28 Eylül 2024 Cumartesi

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -28 Eylül 2024-

Patronlardan 21. yüzyılda 19. yıl talepleri: Bir adım ötesi zincire vurmak -Bülent Falakaoğlu-

İstenilenlere bir bakın…

İşçi istediği zaman işten çıkıp başka bir işe giremesin’…

Özel sektörde 3 yıl işçilik yapmamış biri kamuda (yurttaşların yaygın ifadesiyle devlette) işçi olamasın, çalışamasın…

Durun, hemen ‘yuh!’, ‘İşçi köle mi!’ demekte acele etmeyin.

Çünkü sıkı durun, devamı var.

İŞKUR da hazırlık yapıyor, mevzuat getirecek: Kendisine önerilen 3 işi kabul etmeyen kişi kamuda görev alamaz.

                                                       ***

Bir süredir patronlar çalışma yaşamını, deyim yerindeyse işçi için ‘cehenneme’ çevirecek talepler öne sürüyor.

Hükümet de bu taleplerin bir kısmını ufak ufak hayata geçiriyor. Bir kısmını da hayata geçirmek üzere orta vadeli programa, kalkınma planlarına yazıyor. 

Bakmayın siz, ‘Orta vadeli programda yapısal reform yok’ naralarına!

Bu naraların atan iktisatçıların dertleri, ‘Merkez Bankasının bağımsızlığı’ gibi ‘devletten bağımsız’ lakin piyasaya bağımlı adımların atılması… Sermayenin elini güçlendirecek düzenlemelerin yapılması…

Oysa hükümet, Türkiye kapitalizmine, patronları memnun edecek bir rota çiziyor.

Rotayı değerlendirmeden önce, ‘Patronlar ne istiyor?’, yukarıda sıraladığımız ‘yuh’ dedirten önerileri kim getirdi?’   

İŞÇİ İTİRAZ ETMESİN, HUKUK KORUMASIN

Gizli kapaklı değil. Bağıra bağıra isteniyor.

Misal, İstanbul Ticaret Odası (İTO). Çalışma bakanından ne istediklerini ne beklediklerini 12 maddede toplayıp duyurdu.

İTO Başkanı Şekib Avdagiç taleplerini şöyle özetledi: İş Kanunu’nun ‘ekonomi dostu’ olacak şekilde güncellenmesi.

O öyle dese de taleplerine bakınca ortaya çıkan formül: ‘Ekonomi dostu’ eşittir ‘patron dostu’.  

                                                       ***

Buyurun, 12 madenin birkaçına birlikte bakalım.

Ülkemizde kıdem tazminatı, işsizlik sigortası, işe iade tazminatı, sendikal tazminat gibi iş hayatına ilişkin pek çok katı düzenleme, işverenin ilave istihdama yönelmesini zorlaştırıyor. İşveren ve işçiyi hukuki olarak karşı karşıya getiren düzenlemelerin gözden geçirilmesi fayda getirecektir!

Açı açık… ‘Kıdem tazminatıişsizlik sigortasıişe iade tazminatısendikal tazminat’ gibi düzenlemelerini istemiyoruz, kaldırın!

Meali: ‘İşçiyi kullanıp atalım, atarken de hiçbir yükümüz, ayak bağımız olmasın’…

                                                    ***

Her madde birbirinden beter! 5’ini daha sıralayıp mealine bakalım.

İş mahkemelerinde açılan alacak ve tazminat davalarına ilişkin zaman aşımı sürelerinin 1 yıl ile sınırlandırılması önem taşıyor!

Meali: Kullanıp atalım, hukuk yolunu işçiye kapatalım.

Diğer bir madde: “Olağan iş akışının bozulmaması için rutin sosyal güvenlik denetimlerinin istisnai durumlar dışında randevulu yapılması yararlı olacaktır.”

Meali: Haberli denetim yapılsın, kayıt dışı çalıştırmaya göz yumulsun.

Bir diğeri… “Kısa çalışma ödeneğinin ekonomik şartlardan dolayı istihdamını koruması gereken firmalar için etkin olarak kullanılması konusunda daha esnek bir yaklaşımın beklentisi içindeyiz.

Meali: Açlığa mahkum edilen işçinin ücretini de devlet versin.

Bir daha… “Yabancıların istihdamında, çalışma ve izinlerinde ‘bir yabancı için 5 Türk işçi istihdamı’ gibi kriterlerin kolaylaştırılması, iş dünyasının önemli beklentileri arasındadır.”

Meali: ‘Terbiye’ edemediğim işçinin yerine de… Kıdem tazminatı ödemeden attığım, hukuk yolunu kapattığım ve ayrıca devletin ücret ödeme süresi dolunca, devlet teşviki kesilince kapı dışarı ettiğim işçinin yerine de rahatça göçmen emeği kullanayım.

Son, ‘rezil’ örnek… “Haftada bir gün okulda eğitim, dört gün iş yerlerinde çalışmaya imkan veren mesleki eğitim merkezi (MESEM) sistemine ağırlık verilmeli.

Meali: Asgari ücretin üçte birine çalıştırıp sömürdüğümüz yüz binlerce çocuk yetmedi, milyonlarca olsun.

SÜREKLİ EL ARTIRIYORLAR

Bu taleplerin ötesi de var.

Patronlar taleplerini fütursuzca genişletiyor; işçi sınıfının bütün hak ve kazanımlarını sıfırlamaya doğru!

Ve artık daha cüretkarlar!

Türkiye Odalar ve Borsalar Birliğinin (TOBB) taleplerine bakmak lazım; söz konusu cüretkarlığın hangi noktaya vardığını görmek için.

Hafta içi Çalışma Bakanı Vedat Işıkhan, oda ve borsa başkanları ile bir araya geldi. Yapılan toplantının bir kısmı basına açık yapıldı.

Toplantının kapalı kısmında konuşulanları da Ekonomim gazetesinden Hüseyin Gökçe haberleştirdi.

Yalanlanmayan bu kulise göre patronlar, Bakandan şunları istedi:

- ‘Kamuda olduğu gibi özelde de iş değiştirirken patrondan onay alınsın’.

Evet açık açık, çalışanların iş yerini istediği zaman değiştirmesini istemiyorlar.

“İşten ayrılacak çalışanın 15 gün önceden haber verme zorunluluğu” maddesi yetmemiş.

Bir oda başkanı şöyle gerekçelendirmiş… “Bizim sıfırdan yetiştirdiğimiz elemanlar, çok küçük maaş farklarıyla hemen başka iş yerine geçiyor. Oysa kamuda bir kurumdan başka kuruma gitmek için önceki kurumundan muvafakat isteniyor. Özel sektörde de böyle bir şey olabilir”. 

Vay be!

Döndük mü ‘Reaya çift bozamaz’, ‘İlelebet toprağa bağlı kalır’ kuralına…

Ne demek işçi işten çıkamaz? ‘Yetiştirdik’ savunusu hikaye. ‘Yetiştirilirken zaten üç kuruşa çalıştırılıyor işçi.

Bir diğeri…

- ‘Memurlar kamuya geçmeden 3 yıl özel sektörde çalışsın.

Kamuda çalışmaya başlamanın ön şartı olarak özel sektörde en az 3 yıl çalışmış olmanın getirilmesi de talepler arasında yer almış.

                                                    ***

İşçiye de şark görevi!..

Kulisten sızan diğer vahim iddia ise iş ve işçi bulma kurumunun (İŞKUR) bu yönde hazırlık yaptığı iddiası. 

İddiaya göre… İŞKUR’a kayıtlı olup da kendisine önerilerin 3 işi kabul etmeyen kişilerin artık kamuda görev alamayacağı yönünde bir mevzuat düzenlenecek.

İnsanların kamuda biraz daha güvenceli, biraz daha insani istihdam hayaline de pranga!

Yukarıda ‘yuh’ dedirtecek cinsten diye sıraladıklarımızdı bunlar. Ve patronlar işi bu noktaya kadar vardırdılar! 

                                                      ***

Marx, “Romalı köle zincire vurulmuştu, ücretli işçi ise sahibine görünmez iplerle bağlıdır” tespitinde bulunuyordu.

İş, işçiye köle gibi zincir vurmaya ramak noktasına geldi.

Evet… Kapitalizmde işçi emeğini satmadan yaşam sürdüremez. Sözde özgürdür, gerçekte ise köle gibi prangalı!

İşsiz yapamazdı, emek gücünden başka para eder değeri bulunmayanlar.

Şimdi isteniyor ki… İşten de ayrılamasın, işe ‘mecbur’ doğanlar; onları hiçbir şey korumasın, tazminat, kamuda güvenceli iş vb. 

İsteniyor ki… Sadece çırılçıplak emekleri ve bir de prangaları olsun.

                                                        ***

Hükümetin programı orta vadeli geleceğe harita çizerken, haklar 200 yıl geriye yürütülüyor. Ve her türlü gericilik, bu geriye gidişten neşet ediyor.

Karanlıkta boğulmamak için siyasi ve iktisadi alternatifleri içeren başka bir program ve mücadele elzem!

                                                           /././ 

Erdoğan’ın ABD temasları: Mesaj mı yoksa yalvarış ve temenni mi? -Bülent Falakaoğlu-

Cumhurbaşkanı Erdoğan, beraberindeki ekonomi heyeti ile ABD’de 3 ayrı toplantı gerçekleştirdi.

Piyasanın ‘köpek balıkları’ fon yöneticileri ile…

Ucuz emek, sınırsız teşvik arayan uluslararası dev şirketlerin temsilcileriyle…

 ‘Dış güçler’ diye çemkirilen bankacı, finansçı ne bulunursa…  

Kısacası elinde para olan kim varsa!

Temaslar şu başlıkla özetlendi; Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan New York’ta 4 mesaj

Mesajların ne olduğuna gelmeden önce… Belirtelim ki, mesajlar Erdoğan’ın, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda yaptığı konuşma üzerinden, ‘Dünyaya ayar veren lider’ parlatmasını söndürecek cinsten!

                                                     ***

Mesaj 1: “Türk firmalarının vize başta olmak üzere gerekli kolaylıkların sağlanmasında aktif desteğinizi bekliyorum”.

Erdoğan bunu kime diyor? ABD’li tekel temsilcilerine.

Bir dünya lideri(!) yardım istiyor. Bir ‘yalvarış’ görüntüsü oluşturan bu çıkışa, kurulan şu cümleyle bir pazarlamacı da ekleniyor: “Sizlerle birlikte yeni yatırımcıları da Türkiye’de görmekten mutluluk duyacağımızı bilmenizi isterim.

Hazin değil mi?

Erdoğan, Amerikan pazarına giriş için destek beklediğini söylüyor ama sorun büyük. Epeydir ihracatçılar isyanda! Yurt dışı girişimlerinde vize problemiyle boğuştuklarını haykırıyorlar.

Özelikle küçük ve orta büyüklükteki işletmeler (KOBİ) vize sorununun giderilmesi konusunda bastırıyor.

Erdoğan, iktidarının önemli dayanaklarından bu kesimlerin sorununu diplomatik yollardan çözebilmiş değil.  

Dünyanın çeşitli ülkelerine ihracat yapıyoruz ama hâlâ vize sorunu yaşıyoruz. Yüzlerce, binlerce işçi çalıştıran üretici vize sorunu yaşarken, herhangi bir devlet memuru elini kolunu sallaya sallaya her yere gidebiliyor” vb. hükümete duyurulan eleştiriler artıyor. 

Erdoğan siyasi liderler ile çözemediğini, para babaları ile çözmeye çalıyor; ‘ne de olsa ‘asıl sahip onlar’ mantığıyla… 

İKİSİ BİR ARADA OLUR MU HİÇ!

Mesaj 2: “BRICS ile ilişkiler canlı tutulacak.

Türkiye, Batılı ülkelerle büyük ölçüde entegre olmuş durumda; NATO üyesi, AB ile Gümrük Birliği içinde. Bir yandan buna uygun şekilde Batı çizgisinde kararlılık açıklıyor, öte yandan da bu blokun karşısındaki oluşuma göz kırpıyor.

Oysa…

BRICS ülkelerinin nedeyse tamamına karşı ülke ekonomisi dış açık veriyor; yani daha az satıp daha çok mal ve hizmet alıyor.

Özellikle Çin ticaret ve yeni tesisler kurma yolu ile ülkeyi istilaya başladı.

Bunlara rağmen Türkiye BRICS’e (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’nın Mısır, Etiyopya, İran, Birleşik Arap Emirlikleri ve S. Arabistan’ın üye olduğu bloka) göz kırpıyor.

Dünya ekonomisinden daha fazla pay almak üzere Batı ile rekabete girişen oluşuma göz kırpmak NATO ve AB ile gerilimi artırır.

Bu gerilim göze alınabilir!

Lakin göze alındıktan sonra şu mesaj verilemez.

Mesaj 3: “İlave gümrük vergileri ve yaptırımlar kalkmalı.

İkisi bir arada nasıl olacak?

Batı’nın, “Sen bizim hedefimizdeki Çin’in Rusya’nın Truva Atı ol, biz görmezden geliriz, eyvallah mı” demesi bekleniyor.

İYİ NİYET BEYANI

Mesaj 4: “Ülkemizin küresel yatırım pastasından aldığı mevcut yüzde 1’lik payı 2028 yılı itibarıyla yüzde 1.5’e çıkaracağız”.

Bu olsa olsa cumhurbaşkanının niyet beyanıdır. Çünkü koşullara bakınca dünya ticaretinde yüzde 50’lik sıçrama yapmak olası gözükmüyor.

Dünya ekonomisinin gidişatını yakından izleyen uluslararası kuruluşlar, dünya ekonomisinin 2025’te hayli zor bir yıl geçirmesini bekliyor.

Küresel ekonominin büyüme hızında yüzde 2.9 gibi düşük tempo bekleniyor.

ABD, Çin gibi büyük ekonomilerde düşüş öngörülüyor.

OECD raporu da Türkiye’nin büyüme tahminini aşağıya revize etti. 2025 enflasyonunu yüzde 29.1 olarak öngördü.

ABD Merkez Bankasının faiz indirmesinden medet umulsa da ufukta olumsuz alametler çoğaldı.

Savaşın yayılması, Ortadoğu’da savaşın tırmanması…

ABD - Çin geriliminin artması…

Jeopolitik gerilimlerin sürmesi gibi…

                                                           ***

Bu tablo karşısında pompalanan umutlar da pek iç açıcı değil.

Türkiye Yatırım Konferansı, “ABD’li yatırımcılardan Türkiye’ye yatırım sözü” başlığıyla paylaşılsa da… Ayrıntılarda Amazon, Hilton gibi mevcutlar dışında yeni isimler gözükmüyor.

Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu Başkanı Nail Olpak’ın dediği gibi… Türkiye’ye ‘50 milyar dolar kaynak gelir’ gibi bir durum yok.

Peki ne var(mış)… Olumluya dönen bakış!

Bu durumda iş sıcak paracılara, yani faiz vurguncularına kaldı.

Şimdilik ‘çok kısa vadeli’ ve ‘kısa vadeli’ para akışı var.

Biraz daha kalıcısı gelecekse de önce parmak sallıyor, uyarı görünümü altında: ‘Sakın yeni yıldan önce faiz indirmeyin’, ‘Faizde gevşemeyin’…

Toplantıya katılan banka temsilcileri demek istiyor ki… Yüksek faiz verin ve biz çok kazanalım; kurlar da zıplamasın çünkü tekrar döviz alırken kayba uğramayalım.

Akbabalar pusuda!

OVP KİMİN ÜSTÜNE KALACAK

Finans kapitalin Erdoğan’a güvensizliğini, kendisin o kesimlerin nezdindeki prestijiyle aşmaya çalışan Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ise… Aktarılanlardan anlıyoruz ki sürekli ‘kararlılık’ ve ‘orta vadeli programı (OVP) referans alın mesajı vermiş. 

Geçen yılın Eylül’ünde Şimşek… “Finans kapitalin istikrar programına uyumlu bir orta vadeli program da hazırladık, ‘program var, hadi para getirin’ diyordu.

Bu yıl da ‘programda kararlıyız, hadi gelin’ diyor.

Uluslararası sermayeye bağımlı, kırılgan, açmazları iyice açığa çıkan OVP’ye bakıp şöyle bir ifade kullanmış: ‘Seneye yüzde 20 enflasyon göreceksiniz’.

Oysa Merkez Bankasının sektörel enflasyon beklenti anketine göre buna itibar eden yok.

Seneye eylül ayı için reel sektörün (sanayicinin) enflasyon beklentisi yüzde 51.

Hane halklarınınki ise yüzde 71.5!

Vatandaş da sanayici de ‘yükselecek’ demek istemiyor. Bugün yaşadığı enflasyona bakıp ‘inmeyecek’ diyor.

Enflasyon kağıt üzerinde düşecek, o da işçinin emekçinin, çiftçinin, emeklinin gelirini düşürmenin payandası kılınacak.

Asgari ücret konusunda sorular yönelten fon yöneticilerine Bakan Şimşek, “Ekonomi yönetiminin beklenen enflasyona göre ücret artışına dayalı bir yaklaşıma sahip olduğu” güvencesini verdi.

Şimşek ayrıca ‘yeni ek vergiler getirmeyecekleri’ sözü de verdi.

OVP’nin yükünün milyonlarca emekçiye kalacağını haykırdı!

                                                      ***

Geçen yıl eylül ayındaki BM zirvesi sonrası, ‘el açma ekonomisi’ başlığı altında şöyle yazmıştık:

Semt pazarında duyardık; ‘gel vatandaş gel, akşam pazarı bunlar’ bağırışını. Şimdi bu ‘yerli’ pazarlama taktiği ABD’ye taşındı; artık New York’taki Times Meydanı’ndaki dijital panolarda görüyoruz: ‘Gel sermaye gel, Türkiye’ye yatırım yap.

Bizim verdiğimiz vergilerle, ‘Benim paraya ihtiyacım var’ ilanı verilmişti. İlana değil, bol kazançlı yüksek faizi görünce geldiler. 

Toplantılar kapalı olsa da-ekonomi gazetelerine ve iktidara medyasına yansıyanlara bakınca-  toplantılarda ‘istenen’ sonuçların alınamadığı açık.

Bu yıl da diyoruz ki: Eller boş dönüldü, süreç daha çok tavizle ilerleyecek, reisin parlatılmasıyla örtülemeyecek bir gerçeklik bu! 

                                                               /././

Erdoğan ‘içeri’ dönüyor: Hayal kırıklığı ve ‘ideolojik sis’le -Hakkı Özdal-

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Üsküdar'daki Hz. Ali Camisi'nde kıldığı cuma namazının ardından basın mensuplarının karşısında. Hafta içi Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulunda olmasından da yola çıkarak “BM’nin yapısı hakkındaki tavsiyelerinin ne olduğu” soruluyor kendisine. Yanıtın içeriği de tonlaması da ilginç. BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyeli yapısını eleştiriyor Erdoğan, alışıldığı üzere: “Bu 5 daimi üye şu an itibarıyla dünyayı adeta yöneten, idare eden ülkeler konumunda. Dolayısıyla burada şu anda Japonya, Çin, bizler, Almanya vs. gibi üyeler her ne kadar daimi üye olma teşebbüsü varsa da şu an itibarıyla daimi üye olamadıkları için herhangi bir tesirleri de söz konusu değil. Şu anda Türkiye olarak biz de daimi üye olmanın gayreti içindeyiz, ama şu ana kadar aldığımız bir netice yok ve daimi üyelerin de bizleri daimi üye yapma gibi bir hesapları yok.”

Erdoğan’ın ‘hakkı yenen’ ülkeler arasında zikrettiği Çin, bu 5 daimi üyeden biri oysa. Yorucu ABD ziyaretinin ardından gelen bir dikkatsizlik olarak kabul edilebilir.

Ama Türkiye’nin çabaları konusundaki ‘umutsuz’ sözleri belki de geride kalan hafta boyunca yaşananların bir yansıması. “Türkiye olarak daimi üye olmanın gayreti içindeyiz ama şu ana kadar aldığımız bir netice yok ve daimi üyelerin de bizleri daimi üye yapma gibi bir hesapları yok” diyor Erdoğan, neredeyse yorgun bir tonlamayla.

Bu “Cuma selamı”nı ABD’den Türkiye’ye hareketinden hemen önce, şimdi tam da New York Belediye Başkanı ile Türk yetkililer arasındaki rüşvet iddialarının odağında olan Türkevi binasında gazetecilerle yaptığı sohbetteki sözleriyle birlikte okumakta yarar var.

Bu açıklamaların, alışılageldiği gibi uçak seyahati sırasında havada değil de Türkevi’nde yapılmasında, ABD’den hareket saati ile Türkiye’deki gazetelerin yayın saati gözetilerek planlanmış olmalı. Yoksa ‘sohbete’ katılan medya mensupları aynı yüzlerden oluşuyor; ‘mürettebat’ bu kez karada dinliyor Cumhurbaşkanını…

Bu açıklamalarda dikkat çeken ilk şey, hızlıca “iç gündeme” odaklanılmış olması. “Anayasayı değiştirmekte kararlı olduklarını” söylüyor. AKP’de değişim konusu yeniden gündeme geliyor, “Sözünü ettiğimiz değişim bir yeniden doğuş hamlesidir” diyor. Teğmenlerin kılıçlı yemini konusun tekrar açıyor, “Birkaç kendini bilmezin ortaya koyduğu bir karmaşaydı. Bu işin içerisindekiler kimlerse bunların hak ettikleri cezayı almasını temin edeceğiz” diyor.

Hatta ABD seçimleri konusuna bile salt bir ‘iç gündem’ çerçevesinden bakıyor: “Temennim odur ki gelen gideni aratmasın. Çünkü, Amerika'da F-35 konusunu bizler yalnız Trump döneminde yaşamadık, sonrasında da devam etti. Hepsi de bize bu hayal kırıklığını yaşattı. Cumhuriyetçiler de yaşattı, Demokratlar da. Şimdi yeni süreçte bunun sürüp sürmeyeceğini göreceğiz. 1 milyar 450 milyon dolar alacağımız var.”

Erdoğan ve heyetinin dört günlük ABD gezisini iki başlık altında taşıdık Evrensel’e: (1) Büyük umut bağlanan “yatırımcı” görüşmelerinden umulan sonuçların alınamadığı ve (2) özellikle Biden’la görüşme göstergesine odaklanmış politik arayışların da sonuçsuz kalması… Gerek New York Türkevi’ndeki ‘son akşam’ sohbeti gerekse Cuma namazı sonrası demeçler bu iki tespiti teyit eder nitelikte. Erdoğan 22-26 Eylül ABD temaslarında yaşadığı büyük hayal kırıklığını gizlemeye bile gerek duymuyor adeta.

Ve derhal, can havliyle, ‘içeriye’ dönüyor. Hatta manidar şekilde “iç cephe” kavramı gündeme geliyor: “İç cephemizde bir gedik açılırsa bu son derece maliyetli olur, hepimiz kaybederiz. İç cephe hedeflerimiz, bizim Kızıl Elmamızdır. Biz o iç cepheyi çökerttirmeyiz”...

Her şey karşıtıyla birlikte anlam kazanır. Bir ‘iç cephe’den söz etmek hâsıl olduysa bir ‘dış cephe’ de ima ediliyordur aynı zamanda. Zaten ABD seçimleri konusundaki karamsar yorumu da, BRICS konusundaki daha cüretkar sözleri de, ‘dış destek’ konusundaki hayal kırıklığının dozunu gösteriyor.

Erdoğan, halkın çok büyük kısmının pahalılık, borçluluk ve giderek işsizlik gibi yakıcı sorunlarla karşı karşıya olduğu, neredeyse tüm toplumun “kart borçlarını yapılandırma” yönünde mecburi ve nafile adımların atıldığı bir dönemde, ideolojik sisi yoğun bir “iç gündem” ve “iç cephe” ile dönüyor. Anayasa, teğmenler, Kızıl Elma vs…

                                                               /././

Estetik özlem -Ayşen Şahin-

Estetik deyince artık akla saç ektirme, burun kaldırma, çene sivrileştirme geliyor.

Oysa estetik kavramı yalnızca tıbbi bir terim değil, yaşamın algılanma şekline kadar geniş bir kavram.

Bir kentin silüetinde, bir kedinin uzanmasında, bir selamın dile gelişinde, bir gülüşün çok farklı manalar içerebilmesinde, bir şiirin dizesinde, bir romanın giriş cümlesinde, bir kadın fularında, bir ense tıraşında, bir balkondaki saksıların dizilişinde, kaldırım taşlarına düşen yağmurun izinde, bir yemeğin servis edilişinde, bir çatal tutuşta, bir özrün samimiyetinde, her yerde çıkar karşımıza.

Estetik, insanı diğer canlılardan ayıran unsurlardan biri, haz arayışının bir neticesi. Türkçeleştirmek istediğimizde “güzel duyu, güzel duyusal” diye çevriliyor ki kelimenin fonetiği bile hoş.

Her geçen gün sefilleşen hayatımızda hızla uzaklaştığımız, arayışından da vazgeçtiğimiz bir kavram.

Lüks değil, maddiyatla direkt ilgili bile değil, bir duruşa da dairdi oysa. Tevazu ne kadar estetiktir mesela.

Bu hafta onca dram içinde, kâr amaçlı bir düğün organizasyonundan ve bir sucuk partisinden konuşuldu bolca.

BDDK başkan yardımcısı düğününe, denetlemekle yükümlü olduğu finans kurumlarının başkanlarını çağırmış, herkes de davete icabet etmiş hatta takı kutusuna atılacak bedel için bir rayiç bile belirlenmiş diyordu haberde. Timur Soykan’ın haberine göre davetliler için ne bir yemek ne de bir oturma düzeni yapılmış. Ciroyla kâr arasına hiçbir maliyet kalemi girmesin istenmiş gibi duruyor.

Öncelikle yetkisi göz önüne alındığında bu kurum temsilcileriyle böyle bir ilişkiye girmemesi gerekiyor, davete de etik sınır uyarınca icabet edilmemesi gerekiyor. Buralar konuşuldu.

Ama estetik yoksunluğu kaynadı gitti yine arada.

Düğün; iki insanın aşklarını, ilişkilerini yasallaştırma istekleri uyarınca, sevdikleri ve saygı duydukları insanlarla bir araya gelerek yaptıkları bir kutlama. Doğası gereği romantik ve eğlenceli olmalı.

Fotoğraflara baktığımızda, gri-siyah kumaştan ibaret bir duvar önünde, ellerini önlerinde birleştirmiş, yan yana onlarca takım elbiseli adam görüyoruz. Bir diğerinde siyasetin buluştuğu açılış törenleri gibi tek tük kadın, takım elbiseler arasında kaybolmuş. 

Sonra gidiyoruz çok konuşulan sucuk ziyafetine: Erciyes Yüksek İrtifa Kamp Merkezi tanıtım töreninde mangal partisi. Vekiller, bakan, erbabı erkan mangal yelliyorlar. Bir ülke düşünün ki sucuk bile fotoğraftan kokusuyla iştah kabartıyor, can çektiriyor çünkü yok, alınamıyor. Hayatsızlığın daniskasında, normalin ultra lüks kalmasının öfkesindeyiz.

Sucuğa bozulacak kadar ayarımız bozuk, dolap boş.

Ve estetiksizlik tartışma konusu olmaya çok uzak.

Bu es geçtiğimiz kavramlarla sasılaştık.

Her fırsatta siyasette geçirdikleri onlarca yılla övünen adamların, onlarca yılda üzerlerine oturan bir takım elbise seçemeyişleri, mangal yaparken takım elbise giymenin abesliğini sorgulamayışları, o ceketlerin düğmelerinin nerede, ne amaçla ve nasıl iliklenmesi gerektiğini bilmeyen bürokratlar, mendil girmesi gereken cebe ters açıda sokulmuş, markası dışarıda gözlük, mangal yellemek için kullanılan öylece yırtılmış bir karton, espri diye sarf edilen sözlerin komik olmaması, şaka bile olmaması...

Bunu haberleştirirken, muhalefet temsilcilerinin, meşhur karikatürdeki gibi “Millet aç aç” sloganında birleşmesi. 

Sanki efendiler, kamera önünde sucuk yellemeseler biz bilmiyorduk evde antrikotla beslendiklerini.

-Mış gibi yapmadılar diye gösterilen bir tepki seli. Sucuktan gocunacak bir açlığın ilamının utancı.

Hiçbir şeyde estetik yok. TOKİ binalarında yok, ranta açılan arazilere, koylara dikilen otellerde, kamu dairelerinde, övündükleri saraylarında, basın açıklaması yaptıkları kürsülerde, düğünlerinde, derneklerinde, insana bakışlarında, sözü ele alışlarında, bir çocuğu kameralar açıkken sevmeye kalkışlarında, bir kadını sahneye çağırışlarında, okudukları metinlerde, konuşmalarının tonlamasında, şakalarında, estetiğe dair emare yok.

Bu nobran, nadan, hoyrat ortamdan herkes alıyor nasibini.

Selamımız kesik, eleştirilerimiz yüzeysel ve kolaycı, hareketlerimiz idareten, iş yapışımız görev savma misali, insan sevgimizin eksikliğiyle övünenleriz, üstelik “en sever-MİŞ gibi yapan”ı arıyoruz ardına düşmek için. 

Hiçbir şeye layık görülmeyi biz de kaliteyi hak etmezmiş gibi davranmaya başladık. 

Ucuza ne varsa kabulümüz, kafamıza atsanız da olur, poşete koymasanız da gözümüze soksanız da. 

Yani günün sonunda ucuzlaşan biziz aslında, sadece emeğimiz değil, insanlığımızla da.

Wabi-sabi, Japon estetiğine dair bir dünya görüşü. 

Japonların bahçelerini, kiraz ağaçlarının yerleşimini, evlerinin sadeliğini ve hayata bakışını düşünün. Batı’nın abartılmış rafine beklentili estetik anlayışının tam zıttı bir felsefe. Doğalın kabulü bir nevi.

‘Wabi’, basitliği, süreksizliği, kusurları tanımlıyor. ‘Sabi’ ise zamanın etkisini gösteriyor. Zen felsefesine göre wabi-sabi’ye ulaşmak için yedi estetik ilke gerekiyor:

Kanso- basitlik,

Fukinsei-asimetri veya düzensizlik,

Shibumi-sade güzellik,

Shizen-iddiasız doğallık

Yugen- incelik ve zarafet,

Datsuzoku- serbestlik

Seijaku- huzur

Böyle tanımlayınca estetiği, güzel duyuyu belki anlatabilirim; ifadesi zor, tasviri zor, boşluğu büyük kavramı.

Ya da mavi yelekleri ile yol kenarında tek sıra Ankara’ya yürüyen madencilerin fotoğrafı yanına sucuk çevirenlerinkini koyun. Bir yakından, bir uzaktan bakınca belki anlaşılır ne demek istediğim.

Daha önceki yürüyüşte işçilerin sarı baretleri tek sıra asfalta vurdukları sesi, görüntüyü hatırlayın. Neşet Ertaş’ın ceketini çıkarmak için izin istediği kaydı hatırlayın mesela, Tilbe Saran’ı etkinlik sunarken getirin gözlerinizin önüne.

Dengin Ceyhan’ın Gezi’deki konserini, Kamil Ağabey’in “Öyle mi alay komutanı” konuşmasının şiirselliğini, deprem zamanı elden ele yardım kolisi aktarırken ki sözcüksüz ritmi düşünün, acısı olana sessiz sarılanları, pamuk işçisi kadınların türkülerini hatırlayın, Kazova direnişi zamanı atölye önünde dans gösterisi ve işçi defilesini.

Estetik sınıfsal artık, sermayede yok.

Bu estetiği yaşamın her alanına yayabilsek, dilimize yerleşse, duruşumuza sirayet etse, tavrımıza sinse kururdu bu bizi yara bere içinde bırakan dikenli çalılar.

Öyle işte...

Cinayetler, öldüren gençler, öldürülen çocuklar, paramparça hayatlar ve ekmeksizlik içinde, estetik mi kaldı diyeceksiniz. Ütopyayı savunmak düştü diyeyim bu hafta payıma.

Estetik olan cezbedicidir sonunda, çekicidir, belki kalabalıklaşmak için biraz daha estetik gereklidir.

Güzel duyusal bir cumartesi dilerim.

                                                          /././

MEB okulları mı kapatmak istiyor? -Sultan Özer-

Yedikleri adını bile telaffuz edemeyeceğimiz yemeklerden bindikleri lüks araçlara, uçak konvoylarından gittikleri gezilere, kaldıkları ultra lüks otellere kadar “itibardan tasarruf” etmeyen iktidar, Amerika gezisinde de bunu bütün gözlere soktu, adeta çıkarma yaptı.

Peki, “tasarruf” kimlerden yapılıyor? Milyonlarca işçiden, emekçiden, emekliden… Okulların açılmasıyla buna çocuklar da eklendi. Milyonlarca çocuk aç ve yoksul. Araştırmalar, her beş çocuktan birinin okula aç gittiğini, her yüz çocuktan 30’undan fazlasının da eğitimi bırakmak zorunda olduğunu ortaya koyuyor. Eğitim Sen’in raporunda da belirtildiği gibi çocuklar “Suyla karnını doyuruyor”…***

Ekmek ve Gül birkaç yıl önce “okullarda bir öğün ücretsiz sağlıklı yemek” kampanyası başlatmıştı, bu kampanya geniş bir kesim tarafından sürdürülüyor… Bunun gereğini yapıp milyonlarca aç öğrencinin hiç olmazsa bir öğün karnını doyurması istenen Milli Eğitim Bakanlığı ne yaptı? Yeni kısıtlamaları içeren genelge ile taşımalı eğitime sınırlama getirip köylerden okullara taşınan öğrencilerin eğitim hakkını elinden aldı. MEB, yeni istismarların, çocuk işçiliğinin ya da çocukların cemaat, tarikat yurtlarına mahkumiyetinin yolunu açıyor. Aladağ örneğinde olduğu gibi çocuklarını ölüme ya da vakıf yurtlarında istismara göndermek istemeyen aileler, çocuklarını okuldan almaya başlıyorlar, bu artacak da.

                                                           ***

Sadece cemaat, tarikat yurtları değil, devletin KYK yurtlarında da çocuklar dinci, gerici yöneticilerin eline bırakılıyor. Buna, deprem döneminde bizzat tanık da oldum. 6 Şubat depremi sonrası evleri ağır hasarlı ve yıkık olduğu için kalabalık bir aile Çubuk Yıldırım Beyazıt KYK yurduna yerleştirilmiş. Anne-baba, dört çocukları, anneanne ve dayı ile iki evden gelen kalabalık bir aile... Çocuklar ortaokul çağında. Bir süre kaldıkları yurtta, Kur’an kursuna gitmeleri, namaz kılmaları, hatta henüz 11-12 yaşındaki kız çocuğunun başını örtmesi yönünde baskılar başladı. Alevi kökenli aile rahatsız oldu ama başka gidecekleri yer de yok. Dayı Hatay’da gazeteci… Kızılırmak Federasyonu genel sekreteriyim ve federasyon olarak depremzedelere yardım yapıyoruz. Bize ulaştılar bir gazeteci arkadaş aracılığıyla. Aile adeta “imdat” diyordu. Çocuklarının konuşmalarının, hareketlerinin bile değiştiğinden yakınıp bir an önce bu yurttan kurtulmak istiyorlardı. Aşık Veysel Derneği de kız öğrenci yurdunu o zaman depremzedelere ayırmıştı, zira okullar da kapalıydı. Ailenin bu yurda yerleşmesi sağlandı da rahat bir nefes aldılar. Şimdi çocukların biri fen lisesinde, diğerleri not ortalamaları 95’lerin üzerinde oldukça başarılılar…

                                                        ***

Yeni genelgenin kız çocuklarının eğitime erişiminde büyük engel olacağı kaygısını dile getiren Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Canan Güllü, “MEB kimlerle, hangi tarikat ve cemaatlerle sözleşme imzaladı bir düşünelim. Tam da onların şehir merkezlerine yaptıkları yurtlara mahkum bırakılan çocukluktan bahsediyoruz. Aladağ yangını hepimiz için büyük bir facia olarak hafızalarımızda kazılı dururken, oğlan çocuklarının da o vakıflarda istismara uğradıklarını bile bile aileler buralara gönderir mi? Artık eğitimi bıraktırmayı çare olarak görüyorlar” diyor ve ekliyor: “Kaç çocuk bundan mağdur olacak, kaç çocuk okullaşma oranının gerisinde kalacak, onu da bilmiyoruz.”

Canan Güllü’nün de dile getirdiği senaryolardan biri de okulların temizliği… Temizlenmeyen ortamlardan salgın hastalığa geçiş, salgın hastalık sonrası okulların kapatılıp eğitimin EBA sistemi ile götürülmesi… “İnsanı senaryo üretmeye zorluyorlar” diyor Güllü, şunları da ekleyerek: “Eğitime ulaşamayan çocuğun geleceği olmayacak, tarikatlara mahkum olacaktır. O tarikatların şekillendirdiği hamur kıvamında çocuklar, iktidarın istediği yol ve yöntemle yaşamlarını devam ettireceklerdir.

Öte yandan da eğitime ulaşmasın diye engel üzerine engel çıkarıyorsunuz. Bu ideolojik akıl, siyaset aklı ve hakikaten 20 seneden sonra gelebilecek bu durum, Türkiye Cumhuriyeti’nin finalize edilmesine yönelik bir çalışma olarak görülmelidir.

Eğitimi yok ediyorsunuz, yaşam hakkını yok ettiriyorsunuz. Sokaklarda kadınlar yok ediliyor, akşam evine giderken sokakta bıçaklanıyor kadınlar. Hiçbirimizin can güvenliği kalmadı. Bunun sonucu çok fecaat. Tarikatları kapıda, kurt kuzuyu kapacak şekilde bekleten bir senaryonun parçaları gibi… Hepimizin kafasını duvarlara vurduracak derecede asap bozucu…”

                                                        ***

Geçen hafta Narin’in izini süreceğimizi söylemiştik: Şimdi yeniden soruyoruz: “Narin’i kim/kimler neden öldürdü? Narin ne gördü de susturuldu? Ortalıkta dolaşan AKP’nin kutsal aile imgesini yok edecek bir ilişki mi vardı, Narin gördü de susturuldu? Ensarioğlu’na bildiğin ama sustuğun gerçek ne diye soruldu mu, ne zaman sorulacak? Devlet bu kadar mı acz içinde ki bir köyün bildiği gerçeği bulamıyor? Buldu da neden saklıyor?

                                                           /././

Erdoğan’ın BM konuşması, sivil anayasa ve ‘bilinmeyen dil’! -Yusuf Karadaş-

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulunda Netanyahu’yu Hitler’e benzetip Filistinlilerin meşru direnişini selamladığı konuşmasını yaparken Diyarbakır’da onlarca kişinin evleri basılıyordu. Evleri basılıp gözaltına alınan insanlar Kürtçe dil kurslarında eğitmenlik yaptıkları için “teröristlik” ile suçlanıyorlardı. Erdoğan, İsrail’in Filistinlilerin ulusal varlığı ve haklarına yönelik saldırganlığını eleştirirken uygulamaların dozajı döneme göre farklılık gösterse de aynı hak tanımaz politikayı Kürtlere karşı sürdürüyor. Bu nedenle Erdoğan ne zaman kendisini eleştirse Netanyahu da “Bana ahlak dersi verecek son kişi sensin” diyerek Filistinlilere karşı yaptıklarının benzerinin Erdoğan iktidarı tarafından Kürtlere karşı uygulandığını hatırlatıyor.

Belki bazı okurlar “Siz İsrail’in Filistinlilere karşı yaptığı katliam ve saldırılar ile bugün Kürtlere karşı yapılanları nasıl aynılaştırırsınız?” diye itiraz edecektir. Elbette tarihsel gelişimleri, bölgedeki egemenlik/paylaşım mücadelesiyle ilişkileri ve dolayısıyla bu mücadelenin sonucu olarak karşı karşıya kaldıkları politik ve askeri yönelim bakımından her iki sorunun da özgünlükleri bulunuyor. Ancak bu özgünlükler, Filistinliler ve Kürtlerin maruz kaldıkları uygulamaların ulusal hak eşitliği ve kaderlerini tayin karşısında aynı hak tanımaz politikaya dayandığı gerçeğini de değiştirmiyor.

İsrail’in önümüzdeki günlerde (7 Ekim) birinci yılını dolduracak olan Gazze’ye yönelik saldırı, işgal ve soykırıma varan katliamları başlamadan birkaç gün önce Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın, Kürt özerk yönetiminin bulunduğu Rojava için “Artık bütün yer altı ve yer üstü tesisleri hedefimizdir” açıklamasını yaptığını; okul, hastane, su ve elektrik tesislerinin bombalandığını da unutmayalım. Bu politikanın tezahürlerinden biri de Afrin başta Kürt yerleşim yerlerinin cihatçı gruplarla birlikte işgal edilip onların yağmasına terk edilmesi ve binlerce Kürdün göçe zorlanmasıydı.

Dil, ulusal kimliğin en temel taşlarından biridir. Bir ulusun kimliğine saldırmak, onu yok etmeye çalışmak aslında toprağını işgal etmekten de daha ağır bir yaptırımdır. Diyarbakır’da Mezopotamya Dil ve Kültür Araştırma Derneği (MED-DER), Payîz Pirtûk kitabevi ile Anka Dil ve Sanat Eğitim Kooperatifine düzenlenen baskınlarda kitap, dergi ve dijital materyallere el konulması ve 30 kişinin buralarda eğitmenlik yaptıkları için gözaltına alınması, 21. yüzyılda Türkiye’deki iktidarın farklı ulusal dil ve kültürler karşısındaki tekçi, yasakçı ve asimilasyoncu karakterini çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor. Aynı günlerde İçişleri Bakanlığının Diyarbakır Büyükşehir Belediyesinin 3-6 yaş arası çocuklara yönelik Kürtçe eğitim verecek olan Zarokistan Perperik Kreş ve Gündüz Bakım Evi için iki müfettiş görevlendirdiğini öğreniyoruz. Oysa Erdoğan, BM kürsüsünden İsrail’in en temel insan haklarını nasıl ihlal ettiğini anlatırken BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde de şunlar yazıyordu: “Yerli halkların var olduğu devletlerde (…) yerli halktan olan çocuk (…) kendi kültüründen yararlanma ve kendi dilini kullanma hakkından yoksun bırakılamaz.”

Ana dilin çocukların sosyal gelişimi bakımından taşıdığı önem nedeniyle birçok ülke, göçmen çocukları için çok dilli eğitime geçerken Türkiye’de milyonlarca Kürt için sadece ana dilinde eğitim değil, kamusal hizmetler de yasak. Dönemin Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, geçen yıl ‘E Reçetem’e 5 yeni dilin eklenmesini bir müjde olarak vermişti. E Reçetem’e Türkçenin yanı sıra İngilizce, Almanca, Arapça, Fransızca ve Rusça eklenmişti ama Kürtçe yoktu. Özellikle kırsal bölgelerdeki kadınların ana dillerini konuşamadıkları için sağlık hakkına erişimde yaşadıkları sorunlara dair yüzlerce örnek olduğu halde Bakanlık Kürtlere sağlık hakkına erişim için Türkçe konuşma zorunluluğunu getiriyordu.

Evet, Kürtçe bu ülkede yabancı dil kadar bile olamıyordu. Çünkü Meclis tutanaklarında sıkça duyduğumuz gibi bu dil devlete göre ‘bilinmeyen bir dil’ olmaya devam ediyor.

Erdoğan her fırsatta ülkeyi “Darbe Anayasa’sı utancından kurtarmak”tan ve “Sivil bir anayasa yapmak”tan söz ediyor.

Peki, Kürtçeye “bilinmeyen bir dil” diyen bir Meclisin yapacağı anayasa, darbe Anayasa’sının askeri elbisesini çıkarıp ona sivil bir elbise giydirmenin ötesine gidebilir mi?

15 Temmuz 2016’daki darbe girişi sonrasında ilan edilen OHAL döneminde Kürt dili ve kültürüyle ilgili faaliyet gösteren kurumların hemen hepsi KHK ile kapatılıp mal varlıklarına el konulmuştu. Kürt siyasi geleneğini temsil eden belediyelere kayyımlar atanmış ve iktidar blokunun temsilcilerinden biri (Bahçeli) kayyım atanan belediyelerde bir daha seçim yapmaya bile gerek olmadığını söylemişti. Son günlerde Kürtçe üzerinde artan baskı ve yasaklar, o günden bugüne zihniyetin değişmediğini ancak müdahalenin yeri ve zamanının iktidarın politik çıkar ve hesapları tarafından belirlendiğini açık bir biçimde ortaya koyuyor. Dolayısıyla Erdoğan’ın sözünü ettiği “sivil anayasa”, aslında 12 Eylül Darbesi Anayasa’sının yasakçı zihniyetinin bugünkü tek adam iktidarının ihtiyaçlarına göre yenilenmesi olarak anlam kazanıyor.

Uzun lafın kısası kendi halkına baskı ve zulüm uygulayan, dilleri yasaklayan bir iktidarın haksızlığa uğrayan başka halkların tutarlı bir savunucusu olması da beklenemez. Bu nedenle bu ülkede Filistin davasının en tutarlı savunucuları, Kürtlerin hak eşitliğini; Kürt sorununun demokratik çözümünü savunan emek ve demokrasi güçleri olmuştur.

                                                       /././

                                              Evrensel - GÜNDEM

Denize nazır, kelepir: 50 bin metrekarelik alan sermayeye peşkeş çekilecek -Ramis Sağlam-

İzmir Seferihisar kıyısında bulunan ve DEÜ'nün dinlenme tesisi olarak kullandığı hazine arazisi imar değişikliği yapılarak özelleştirme listesine alındı. Değişiklikle arazi turizm alanı oldu.

AKP’nin 22 yıllık iktidarı döneminde hız kazanan kamu mallarının satışına her gün bir yenisi ekleniyor. Özelleştirme gelirlerinin yüzde 90’ı AKP iktidarı döneminde gerçekleşti. İktidarın özelleştirme hedefindeki yerler arasında bu kez 2022’de satış listesine eklenen Ege ve Akdeniz kıyılarındaki eğitim ve sosyal tesisler yer alıyor. 4264 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile İzmir’den 3, Aydın’dan 2 tesisin yer aldığı toplam 18 adet eğitim kampı ve sosyal tesis özelleştirme kapsamına alınırken, kamu personelinin yararlandığı tesislerin 31 Aralık 2025’e kadar satılacağı ilan edildi.

Ege ve Akdeniz kıyılarındaki eğitim ve sosyal tesisler yer alıyor. 4264 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile İzmir’den 3, Aydın’dan 2 tesisin yer aldığı toplam 18 adet eğitim kampı ve sosyal tesis özelleştirme kapsamına alınırken, kamu personelinin yararlandığı tesislerin 31 Aralık 2025’e kadar satılacağı ilan edildi.

Özelleştirme İdaresi Başkanlığının (ÖİB) satış listesindeki alanlardan biri İzmir Seferihisar’da Dokuz Eylül Üniversitesi tarafından dinlenme tesisi olarak kullanılan deniz kıyısındaki arazi. Toplam 50 bin metrekarelik kamu arazisi imar planı değiştirilerek satış listesine alındı.

TMMOB’ye bağlı Şehir Plancıları Odası (ŞPO) ve Mimarlar Odası (MO) İzmir Şubeleri söz konusu plan değişikliğine karşı dava açmıştı.

TURİZM ALANINA ÇEVRİLDİ

İzmir Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü Özelleştirme İdaresinin satış listesine koyduğu Payamlı Mahallesi’ndeki 5188 ada 1, 2, 3, 4 ve 5. parsellerin imar planlarını değiştirdi. Değişiklikle bu alan üniversite kullanımından çıkarıldı ve “ticaret ve turizm alanı” olarak kullanılmak üzere yeni planlar 3 Eylül’de askıya çıkarıldı. 1 aylık askı süresi 4 gün sonra sona eriyor.

                                Görsel askıya çıkarılan plan değişikliği dosyasından alınmıştır.

Plan değişikliğiyle ilgili gazetemize açıklama yapan ŞPO İzmir Şubesi “Kentin omurgasını oluşturan kamusal alanların yok edilmesi geri dönülmesi mümkün olmayan zararlara neden olacak” dedi.

4264 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile 18 eğitim kampı ve sosyal tesisin özelleştirme kapsamına alınmasına karşı açılan davayı hatırlatan ŞPO, “Mahkeme yürütmeyi durdurma ve iptal kararı talebimizi reddetti. Temyiz aşamasında” bilgisini paylaştı.

DEÜ tarafından kullanılan hazine arazisindeki plan değişikliğine karşı açılan davaya ilişkin ise şu değerlendirme yapıldı: “ÖİB tarafından hazırlanan planlarda kamu yararına aykırı uygulamaların gerçekleştiğini görüyoruz. Kamunun yararlanabildiği bir tesisin özelleştirme kapsamında rant odaklı bir kullanıma çevrilmesi kamu yararı açısından kabul edilemez” bilgisi paylaşıldı.

İZBB: KAMU ALANLARI AZALTILIYOR

İzmir Büyükşehir Belediyesi de arazilerin satışını ve imar planı değişikliğini Mekânsal Planlar Yapım Yönetmeliği’nin 26. maddesine uygun olmadığı gerekçesiyle yargıya taşıdı. İzmir Büyükşehir Belediyesinden yapılan açıklamada plan değişikliğinin kamu yararı taşımadığına ve kamusal alanları azalttığına dikkat çekildi. Kamuya ayrılan alanların yüzde 15’e düşürülerek yasal değerlerin çok altında belirlendiği belirtilen açıklamada “Kıyı Kanunu ile Kıyı Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmelik’in 4. maddesindeki kısmi yapılaşmaya yönelik hükümlere aykırıdır. Kısmi yapılaşmaya ilişkin analizler plan değişikliğinde yer almamaktadır. Bu gerekçelerle imar planı değişikliğinin iptali için açılan davada bilirkişi raporunun lehimize sonuçlandığı ve davanın planın iptali yönünde sonuçlanabileceği dikkate alındığında İzmir Çevre Şehircilik İl Müdürlüğünce parselasyon planı yapılarak alanın satışa çıkartılması telafisi mümkün olmayan kamu zararına yol açacaktır” ifadelerine yer verildi.

                                                              ***

Yapay zeka şirketleri, nükleer santralleri yeniden diriltmeye hazırlanıyor -Mehmet Özer-

Microsoft öncülüğündeki teknoloji devleri yapay zeka için enerji kaynağı olarak iklim dostu ve güvenilir olduğunu iddia ettikleri nükleer enerjiye yöneliyor, kapalı tesisler yeniden açtırılıyor.


Microsoft'un veri merkezlerine enerji sağlamak için eski bir nükleer reaktörü yeniden çalıştırma planı, nükleer enerjiyi bir kez daha gündeme taşıdı. Microsoft ve Constellation Energy, Pennsylvania'daki Three Mile Island (TMI) nükleer enerji santralindeki bir üniteyi yeniden çalıştırmak üzere anlaşma yaptıklarını duyurdular.

Duyuruda konuşan, Constellation CEO'su Joe Dominguez nükleer enerjinin Büyük Tekonoli’nin ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar iklim dostu ve güvenilir olan tek enerji kaynağı olduğunu iddia ederek hava koşullarına bağlı rüzgar ve güneş enerjisinin bu görevi yerine getiremeyebileceğini ima etti. Enerji sektörü kaynakları, bu duyurunun mart ayında Amazon.com'un Talen Energy'den nükleer enerjiyle çalışan bir veri merkezi satın aldığı benzer bir anlaşmanın ardından geldiğini ve veri merkezleri için başka nükleer anlaşmaların da yapıldığını belirtiyor.

THREE MILE, ABD TARİHİNDEKİ EN KÖTÜ NÜKLEER KAZAYA NEDEN OLMUŞTU

1979 yılında, Three Mile Island santralinin Ünite 2 reaktöründe meydana gelen kısmi erime, ABD tarihindeki en kötü nükleer kaza olarak tarihe geçmişti. Yeniden açılış planı, beş yıl önce kapatılan santralin Ünite 1 reaktörünü kapsıyor. 1,6 milyar dolarlık plan, Microsoft'un bölgedeki veri merkezi enerji tüketimini dengelemek için Ünite 1'i 2028 yılına kadar yeniden çalıştırmayı amaçlıyor.

Ancak Union of Concerned Scientists'te (Endişeli Bilim İnsanları Birliği) nükleer güvenlik uzmanı olan Edwin Lyman, beş yıldır atıl durumda olan ekipman ve altyapının yeniden kullanılmaya başlanmasının zor olabileceğini söyledi. Lyman, “Constellation, düzeltilmesi maliyetli ve zaman alıcı olacak sorunlarla karşılaşmayı beklemelidir” dedi.

Susquehanna Nehri Havzası Komisyonu Sözcüsü Stacey Hanrahan da, Three Mile Island'ın yüzey ve yeraltı suyu izinlerinin değiştirilmesini gerektireceğini ifade etti. Hanrahan, “Herhangi bir değişiklik talebi kapsamlı bir şekilde incelenecek ve projenin beklenen su talepleri sürdürülebilirlik, çevre ve diğer kullanıcılar üzerindeki potansiyel olumsuz etkiler açısından değerlendirilecektir” diye konuştu.

NÜKLEER ENERJİYİ DİRİLTME ÇABASI
Eski bir nükleer tesisin yeniden canlandırılmasının ardında veri merkezlerinin artan enerji talebi yatıyor. Goldman Sachs, yapay zeka ve veri merkezlerinin 2030 yılına kadar ABD'nin toplam enerji talebinin şu anki yüzde 3'lük oranına kıyasla yüzde 8'ine ulaşacağını öngörüyor.

Birleşmiş Milletler Çevre Programı Dijital Baş Sorumlusu Golestan Radwan, BM Genel Kurulu öncesinde yaptığı açıklamada, “YZ'nin çevresel etkileri hakkında hala bilmediğimiz çok şey var, ancak elimizdeki bazı veriler endişe verici” dedi. Yazıda, teknolojinin yoğun elektrik, su ve kritik mineral tüketimi en önemli endişeler olarak gösterildi.

Bu durum, nükleer savunucularının yıllardır hayalini kurduğu fırsatı sağlamış gibi görünüyor. Amerikan Nükleer Derneği'nin başkanlığını yürüten ve uzun yıllar büyük enerji şirketi Duke Energy'de nükleer mühendis olarak çalışan Steve Nesbit, “Bu ülkede ilk kez -en azından benim bildiğim kadarıyla- büyük, iyi sermayeli bir şirket nükleer endüstrinin dışından gelip nükleer elektriğe bu kadar büyük bir taahhütte bulunuyor” dedi.

Microsoft anlaşması, daha fazla temsilcinin ve Beyaz Saray'ın nükleer enerjiyi desteklediği bir dönemde geldi. Temsilci Buddy Carter yaptığı açıklamada “Amerikan nükleer enerjisinin yeniden dirilişi başlıyor” dedi.

Eylül ayının başlarında Beyaz Saray, yapay zeka veri merkezleri için enerji üretimini artırmaya yardımcı olacak bir görev gücü başlattı. Biden yönetimi, Nvidia, OpenAI ve Microsoft'un şefleri de dahil olmak üzere görev gücü hakkında bir yuvarlak masa toplantısı için endüstri yöneticilerini bir araya getirdi, ancak çevre savunucuları bu toplantıda yoktu.

ABD Enerji Bakanı Jennifer Granholm, yapay zeka ve veri merkezleri temiz enerji talebini artırdıkça şirketlerin küçük modüler reaktörleri kullanmak için bir araya gelmelerini önerdi. Granholm, “Aslında, birkaç tanesini bir araya getirebilirseniz, 12'li bir paket sipariş edebilirler ve bu da küçük modüler reaktörleri ölçeklendirebilir” dedi.

ABD'de yeni santrallere lisans verilmesi Three Mile Island kazası gibi nedenlerle pahalı ve yavaş ilerleyen bir süreç olduğu için atıl durumdaki santralleri diriltme fikri öne çıkıyor. 2020’de üretime son veren Duane Arnold santrali ve 2022’de kapatılan Palisades Nükleer Santaralinin yeniden canlandırılabilecek diğer nükleer santraller olduğu ifade ediliyor.

SADECE NÜKLEER DEĞİL, FOSİL YAKITLAR DA YENİDEN GÜNDEMDE

Boston Consulting Group'a göre, yalnızca ABD veri merkezlerindeki elektrik tüketimi 2022 seviyesinden üç katına çıkarak on yılın sonunda 390 terawatt saate ulaşacak. Bu da ülkenin öngörülen elektrik talebinin yaklaşık %7,5'ine denk geliyor. OpenAI'nin CEO'su Sam Altman, Dünya Ekonomik Forumu'nda yaptığı konuşmada, “Dünyada daha önce ihtiyaç duyduğumuzu düşündüğümüzden çok daha fazla enerjiye ihtiyacımız var” dedi.

On yıllar boyunca ABD'nin elektrik talebi yıllık %1'den daha az artış gösterdi. Ancak Grid Strategies adlı danışmanlık şirketine göre, kamu hizmetleri ve şebeke operatörleri önümüzdeki beş yıl için yıllık tahminlerini iki katına çıkararak yaklaşık %1,5'e yükseltti. Bu oran, ABD'nin ev ve işyerlerini daha enerji verimli hale getirme çabalarını hızlandırdığı 1990'lardan bu yana görülen en yüksek oran.

Enerji şirketlerinin projeksiyonlarını revize etmek için çabalamasına neden olan sadece veri merkezlerindeki patlama değil. Biden yönetiminin ülkeyi elektrikli arabalar, bataryalar ve yarı iletkenler üreten yeni fabrikalarla donatma çabası, ülkenin zaten stres altında olan elektrik şebekesini zorluyor. Sıklıkla dünyanın en büyük makinesi olarak anılan şebeke, gerçekte bölgesel ağlardan oluşuyor ve yer yer yeterli iletim hattı bulunmuyor, bu da rüzgar ve güneş enerjisi çiftliklerinden yeni enerji getirme işini zorlaştırıyor.

Bu artışla başa çıkabilmek için bazı enerji şirketleri fosil yakıt yakan santralleri rafa kaldırma planlarını yeniden gözden geçirirken, birkaçı da düzenleyici kurumlara gazla çalışan yeni santraller inşa etmek için izin başvurusunda bulundu. 
Harvard Hukuk Fakültesi Elektrik Hukuku İnisiyatifi Direktörü Ari Peskoe, kamu hizmetleri üretimi artırmaya başlamadığı ve bağımsız rüzgar ve güneş enerjisi çiftliklerinin iletim hatlarına bağlanmasını kolaylaştırmadığı sürece durumun daha da vahimleşebileceğini söylüyor.

Artan elektrik talebi, kömür santrallerinin kapanmasını yavaşlatıyor. Bir kömürlü termik santral ticaret grubu olan America's Power'a göre, Kentucky'den Kuzey Dakota'ya kadar 2022 ile 2028 yılları arasında emekliye ayrılması planlanan yirmiden fazla tesisin kapanması ertelendi. 
                                                            *** 
(EVRENSEL)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder