28 Eylül 2024 Cumartesi

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -28 Eylül 2024-

Didim'de bakanlık sahilleri halka kapatıyor: Hazine arazisine iki otel yapılacak -Can Kuyumcuoğlu-

Kültür ve Turizm Bakanlığı, 4 ilde 9 Hazine arazisini otel yapımı için tahsise açtı. Bunlardan ikisi Didim'de. Didimliler, bu adımın sahillerin halkın elinden alınmasına yol açacağını söylüyor.

Kültür ve Turizm Bakanlığı, bu ay Hazine mülkiyetindeki 9 araziyi otel yapımı için tahsise açtı.

Resmi Gazete'de yayımlanan ilana göre, bu tahsisler Antalya, Afyonkarahisar, Aydın ve Muğla'da yer alıyor.

13 Eylül itibarıyla bakanlığın internet sitesinde yayımlanan turizm yatırımcılarına yönelik kamu taşınmazı tahsis şartnamesinde, bu arazilerin 5 yıldızlı otel, personel lojmanı, özel konaklama tesisi ve günübirlik tesis gibi çeşitli yatırımlara uygun olduğu kaydedildi.

        Bakanlık tarafından otel yapımı için tahsise açılan Hazine arazileri Resmi Gazete'de bu ay yayımlandı.

Bakanlığın açıklamasına göre, bu taşınmazlar, yerli ve yabancı yatırımcılara tahsis edilerek turizm amaçlı kullanıma açılacak. Bu arazilerin hangi yatırımcılara tahsis edileceğine Kültür ve Turizm Bakanlığı karar verecek.

Didim koylarında iki otel projesi

Bakanlığın tahsise açtığı yerlerden ikisi Muğla'nın Didim ilçesinde yer alıyor. Hisar Mahallesi Sağ-tur mevkiinde yöresel olarak "Sedef koyu, Sarıkum plajı ve Kulakçı koyu” olarak adlandırılan parsele 1000 yataklı 2 otel yapılması planlanıyor.

Bakanlığın Didim’de tahsise çıktığı yer, 1800 ada 7 parsel olarak açıklandı.

                    Didim'de otellerin yapımı için tahsis edilecek alanlar bakanlık sitesinde yayımlandı.

'Belki de sahillere hiç giriş yapamaz hale geleceğiz'

soL’a ulaşan bölge halkı, buraya otel yapılmasının bölgedeki ağaçların ve yeşil alanların tahrip edilmesine yol açacağını vurguluyor. 

Halkın bu zamana kadar doğal haliyle korunan bu koyları özgürce kullandığına işaret eden Didimliler, burada yapılacak otellerin sahillerin halkın elinden alınması anlamına geleceğinin altını çizdi.

                                                                   Sarıkum Plajı

Bölgede yaşayan bir yurttaş, soL’a yaptığı açıklamada, “Açık bir şekilde belirtmeliyim ki belirtilen araziler imara açılıp otel yapıldıktan sonra bir daha hiçbirimiz bu koylarda denize giremeyecek üstelik belki de sahillere giriş yapamaz hale geleceğiz” ifadelerini kullandı.

Bölge halkı olarak bölgenin doğal yapısının korunmasını, bölgenin hiçbir şekilde ranta açılmamasını talep ettiklerini kaydeden kişi, bakanlığın otel projesine karşı sonuna kadar mücadele edeceklerini belirtti.              /././ 

Düzen partilerinin İsrailcilikle imtihanı -Aydemir Güler-

Sınavdan kim ne not alır, göreceğiz. Ama kesin ve açık olan şu ki, karnından konuşmaya mahkûm olmak, düzen partilerinin ortak paydasıdır.

Geçen hafta, geçerken, Fatih Altaylı’nın İsrailciliğine dokunmuştum. Altaylı, Lübnan Hizbullah’ı üyelerinin çağrı cihazları üstünden vurulmasından hareketle fanteziye sarmıştı: MİT de benzerini Kandil’e uyarlasaydı… 

Gerçekten memlekette “İsrailci gericilik” diye bir şey var!

AKP ideologları, “İsrailci gericiliklerini” Hamas çatışması sırasında örtmeye uğraştılar. İsrail’in silahlarını Hizbullah’a çevirmesiyle, bunların nasıl da rahatladığını geçtiğimiz hafta Ali Ufuk Arıkan yazdı... 

Lübnan Hizbullah’ının İran’la politik paralelliği ve Şii karakteri, İsrail’e karşı konumlanmayı içine sindiremeyen Türkiye sağına ilginç bir zemin sunuyor. Burada eksen, kuşkusuz İslam mezhepleri arasından değil Atlantikçilik ile Avrasyacılık arasından geçiyor. Sağ, emperyalist Batıyla çok yakın akrabadır. Doğu ise, Türkiye’nin tarihsel-toplumsal hafızasında mazlumlukla özdeşleşir. Bu durumda Doğu, emperyalizm yandaşı sağcılar için esasen demagoji konusudur. 

Hizbullah ve İran’ın mezhep karakteri, Türk sağına uzak... Ama buradan yürümek ve bir Sünni-Şii düşmanlığını kaşımak da her gericinin harcı değil. Tek engel, “kırmak ile tükenmeyen”, çünkü toplumu karakterize eden bir kültürel doku anlamına gelen Alevilik de değil. Türkiye toplumu bir yandan Batıyla özdeşleşen “ilerleme”ye geri dönülmez biçimde bağlanmıştır, diğer yandansa İran’dan başlayarak kendi Doğusuyla kader ortaklığı hissini içselleştirmiştir. Dolayısıyla Şii düşmanlığı ancak meczuplara özgü bir tutum olabilir. 

AKP ideologlarının, İsrailciliklerini, bula bula, Suriye’ye yönelik emperyalist-gerici cihat sırasında Hizbullah’ın –ve İran’ın- Şam’ın yanında konum almasıyla gerekçelendirmelerinin kaynağı bunlar. İşleri zor! 

İşleri, Lübnan Hizbullah’ının 2006’da İsrail’e karşı öncülüğünü üstlendiği ulusal direnişi hatırlatan çıkarsa çok daha zor olur! O yaz, İsrail Lübnan topraklarını işgale kalkışmıştı. Hükümet güçleri pasif kalmış, Hizbullah ve Komünist Parti dâhil tüm yurtsever güçlerin silahlı direnişiyle saldırgan geri püskürtülmüştü. İsrail yenildiğini resmi olarak hiç kabul etmedi, ama sonuç ortadaydı… 

Dediğim gibi, Hizbullah demagojisi, sağın İsrailciliğini icra edebilmesi için bir zemin… Ama pürüzlü, karmaşık bir zemin. 

Yukarıda “mazlum Doğu” hakkında genel olarak söylenenden fazlası İran için geçerlidir. İki toplumu da kucaklayan tarihsel duygu veya hafıza, devletleri de kapsamaktadır. Bugünkülerin atası sayılan iki devletin çok uzun süre yan yana ve çatışmasız yaşamış olmaları, ikili siyasal ilişkinin bağlamını şekillendirmektedir. Sağ, toplumları düşman etmenin zorluğunu takmasa bile, devletlerin gündemine çatışma fikrini sokmanın güçlüğünü kolay kolay aşamaz. 

Ama Türkiye sağının İran’la dost olmamak için, daha kuvvetli bir nedeni daha var. soL’un literatüre armağan ettiği terimlere başvurursak, Türkiye siyasetinde kendini gösteren “tam boy Batıcılık” ile “pazarlıkçı Batıcılık”ın yolları İran’da kesişmektedir. Tamboycular için Doğu karşıtlığı zaten bir ilke; diğerleri ise pazarlığa oturabilmek için bile önce İran’la mesafenin yeterince açık olduğunu kanıtlamak durumundalar! 

Bu artık kanıtlanmalıdır; çünkü AKP bir dönem İran’a dönük Batı ambargosunun etrafından dolanmayı denemiştir. O dönemin tezine göre resmi kısıtlamalar bir yerde duracak, ama çaktırmadan, herkese kazandıran işler örtülü olarak çevrilecekti. Bu denemenin öncesinde, on yıllarca, Türkiye hem İranlı muhaliflere istasyon, hem de molla devleti için -muhaliflerin hedef alındığı- av sahası olmuştu. AKP’nin bu “çok yönlü politikaları” uluslararası düzeyde tüccar siyasetle taçlandırılmış oldu. Ancak sonuç, İran’da hükümlüsüne idam istenen yolsuzluk skandalları, ABD’de Halkbank davası vb. oldu. Kazan-kazan tıkanınca AKP’nin Tahran’la ilişkisinin üst başlığı kıyasıya rekabete indirgendi. 

Ancak bizim rekabetçiler karından konuşmak zorunda. AKP ideologlarının Lübnan Hizbullah’ına “atış serbest” demeleri, açıktan hakaret edilip karşıya alınamayan Tahran’ı ikame edebilmesinden ileri geliyor. Hele çok geniş ve karışık bir kamuoyu Türkiye ve Lübnan’daki, aralarında sadece isim benzerliği olan iki örgütü karıştırabiliyorsa, “Hizbullah” dendiğinde Türkiye kontrgerillasının uzantısı bir çetenin domuz bağıyla işlediği vahşi cinayetler akla geliyorsa, neden olmasın!

“Karışık kamuoyu” ifadesini, en iyi eski bir sloganı hatırlatarak açıklayabilirim. 90’larda öldürülen laik aydınların cenaze törenlerinde “Mollalar İran’a” sesi yükselirdi. Kuşkusuz “bütün dünyanın İslamcıları birleşemez”, ama aralarında tuhaf içiçelikler de vardır. Ama bu ilişkiler, o cinayet ve katliam dalgası için adres aranacaksa Tahran’a değil Washington’a bakmak gerektiğini gizleyemez. Türkiye siyasetinde dinci gericiliğin hegemonyasını kurmak, iktidar yürüyüşünü güçlendirmek için kanlı bir Atlantik projesi uygulanmıştır. “Mollalar İran’a” sloganı hedef şaşırtma amaçlı bir manipülasyondu… 

Zihinler bayağı karıştı ve bugüne izler bıraktı. 

CHP’ye denk düşen laik kesimlerin İsrail’in sahte modernitesine yatkınlık göstermesinde bu tür manipülasyonların da rolü var. Ana muhalefetin iktidara oranla çok daha Atlantikçi olabilmesi, tabanında buna el veren bir ideolojik iklimin varlığıyla bağlantılı. Kuşkusuz asıl etken, CHP’nin AKP ile mücadelesinde, özü itibariyle “Amerikan projesi” rolünü devralmayı hedeflemesidir. 

Söz konusu ideolojik iklim, Birinci Dünya Savaşında Arapların Osmanlı’yı “arkadan vurmasından” “Doğuluların pis olmasına” uzanan öğelerle donatılmıştır. Ama tüm bunlara karşın, laik taban da toplumun geneli gibidir: Türkiye’de internet sapkınlıkları hariç, değil İsrailciliği Amerikancılığı bile ilan etmek güçtür... 

Bu durumda, AKP cenahında Hizbullah’la oynanması gibi, CHP saflarında da İsrailciliği genişletme arayışı kendini gösterebilmektedir. Örnek olsun; bu partinin “gölge dışişleri bakanı” İlhan Uzgel’in bağlandığı bir televizyon programında Altaylı’yı sollayışına denk geldim! Uzgel’in tabiriyle çağrı cihazı operasyonuyla İsrail Hizbullah’ı Ortaçağ’a yollamıştı: “Artık mektupla falan haberleşeceklerdi herhalde.” 

İlhan Bey lafının nereye gittiğinin farkında mıdır, bilmem. Ama hem insan yaşamıyla hem de savaş hukukuyla dalga geçerken müstehzi bir ifade takınacaksınız ki, sonradan “ironi yaptım” falan diye kıvırtabilesiniz!

Başlıkta “düzen partilerinin imtihanı” diye yazdım. Dem Parti’nin üstünde durmaya gerek duymuyorum. Kürt milliyetçiliğinin kökenleri değil, ama 21.yüzyıl başındaki yükselişi, ABD’nin Irak’ı istilasına ve Suriye’ye karşı “Atlantik cihadına” çok şey borçludur. Bu, Tel Aviv’e uzanan bir borç zinciridir…

Sınavdan kim ne not alır, göreceğiz. Ama kesin ve açık olan şu ki, karnından konuşmaya mahkûm olmak, düzen partilerinin ortak paydasıdır. Hal böyleyse, topunun karşısında alabildiğine cesur ve iddialı olmak sanılandan çok daha büyük bir güç kaynağı oluşturur. 

Bu güç, egemen güçleri İsrail’le ilişkileri gerçekten kesmeye de, Türkiye’yi NATO’dan çıkmaya da zorlayabilecek kadar büyüktür.

                                                               /././

1990’lardaki aydın cinayetlerinden NATO mu sorumluydu? -Erhan Nalçacı-

Laiklik savunusu olan aydınların uğradığı suikastlarda NATO’nun rolü var mı diye bir kez süreci gözden geçireceğiz.

31 Ocak’ta Muammer Aksoy’un öldürülmesinden bir gün sonra Cumhuriyet’in manşeti.

1990’larda cihatçı örgüt veya örgütler tarafından işlendiği düşünülen ve laik duruşu olan aydınlara dönük bir seri suikast yaşandı.

Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Prof. Muammer Aksoy 31 Ocak, gazeteci Çetin Emeç 7 Mart, İslam dini güncel uygulamalarının eleştiricisi Turhan Dursun 4 Eylül ve laiklik savunucusu Doç. Dr. Bahriye Üçok 6 Ekim 1990’da artarda suikasta uğrayarak öldürüldüler. 

1993’te Uğur Mumcu bombalı saldırı ile katledildi. Aynı yıl 35 sanatçı Sivas’ta yakılarak öldürüldü. 1999’da ise Ahmet Taner Kışlalı suikasta uğradı.

1990 yılındaki suikastları “İslami Hareket” adlı daha önce duyulmamış bir örgüt üstlendi. Cinayetlere dair delil toplama ve soruşturmaların en hafifinden gereken ciddiyetle yapılmadığı fark edildi. Suikastlar birbirine çok benziyordu ve profesyonelce işlenmişti. Bahriye Üçok ve Uğur Mumcu’nun katledilmesinde plastik patlayıcı, diğerlerinde ateşli silah kullanılmıştı. Cinayeti işlediği saptananlar yakalanamadı ve diğer suikastlarda yer aldılar.

2000 yılında Hizbullah’a dönük operasyon sonucunda ele geçirilen delillere dayanarak açılan UMUT (Uğur Mumcu Uzun Takip) davası 2002 yılında sonlandı. Suikastlarda yer aldığını kabul eden ve Tevhid Selam Kudüs Ordusu üyesi olduğu söylenen bazı failler cezaya çarptırıldı.

Bu cinayetlerin arkasında İran’ın olduğu iddia edildi, ancak İran’a dönük nota verilmesi, ilişkilerin gözden geçirilmesi gibi bir devlet tavrı ortaya konmadı.

Bu arada bu yıllarda Kürt siyaseti ile bağlantılı siyasiler, gazeteciler, iş adamları ve aydınlara dönük sayısız faili meçhul cinayet işlendiğini belirtelim.

Laiklik savunusu olan aydınların uğradığı suikastlarda NATO’nun rolü var mı diye bir kez süreci gözden geçireceğiz. Burada süreci aydınlatmak için bu konuda az başvurulan bir yöntem olan karşılaştırmalı tarihten yararlanacağız.

1-1990’lara gelene kadar bütün NATO’ya üye ülkelerde NATO’ya bağlı profesyonel cinayet ve terör şebekeleri vardı

Bu gerçeği NATO ile ilgili yaptığımız dizinin Bologna İstasyonu Katliamını ele aldığımız parçasında işlemiştik. Çok kısaca NATO’ya üye olan her ülkeye gizli bir anlaşma imzalatmışlardı. Gizliydi çünkü her üye devletin içinde anayasa dışı gizli bir örgütün kurulmasını koşul olarak dayatıyordu. Üye devletlerin hepsinde yasadışı olarak örgütlenen silahlı çeteler, bunların finansmanı için uyuşturucu kaçakçılığı, birçok yere gömülmüş cephaneler, çok sayıda cinayet ve terör olayı olağan hale gelmişti.

Doğan Öz (1978), Bedrettin Cömert (1978), Bedri Karafakioğlu (1978), Abdi İpekçi (1979), Cavit Orhan Tütengil (1979), Ümit Kaftancıoğlu (1980) ve Kemal Türkler (1980) suikastlarının artık NATO tarafından işlendiğinden kimse kuşku duymuyor.

Unutmayalım, öldürülen aydınlar toplumda tanınan, sevilen insanlardı ve dehşet yaratarak bir askeri darbeye ortam sağlamak için listeye alınıp öldürülmüşlerdi.

2-1990 sonrası NATO bir işlev bunalımı yaşadı ve bunu aşmak için önlemler aldı

1990’a gelindiğinde Sovyetler Birliği’nin çözüleceği, dünyada genel olarak sosyalist devrim mücadelesinin bir süre geri çekileceği belli olmuştu. Artık ABD liderliğinde bu kadar dev bütçeli bir karşı devrim örgütüne ihtiyaç var mıydı? Her devletin içindeki gizli çeteleşme ve hukuksuzluk bir meşruiyet krizi yaratıyordu. Ülkelerde on binlerce kişi düzeni bile çürüten asalak bir mafya çetesine bağlı çalışıyor gözüküyordu.

Oysa ABD sermaye sınıfının NATO’ya ihtiyacı vardı. 20. yüzyılda sosyalist devrimlerle şekillenen siyasi coğrafya yeniden tasarlanmalı, sermayenin önünde hiçbir ulusal engel kalmamalıydı. 

Bu böyle açıkça NATO’nun yeni işlevi diye tanıtılamayacağı için dünyada yükselen terör ve asimetrik savaş tehdidi ileri sürüldü. Ancak ortada aslında NATO’dan başka terör örgütü yoktu! Bunlar icat edildiler.

1990’larda bütün NATO ülkelerinde kendine özgü renklerde sağ kökenli terör örgütlendi. Örneğin, Almanya’da ırkçı saldırılarda büyük bir artış oldu. 1992’de Möln’de faşist bir örgüt üyesi bombayla üç Türkü öldürdü, 1993’te Solingen’de kundaklama sonucu bir Türk ailesinden beş kişi yaşamını yitirdi. 

İtalya’da ise Falange Armata (silahlı Saf) adlı faşist örgüt 1990’da birçok cinayet işledi. Önce bir hapishane pedagogu, iki sanayici, sonra orada burada profesyonel suikastlara kurban gidenler. Cinayetlerde beyaz bir Fiat-Uno kullanılmıştı. Tıpkı Türkiye’deki faili meçhullerde kullanılan beyaz Toros gibi. Zaten bu yazının yazılmasını tetikleyen Beyaz Uno ve Beyaz Toros benzerliği oldu.

Listeyi uzatmaya gerek yok, NATO 1990’larda NATO’ya gereksinim olduğunu ispatlamak için kendi cinayet şebekelerini yönlendiriyordu.

1990’larda Türkiye’de öldürülen aydınların hiçbiri düzeni tehdit etmiyordu, ortak özellikleri yükselen siyasi İslam’a karşı laik duruşlarıydı. 

NATO envanterinde bulunan ateşli silah ve bombalarla öldürülmeleri, devletin olayı çözmek için isteksiz olması, arananların bir türlü yakalanamaması ve tekrar benzer cinayetleri işlemeleri, bütün bunlar NATO’nun Türkiye kolundaki yasadışı örgütüne işaret ediyor. 

3-NATO 1990’larda siyasi coğrafyayı ABD emperyalizmine bağlamak için araçlar geliştirdi

Tezimizi geliştirmek için özellikle 1990-2011 arası NATO tarafından geliştirilen iki teknolojiye değinmeliyiz.

Bunlardan biri “renkli devrim teknolojisi”, diğeri ise güdümlü hale getirilen cihatçı örgütlerdir.

Renkli devrimi burada açacak yere sahip değiliz, özellikle eski sosyalist ülkelerdeki hegemonya inşası için finanse edilen sivil toplum örgütleri aracılığıyla gerçekleştirilen sivil görünüşlü siyasi darbelere bu isim verilmiştir.

İkincisi ise, cihatçı bir örgütü kurarak veya içine yerleşerek onu güdümlü hale getirme teknolojisidir. Böylece yükselen terör algısı hem Batı ülkelerinde emekçi sınıfları paralize edecek hem NATO’ya müdahale edeceği siyasi coğrafyaların kapısını açacak bahaneler yaratacaktır.

Muhtemelen bu teknolojinin doruğu 2001’de ABD’de İkiz Kulelere yapılan saldırıydı. ABD ve NATO bu saldırının dehşeti ile çeşitli ülkeleri işgal etmeyi ve dünya hukukunu yok saymayı başardı o yıllarda. Şimdi ise IŞİD’in ABD tarafından nasıl kullanıldığına tanıklık ediyoruz. 

Türkiye’de de en azından NATO’ya bağlı iki güdümlü cihatçı örgüt biliyoruz. Bunlardan biri Fetullah Gülen Tarikatıdır, kitle çalışmasından cinayete, renkli devrim girişiminden askeri darbeye kadar, her NATO operasyonunda kullanılmıştır.

Diğeri ise Türkiye Hizbullahı’dır. 1990’lı yılların başında Kürt siyasi hareketinin bugünden farklı olarak yoksul köylülüğe yaslanan solda bir kalkışma olduğunu biliniyor. Özellikle Kürt kadrolara karşı işlenen sayısız suikastta Hizbullah devreye sokuldu. 

Tam olarak bağlantıyı kuramıyoruz ama 2000’de Hizbullah hücre evinde ele geçen dijital kayıtlardan sonra 1990’lardaki aydın cinayetlerindeki bazı ipuçlarına dayanılarak UMUT davası açılmış ve sonra NATO’yu ve ona bağlı çeteleşmeyi aklayarak sonlandırılmıştı. 

4-NATO’ya bağlı gizli örgütler tasfiyelerle giden bir yeniden yapılandırmaya uğruyor

Öte yandan bütün NATO ülkelerinde Gladio veya Kontr-Gerilla gibi örgütler yeniden yapılandırıldı. 1990’lardaki faili meçhul cinayetler çoğunlukla bu yeniden yapılandırılma göz önüne alınmadan hepsi aynı halının altına süpürülüyor ve olay işin içinden çıkılmaz hale geliyor.

Hem bu kadar büyük bir yeraltı örgütü gereksiz olmuştu, hem de otonom davranan çeteler düzeni sarsmaya başlamıştı. Yeni araçlar, yeni kadrolar, yeni teknolojiler gerekmektedir NATO’ya ve düzen güçlerine.

Ayrıca yerel burjuvaziler Sovyetler Birliği dağılınca devletin içindeki çeteleri NATO’dan görece bağımsız olarak kendi amaçları için kullanmayı deneyeceklerdir. Dolayısı ile bazen NATO bazen Türkiye’de devletin içindeki klikler tasfiye hareketleri gerçekleştirmiştir. Susurluk veya Eşref Bitlis kazaları, Cem Ersever’in öldürülmesi vb. bu çok yönlü, dönemsel tasfiye operasyonları ile açıklanabilir.

Ancak bu karmaşıklık buradaki temel tezi değiştirmiyor. 1990’ların başındaki laik ve cumhuriyetçi aydınların öldürülmelerinin ve muhtemelen 1993 Sivas Katliamı’nın nedeni, sosyalizmin geçici olarak çekildiği dünyada NATO’nun varlığını sürdürmesi için yükselen (yükselttiği) terör ve uzaktan kumanda edilen cihatçı örgüt yaratılma süreci ile ilgili gözükmektedir. 

Türkiye’nin genel olarak siyasi İslam’a teslim edilmesindeki NATO ve Kontr-gerilla’nın rolü ayrıca tartışılmalıdır

                                                           ***

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin “NATO’ya ve Emperyalist Savaşa Hayır” kampanyası dahilinde İstanbul’dan başlattığı yürüyüş iki hafta sonra bugün İncirlik Üssü önünde sonlanacak.

Bu yürüyüşün halkımızı ülkeyi alabildiğine çürüten NATO’ya ve emperyalizme karşı daha bilinçli ve örgütlü kılmış olması dileğiyle… 

                                                                    /././

Mahkeme başkanı cinayet dosyasını bıraktı, tanığın kıyafetine taktı: 'Büstiyer mi o, düğmesi yok mu?' -Özkan Öztaş-

Ankara'da eşi tarafından katledilen Mine Nur'un duruşmasında Mahkeme başkanının tanığın kıyafeti hakkındaki yorumları tartışmalara neden oldu. Tanık duruma tepki gösterirken avukatlar tutanak tuttu.

İki çocuk annesi Mine Nur Ala, boşanma aşamasında olduğu ve uzaklaştırma kararı aldırdığı eşi Emrah Ala tarafından geçtiğimiz Aralık ayında, bir taksinin içinde öldürülmüştü. 

10 Aralık'ta Ankara'nın Çankaya ilçesinde yaşanan olayın ardından yakalanan katil tutuklandı. Seyran Kadın Dayanışma Komitesi'nin takip ettiği, Kadın Dayanışma Komiteleri ile Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği avukatlarının üstlendiği davanın ikinci duruşması dün Ankara'da görüldü.

Katil tutuklu olarak yargılanırken tüm iddiaları ve tanık beyanlarını reddetti ve yalanladı. Bunun yanı sıra Emrah Ala "akli dengesinin yerinde olmadığını" öne sürdü.

'Dışarda böyle giyinebilirsiniz burası mahkeme'

Ancak mahkemede dikkat çeken bir ayrıntı tepkilere neden oldu. 

Duruşma sırasında mahkeme başkanı ifadesi sırasında tanık H.B.'nin kıyafetiyle ilgili yorum yaptı. Mahkeme başkanı, "Önünüzde düğme yok mu? Dışarıda böyle giyinebilirsiniz ama şu an mahkeme heyeti önündesiniz. Ne diyorsunuz, siz büstiyer mi? Hoş olmamış" dedi.

Ankara Barosu Kadın Hakları Merkezi konuyla ilgili tutanak tuttu.

Tutanakta "Bilindiği üzere tanıklara ilişkin kıyafet düzenlemesi olmadığı gibi mahkeme başkanının bu yönde bir denetim görevi de bulunmamaktadır" ifadelerine yer verildi. 

Tanık H.B. ise mahkeme başkanının bu ifadelerine tepki göstererek, "3 aylık bebeğimi bıraktım geldim ben. Çocuğumu emziriyorum" dedi. 

Duruşmayı başta Mine Nur'un ailesi olmak üzere, Kadın Dayanışma Komiteleri ve Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği gibi kadın örgütleri de yakından takip ediyor.

'Katledilen bir kadının duruşmasında mahkeme başkanının derdi kadının ne giyindiği!'

soL'a konuşan Mine Nur Ala'nın ailesinin avukatı Çisel Demirkan, "Bir kadın cinayetinin duruşmasında dahi bu düzenin derdi hâlâ kadının hangi kıyafeti giydiği" sözleriyle yaşanan duruma olan tepkisini dile getirdi. 

"Artık kimse kadın bedeni üzerinden, çocuk bedeni üzerinden daha fazla ahkam kesmemeli" diyen Avukat Çisel Demirkan şöyle konuştu: 

"Ortada bir cinayet var. Mine Nur defalarca KADES sistemine başvurduğu halde polisler gelmemiş. Defalarca şikayet ettiği halde dikkate alınmamış. Beş koruma polisi tahsis edildiği halde sokak ortasında cinayet işlenmiş. Polisler çıkan kavgalarda 'Gel Emrahçığım' diyerek seslenmiş zanlıyla iletişim kurmuşlar. Ama hâlâ mahkeme salonunda, hiç olmayacak yerde ve hiç olmayacak kişiler kadının kıyafetini, eteğinin boyunu, elbisesinin türünü, sesini, kahkahasını tartışıyor. Ortada koca bir rezalet varken hâlâ kadınların kıyafetleri gündem oluyor. Sanıyorum ki bu bahanelerle sorumluluklarını üzerlerinden atmaya çalışıyorlar."

'Mine’nin şikayetleri dikkate alınsaydı belki de Mine bugün yaşıyor olurdu'

Avukat Çisel Demirkan, "Mine’nin şikayetleri ve karakoldaki beyanları dikkate alınsaydı belki de Mine bugün aramızda olacaktı. Mine’nin Emrah Ala tarafından sistematik olarak şiddete maruz kaldığı tanık beyanlarında mevcut. Taciz ve tehdidin sürekli olduğu, yardım çağrılarının cevapsız kalmasından dolayı sürecin buraya geldiğini görüyoruz. Mine’nin katil Emrah Ala tarafından adım adım ölüme gittiği çok açık. Biz sanığın tutukluluk halinin devamını ve en üst sınırdan cezalandırılmasını istiyoruz. Umarım mahkeme de tanıkların kıyafetlerinden ziyade işin bu kısmıyla daha çok ilgilenir" ifadelerini kullandı.

Tanık ifadelerine göre Mine Nur, Emrah Ala tarafından daha önce de defalarca şiddete maruz kaldı ve ölümle tehdit edildi.

Kamusal alanlarda, çocuklarının okuduğu okul bahçesinde dahi Mine Nur'a şiddet uygulayan Emrah Ala hakkında yapılan şikayetlerinse dikkate alınmamış. Yine bir başka tanık G.E.'nin ifadesine göre Mine Nur şiddete maruz kaldığı anlarda Kadın Destek Uygulaması olarak bilinen KADES sistemindeki butona defalarca basmasına rağmen olay yerine polisler gitmemiş. 

Emrah Ala'nın tutukluluğuna devam kararı

Katil Emrah Ala tanıkların ifadelerine karşı "Tüm tanık beyanları yalan” savunmasını yaparken savcılık beyanların ardından sanık Emrah Ala’nın tutukluluk halinin devamını talep etti.

Mahkeme de sanığın tutukluluk halinin devamına karar verirken 10 Nisan ve Esat Karakolu’ndan Mine Nur Ala’nın şikayetlerinin tespitine ve ne zaman yapıldığına karşı rapor istenmesine karar verdi.

Bir sonraki duruşma 26 Mart 2025'te yapılacak.

                                                                 /././

İzmir Körfezi'nin dünü, bugünü ve yarını -Enver Yaser Küçükgül-

Son günlerde yaşanan sorunlar beklenmedik bir durum değildir. Belediye başkanları, eskiler-yeniler, çevre bakanları ve diğer yetkili-yetkisiz siyasiler akıl dışı söylemleriyle vakti boşa harcıyorlar.

İzmir Körfezi üzerine son günlerde konuşulanlar ne yazık ki üzüntü verici.

Konuya siyasetçiler de katılınca iş gittikçe çığırından çıkmaya başladı. Halbuki bilimin gösterdiği hususlarla teknisyenlerin uyguladıkları uyuşuyor mu, eksiklikler nasıl giderilir, daha ileri ve geleceğe yatırım nasıl yapılır gibi konuların ön planda olmasını arzu ederdim.

Tarihsel süreçte, İzmir Körfez alanı, zamanda oluşan çöküntü alanları Gediz Havzası, Menderes havzası gibi 3. Jeolojik zamanda oluşmuş olabilir. Bu konu hakkında en doğru bilgi jeoloji-jeomorfoloji bilimi ile arkeolojik veriler sayesinde netleşecektir. Konuyu geçmişten günümüze olan süreçte ele alıp geleceğe ışık tutmaya çalışacağım bu yazıda.

İzmir Körfezi'nin dünü 

Bu konuda coğrafya bilgisi ile başlayıp tarihi kayıtlarla olayı inceleyelim.

İzmir Körfezi'ni şekillendiren en önemli unsur elbette ki Gediz Nehri'dir. Anadolu’nun eski sakinleri Gediz Nehri'ni "Hermus-Nehir Tanrısı" adı ile söylerlerdi. Gediz adının nereden geldiği kesin olarak bilinmemekle birlikte Kütahya’nın Murat Dağı’ndan doğduğu ve Gediz ilçesinden geçtiği için bu adı aldığı tahmin edilmektedir. Gediz, Büyük Menderes Nehri'nden sonra Anadolu’dan Ege Denizi’ne dökülen ikinci büyük nehirdir. Kütahya’ya bağlı Gediz kasabasının 26 km doğusunda bulunan Murat Dağı ile Şaphane Dağı’ndan doğar. Uşak civarından, Kula ve Adala kasabalarının ortasından, Salihli ve Manisa'nın kuzeyinden geçerek Menemen'e ulaşır ve İzmir Körfezi’nin kuzey kesiminde, Çamaltı ve Foça tuzlaları arasında denize dökülür. 275 km uzunluğunda olan nehrin 175 km’si Manisa, 40 km’si Kütahya, 35 km’si İzmir ve 25 km’si Uşak ilinde bulunmaktadır. Nehrin havzasında 15'i Manisa’ya, 3'ü İzmir’e, 3'ü Kütahya’ya bağlı olmak üzere 21 ilçe ve Uşak ili bulunur. Kuzeyden inen Deli İniş (Kocaçay), Demrek (Demirci), Kum Deresi (Kum Çayı) ile güneyden gelen Alaşehir ve Nif çayları Gediz Nehri’ni beslerler.

İzmir Körfezi hakkında Homeros, Heredetos, Strabon ve Evliya Çelebi’nin eserlerinden bilgiler edinmekteyiz. Tantalos Krallığı İç Körfez'de Bayraklı yamaçlarında yaşam sürmüştür. O dönemlerde Bornova-Bayraklı aksı çok önemli bir sulak alandı (Bu durum 12 Eylül 1980'den sonra yoğun kentleşme adı altında yağmalanarak betona gömülmüştür). Bu sulak alan ve yarattığı bataklıklar Makedonya Kralı Büyük İskender’in buraları zapt etmesi sonrasında yerleşim alanları yer değiştirmiştir. İskender, İç Körfez-Bayraklı kıyılarındaki bataklıktan sivrisinek saldırıları ve hastalık yayılmasından insanların zarar görmemesi için şehri Panos Dağı sırtlarına (şimdiki Kadifekale) taşıtmıştır. 9. yüzyıla kadar direnen Efes Kenti'nin (50 bin kişinin yaşadığı bir şehir) Menderes Nehri'nin getirdiği alüvyonlarla limanını kaybetmesiyle tarihten silinmesi sonucu (Küçük Menderes’in getirdiği alüvyaller Efes Körfezi'ni doldurmuştur. Deniz ile bağlantısı kapanan Efes Limanı kullanılmaz hale gelmiş ve kentin ekonomik önemi azalmıştır. Bu sebeple Efes kentinin önemi zaman içerisinde azalmış ve yok olmasının önü açılmıştır. Yine Büyük Menderes Nehri de Milet şehrini aynı akibete uğratmıştır. Latmos Körfezi ve Heraklia şehri de benzeri sebeplerle bugünkü haline gelmiştir). MÖ 3000’li yıllarda kurulan Smyrna Kenti önem kazanmaya başlamıştır. Körfez kıyısının yerleşim ve ticaret amacıyla kullanımı özellikle 17. yüzyılda yoğunlaşmıştır. 17. yüzyılda Avrupalılar ticari faaliyetleri için Sakız Adası limanlarını kullanıyorlardı. Yunanistan’ın bağımsızlığını alması ve Osmanlı topraklarını zapt etmesiyle Avrupalı ticaret insanları İzmir’e taşınarak burada faaliyetlerini sürdürmüştür. Osmanlı İmparatorluğu'nda yabancılara tanınan imtiyazlar sonucu (Fransa, İtalya, Belçika, İngiltere, Almanya vb. ülkelerin insanları devletlerinin desteği ve geleceğe olan emelleri ile adı konmamış bir işgal hareketi ile sömürüye başladılar) faaliyetlerini geliştirmek için Konak-Alsancak arasında 4 km’lik rıhtım inşa ettiler. Bu tarihten itibaren Körfez kirletilmeye başlamıştır.

Gediz; Manisa Boğazı’ndan çıktıktan sonra muhtemelen Menemen’e çok yakın bir kıyı çizgisi üzerinde denize dökülürken yarattığı sığlık delta ve güneyde, günümüzdekinden daha geniş sınırlara sahip olan İzmir Körfezi’nin, insanlara su ürünleri bakımından önemli bir kaynak sağladığı belirtilmektedir. Bugün, güneyde Bostanlı ve Çamaltı Tuzlası’na, batıda Maltepe’nin ötesine ve Bağarası’nın güneyine dek yayılan geniş Menemen Ovası’nın tamamı geçen 7 bin yıl içinde Gediz Nehri’nin getirdiği alüvyonlar ile denizden kazanılmıştır. Batıda Yeditepeler olarak adlandırılan neojen kireç taşı hafif yükseltiler antik dönemde bugün olduğundan daha geniş bir alanı kapsayan İzmir Körfezi’nin içinde, üzerinde pek çok tarihi yerleşim alanları bulunmaktadır. Ünlü seyyah Evliya Çelebi, 1671 yılında Bergama’dan gelerek Gediz Nehri'ni kayıkla geçer ve Menemen’e ulaşır. Sonradan yazacağı ünlü seyahatnamesinde ise Gediz Nehri'nden “Gedüs” şeklinde bahseder. Yani 353 yıl önce bugünün Gediz, Gedüs olarak söylenmektedir. Gediz nehri geçmişte yarattığı taşkınlıklar nedeniyle sık sık yatak değiştirmiştir. En son yüzyılı aşkın bir süre önce yön değiştirmiştir. Zaman içerisinde İzmir Körfezi’ndeki bazı adalar da kara ile birleşmiş ve delta ovası içerisinde kalmıştır. Bilinen veriler, Gediz Nehri'nin 1800’li yıllarda büyük bir deprem sonrası yatağını değiştirerek Menemen yakınlarında güneye döndüğünü ve İzmir Körfezi'ne akmaya başladığını göstermektedir. Antik çağda büyük bir ihtimalle Menemen-Foça aksının güneyini İzmir Körfezi oluşturuyordu.

Gediz Nehri 17 bin kilometrekarelik bir havzadan her tür malzemeyi sürükleyerek İzmir Körfezi'ne taşımaktadır. Geçmiş dönemlerde kadim medeniyetlerinde dahi adı bereketle anılan ovaya ve çevresindeki bütün canlılara hayat kaynağı olmuştur. Bu işlevini her zaman sakin bir şekilde yerine getirmemiştir. Zaman zaman hırçınlaşıp önüne geleni yıkıp devirmiş, bazen de ise durgun, sakin ve huzur içinde yolculuğuna devam etmiştir. Tarih boyunca dönemsel taşkınlar yaşanan nehrin, Manisa ve Menemen ovasına zarar verdiği görülmektedir. Bu taşkınlarda ovalardan önüne kattığı alüvyalleri, denize döküldüğü yerde alüvyon olarak biriktirmesi ise ayrı bir soruna neden olmuştur. Öyle ki Gediz’in körfez girişindeki bu biriktirmesi yatağı değiştirilmeden önce deniz ile birleştiği noktadan yani bugünkü Çiğli Atatürk Organize Saniye Bölgesi’nin bulunduğu yerden Yenikale Geçidi’ne kadar yaklaşık 6 km’lik bir doldurma ve sığlaşmaya sebep olmuştur.

1800’li yıllarda yaşanan depremler sonrası yatağını değiştiren Gediz Nehri 1860-1901 yılları arasında 16 defa taştığı tespit edilmiştir (1860, 1864, 1868, 1870, 1873, 1878, 1883, 1887, 1889, 1891, 1892, 1896, 1897, 1900 ve 1901 yıllarında özellikle bol yağışlı kış mevsiminde). Yaşanan taşkınların sel afetlerine yol açması neticesinde İzmir Limanı önemli derecede zarar görmüş, büyük miktarda ekonomik kayıplar yaşanmıştır. 

Gediz Nehri’nin 1886 yılında alınan bir kararla yatağının değiştirilmesi gerçekleşerek 1860 yılı öncesindeki yatağına kavuşturularak İzmir Körfezi kurtarılmaya çalışılmıştır.

Gediz Yatağı değiştirilmeden önce İzmir Körfezi'nde bugün Çiğli Atatürk Organize Sanayi Bölgesi ve Mavişehir civarında denize kavuşmaktaydı. İzmir Körfezi'ni doldurmaya başlaması ile denizin sığlaşmasına sebep olan Gediz, limana giriş çıkış yapan gemiler için bir tehlike haline gelmeğe başladığından yatağı değiştirilerek Menemen yakınlarında, şimdiki noktadan denize dökülmeye devam etmiştir. Bu dönemlere ait veriler büyük oranda seyyah veya misyoner adıyla gezip ülkelerinin sömürgeci anlayışına hizmet için verileri derlemiştir. J. Arundell (1830), Charles Fellows (1838) ve Charles Texier (1835,1862) bu amaçlara hizmet eden en önemli seyyahlardır. 18.nci yüzyıl sonlarında şehri ziyaret eden Charles Texier şöyle not eder:

"Gediz nehri körfeze etkisi yönünden şimdiden büyük değişimlere sebep olmuştur ve zamanla üzerinde durulması gereken çok daha ciddi değişimler meydana getirecektir. İki yandaki sığ alanlar giderek birbirine yaklaşmak suretiyle, önce çok dar bir geçit yeri bırakacak, daha sonra tamamen kapanacak ve İzmir göl kenarında bir kasaba haline dönüşecektir. Meles Çayı’nın besleyeceği körfez, zamanla bir tatlı su gölü olacak ve haşarat akınına uğrayacak, kaçınılmaz olarak Gediz’in alüvyonları ile körfez Çeşme’ye kadar dolacaktır. Nihayet Gediz’in suladığı bir düzlük haline gelecek araziden, ticaret çekilecek, şehir ya daha uygun bir yere taşınacak veya tamamen boşalıp ıssız bir yerleşime dönüşecektir."

'Artemis’in her gün yıkandığı' Halkapınar

İzmir Körfezi çevresinde çok sayıda çay, dere ve ırmak tatlı sularını Körfeze taşıyarak deniz suyunun temiz kalmasına hizmet etmiştir. Bu tatlı sulardan en önemlilerinden biri de Halkapınar kaynaklarıdır. İzmir’in önemli su kaynaklarından olan Halkapınar Gölü’nün tarihin babası Heredot tarafından “Bereket Tanrıçası güzeller güzeli Artemis’in (Diana) yanındaki perilerle birlikte gelip her gün yıkandığı yer” olarak nitelendirilmesi ve bu nedenle de tarihe “Diana Hamamları” adıyla adlandırılmıştır. 

                                                             Halkapınar ve çevresi.

İzmir Limanı’nın gördüğü zarar, Gediz’in 1868 yılında Menemen civarında taşarak yatağını değiştirmesi ve İzmir Limanı’nda Yenikale civarına akmaya başlamasıyla daha fazla artmıştır. Nihat Bey; Gediz’in eski ve yeni yatakları hakkında hazırladığı raporunda, nehrin yatağını değiştirmeden önce döküldüğü yerin derin olması nedeniyle zararının daha az olduğunu, 1868 taşkını sonrasında ise nehir sularıyla birlikte gelen kum ve toprakların limanı daha fazla doldurmaya başladığını belirtmiştir. Nehrin taşkın sonucu yatağını değiştirdiği 1868 yılından 1885 yılına kadar geçen 17 yıllık süreçte İzmir Limanı’nın girişinin kum ve toprakla dolması, hatta limanın bazı mahallerinin gemilerin girişine müsait olmayacak bir hale gelmesi, kuşkusuz
önemsenmesi gereken, ancak ihmal edilmiş bir meseledir. İzmir Limanı’nın maruz kaldığı tehlikenin büyüklüğünü ve ciddiyetinin giderek arttığını gören ilk devlet yetkilisi, 1885 ve 1889 yıllarında iki defa Aydın Valiliğine getirilen Halil Rıfat Paşa olmuştur. Vali Rıfat Paşa, sadece tehlikenin büyüklüğünü görmekle kalmamış, aynı zamanda nehir yatağındaki çalışmaların tamamlanmasına kadar ciddi bir gayret
içerisinde olmuştur.

1884 senesinde ilk kazmanın vurulmasıyla başlanan proje tam 6 yıl sürer. Önce nehrin eski yatağı tekrar oluşturulur, bu esnada nehrin sularını tutmak üzere büyük bir baraj inşa edilir. Nihayet uygulanan bu müdahaleler ile 1891 yılında İzmir Körfezi yok olmaktan kurtarılır.

1900’lü yıllar ve sonrası: Yoğun şehirleşme

İzmir Körfezi'nde 1900’lü yıllar ve sonrası yoğun bir şehirleşme başlamış 1960 ve sonrasında işin içinden çıkılamaz durumlara gelinmiştir. Şehir hinterlandı bu körfez kıyısında 500 bin nüfusun üzerini kaldıramazken şimdilerde bunun on katı nüfusun yarattığı sorunlar yaşanmaktadır. Bu durum elbette ki bilimden ayrılan, para hırsıyla yanan tutuşan siyasilerin gayretleri ile adı imar olan yağma aracının kullanımı etkin olmuştur.

İzmir kenti ve Körfezi için merkezi hükümetler ve yerel yönetimler özellikle 1944 yılı sonrası çeşitli projeler ve uygulamalar gerçekleştirmiştir. Körfez için en önemli sorunlardan biri evsel ve endüstriyel atıklar ve atıksuların doğrudan ve ya dolaylı olarak deşarj edilmesidir. Atıksu kaynaklarının başında içme suyu kullanımı için düzenlemeler yapılmasına karşın kanalizasyon yapımına özen gösterilmemiştir. Osmanlı döneminde 1894 yılında Halkapınar kaynakları Belçika şirketine verilmiş ve bu durum 1944 yılına kadar devam etmiştir. İçme suyu ve atıksu sorunu 1945 yılında İzmir Belediyesi kurumu olan ESHOT’a verilmiştir. Bu kurum görevini 1987 yılına kadar sürdürmüş ve 1 Nisan 1987'de İZSU teşkilatı kurumsallaşarak bugüne gelinmiştir.

İzmir Körfezi'nin bugünü

1960 yıllarda başlayan nüfus artışı ve sanayileşme hem yeni su kaynakları arayışını hem de suyun kirlenmesine karşı yeni önlemler almayı zorunlu kılmıştır. Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, 1969 yılında Camp-Harris-Massera Grubu’na yeni içme suyu kaynakları ve atıksuların bertarafı konusunda bir İzmir Projesi Master Planı hazırlatmıştır. “Camp Harris Masera Master Planı” adını taşıyan plana göre Göksu, Göldeğirmeni ve Sarıkız pınarlarından kente temiz su sağlanması öngörülürken, atıksu konusunda da İzmir’de oluşan atıksuların bir kuşaklama kanalı yoluyla toplanarak Çiğli’de arıtılması ve orta körfeze derin deşarj yöntemiyle boşaltılması önerilmiştir. Bu plan, “Büyük Kanal Projesi”nin başlangıcını oluşturması bakımından önemlidir.

Bununla birlikte bir diğer çalışma da 1977-1981 yıllarında yaptırılan “Holder-Su Yapı Master Plan Revizyonu”dur. Bu plan revizyonuna göre ise Çiğli Havaalanı’nın kuzeyinde inşa edilecek konvansiyonel bir aktif çamur tesisinden çıkacak arıtılmış suların bir kanal vasıtasıyla Gediz Nehri’ne iletilmesi öngörülmüştür. 1970’li yıllarda daha belirgin bir şekilde gözlenmeye başlayan körfez kirliliği ve bu kirliliğe bağlı olarak ortaya çıkan kötü koku, İzmir’deki su sıkıntısının da önüne geçerek uzunca bir süre kentin ana gündemini işgal etmiştir. 

Yukarıdaki çalışmaların yanı sıra İller Bankası tarafından Dokuz Eylül Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümüne bir fizibilite etüdü yapılması için proje verilmiştir. 1986 yılında yapılan İzmir Körfezi Fizibilite Etüdü adını alan projede bende görev alarak çalıştım. Bu proje kapsamında Körfez'de uzun süreli ölçüm ve deneysel çalışmaların yanı sıra arıtma tesisi planlaması yapılmıştır. Bölüm bu raporunda İzmir kentinde farklı bölgelerde 4 adet arıtma tesisi önermiştir. Bu tesisler düşük inşaat maliyeti ve düşük işletme giderlerine dayanan stabilizasyon havuzlarıydı. Ancak bu öneriler dikkate alınmadı. Bunun yerine işler özel sektöre verildi. Su-Yapı-Black & Veatch International şirketlerine bir "Master Plan Raporu" hazırlatıldı. Yapıldığı yıllarda dünyanın en büyük arıtma tesisi yapımına karar verildi. Bu amaçla 1969 yılında Camp-Harris-Massera Master Planı ile başlayan ve 2000 yılına kadar toplam 530 milyon dolar yatırım yapılmış olan "Büyük Kanal Projesi" tamamlandı.

Bu proje dünyanın en büyük projesi olmakla sayısız hataları barındırmaktadır. Bu kadar yüksek inşaat maliyeti, depreme dayanıklılık, tek hattan bütün atıksuyu iletmek, 2 bin 400 mm boruların güvenliği, yağmur suyu ile atıksuyu karıştırıp arıtmak, tamamı sığ olan körfeze bu yetersiz arıtılmış suyu deşarj etmek, işletimi için çok çok yüksek elektrik ve kimyasal madde giderleri, oluşan çamurları işletmeye başladıktan 14 sene sonra arıtılacağını hatırlamak, o tarihe kadar atık çamurları 1. Derece Doğal SİT Alanı'na gömmek ve buradan sızan suları ile körfezi kirletmek. "Büyük Kanal Projesi"nde kullanılan dört adet pompa merkezinde kullanılan 4 m çapındaki pompalar Amerikan şirketi olan Black & Veatch tarafından Japonya’da imal edildi, pompalar satıldıktan sonra şirketi kapattılar. Acaba böylesi boyutlardaki pompaları hangi ülkeler kullanıyor?

İnşaat ve işletmede sayısız sorunları olan bir arıtma tesisi 20 yıla kalmadan çok büyük sorunlar yaşatmaya başlamıştır. 

Körfez'de yaşananlar beklenmedik değil

Son günlerde yaşanan sorunlar beklenmedik bir durum değildir. Belediye başkanları, eskiler-yeniler, çevre bakanları ve diğer yetkili-yetkisiz siyasiler akıl dışı söylemleriyle vakti boşa harcıyorlar.

Aylarca körfeze milyonlarca metreküp atıksu doğrudan deşarj edilirken kimse görmedi mi, yetkililer neredeydi, daha da vahimi tesiste çalışan teknik personel bu duruma nasıl tahammül edebildi? Aylarca deşarj edilen arıtılmamış kanalizasyon suları için belge isteyen varsa temin edebilirim. Bu çağda hiçbir şey gizli kalmaz. Bilgisayar kullanabilen herkes bu konuda yüzlerce kanıt bulabilir.

Durum böyle iken bir önceki belediye başkanı kendi zamanında olan bu durumu hiç gündeme getirmeden fotoğraf teknolojilerinin ürünü olan harika su altı fotoğrafları göstererek kendini aklamaya çalışıyor. İzmir Körfezi konusunda doktora yapmış bir kişi olarak 30-40 yıldır bu kıyılarda sualtı dalışı yapıyorum. Son 20 yıldır Çeşme’de bile böyle bir temizlikte su altı fotoğrafına konu bölge görmedim. İzmir Büyükşehir Belediyesi nihayet bazı yanlışların farkına varıyor galiba, bu amaçla “İzmir ili Metropol alanı Atıksu-Yağmursuyu ve Dereler Master Planı” adı altında geleceğe yönelik planlama çalışmaları yapılmaktadır. 

Atıksular kadar önemli bir sorun: İçme suyu 

Atıksular kadar önemli olan bir diğer konu İzmir’in içme suyu problemleridir. İlk yapılan baraj bir içme suyu barajı değildi. Devlet Su İşleri ile ortaklaşa yürütülen çalışmalarla 1997 yılında tamamlanan Tahtalı Barajı, kentin en önemli su kaynağı haline gelmiştir. Ancak bu baraj bir sulama barajı iken bir gecede verilen kararla içme suyu barajı olarak ilan edildi, köyler boşaltıldı ama saha temizlenmedi. Suları arıtmak için yapılan arıtma tesisi günümüzdeki su kalitesi standartlarını sağlayacak düzeyde bir arıtma yapamayacak şekildedir. Kente kuzeyden önce Menemen havzasından, sonra sırasıyla Manisa Yuntdağı yeraltı suları, Turgutlu, Salihli, Gördes’den bulabildikleri her suyu taşımaya çalışmaktadırlar. Bu suların kaliteleri, iletim ve işletim giderleri ve arıtılmaları çok büyük bir sorun olarak problemleri arttırmaya devam ediyor. 

Bu yazımı 24 Eylül'de vefat eden değerli çevreci hocam Prof.Dr. Ümit Erdem’e ithaf ediyorum.

                                                                             /././

Üniversite öğrencilerinin barınma krizi: Devlet tarikat yurtlarına teşvik ediyor -Yekta Armanc Hatipoğlu-

Üniversitelerin açılmasına günler kala öğrenciler KYK yurtlarında kalacak yer bulamıyor. Bazı öğrenciler, teşvikler nedeniyle tarikat yurtlarına mahkûm ediliyor.

Üniversiteler açılmadan önce öğrencilerin her yıl karşı karşıya kaldığı barınma krizi bu yıl da yakıcılığını hissettirdi. 

Ülkenin dört bir yanında üniversite öğrencileri Kredi ve Yurtlar Kurumu'na (KYK) bağlı yurtlarda kalacak yer bulamıyor. KYK yurdu çıkmayan, KYK yurtlarında misafir öğrenci olarak bulunan öğrenciler ciddi bir barınma sorunu yaşadıklarını söylüyor. Deprem bölgesinde okuyan üniversite öğrencileri de KYK yurtlarının henüz hazır olmadığını ve yurtlarda depremin izlerinin silinemediğini anlatıyor.

Tarikat bağlantılı yurtlara para desteği

Öğrencileri açıkta bırakmasına karşın devlet, tarikat yurtlarında kalan öğrencilere burs vererek öğrencileri buralara yönlendirmek istiyor. Geçtiğimiz günlerde Anka Haber Ajansı’na konuşan, Konya’da tarikata bağlı vakfın yurdunda kalan bir öğrenci, Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın “barınma ve beslenme yardımı” adı altında 4 bin lira verdiğini söyledi. Bu yardımların miktarının bazı yurtlarda arttığı da telaffuz ediliyor. 

“Kamu yararına çalışan” statüsü alan vakıf ve dernek yurtlarında konaklayan öğrencilere verilen “barınma ve beslenme yardımı” 4 Eylül 2021 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan “Vergi Muafiyeti Tanınan Vakıf ve Kamu Yararına Çalışan Derneklere Ait Yükseköğrenim Yurtlarında Barınan Öğrencilere Yapılacak Beslenme ve Barınma Yardımına Dair Yönetmelik”e dayandırılıyor.

Tarikat yurtlarında kalan öğrencilere verilen “beslenme” ve “barınma” yardımına dair Resmî Gazete’de yayımlanan yönetmelik.

Erenköy Cemaati’nin Ankara kolu olarak bilinen Muradiye Kültür Vakfı’nın Muradiye Öğrenci Yurtları ve Adana, Ankara, Bursa, İstanbul ve Konya gibi pek çok ilde yurdu bulunan Işıkçılar Cemaati'ne bağlı İhlas Vakfı gibi kurumların yurtlarında kalan öğrenciler söz konusu burstan yararlanabiliyor. 

Barınma sorunu yaşayan, tarikat yurtlarına mecbur bırakılan ve misafir öğrenci olarak KYK yurdunda bulunan öğrenciler yaşadıkları sorunları soL’a anlattı.  

Öğrencilere sorulan ilk iki soru: Namaz kılıyor musun, sohbetlere katılabilir misin? 

Vergi muafiyetinden yararlanan dinci kurumlardan biri de İlim Yayma Cemiyeti. Zorunluluk nedeniyle İlim Yayma Cemiyeti’nin bir yurduna kaydolan bir öğrenci* soL’a konuştu. Kayıt için görüştüğünde kendisine namaz kılıp kılmadığının, haftada iki kere yapılan sohbetlere katılıp katılamayacağının sorulduğunu söyledi.

Öğrenci, kendisine KYK yurdu çıkmadığını, Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın verdiği burs nedeniyle yurt ücretinin kendisi zorlamadığı için zorunlu şekilde İlim Yayma Cemiyeti yurduna gittiğini ve okullar açılınca nasıl bir manzarayla karşılaşacağını bilmediğini belirtti.

'Bize tek çare olarak tarikat yurtları gösteriliyor' 

Yusuf, bu yıl İskenderun Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği bölümüne yerleşti. 

Yıllardır bu bölümün hayalini kurduğunu söyleyen Yusuf, kalacak yer sorunu yüzünden bölümden ayrılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu kaydetti. Ailesinin kendisini özel yurda kaydettirme ya da ev tutma gibi bir şansı olmadığını söyleyen Yusuf, bugünlere yaz aylarında çalışarak geldiğini ancak üniversite okurken bir işte çalışıp derslerinden uzak kalmak istemediğini, çalışsa bile kazanacağı paranın kiraya çıkmaya ucu ucuna yeteceğini anlattı:

"Ne hasar gören yurtlar onarılıyor ne de yeni bina ayarlanıyor. Bize tek çare olarak tarikat yurtları gösteriliyor. Üniversitede tek derdimin dersler olmasını istiyorum. Kendimi en iyi şekilde geliştirmek için bir öğrencinin en temel hakkı olan barınma hakkımın verilmesini istiyorum."

'Tüm bölümlerde yüz yüze eğitime başlandı ancak barınma konusu belirsiz'

Ali de Yusuf gibi İskenderun Teknik Üniversitesi öğrencisi. 

Yurt sonuçlarının açıklanmasıyla birlikte erkek öğrencilerin büyük bir kısmının barınma sorunuyla karşı karşıya kaldığını söyleyen Ali, kendilerine depremden bu yana yapımı tamamlanmayan 1600 kişilik erkek yurdunun 2025 Şubat’ına kadar tamamlanamayacağı bilgisinin verildiğini belirtti. 

“Özel yurt ve apart bulmak neredeyse imkânsız hale geldi” diyen Ali, kampüste halihazırda İskenderunlular tarafından kullanılan bir konteyner kent olduğunu, bazı öğrencilerin en kötü ihtimalle burayı kullanmak istediğini ancak buna da ret cevabı geldiğini dile getirdi. 

Ali, “Tüm bölümlerde yüz yüze eğitime başlandı ancak barınma konusu belirsiz” diyerek Gençlik ve Spor Bakanlığı, KYK Genel Müdürlüğü ve üniversite yönetiminden acil çözüm beklediklerini kaydetti.

Eğitimlerine kesintisiz devam etmek istediklerini söyleyen Ali, “Barınma sorunumuzun bir an önce çözülmesi için gerekli adımların atılmasını talep ediyoruz” dedi.

'Misafir öğrencilik' sorunu: Yurt yemeği dahi yiyemiyorlar

Giresun Üniversitesi’nde yüksek lisans öğrencisi olan ve KYK yurdunda misafir öğrenci olarak kalan Eda, "Yurt ücretleri acayip şekilde artmış durumda. Geçen sene 400 TL olan bu yurda şu an 740 TL yurt ücret+1800 TL depozito ödedik" diye konuştu.

Yüksek lisans öğrencisi olduğu için bu sene ders çalışmasının ayrıca önemli olduğunu söyleyen Eda, oda kapasitelerini artırmak için geçilen ranzalı sistem nedeniyle odada beş kişi olduklarını ve bundan dolayı ders dahi çalışamadığını kaydetti.

Misafir öğrenci olduğu için yemek hakkı olmayan ve KYK yemeklerine yüksek ücretler ödeyen Eda, her gün dışarıdan yemek yemenin maddi olarak kendisini zorladığını belirtti.  

Eda, ikinci kez yapılacak olan yurt başvurularını beklemekten başka çaresi olmadığını söyledi ve misafir öğrenci kabul etmeyen yurtların yarattığı mağduriyeti şu sözlerle anlattı: “Sırf bazı yurtlar misafir öğrenci almıyor diye yatay geçiş yapan arkadaşlarım okuluna gidemiyor ve muhtemelen okulla ilgili sorun yaşayacak bu yüzden.”

*Kaldığı yurtta sorun yaşamaması adına öğrencinin ve okuduğu şehrin ismi verilmemiştir. 

                                               /././

                                       soL-GÜNDEM

Ankara kabul etti, Türk sığınmacılar Almanya'dan sınır dışı ediliyor: Karşılığında vize kolaylığı mı?

Alman basını, Türk vatandaşı sığınmacıların sınır dışı edilmesine ilişkin Berlin'in Ankara'yla anlaştığını bildirdi. Türkiye'ye bunun karşılığında vize kolaylığı garantisi verildiği iddia edildi.(https://haber.sol.org.tr/haber/ankara-kabul-etti-turk-siginmacilar-almanyadan-sinir-disi-ediliyor-karsiliginda-vize)

                                                             ***

Lezita, Göztepe'ye sponsor oldu, işçiler taraftara seslendi: 'Bu işçi düşmanı firmaya razı mısınız?'

Sendika hakları için 204 gündür direnen Lezita işçileri, firmayla sponsorluk anlaşması imzalayan Göztepe'nin taraftarlarına “Bu işçi düşmanı firmanın sponsorluğundan razı mısınız?” diye sordu.(https://haber.sol.org.tr/haber/lezita-goztepeye-sponsor-oldu-isciler-taraftara-seslendi-bu-isci-dusmani-firmaya-razi-misiniz)

                                                         ***
TÜGVA Başkanı Erdoğan'la ABD'ye gitti, kurucu temsilci kaçakçılık operasyonunda gözaltına alındı
AKP'nin gençlik içinde örgütlenmesi için kurulan TÜGVA'nın Genel Başkanı Erdoğan'la ABD'ye gitti. ABD ziyareti sırasında vakfın Ordu kurucu il temsilcisi ise kaçakçılık operasyonunda gözaltına alındı.(https://haber.sol.org.tr/haber/tugva-baskani-erdoganla-abdye-gitti-kurucu-temsilci-kacakcilik-operasyonunda-gozaltina-alindi)
                                                                    ***
İşten çıkarmaların ardından itiraf gibi tekzip: Üretim büyüyor, fazla mesai kağıdı imzalatılıyor
Dağlar Plastik tarafından işten çıkartılan işçilerin alacakları hala ödenmezken, şirket işçilere fazla mesai yapacaklarına dair imza attırıldığını itiraf etti.(https://haber.sol.org.tr/haber/isten-cikarmalarin-ardindan-itiraf-gibi-tekzip-uretim-buyuyor-fazla-mesai-kagidi)

(soL)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder