da faaliyet üssü bulunmayan bir ticaret ve aracılık şirketi” açıklaması yaptı.
Bu “istihbarat başarısı” elbette İsrail’in haklı olduğu, her yola başvurma hakkına sahip olduğu anlamına gelmiyor. Tersine sivil insanların kullandığı çağrı cihazları patladı. Çocuklar öldü.
Burada zamanlama önemli. Güneyde Gazze’de 40 binden fazla insanı katleden, etki alanını genişleten İsrail rejimi, şimdi yönünü kuzeye çevirmiş görünüyor.
ALMANYA SİLAH SATIŞ ONAYI VERMEDİ Mİ?
Çağrı cihazlarının patlatılmasıyla düzenlenen saldırının yoğun tartışıldığı sırada Alman basınında ise Almanya’nın İsrail’e silah satışını düşürdüğü haberleri dolaşmaya başladı. Sahra Wagenknecht İttifakı (BSW) Meclis Grubunun soru önergesine hükümet tarafından verilen yanıtta İsrail’e silah satılmadığı belirtildi. Sonradan bu yılın başından bu yana İsrail’e yeni silah satış izni verilmediği ortaya çıktı. Silah ithalatının yüzde 70’ini ABD’den yüzde 23’ünü Almanya’dan yapan İsrail’in, Alman silahlarına ihtiyaç duyduğu biliniyor. Bu nedenle İsrail’in güvenliğini dış politikasının önceliği haline getiren Almanya’nın İsrail’e silah ihracatını durdurduğu yönlü haberler gerçeği ifade etmiyor. 7 Ekim saldırısından hemen sonra Almanya ek silah izinleri vermişti. Yılın başından bu yana İsrail silah almak için yeni bir başvuru yapmadığı için, Almanya da silah satış izni vermemiş doğal olarak.
Almanya geçen yıl İsrail’e 326.5 milyon avro değerinde silah ihracatına izin verdi. Bu rakam bir önceki yıldan on kat daha fazla. Bu miktarın büyük bir kısmı 7 Ekim’in ardından onaylandı. Geçen yıl devasa sipariş veren ve muhtemelen bu yıl içinde teslim alacak İsrail’in yeni bir siparişte bulunmaması aynı zamanda elinde büyük bir savaş için yeteri kadar silahın olduğu anlamına da geliyor.
/././
İsrail devlet terörü ve işgalin kalıcılaştırılması planı -Yusuf Karadaş-
Lübnan’da Hizbullah üyelerinin kullandığı binlerce çağrı cihazı ve telsizi patlatan İsrail, savaşı bölgeye yaymaya yönelik terör saldırıları ve provokasyonlarını yeni bir boyuta taşıdı. 20’den fazla insanın yaşamını yitirdiği ve yüzlerce insanın yaralandığı bu saldırıdan sonra yapılan tartışmalar daha çok bu saldırıların nasıl gerçekleştirildiği, dijital iletişim araçlarının ne kadar güvenilir olduğu soruları etrafında sürdürülüyor. Ancak İsrail Savunma Bakanı Gallant’ın bu saldırılardan sonra yaptığı “Savaşta yeni bir aşamanın başlangıcında olduğumuz” açıklaması, asıl olarak bu saldırılarla neyin hedeflendiği noktasına odaklanmak gerektiğini gösteriyor.
Saldırının nasıl gerçekleştiği konusunda İsrail istihbarat servisi MOSSAD’ın patlatılan çağrı cihazlarına patlayıcı yerleştirmesi olasılığı ağırlık kazanıyor. MOSSAD’ın, Tayvanlı Gold Apollo şirketine ait çağrı cihazlarına Macaristan’da BAC Consulting KFT adlı taşeron firma tarafından üretim sürecine müdahale ederek patlayıcı yerleştirdiği ihtimali üzerinde duruluyor. Kesin olan şu ki Lübnan halkı üzerinde korku yaratmayı amaçlayan bu saldırılarla İsrail, devlet teröründe sınır tanımadığını bir kez daha sergilemiş oldu.
Geçtiğimiz yılın 7 Ekim’inden bu yana Ortadoğu’yu onuncu kez ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanı Blinken, Kahire’de İsrail’in saldırısı ile ilgili bir soruya “ABD’nin bu olaylardan ne haberi vardı ne de bu olaylara karıştı” yanıtını vererek üç maymunu oynamaya devam etti. Oysa İsrail devlet terörünün en büyük destekçisi ve dayanağının ABD emperyalizmi olduğunun görülmesi için önceki gün BM Genel Kurulunda “İsrail’in Filistin’deki yasa dışı işgalini 12 ay içinde sonlandırması” için yapılan ve 124 ülke tarafından onaylanan oylamada ‘hayır’ oyu kullanmış olması yeterlidir. İşgalin en büyük destekçisinin Gazze’de ‘ateşkes’ için ara bulucu rolüne soyunması, bu konuda neden bir türlü uzlaşma sağlanamadığını anlamak bakımından da oldukça açıklayıcıdır.
Netanyahu yönetimi, Gazze’de ‘ateşkes’ için Mısır ile Gazze arasındaki Philadelphia Koridoru’ndaki işgalinin kabul edilmesi koşulunu dayatıyor. Koridorun kalıcı işgali, Filistinlileri Gazze’den sürme planının bir parçası olduğu için Mısır bu plana karşı çıkıyor. Ancak İsrail, Refah kapısının da yer aldığı Mısır sınırındaki Philadephia Koridoru’nun yanı sıra Gazze’yi ortadan bölen Netzarim Koridoru’nu da genişletmeye devam ediyor. Bu koridor, Gazze’yi işgal planının bir parçası olarak 2023’te kuzey ve güney Gazze’yi birbirinden koparmak için kurulmuştu. İsrail, bu koridorlar ve askeri kontrol noktaları üzerinden tıpkı Batı Şeria’da yaptığı gibi Gazze’yi de adım adım işgal etmeyi planlıyor.
İsrail’in Lübnan’daki terör saldırısı üzerinden savaşı yeni bir aşamaya taşıması da bu işgal planının bir parçasını oluşturuyor. Çünkü savaşın Lübnan’a taşınması, en azından kısa vadede Gazze’de ateşkes ihtimalinin rafa kaldırılması anlamına geliyor. Bağlı olarak İsrail, savaşı yeni alanlara taşımayı koridorlar üzerinden Gazze’deki işgali kalıcılaştırma konusundaki pazarlıklar için elini güçlendirici bir koz haline getirmeyi amaçlıyor.
Öte yandan bu gelişmeler, binlerce üyesi saldırıya uğramasına rağmen Hizbullah’ın Lübnan siyaseti üzerindeki etkisini arttırıcı bir rol oynuyor. Geçmiş dönemde Hizbullah’a karşı tutum aldığı bilinen Dürzi lider Velid Canbolat’ın son saldırıdan sonra Hizbullah’a ‘destek’ açıklaması yapması da bu yönelim bakımından dikkat çekiyor.
İsrail, Lübnan’daki terör saldırısıyla bölgesel kamplaşmayı derinleştirmeye, gerilim ve çatışmaları yaymaya yönelik savaş planını yeni bir aşamaya geçirmiş oldu. Bu saldırı bize İsrail’in bölgesel gerilim ve çatışmaların en büyük kaynağı ve barışın önündeki en büyük engel olduğunu bir kez daha göstermiş oldu. Burada tartışma konumuz olmamakla birlikte kendisini Filistin davasının savunucusu gibi gösteren Erdoğan iktidarının da Kürt sorununda uyguladığı savaşçı politikalarla tıpkı İsrail gibi bölgesel gerilim ve çatışmaları tetikleyici bir rol oynadığını belirtmek gerekiyor ki o yüzden Netanyahu, Erdoğan kendisini her eleştirdiğinde “Yok aslında birbirimizden farkımız” anlamına gelen yanıtlar veriyor.
Sonuç olarak bugün bölgede barış, İsrail’in Filistin’deki saldırı ve işgaline karşı BM tarafından da karar altına alınmış olan eşit koşullarda iki devletli çözüm için mücadeleden geçiyor. Ancak İsrail’in en büyük dayanağı ve destekçisi olan ABD emperyalizmini ve Erdoğan iktidarı gibi bölgesel destekçilerini hedef almadan bu mücadelenin başarı şansı bulunmadığını da unutmamak gerekiyor.
(Evrensel)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder