29 Eylül 2024 Pazar

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" + Sahaflar Çarşısı(XXV) -29 Eylül 2024-

 Yaşar Bunu da Konuşalım -Ayşe Şule Süzük-

"Bu şehir kravatsız entelektüelini kaybetti, ben bir dostumu, kardeşimi kaybettim."

“Herkesin,
       kim bilir, belki de ancak ‘çoğu insanın’ demeli ya, giyinmek için uğraşıp didindiği bir dünyada,  insanların arkasını kat kat kalınlaştırmak için olmasa bile, kış aylarının acı soğuğu estiği zaman sırtını pek tutabilmek için çalışıp yaşadığı bir ülkede soyunmaktan başka bir şey dilemeyen bir adamın masalı bu.
(…)
Adamın oturduğu ev, kıyı mahallelerinin okullara en yakın bir yerindeydi. Adam bu okulların hepsinde öğretmenlik ederdi değişik konularda. Bilgisini başkalarına aktarmak, aktarılmamış bir bilgisi kalmasın diye türlü alanlarda öğretim yapmak de bir çeşit soyunmaydı çünkü.”
 
Bilge Karasu “Göçmüş Kediler Bahçesi”nin dokuzuncu masalı  “İncitmebeni”nin girişine böyle başlıyor. Ben de bu yazıya başlamak için öylece duruyorum.

Zor bir yazı bu… Başlamakta güçlük çektiğim. Elimin varmadığı, aklımın ermediği, gücümün yetmediği bir kayıp karşısında bir kekeleme yazısı bu. Karasu sanki tam da Yaşar’ı anlatıyor: “Bilgisini aktarmak, aktarılmamış bir bilgisi kalmasın diye türlü alanda öğretim yapmak…”

Bir dostun göçü karşısında, bir türlü elveda diyememenin, demek istememenin acısıyla kavrula kavrula yanacak kelimeler belli ki. Yansın bakalım. Anlamca ve aklımda kaldığınca söylüyorum, Spinoza “Bir şeyi tanımlayacaksanız ne olduğuna değil, ne yaptığına bakın.” demiş, doğru demiş. Yaşar Tok, Yaşar’dı ve aramızdan ayrılışı ile hepimizin ona dair anılarını ayağa kaldırdı, nasıl bir yoksunluk yaşayacağımızın ipuçlarını avucumuza yumuşakça bırakıp gidiverdi. Gitti. Çok saçma. Karmakarışık ve son derece mavi, eksik, isimsiz, yarım, özlemli, derin, ıssız, yaşama dair ve bir o kadar da akışın dışında, sessizlikle ve Yaşarsızlıkla bizi öylece bıraktı. 
 
Yarım kalmış sohbetler, mutlaka bunun üzerine düşünelim, konuşalım dediğimiz konular, dönüp dönüp yeterlilik vermediğimizden olacak tam sonlandıramadığımız  “Aydın kimdir?” meselesi, Kemal Tahir üzerine okumalar, yurtseverlik tartışmaları, kitaplar, kitaplar, kitaplar… Senden gelen son mesaj elvedandan iki gün önce Sunak grubunda Fredric Jameson’ın hayatını kaybettiği haberi. Jameson 90 yaşında imiş sen ise ondan neredeyse bir çeyrek yüzyıl daha gençsin be Yaşar.  Haklısın, başka bir olasılık yok. Yaşam ve ölüm… Yaşadığımızı sürekli kanıtlamak ister gibi ha bire koşuşturmaktan, sesimizi başka seslere katmak isteğinden, kendimizi doğru anlatmaya çalışmaktan yorgun düşüyoruz ya kimi zaman, işte dostluğun bu hayhuya dinginlik getiriyordu. Yavaşlamak, sakinleşmek, derinleşmek, kıvamlanmak için kıyılarına uğramak, oradan devşirdiğim çakılları ceplerime doldurarak yaşamın içinden geçerken yanlış sapağa yönelmemek için çok gerekliydi. 

Abarttım mı? Şairanelik yapmak değil hevesim. Sevmezsin de zaten. Hakikaten adlı adınca ama sezdirmeden, usulca içimize üflediğin aydın olma duruşundan söz ediyorum. Böyle yaptığını seziyordum ya, elvedan ile gerçek anlamda dank etti bazı şeyler sanırım kafama. Binlerce teşekkür sana. 

Hamaset yapmak istemem, bunu da sevmezsin. Ama söylemeyeyim mi, umudu varlığınla taşıyormuşsun meğer sen. Çok acayip. Yürüyen bir aydınmışsın (komik oldu biraz hayal edince, gülme.) Bilmek var bir de idrak etmek var. İdrak derken bir zamana, bir olaya varma, ulaşma, onu algılama anlamında çat diye. Şöyle bir bölüm var Bilge Karasu’dan yine:

“Mayıs ayının sonu geliyordu. Tatil başlayacaktı yakında. Sinek girmesin diye, açık penceresinin kapalı tuttuğu perdesini çekince, o sabah, bir garip koku dolmuştu odasına, ciğerlerine. Bir bahçe kokusu gibi, bir demiryolu boyu kokusu gibi, bir araba onarımevi kokusu gibi. Birbirini tutmaz, aynı yerde bir araya gelmez kokular. Hepsi tek bir kokuda birleşiyordu gene de. Bahçeleri düşündü, demiryolu boylarını, araba onarımevlerini düşündü; öbek öbek, çocukluğunun başka başka dönemlerinden arta kalmış imgeler üşüştü kafasına, gözünün önüne. Sonra hepsi üst üste bindi, uzakta kalmış çocukluğuyla bu yeni yurdunun denizini, kokusunu, sesini, insanlarını içine alan, büyük bir düzen içerisinde hepsini eritip kaynaştıran bir tek imge haline geldi. Adamın bütün parçaları yeniden bir araya gelmişti sanki. Bu bütünlenme anı, belki, pencereden gelen kokuyu sindire sindire içine çektiği bir iki dakika kadar sürdü. (…) O kendi parçalarını bir araya getirmişliği, o bütünlenme mutluluğu, içine yerleşmişti artık. Sökülür gibi değildi.”

İşte dediğim böyle bir idrak ânı… Şimdi sen bizi yetim bıraktın. Hatta öksüz bıraktın. Öyle bir duygu…

Denizli’yi sevmeme, benimsememe katkı yapan dostların başında geldin. Hakikaten Denizli’nin taşradan kente doğru yolculuğunun kanımca en önemli mimarlarından birisin. Alçakgönüllü olmana gerek yok, yapma. Üstelik bunu düşünen öyle çok insan var ki… sevgili Cemal Atayman’ın yasını aktarmak isterim. “Kravatsız Entelektüel” demiş sana: 

“Onu önce açtığı kitap sergisinde tanıdım, sonra Gazi Mustafa Kemal Bulvarı'nda bir kitabevi açtı. Meserret Sokağa taşıdığı kitabevinin ismini Atlantis koyması, İzmir'deki İzmir kitaplığının batmasından dolayıydı. Atlantis batıkkentti.

Günümün belli saatleri orada geçerdi. Kitabevleri kitapseverlerin mabediydi her zaman. Kısa sürede şehrin tüm okurları ve entelektüelleri Yaşar Tok'un dostu oldu, Atlantis Kitaplığı da toplanma yeri.

“Kent ve Sanat” dergisi Makine Mühendisleri Odasının katkılarıyla sevgili Yaşar'ın editörlüğünde basılmaya başladı. Minicik görünen boyutunun içine neler sığmazdı ki. Güzel sanatların her türü yer alırdı dergide. Şiirler, öyküler, kitaplar, resimler, müzik...

Şehrin tüm aydınları en güzel eserlerini sergilediler “Kent ve Sanat”ta. Dergi Yaşar Bey sayesinde birkaç yıl yayımlandı. Tüm emek ona aitti. “Söz Çizgi Renk DRT'deki sanat programının adıydı Yaşar Tok'un. Orada, kentimizin sanatçıları, dışarıdan gelen şairler, yazarlar, ressamlar, müzisyenler kendilerini anlatma, sanatlarını gösterme fırsatı buldular. Denizli gazetelerinde de yazıları yayımlandı.

Denizlili yazarların kitaplarına editörlük yapıyordu. Şiir Otel'in dünya şiir günü etkinliğinde yer alan tüm şairlerin şiirlerinden oluşan kitabı da Yaşar hazırlamıştı baskıya.

Denizli Barosu Tarihi de Yaşar Tok'un emeğinin eseridir. Denizli Haber'de sanat, çevre, siyaset yazıları yazarken, ben de eğitim editörüydüm. Yaşar Tok sadece kalem adamı değil eylem adamıydı aynı zamanda. Kentteki bütün eylemlerde ön saflarda görürdük onu. 78 kuşağındandı Yaşar Tok, 78'liler Derneği'nde yöneticiydi. 12 Eylül'den nasibini almış bir kaçaktı aynı zamanda. Su katılmamış bir yurtsever ve devrimciydi. Vefatından bir gün önce, Kuyucak Yamalak'taki Büyük Menderes Köprüsü'nden kapkara bir dereye dönüşmüş ırmağın fotoğrafını çekerken Yaşar'ı hatırlamıştım. Menderes'in temizlenmesi için ne emekler sarf etmiş, adım adım gezmiş, yazılar yazmıştı.

Bu şehir kravatsız entelektüelini kaybetti, ben bir dostumu, kardeşimi kaybettim.

Sonra Zafer ağabeyin (Gönenç) ardından yazdıklarına denk geldim.  

“Onu Endüstri Meslek Lisesinin taş atölyelerinin yıkılmasını önleme mücadelesinde, Avdan Termik Santrali’ni durdurma mücadelesinde, aynı yerde kömür sahalarının açılmasına karşı verilen mücadelede, Hierapolis’te Antik Kent’in üzerine yapılmak istenen müze girişimine karşı sürdürdüğümüz hukuk mücadelesinde hep yanımızda gördük. Sadece gazeteci olarak bu konuları yazıp çizmez, elde ettiği bilgiyi, belgeyi davalarda delil olsun diye getirir, hukuk mücadelesini desteklerdi. Daha üç beş gün önce 1991 yılında hazırlanan ve çoğunun unuttuğu Pamukkale Koruma Amaçlı İmar Planı kitabını arşivlerden bulup ‘davada işine yarar.’ diye getirdi. 

Uzunca sohbet ettik, tekrar ameliyat olacağını, ameliyatın riskli olduğunu anlattı. Ameliyat sonrası buluşup üzerinde çalıştığı haberi konuşacaktık. Sonra bombayı patlatacaktı (!). Gazetecilik Yaşar’ın ruhuna işlemişti, ameliyata giderken canını değil yapacağı haberi  düşünüyordu.”

Daha neler neler Yaşar, daha neler neler… Aydın tartışmaları bu hâliyle bir nihayet erdi bence. Her ne kadar sen oyunbozanlık yapıp bizi bıraksan da anladım, aydın Yaşar’mış meğer. Sevgili Aylin’in, (Müftüler) biriciğinin, dediği gibi iyi ki tanıdık seni, iyi ki bize dokundun, iyi ki rastlaştık seninle be Yaşar, iyi ki… Artık akşamın kızıllığında ve yaşamın, kaldırdığımız ilk şarap kadehleri senin şerefine olacak bundan böyle şarabi eşkıya dostum benim…                                                 /././

Sahaflar Çarşısı (XXV) - Nizar Kabbâni'nin kaleminden, sonbaharda ölürken Beyrut -Özkan Öztaş-

Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki buluşmasında Yusuf Şaylan'la birlikte Arap edebiyatının güçlü kalemlerinden olan Nizar Kabbâni'nin Beyrut imgelerini konuşuyoruz.

 Yahudi mahallesinde hizmetçi mi olacağız yoksa özgürlük savaşında can mı vereceğiz?"

Nizar Kabbâni'nin kalemi bu sorunun etrafında dönüp dolaşıyor sayfalar boyunca. Geçmişte sorulan bu sorular bugün hiç olmadığı kadar gerçek bir hal almış durumda. Beyrut'tan Gazze'ye bir ateş çemberinin için Ortadoğu'nun emekçi halkları. Böylesi zamanlarda, sahafların raflarında bekleyen Arap edebiyatının önemli eserleri daha da manalı hale geliyor.

Yusuf Şaylan'la bu hafta Ortadoğu'nun önemli yazarlarından biri olan Nizar Kabbâni'yi konuşacağız. Zor zamanlardan geçerken Ortadoğu halkları ve Filistin, kendini dayatan kitaplardan biri oldu "Ben Beyrut" ve yazarı Nizar Kabbâni.

                                                         Nizar Kabbâni

Yusuf Şaylan yine elinde bir torba kitapla hazırlanarak geliyor. Masaya otururken bir yandan da kitapları çıkarıp masanın üzerine koyuyor. "Mahmud Derviş de olabilirdi bu haftaki yazarımız. Ama sanki Nizar Kabbâni daha az biliniyor ona kıyasla. Bu hafta Nizar Kabbâni'yi konuşalım istedim o yüzden. Modern Arap şiirinin öncülerinden. Birazcık zorlamak pahasına Arapça şiirin Nâzım'ı diyebilirim. Düz yazıları da çok güzel ve çok derin" diye başlıyor söze. 

Allı pullu, sarı mavi kapağı olan kitabı eline alıyor ve gözlüklerini takıyor. "Haydi başlayalım" diyor. 

Gılgamış Destanı'nda bahsi sedir ormanlarıyla kaplı bir diyar olarak geçen, Akdeniz'in şarkında yüzü denizin mavisine dönük, destanlardan aldığı güçle bayrağına sedir ağacını nişanlayan bir memlekete doğru yola çıkıyoruz. 

Yaşamla ölüm arasında kefenlenmiş topraklar

Nizar Kabbâni'nin yaşam öyküsüyle yaşadığı toprakların öyküsü birbirine benzer. Edip Cansever'in de dediği gibi, insan doğduğu yere benziyor çünkü az biraz. 

1923 yılında Şam'da dünyaya gelir. Anne tarafından Türk, baba tarafının da Konya'dan Şam'a göçtüğü rivayet edilir. Filistin için yazdığı şiirleriyle tanınıyor Nizar Kabbâni. Bazı kaynaklara göre Adonis'le birlikte modern Arap edebiyatının en büyük Arap şairi olarak tarif ediliyor. Normalde aşk şiirleriyle başlar şairliği. Ama savaşlar onun şiirlerindeki imgeleri de işgal eder ve zamanla aşkları da heyecanları da savaşların gölgesinde bitiverir. Nizar Kabbâni artık aşk şiirlerinde savaşları, savaşların içinde bitmeyen bir aşkı kovalar. Tüm imgeleri kadındır. Bu yüzden kadınların şairi olarak da bilinir. Eserlerinde en çok konuşturduğu kadın ise Beyrut şehridir. 

                                          Nizar Kabbâni'nin Ben Beyrut adlı eseri

Şamlı şair derler kendisine. Ama nerede başlar Filistin, nerede sona erer şiirlerindeki nehirler biraz karışık iş. Nizar Kabbâni, Feyruz'un sesinin yankılandığı her yerdedir demek yanlış olmaz. Çünkü Feyruz çoğu zaman onun şiirlerinden bestelenen şarkıları söyler. 

Kendisinden önce ölen oğlunun mezarına gömülmeyi vasiyet eder bir yazısında. Sevgilisi bombalanan Irak Büyükelçiliğinde hayata veda eder. Yaşadığı coğrafyaya "yaşamla ölüm arasında kefenlenmiş topraklar" der Nizar Kabbâni. Bu diyarlardan biri Filistin diğeri de Lübnan'dır. Kendisi ise Suriyeli.

"Nizar Kabbâni'yi her okuduğumda sarsılıyorum resmen. Bu kadar acı ve sarsıcı şeyi anlatırken bir an olsun edebi derinliğin azalmıyor oluşu takdir edilesi bir şey gerçekten. Üstelik çok benziyor hikayelerimiz. Başımıza gelenler ve Lübnan'ın yaşadıkları. Ve daha kötüsü müdahale etmezsek eğer gelecekte yaşayacağımız şeyler Lübnan'da yaşanmış diye düşünüyorum" diye giriyor söze Yusuf Şaylan. 

"Nizar Kabbâni işte böylesi dönemleri anlatıyor. Hele iç savaş yılları. Ne acı, ne büyük dertler. Kılıç ormanı diyor Lübnan için. Kılıç çekenler ise kendi kardeşleri. Kan boğazı aşınca da emperyalistlere ve siyonistlere gün doğmuş oluyor. Nefes aldırmıyorlar Lübnan halkına" diyor Yusuf Şaylan. Ağzından çıkan her Beyrut ya da Lübnan kelimesinde bir tuhaf oluyor. "Hiç gitmedim ama çok isterim" diyor ve ekliyor: 

"Hatay'a gittiğimde öyle hissederdim. Burası olsa olsa Beyrut'un kopyasıdır diye düşünürdüm." 

'Mazlumlar zulümden Allah'ın sorumlu olmadığını anladığında'

Nizar Kabbâni, politik eleştirileri güçlü ve bunları daha çok Beyrut şehrini konuşturarak inşa ediyor. Ben Beyrut kitabı bu açıdan akla gelen ilk eseri. Yazar kalemini çekinmeden ve adeta bir kılıcı kullanır gibi kullanıyor. Yazdığı eserlerde sürekli laiklik vurgusu yaptığı ve yaşananların insanların iradi tercihlerinin ya da iradesizliklerinin sonucu olduğunu söyleyen Kabbâni, İslamcılar tarafından "kafir" ilan edilmiş. 

Yine aynı zamanda "petrol prenslerine" yaptığı ağır eleştirilerden ötürü bir dönem Körfez ülkelerine girişi yasaklanmış. Patronların ve yobazların nefretine nail olmuş bir yazar.

Yusuf Şaylan, Nizar Kabbâni'nin özellikle aydın eleştirisine dikkat çekiyor:

"Lübnan'ın aydınları nerede diye soruyor yazar. Onları balıklar mı yedi yoksa diye de iğneliyor hatta. Acımadan soruyor aydınlara. Nasıl buharlaştınız, nasıl gizleniyorsunuz, suda tuzun erdiği gibi nasıl eriyorsunuz diye sorular soruyor. Kılıç gibi kullanıyor kalemini. 

Eserlerinde Lübnan'ın neden bugün bu halde olduğunu soruyor. Neden bugün bu sıkıntıları yaşadığını anlatıyor. Petrolü, dışa bağımlılığını, siyasal islamı, Amerikan emperyalizminin ayak oyunlarını ve onun bölgedeki maşası İsrail'i anlatıyor. Ama en başa da iradesizliği yazıyor. Onun için başka ülkelerin Lübnan'a bu kadar fazla müdahale etmesinin en büyük günahı aslında Lübnan'a ait. Elini masaya vurmadığı ve ayağa kalkmadığı için. Aslında hiç bir şeye karışmayayım ve sorunlar benden uzak olsun diye düşünen halkların başına aynı sorunlar gelecek diye uyarıyor. Bak 80. sayfada 'Sen kim olduğuna karar vermezsen başkaları kim olman gerektiğini belirler' diyor. Ortalamacılıktan nefret eden bir yazar" sözleriyle anlatıyor Kabbâni'nin aydın eleştirisini.

Lübnan iç savaşını ve o dönem yaşananları çok eleştiren Nizar Kabbâni işte bu dönem yaşanan acılardan Allah'ı sorumlu tutanlara karşı şiirlerinde savaş açıyor. Mazlumlar zulümden Allah'ın sorumlu olmadığını anladığında işler değişecek mesajını veriyor. 

Söyleşimize eşlik eden başka kitaplar da var . Yusuf Şaylan bölgeyi anlamak için Yazılama'dan çıkan Mustafa Kemal Erdemol'un Hanzala'ya mektuplar kitabını öneriyor. Nizar Kabbâni'nin şiirleri de olmazsa olmaz diyor. Adonis'i ve Mahmud Derviş'i de bu şiir önerilerine ek olarak hatırlatıyor.

'Lanetli Marks, neden geldin Lübnan'a'

Cahillik mutluluktur derler ya. Nizar Kabbâni'nin ki de o hesaptan. Keşke gelmeseydi Marks Lübnan'a, o zaman herkes halinden memnun olurdu diye düşünüyor. Öyle ya, kader kısmet işleriyle devam ederdi hayat. Kimse de kendisini sorumlu hissetmezdi yaşananlardan. 

Yazarın bu satırlarını okurken gülümsüyor Yusuf Şaylan. 

"Bak yazar soruyor kim verdi Marks'a Lübnan vizesini diye. Neden havalimanında çantasını kontrol etmediler Marks'ın diye kızıyor. Üstüne bir de ekliyor hayatta sevmem onu diye. Marks'ın fikirlerinin öteki turistlere benzemediğini çok iyi kavramış yazar" diyor Şaylan gülümseyerek. 

Yazar Marks'ın sıradan insanlarla konuştuğundan ve  broşürler dağıttığından söz ediyor kitabında muzip bir dille. Marks Beyrut'a gelmeden önce her şey güllük gülistanlıktı diyor. Herkes Allah'ın verdiğine razıydı. Yoksullar sarı leblebiye, zenginler havyar ve Napolyon konyağına razıydı. Ama öfke patladı. Sonra yaşanan yoksulluklardan ve savaşlardan Allah'ın değil de zenginlerin sorumlu olduğunu anladı insanlar diyor Nizar Kabbâni.

"Zeki insanların hepsi komünist değil belki ama bütün komünistlerin zeki olmak gibi bir sorumluluğu olduğunu düşünüyorum" diye söze giriyor Yusuf Şaylan. "Lübnan'a bakan herkes bu ülkedeki yaşanan sorunlara dair daha fazla deneyim biriktiriyor. Mezhepçilik, etnik ayrışmalar ve koca bir halkın onca zenginliğin içinde ekmeğe muhtaç kalması. Başka ülkelerin içişlerine bu kadar burnunu sokması. Başımıza gelecekleri anlamak için bunları yaşamak zorunda mıyız? Azıcık aklı olan insan bugün Filistin ve Lübnan'a bakarak Türkiye'nin de yaşayacağı tehlikeleri hesaba katmalı. Bu kitaplar, bu deneyimler, bu romanlar başka ne için?" diyor Yusuf Şaylan ve yazarın kitaptaki sözlerine yer veriyor cümlesini tamamlarken:

"Bak sayfa 34'e. Havyar ve şatobiryan yiyenlerin ortaya çıkması için Beyrut'un yanması zorunluydu diyor Kabbâni. Ama bunun yanı sıra gerçek bir kafir varsa ortada yoksulluk kafirdi, açlık kafirdi, hastalık kafirdi diye ekliyor. Aynı sonuçları çıkarmak için aynı acıları yaşamaya gerek var mı?"

Ankara Beyrut olursa...

"Yıl 1987 ya da 1988'di diye hatırlıyorum" diye başlıyor söze Yusuf Şaylan. 

"O zamanlar Ankara polisi epey gaddarlık hatta zalimlik yapıyordu devrimcilere. 1980 darbesi olmuş ama sosyalistler de yeniden toparlanıyor, dört bir yanda yeniden dergiler çıkmaya başlıyordu" diyor. 

"O zamanlar Ankara'da matbaalarda sosyalist dergilerin basılmasına izin vermiyorlardı. Gidin İstanbul'da bastırın Ankara'da izin vermeyiz diyordu polisler. Aksi durumda dergiler toplatılıyor ya da gözaltına alınıyorduk. Bir gün bir polisin 'Size Ankara'yı Beyrut yaptırmayacağız' demesi beni şaşırtmıştı. Çünkü iki manaya geliyordu bu o zamanlar. İlki iç savaş ve kargaşa ama diğeri de derin entelektüel ortam ve çok farklı inanışların ve kültürel toplulukların bir arada yaşayabilmesiydi. Zaten iç savaş bu ortama yapılan bir müdahaleydi bir bakıma" diye anlatıyor bu süreci. 

Yazar, Beyrut'un sokaklarında yaşanan trajediyi anlatırken bir tarafa para babalarını koyuyor her zaman. "Beyrut'ta bankalar caddesinde işler yürüsün diye peygamberlerin çarşafları yakılıyor" diyor yazılarında.

Ama onca yaşanan acının ortasında söz dönüp dolaşıp masumlara ve çocuklara geliyor. Yusuf Şaylan kitabın son bölümlerinde bir pasajı hatırlatıyor söz buraya gelince:

"Yazar Filistin ile Lübnan'ı yıllardır aynı evi paylaşan ve geçinemeyen huysuz iki çifte benzetiyor. Ve çocukların masumiyeti söz konusu olunca 'Çocuklar, benim çocuklarım. Senin çocukların. Silah taşıyarak ölmelerini Yahudi mahallesinde hizmetçi olmalarına bin kez tercih ederim' diyor."

Şaylan burada susuyor ve parmaklarıyla kitabı dövüyor adeta. 

"Ankara'da polisin dediği belki daya iyi anlaşılıyor söz buraya gelince. Çünkü Beyrut demek direniş demek, mücadele demek, boyun eğmemek demek. Ankara Beyrut gibi olursa emekçiler hakkını da arar sonra. Patronlar bankalar caddesinde işler yürüsün diye her gün peygamber kumaşlarını yakıyorlar çünkü. Yeter ki daha çok kazansınlar diye" diyor. Şaylan'ın sesinde dinginliğe gömülü bir öfke var. 

"Bak şair bir şiirinde şöyle diyor" diye ekliyor. 

"Sorma bana sevgilim kimim ben?

Ve ölüme ve zamana meydan okumam için

Yaşıyor olduklarımı...

Ben ki nice devletler yıktım

İnsan devletin, kurmak için..."

Bu sonbahar da geçtiğimiz sene olduğu gibi hüzünle geçiyor Ortadoğu'da. Filistin'de çocuklar, Lübnan'da direnişin kahramanları toprağa düşüyor. NATO'yu ve ABD'yi arkasına alan İsrail'in yaşattığı katliamları izliyoruz. Bir yandan öfke diğer yanda Adana İncirlik üssüne dayanan mücadele ruhu var memlekette. 

"Barış mücadelesi ortalamacılık kaldırmıyor diyor yazar. Umarım bizim topraklarımız bunu anladığında geç olmaz. Geç olmaması için de bu sayfaların okurlarına da iş düşüyor biraz" diyor Yusuf Şaylan sohbetimizi tamamlarken. "Çeyizlerimi toplayayım" diyerek kitaplarını tekrar kumaştan torbaya dolduruyor. Masaya zıplayan kediyi de uyarıyor çayı dökmesin diye.

Yaşamla ölüm arasında kefenlenmiş topraklarda ölüm çok gerçek, yaşam ise hep umut vaadediyor. Nizar Kabbâni'nin dizeleri Feyruz'un şarkılarına dönüşüyor her zor zamanda. Umudu bir vesile ayağa kaldırmasını biliyor. 

Acıyı eken topraklarda umut da yeşeriyor mutlaka. Biz de haftaya yine sınır komşumuz olan bir başka ozanın öyküsüne bakacağız. 

                                                                 /././

Sergi yürümeye devam ediyor: NATO’ya ve emperyalizme karşı mücadelenin taşındığı her yere..-Fide Lale Durak, ALİ SOMEL-

                 *Kapak Resmi: Zümrüt Umakoğlu (THTM'nin "NATO'ya ve Savaşa Karşı Sergisi"nden) 

THTM’nin (Türkiye Halk Temsilciler Meclisi) çağrısıyla NATO’ya ve emperyalizme karşı İstanbul Kartal’dan başlayan yürüyüş, İzmit, Gebze, Sakarya, Eskişehir, Ankara, Konya, Ereğli, Ulukışla, Mersin ve Tarsus’un ardından İncirlik’te dün sona erdi.

Yürüyüş, ülkemizde NATO’ya karşı yürütülen uzun soluklu mücadelenin önemli bir parçasıydı. Geçtiği her ilde gerçekleştirilen etkinliklerde, eylemlerde hep aynı şeye dikkat çekildi: “NATO iddia edildiği gibi savunma yapmak için değil saldırmak için kurulmuştur ve bugün İsrail bölgedeki gücünü NATO’dan almaktadır. Bu yüzden, barış ve insanca yaşam için ilk acil görevimiz ülkemizi NATO’dan çıkarmaktır.” 

Bu söz, İncirlik sonrasında da söylenmeye devam edecek. Üstelik, en başından beri olduğu gibi farklı biçimlerde söylenecek: yazıyla, resimle, müzikle, sözlerle, eylemle, konuşarak, tartışarak ama mutlaka duyularak, görünür olarak ve örgütlenerek. Geçtiğimiz bir ay içinde de böyle yapıldı. Karikatür ve resim sergisi, önce 1 Eylül’de çevrimiçi olarak erişime açıldı. Henüz planlanan mekansal açılışı gerçekleşmeden İsrail’i korumak üzere bölgemize gelen ABD zırhlısı USS Wasp’ın İzmir limanına demirlemesi, İzmir’i serginin ilk görev yeri haline getirdi: Limanda ABD’lilere “hoş gelmediniz“ diyen yurtseverlere sergi de eşlik ederek sokakta kendisini gösterdi. Yürüyüşün başlamasından bir kaç gün önce İstanbul Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde görkemli bir açılışla NATO karşıtı sanatçıları ve izleyicileri buluşturdu. 

                                                                                                   İzmir

Eserler, yürüyüş boyunca çeşitli illeri gezdi. Yeri geldi iki ağacın arasına ip gerilerek sergilendi, yeri geldi tişörtlere basılıp eylemlerde giyildi. NATO karşıtı yürüyüş ana akım basında sansürlenirken serginin yerel basının kadrajına girmesi önemliydi.

Örneğin Eskişehir’in Anadolu Gazetesi, sergiye Eskişehir’den katılan karikatürist Mehmet Zeber’in şu sözlerine yer veriyordu: “Sergi duyurusunu öğrenince ben de katkıda bulunmak istedim. Bizlere ilkokul ve ortaokulda NATO’nun ne kadar güzel bir şey olduğunu anlatırlardı. Tabi o yaşlarda biz emperyalizm nedir, silahlanma nedir sorularına pek aklımız ermiyordu. NATO, ne yazık ki Türkiye'nin üyesi olduğu bir kuruluş.  Ben de onu görsel olarak ifade etmek istedim. Biraz metafor yaparak, akbaba ile barış güvercinini bir araya getirdim. Barış güvercinine bürünmüş bir akbabayı çizdim.”

Öte yandan sergi, Ankara, Mersin gibi uğradığı kentlerde yeni sanatçılar ve yeni eserleri de bünyesine katarak zenginleşti.

                                                                                       İzmit

Yürüyüşçüler, serginin her durağında sanatın etkisini gözlemleme şansı buldular. İlk durak olan İzmit’te sergi, liselisinden öğretmenine, inşaat işçisinden mühendisine birçok insanda merak uyandırdı. Eserlerin fotoğraflarını, videolarını çeken İzmitlilerin sergiyi beğendikleri gözlerindenokunuyordu.

                                                                                                 Eskişehir

Yürüyüşün alkışlarla karşılandığı Konya sokaklarında açılan sergi, kolluk kuvvetlerinin yoğun kuşatmasına rağmen ilgiyle karşılandı. Tarsus Yarenlik alanında ise zaman zaman gençlerin karikatürlerin karşısına geçip ellerindeki kağıt ve kalemle çizimlerinin kopyasını çizme çabaları dikkat çekti. Özellikle kadınların ilgilendiği sergide halkın hem NATO’nun bir terör örgütü olduğuna dair bilinç hem de Filistin’de devam eden soykırımın sorumlusunun NATO olduğu konusunda uyanıklık hissediliyordu.

                                                                                                    Konya

Bir sanat işinde, doğru sözün nasıl ya da hangi biçimle daha iyi söylenmesi önemli olduğunda ortaya çıkması beklenen şey oldu; kolektif olarak alınmaya çalışılan sonuç önemsendi. Kimsenin katkısı, yaratıcılığı önemsizleşmeden ve kimse kahramanlaşmadan siyasal bir estetikle buluşuldu.

                                                     Tarsus

Liberalizmin sanatı sadece metaya ve sanatçıyı da daha fazla kâr getirmesi gereken metaları üreten kişilere indirgediği bir dünyada, bu duruş çölde vaha etkisi yarattı ve kısa zamanda beklenenden fazla sanatçının katılımıyla sergi gerçekleşti. Elbette bu bir ilk adımdı ve daha hazırlık sürecinde seneye daha iyi bir serginin nasıl olabileceği tartışılmaya başlandı.

                                                                                  Adana

Serginin düzenleme komitesi de aynı kolektif bakışla çalışarak hem eserlerini verdiler hem de THTM’nin çağrısının getirdiği sorumluluk ile hareket ettiler. Bu yazıya, serginin düzenleme komitesinde yer alan karikatürist Canol Kocagöz ve ressam İrfan Ertel’i de konuk ederek serginin ardından bir değerlendirme yapmak ve olası gelecek planları üzerine konuşmak istiyoruz.

Sergiye yurtdışı da dahil olmak üzere yoğun bir katılım oldu ve bu katılım başvuru tarihi bittikten sonra da devam etti. Sanatçıların gösterdiği bu ilginin sebebi sizce neydi ?

Canol Kocagöz: THTM‘nin, ressam ve karikatürcü dostlarımıza 1 Eylül 2024 Dünya Barış Gününde açmayı planladığı NATO’ya ve savaşa karşı sergi daveti, Ağustos ayının başında bir çağrı ile yapıldı. Çağrıya 61 sanatçı zamanında cevap vererek serginin 1 Eylül’de 125 eserle açılmasını sağladılar. Sergiye katılım son günün ardından da devam etti ve şu anda 74 sanatçı ve 136 eser var. Hatta daha sonra da sanatçılar serginin gittiği kentlerde ve devamındaki açılışlara, etkinliklere katılarak sanatsal, artistik ve politik bir serginin nasıl yaratılacağını gösterdiler. Tüm katılımcı arkadaşlarıma, dostlarıma ve bizlere sanatın kitle eylemlerinde nasıl bir yol izleyebileceğini gösterdikleri için teşekkürü bir borç bilirim. Herhalde Türkiye’ de NATO ve savaş karşıtı eylemlerde sanatın kamusal alanda böyle kullanılması fikri bir ilkti. Bunu da katılımcı ressam ve çizer arkadaşlarımız yarattı. Ayrıca emperyalizmle mücadelede bizleri yalnız bırakmayan dış dünyadan Çin, KKTC, Rusya’dan meslektaşlarımızda eserleri ile bizimleydi.

Arkadaşlarımın gösterdiği bu ilginin sebebi neydi sorusunun cevabı ise kısaca yıllardır resim ve karikatür dünyasında emperyalizme karşı yürüttükleri barış mücadelesini tıkanan politik alandaki tepkiye fırsatını buldukları anda fırça ve çizgileriyle cevaplarını verdiler. Bu eserler de sergimize yansıdı.

Plastik sanatların bir alanındaki bu tepki, ayni zamanda diğer sanat alanları, müzik – sahne sanatları – yazın – tasarım ve disiplinler arası sanat insanlarına da bir mesaj olacağına inanıyorum.

                                                          Canol Kocagöz, İzmir sergisi.

İrfan Ertel: Bu sergi sadece bir sanatsal etkinlik değildi. Çok önemli bir politik eylemin parçası olmak gibi işlev de üstlenmişti. Sanatçılar üstünde ağır bir biçimde birikmiş olan NATO ve savaş karşıtlığı için sanatçılara kendini ifade etme ve karşı duruş olanağı sağlamaktaydı. Bunu fark eden her sanatçının katılmak istemesi çok doğal bence.

Birden fazla şehirde aynı anda sergileme ve gezici sergi biçimi alışık olduğumuzdan biraz farklı. Ayni zamanda sergi siyasi bir eylemle de bağdaşık. Sizce bu durum seyirciler, katılan sanatçılar ve genel olarak sanat ortamı açısından ne anlam ifade etti?

Canol Kocagöz: Evet, ABD’nin İsrail’i korumakla görevli savaş gemisi USS Wasp serginin açıldığı gün olan 1 Eylül Dünya Barış Gününde İzmir limanına demirledi. Sergimiz orada da savaş gemisinin mürettebatını İzmir limanına çıkarmamaya kararlı nöbet tutan barış mücadelesi yürüten arkadaşımızın yanında yerini aldı. Bu da bu serginin ilkleri arasındaydı. 1 Eylül de İstanbul Nâzım Hikmet Kültür Merkezin’de açılan, yoğun ilgiyle karşılanan sergimiz diğer sanat alanlarına aynı zamanda çağrı anlamındaydı. Yürüyüş boyunca eserlerin bazıları tişörtlerde yol buyunca yürüyüşe eşlik etti. Galerilerde açtığımız sergiler sokakta bulunan sergimize destek anlamında sergiler olarak yer aldı.

İrfan Ertel: Eylemin ihtiyacına yönelik bir sergileme modeli geliştirilmesi çok yaratıcı oldu. Bazen böyle alışılmışın dışına çıkılması sanatsal eylemi daha etkin kılıyor. Bu işte de böyle oldu kanımca.  “Sergi eyleme nitel anlamda katkıda bulunabilir mi?” diye düşünülmüştü. Eğer buna verilecek cevap “evet katkıda bulundu” ise ne mutlu sergiye emek veren sanatçılara. Sanatçılara ve sanatçı olmaya aday olanlara bu sergi ve yöntemi farklı bir boyut sunuyor sanıyorum. Merak ediyorum; bu düşüncem doğrulanacak mı? Gelecek sergilere katılım ve ilgi buna cevap olacak. Hep birlikte bunu göreceğiz. Bunun dışında, kendi açımdan böyle bir sergiye katkıda bulunabilme onurunu çok değerli bulmaktayım.                                                                                    İrfan Ertel, (soL arşiv)

Yeni katılımcılarla birlikte sergiler olmaya devam edecek mi? Bundan sonrası için planlarınız neler?

 Canol Kocagöz: Sergimizin en büyük özelliklerinden biri olan “Sanat sokakta” ilkesi hayatımıza değişik bir şekilde yansıdı. Hem de mücadele alanlarıyla beraber. Yollar, parklar, meydanlar, fabrikalar, direniş ve grevde bulunan işçi dostlarımızın hemen yanında ve sokakta yürüyüşte gerçekleşmesi bu serginin en büyük kazanımıdır. İstanbul, Gebze, İzmit, Sakarya Adapazarı, Eskişehir, Ankara, Konya, Ereğli, Niğde Ulukışla, Mersin, Tarsus, Adana illerinde NATO ve savaş karşıtı yürüyüşçülerle beraber taşınan sergi tişörtlerimizle de protestoyu yürüten mücadele arkadaşlarımızın yanında kamusal alanları savaş ve NATO karşıtı resimlerle, karikatürlerle donattı. KKTC’de, Çin’de, Rusya’da veya Anadolunun bazı il ve ilçelerinde çizilen eserler sergimizle birlikte bazen Ankara’da, Eskişehir’de, bazen Konya’da, bazen de Mersin’de,Tarsus’da, Adana’daydı. Her ilde açılan sergi farklı yöntem, tarzda ve tadda oldu. NATO ve savaş karşıtı sergimiz sorun devam ettiği sürece eserler çoğalarak, çeşitlenerek devam edeceğine, il il belki de ülkelerde dolaşacağına ve hatta diğer sanat alanlarının da bu sergide yerini alacağına inanıyorum. 

NATO ve savaş karşıtı sergi tüm sanat alanlarımızdaki dostlarımızı göreve çağırdığı gibi, THTM’ye de yükümlülükler verdi. Bunlar neler derseniz, kısaca aklıma gelenleri bahsedeyim. Sanat alanlarının yakıcı sorunlarının tartışılması ve örgütlenmesi. Çözümler üretilmesi. Ve sanat insanlarının mücadele içine çağrılması ile örgütlü emek ve işçi topluluklarını sanat ile içli dışlı çalışmaya çağırmak olarak sıralayabilirim.     

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi'nin, 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde ilan ettiği NATO’ya ve emperyalist savaşa karşı kampanyası, Ekim ayı boyunca yapılacak seminerler ve etkinliklerle devam edecek. Bu etkinliklere serginin de eşlik etmesi ya da farklı yerelliklerde yurttaşlarla yeni mekanlarda buluşturulması söz konusu olacak. Şimdiden Antalya, Samsun gibi yürüyüş hattı dışında kalan illerde serginin düzenlenmesi için hazırlıklar yapılıyor. 

Serginin yürüyüşün ardından değerlendireceği önemli bir konu ise Filistinli sanatçıların katılımı. Sergi hazırlığı sırasında iletişime geçilen Filistinli ressam ve çizerlerin eserleriyle NATO ve savaş karşıtı sergiye özel bir katılımı gündemde. İsrail’in katliamlarının ortasında Gazze’de, Batı Şeria’da ve Filistin dışında farklı ülkelerde yaşayan Filistinli sanatçıların yaptıkları eserleri THTM ile paylaşmaları, Filistin halkının yaratıcılığıyla direnmekte kararlılığını yansıtması bakımından büyük bir değeri taşıyor. İlerleyen haftalarda bu konuyla ilgili ayrıntılar paylaşılacak.

Sanatçılara yapılan çağrının ise bir son tarihi yok. Ülkemiz NATO’dan, emperyalizmden, sergileri kendi ablukasına almış sermaye sınıfından kurtulana kadar katılımcılara açık çağrı var. Brecht’e referansla söyleyebiliriz ki, sanatın şiddeti daha büyük bir şiddeti bastırmak için kullanılmalı.                                   /././

Katilin insanlığını aramanın filmi -Asaf Güven Aksel-

"‘İnsanı anlamaya’ Bahçelievler katliamının baş sorumlularından Haluk Kırcı’yla başlamış Burak Çevik. 'Bir insan kendini nasıl gerekçelendirebilir'i görmüş ve kullanmış."

                                                             Burak Çevik

Sesinin rengini, yorumunu, repertuvarını ayrı bir yere koyarım Alpay’ın. Yakından izlemiyorsam da, bildiğim kadarıyla, kendini piyasada ucuzlatmayan, ağırlığını koruyan bir duruşu var, ciddi bir falsosunu görmedim sanırım, kaçırmadıysam. Belki bu nitelikli var oluşu, kendisinin “ilk sosyal mesaj içeren şarkı” dediği “Fabrika Kızı”nı, sonradan birçok yorumcu ve grupça yeniden işlense de, Alpay’a “zimmetli” kıldı, ona yakıştı. 

Denilir ki, söz yazarı ve besteci Bora Ayanoğlu, 1969 yılında bir gazetede Cibali Tütün Fabrikası’nda çalışan kadın işçilerin fotoğrafını görünce çok etkilenir ve “Gün doğarken her sabah / Bir kız geçer kapımdan” diye başlayan sözleri yazıp besteler… Alpay 1970’te parçayı 45’lik plak olarak (yeni nesil şimdi ‘single’ mı diyor?) kaydedip piyasaya sürdükten hemen sonra, o esin kaynağı fotoğraftaki kadınların da ete kemiğe bürünüp öne fırladığı 15-16 Haziran büyük işçi direnişi sarsar ülkeyi. Şarkı dillerdedir ve plak satış rekorları kırar.

Bora Ayanoğlu, eleştirmenlerin “proleter sınıfın Türkçe pop’a ilk girişi” olarak değerlendirdiği parçanın “sosyalizm temalı” olduğunu ifade ederse de, daha o zamandan dile getirildiği gibi, “fabrika kızı”nın aslında en olumlu yönüne, işgücü olarak üretimde yer almasına, emeğin yoruculuğu ve yaşam kısıtlayıcılığı üzerinden hayıflanıp, kendi evinde yün örerek, içmeyen bir kocayla mutlu yaşaması gerektiği önermesine varır ki, elde kalan, üretim ilişkilerinden, sömürüden azade, çalışmak zorunda kalmış kadın işçilere üzülen, iyi niyetli ama kadını özgürleştirmeyen, üretimden koparıp  evde yol gözleyen bir konuma çeken hissiyattır.

Ancak, bütün bu haklı olarak bolca dile getirilmiş ve getirilecek eleştirilere karşın, “Fabrika Kızı”, gerek 15-16 Haziran’da oynadığı rol, gerek emekçi kadının bir ‘pop’ parçada kahraman olarak toplumsal dikkat uyandırması, genelde bu müzik akımının, özelde “güllü bülbüllü” olarak tanımlanan dönemsel temaların dışına çıkarak bir şok etkisi yaratması, peşi sıra gelecek benzer parçaların önünü açmasıyla, bizim haznemizde yer alır.

Geçenlerde aramızdan ayrılan Tomris Giritlioğlu’nun izini taşıyan, yakın dönem siyasal tarih dizileri gibi. Ana akım medyanın yayın mecrasına “iş üretme”nin gözetilmek zorunda kalınan kuralları, belirli bir mesafeden bakışın “dokümanter” düzlemde bile “nisyan”la, ya da “geçip gitmişin bilançosu”nu çıkarma kırılması sonucu “buluşturmacı”lıkla zedelense bile, en azından döneme uyandırdığı ilgiyle, karakterlere dokunabilme olanağı sunmasıyla, iyi niyetle ve olumlu işlevle, aynı haznede görülebilir.

Bunlar nereden çıktı şimdi?

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin günlerdir il il süren, NATO’ya ve emperyalist savaşa karşı yürüyüşü, bu satırlar yazılırken hedefe, Adana’ya, İncirlik Üssü’ne varmıştı ve sosyalistlerin sözü kürsü almıştı. Memlekete sahip çıkmak…

Bu yolculuğun son örnek olduğu zaman dilimini düşünürken, şiirde “çok uzaklardan geliyoruz” diye tariflenen, mücadele tarihinin sürekliliğini, her badireye, daralmalara, dolambaçlara karşı koyarak kesintisizliğini sağlayan muazzam iradeyle heyecanlıyken bir ileti düştü önüme. 

Burak Çevik adlı bir yönetmenin “Hiçbir Şey Yerinde Değil” adlı filmi Adana Altın Koza Film Festivali'nde finale kalmıştı da, kendisiyle bir röportaj yapılmıştı. Tam da bir tarihin seyrindeyken, oradan bir parçaydı düşen: Bahçelievler Katliamı’ydı konusu. Türkiye İşçi Partisi üyesi yedi gencin ölümüyle sonuçlanan faşist katliam yani.

Röportajın yayın mecrası netameliydi ama, konu meraklandırıcıydı. Ta ki, yönetmenin “filmin teması politik ama, bu bir siyasi film diye düşünmedim, insanı anlama üzerine bir film” dediği daha girizgâh bölüme kadar. “Benim peşinde olduğum soru, bir insanın inandığı şey uğruna bir insanı öldürmesi ve bir insanın inandığı şey uğruna ölmesi meselesi. Bu biraz kendime dönüp bakmakla da alakalı. Her filmimle birlikte kendime dönüp baktığımda şunu fark ediyorum: Hayatta hiçbir şeye dair böyle bir adanmışlık hissetmiyorum, bu derece bir inanmışlığa sahip değilim. Bu da meseleyi insanın anlamadığım bir tarafıyla ilgili hale geliyor: Bir insanla bir katili ayıran sınır nedir?”

“İnsanı anlamak” önemli bir tema kuşkusuz. Bir başka insanı öldürebilmenin adanmışlıkla bağı nedir de ciddi bir soru. Denilebilir ki, film vizyona bir girsin de bakalım nasıl işlemiş bu “sorunsal”ları… Girdiğinde de bakarız tabii…

Belki röportajdaki ifadeler soru işaretleri doğursa da, gene de öldürülen gençlere bir saygı duruşu iyi niyeti de taşıyor olabilirdi, değil mi?

“Fabrika Kızı”ndan Tomris Giritlioğlu izi taşıyan dizilere hâkim olan iyi niyet, içerikteki sorunlara karşın önemliydi ve işlevseldi konusu oradan türedi.  Ama aynı yanıtı, daha ortada olmasa da, bu film için veremeyeceğimiz açık. Bu önemli mi? “İyi niyetli”ler dahil, tarihimizin, düşenlerin, yitirdiklerimizin bir uğursuz prizmada kırılarak yansıtılmasıyla karardığı nice örnekten biri daha deyip geçemez miyiz?

İncirlik’te kürsü kurulan, aynı zamanda benim bir daha yaşlandığım gün olmasaydı, belki. Ama artık yetti!

“İnsanı anlamaya” bu katliamın baş sorumlularından Haluk Kırcı’yla başlamış Burak Çevik, kendisini dinlemiş. “Bir insan kendini nasıl gerekçelendirebilir”i görmüş ve kullanmış. Ha, çeşitli sol fraksiyonlardan birkaç isimle ve Alpaslan Türkeş’in bir yakınıyla da istişareleri olmuş. Veee, Tanıl Bora da senaryo danışmanıymış…

Yönetmene göre “adanmışlık”, insanı katile dönüştürebilen bir lanetlenmişlik haliyken, bize göre, Kırcı ile yedi genç ertesi sabah birbirine dönüşebilirdi tezindeki “kötü niyet” liberal bakışla lanetlenmişliktir.

                                                        Burak Çevik

Ölümlerin rastgeleliğiyle, kahramanlaştırılmalara karşı koyanlar, kendilerini değişime bırakan pişmanlar görmüş. “Bir şeyi hatırlamakla hayatlarına devam etme konusunda bir korelasyon var. Mesela görüştüğüm solcuların çoğunun WhatsApp fotoğrafında kederli yüzler vardı, sağcılarsa kedileri köpekleriyle mutlu bir şekilde sayfiyede gülümsüyorlardı”…

Bunları “araştırırken”, devlete hiç rastlamamış yönetmen. Yani politik ama kurulu düzenin dahli olmayan bir çatışma ortamı. Her an katil olacak “adanmış”ların, insan muamması olarak dövüşmesi.

Mecrasına rağmen, röportajı yapanın, röportaj yapılanı bir politik düzlem sorgusuna çekmeye çalışması ilginçti. Başaramaması ise hiç değildi. Sonuçta çok somut bir olayı işlese de, bu bir kurmacaydı! “Doküdrama” olarak bakılamayacağından, her şey yer almazdı ve yönetmen 7 Ekim 1978 gecesini istediği gibi süzgeçten geçirebilir, yeniden kurabilirdi. Ölen ve öldürenlerin sayısı, cinayet yöntemleri bile kendi versiyonu olacaktı.

                                                           Filmden bir kare

Filmin adı, “Hiçbir Şey Yerinde Değil”, okuduğu bir kitaptaki, yerinden sürülmüş bir insanın tekrar mahallesine döndüğünde söylediği sözden etkilenilerek konulmuş. Belleğinde diri olan her şey orada ama yerinde değil… Yönetmen “dolaylı bir isim” diyor ama, belli ki ne belleğimizdeki her şeyi bulacağız, ne de olanlar yerinde olacak… Çünkü izleyeceğimiz şey, yönetmenin kendine ürettiği bir bellek…

Denilebilir ki, film vizyona bir girsin de bakalım… Bakarız…

En küçük bir pişmanlığı olmayan, kahramanlaştırılan, “katliama değil cezalandırmaya gittik” arsızlığındaki Haluk Kırcı’nın, reisleri Çatlı’ların, Yazıcıoğlu’ların bugün aktif siyasettekilerin “adanmış insan”lık sorunlarını, silahsız bir evde alçakça katledilen ama yönetmene sorarsanız “her an Kırcı olabilecek” öğrenciler üzerinden keşfe çıkma saygısızlığı mı, çirkinliği mi, ne diyelim?

Bilmem, ama bir fotoğrafla duygulanarak yapılan “Fabrika Kızı”nın, gerçekten sosyalizm temalıları, yakın tarihimizin denge aramasız, çekincesiz aktarımları bizden gelmeliydi, O yedi gencin hikâyesi böyle bir niteliksiz eliyle Türk sinemasının bir katliamı ele alan ilk filmi değil, faşist cinayet şebekeleri ile sermaye düzeninin suç ortaklığının belgeseli olmalıydı.

Maceramız üzerindeki bu uğursuz hâkimiyet son bulmalıydı, İncirlik’teki kürsü bunu hak ediyordu. Çok uzaklardan geliyorduk biz...

                                                                    /././

Candan Baysan'ın ardından -Durmuş Tiryaki-

Adı ile mütenasip Candan ağabeyi tek kelime ile anlatmak zor. Ancak illaki kelime seçersem üç kelime aklıma geliyor: Kalender, alicenap, ekâbir.

Hemen baştan çelişkiler içinde olduğumu itiraf etmeliyim.  “Ağabey” diye hitap ederek devam edeceğim kesin; acaba onun az ama dergi sayfalarında kalan önemli makalelerini mi konu etsem yahut olduğu kadarıyla tanıklığımın resmini mi çizsem yoksa içimi dökerek veda mı etsem? En iyisi kendimi yazının akışına bırakıp bir sohbet sürdürmek.

Yalnız, izin verin; ikimiz için de çok özel değer taşıyan hocamız Yalçın Küçük’ün bir aforizmasını daima aklımda tutarak yazacağım. O da şu: “Ölenler hakkında iyi yazılmalıdır düşüncesine katılmıyorum. Bu, bir İslamik dogmadır. İkiyüzlülüğü içeriyor. İnsan ve aynı anlam gelmek üzere aydın, öldüren kendisi değilse, ölen hakkında nesnel olabilmelidir."1 Bu uyarıyı kendim için de yapıyorum, dilerim beni aşırı duygusallıktan korur.

Adı ile mütenasip Candan ağabeyi tek kelime ile anlatmak zor. Ancak illaki kelime seçersem üç kelime aklıma geliyor: Kalender, alicenap, ekâbir. Ekabirin devletin ileri gelenlerini, yüksek makam sahiplerini anlatan anlamı var ama ben burada asıl diğer anlamını, para-pul, şan-şöhret, iktidar önemsemeyen, rahatına düşkün, anlamını kast ediyorum. Öbür kelimelerin açılımlarını da eklersem, daha sahici bir portreyi canlandırmak mümkün olabilir; yüce gönüllü, iyilik sever, cömert ve sade, gösterişsiz, mütevazı…

Dolayısıyla “rahatına düşkünlüğün” konformist bir düşkünlüğü değil, aksine sade ve basit yaşam tercihini anlattığını belirtmeliyim. Zaten onu vasat üstü bir çizgiye çeken, zekası, donanımı ve birikiminden önce bu kişiliği idi. Yani bu düzende her türlü “rahatlatıcının” insanı bozan özelliğinin bilincinde olan kişiliği...

Duruşu ile çok şeyi anlatan, yardımseverliğine yetişmenin zor olduğu, kimseyi incitmemek için zarafetine suskunluğu dil yapan, yumuşak, toparlayıcı, hayata hep iyimser bakan, hiç ama hiç haksızlığa, zorbalığa, taassuba boyun eğmeyen örnek bir büyüğümdü. Konuşmayı da konuşulmayı da çok sevmeyen, uygulayıcı bir karakteri olan insandı. Kolektif davranmanın asgari koşulu; özveri, dayanışma ve paylaşmanın gösterişsiz öğretmeniydi.

İnsanı şaşırtan sürprizleri severdi, belki içindeki çocuğu böyle yaşartırdı. Hiçbir zaman davaya bağlılığında zerre tereddüte meydan vermezdi. O çocuğun hayat sevinci, bize de güç vermişti: Yıllar önce aniden çok ağır bir operasyon geçirmek durumunda kaldığında bile adeta ölümle dansa gider gibi “rahattı”. Ardından gelen ve maalesef 24.09.2024’de dönüşsüzce sonlanan 15 yıl “bizim” şansımızdı.  

Candan ağabeyi düşünürken yemek ve seyahat tutkusundan da söz etmezsem eksik olur. Aslında içindeki sergüzeşt çocuğun beslendiği tutkudur bu: Talihe bakın ki bir dönem işi gereği çok yurtdışı gezileri yaptı. Gezi, onun için dünyanın tatlarını, renklerini, halklarını tanımak bakımından başlı başına bir imkan oldu.

Öyle ki, yemek zevkini/kültürünü geliştirmek uğruna her halkın mutfağına ilgisi arttı. Takıldığımızda “atın ölümü arpadan olsun” derdi. Onun yemek sohbeti, bir iştah kamçısıydı sanki. Sokak lezzetlerini onun sayesinde keşfettim dersem, abartmış olmam. Dünyanın çeşit çeşit yemeklerini bizzat yiyerek bilmesinin yanı sıra zamanla inceleyici bir gözle ele aldığı anlaşılıyor. Nitekim “Dünya Mutfaklarının Sınıflandırılması İçin Bir Deneme”2 başlıklı hoş bir yazı kaleme aldı; mutfak dünyasını son derece gerçekçi bir şekilde tanıtır. Buna göre, kullanılan malzeme ve işleniş yönetimini soyutlayarak genelleme yapar. Etobur, otobur (sebze+meyve+tahıl); hiç işlemeden tüketme ve az ya da çok işleyerek tüketme gibi ölçütlere göre dünya mutfaklarını tarihi süreçleri, imparatorluk kültürlerini ve sosyal şartları da dikkate alarak üç ana grupta toplar. 1. Çin mutfağı (et+sebze ağırlıklı), 2. Fransız mutfağı (et+tahıl ağırlıklı), 3. Anadolu mutfağı (sebze+tahıl ağırlıklı). Göçer hayat nedeniyle yiyeceği yiyeceğin içinde saklama diyalektiğini kullanan Anadolu mutfağının en dengeli ve en lezzetli olduğunu kaydettikten sonra ilk tahıl tarımının -bezelye-, ilk meyvenin -elma- Kafkasların devamında Anadolu coğrafyasında yetiştirildiğini not eder. Farkı vurgulamak için yoğurt, tulum peyniri, etli börek, puf böreği, tas kebap, hamur tatlıları, incir tatlısı, dolmalar, hamsili pilav, tavuk göğsü, mumbar dolması, un sarması, içli köfte, kavurma gibi yiyecekleri örnek verir. Mutfaklara baharatı ve sosu sokanın Hint ve Slav halkları olduğuna işaret eder. 

Candan ağabeyi “manevi evladı” kabul eden Hoca’yı anmadan bu yazı tamamlanamaz. Hoca ona bizden önce görevini yapmıştı: Daha unutulmazını tekrarlayacağından eminim ama şu an yoksun olduğu için kendime vazife bildim.  

1990 yılı mart ayında yedi aya yakın takma isimle üstelendiğim Toplumsal Kurtuluş Dergisi genel yayın yönetmenliğini Candan ağabeyime devrettiğimiz 30. sayıda, Hoca’mızın bir başyazısı yayımlanmıştı. Hoca’mızın can-dostlarına dahi devrimci mücadeleye yaptığı iş/katkı düzleminden bakarak Candan ağabeyimizin seçkin kişiliğini belgeleyen bu özlü yazısını aşağıda sunuyorum.    

“Candan Baysan 1967 yılında ODTÜ İdari İlimler Fakültesini bitirdi. Akademik standartları yüksekti, benim de öğretim üyesi olduğum Ekonomi ve İstatistik Bölümü’ne asistan olarak girdi. Derhal Amerika Birleşik Devletleri'ne John Hopkins Üniversitesi’ne yüksek lisans çalışmaları için gönderildi.

Türkiye İşçi Partisi’nin yükseldiği dönemde üniversiteye girdi. (1968 TİP Merkez Bilim ve Araştırma Kurulu üyesi oldu) Bu dönem ODTÜ, SBF ile birlikte, solculuğun kalesiydi. Ancak Candan mezun olurken üniversite gençliği arasında ibre TİP’ten Doğan Avcıoğlu ile Mihri Belli'nin başını çektiği Milli Demokratik Devrim Partisi’ne kayıyordu. Bana, Türkiye'ye ya da İngiltere'ye yazdığı mektuplarda ibrenin hareketini görüyordum.

Yetmişli yılların ortasında Türkiye'ye döndü. Artık akademik kariyerden uzaklaşıyordu. Benim yönetimimde çıkan Yürüyüş dergisine katıldı ve Metin Çulhaoğlu, Mehmet Aközer ile birlikte Yürüyüş’ün en büyük yükünü taşıdı. DİSK’e bağlı Sosyal-İş’te eğitim uzmanı olarak çalışmaya başladı (1978)... TİP Ankara İl Yönetim Kurulu’nda görev aldı. TİP Sosyalist İktidar ayrışımında Metin Çulhaoğlu, İlhan Akalın ve Candan Baysan merkezden ayrıldılar.

“TİP Planı” olarak bilinen “Demokratikleşme Planı”nı(n) bütün ekonometrik ve istatistik yükünü aldı. Bu plan birkaç kişi ile birlikte Candan'ın imzasını taşıyor.

Daha sonra Sosyalist İktidar dergisinin kuruluşuna katıldı. Ancak 1980 yılına doğru arkadaşlarının zoru ile aktif mücadeleden ayrılarak İslam Konferansı çerçevesinde Ankara'da kurulan kısa adı “İslam Merkezi" olan İslam Ülkeleri İstatistik Ekonomik ve Sosyal Araştırma ve Eğitim Merkezi’ne geçti. Bu uluslararası kuruluş niteliğindeki merkezde başkan yardımcılığı ve İstatistik Bölümü başkanlığı yaptı.

Ekin’in daha sonra Ekin Bilar’ın kurucuları arasında yer aldı ve en büyük maddi katkıyı yaptı. Öğretim Üyeleri Derneği'nin kurucusu ve Dönem Yayıncılık A.Ş'nin kurucu hissedarı oldu. Kuruluşundan itibaren Toplumsal Kurtuluş’a başta maddi olmak üzere en fazla katkıda bulunanlardan birisiydi. İlk zamanlarda (Toplumsal) Kurtuluş'u en çok Bilgesu Erenus, Erhan Tezgör ve Candan Baysan finanse ettiler. Şimdi diğer bütün uğraşlarını bıraktı, Toplumsal Kurtuluş’un Genel Yayın Yönetmenliğini üstleniyor. (…)

Cömert, affedici, hoşgörülü herkeste beğenecek yanı bulmada üstün uzmanlığıyla Candan'ın bürolarımızdaki yoldaşlık ruhunu arttırmasını ve geçmiş kırgınlıklara merhem sürmesini diliyorum.”3

Bitiriyorum. 1978’de Yalçın Hoca’nın önderliğinde Sosyalist İktidar yoldaşlığı ile başlayan dostluğumuz Toplumsal Kurtuluş’un emektarlığında pekişerek, Adapa Yayınevi'nde kurucu ortaklığa dönüşerek bu günlere kadar aksamadan geldi. Geçerken, üzerinde ayrıca durmayı bekleyen Adapa günlerimiz için kısaca değinmiş olayım; ortaklarım Toplumsal Kurtuluş’un ilk yazı işleri müdürü sevgili arkadaşım Servet ve kıymetli Candan ağabeyimle, ikisi de sonsuzluğa göçtü, özellikle Candan ağabeyle zamanı kendine uydurmaya çalışmasından başka bir uyuşmazlığımız olmadı. Azala azala geldik ama Hocamızı da hiç yalnız bırakmamayı bir vefadan öte, sosyalist mücadelemizin sorumluluğu bildik.

Ankara’da şimdi benim için yeri doldurulamaz bir boşluk içindeyim.

Yoldaşlığını, dostluğunu hayatımın en narin değeri olarak saklayacağım.

Candan ağabey dostluğuna sadece sevgisini, neşesini, erdemini değil, özlediğimiz dünyanın değerlerini de taşırdı. Sen “yeni insan”a somut bir modeldin.    

Sağ ol Candan ağabey!

Seni çok özleyeceğim.                            /././

                                                  soL - GÜNDEM

Bahçelievler katliamcılarını 'anlamaya çalışan' filme Altın Koza'da 'en iyi yönetmen' ödülü

Altın Koza'da dün Bahçelievler Katliamı'nı anlatan 'Hiçbir Şey Yerinde Değil'in yönetmeni Burak Çevik ödül aldı. Film de yönetmen de eleştirilerin odağında.

Ankara'nın Bahçelievler semtinde bulunan 15. sokaktaki 56 numaralı apartmana gelen ülkücüler, TİP'li gençleri vahşice katletti.

8 Ekim 1978’de 7 devrimciyi katleden katiller yıllarca bu düzen tarafından kollandı, sonunda AKP eliyle serbest bırakıldı. Faillerin korunup kollanması ve almaları gereken cezaları almamaları sebebiyle hâlâ kamuoyunda açık bir yara 7 TİP’li öğrencinin öldürülmesi.

Yönetmen Burak Çevik, “Hiçbir Şey Yerinde Değil”de 7 Ekim’i 8 Ekim’e bağlayan o geceyi sinema perdesine yansıttı. Film şimdiden hem konu hem ele alışı hem de film sürecinde görüştüğü kişiler sebebiyle tartışma konusu.  Tartışmaların odağındaki film festivalde ödülle de buluştu. Dün akşam düzenlenen 31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali'nde En İyi Yönetmen Ödülü'nü 'Hiçbir Şey Yerinde Değil' filmiyle Burak Çevik aldı.

-------------------------------------

Katiller kimdi?

Katliamın planyacısı Abdullah Çatlı idi. Firari Çatlı 3 Kasım 1996’da karşımıza Susurluk kazasında çıktı. 

Sayısız cinayet işleyen ve Bahçelievler katillerinden olan Haluk Kırcı defalarca yakalandı, “yanlışlıkla” tahliye edildi sonra yeniden yakalandı ama firar etti. Bu döndü 2005 yılında girdiği cezaevinden 2010 yılında çıkmasıyla son buldu. Kırcı tahliyesinden 10 yıl sonra Haber Global’de çıktığı programda katliamla ilgili şunları söyledi:

Jülide Ateş: "Katliamı neden gerçekleştirdiniz?"

Haluk Kırcı: "Katliam katliam denilip geçiliyor. Sanki başka katliam olmadı Türkiye'de. Hep Bahçelievler ön plana çıkarıldı. Bahçelievler katliam değildir. Biz öldürülen iki arkadaşımızın intikamı için oraya gittik.”

Bu sözlerle ilgili şikayet sonucu başlatılan soruşturma savcılığın “ifade özgürlüğü” kapsamına alması sebebiyle takipsizlikle sonuçlandı.

Katliamın bir diğer sorumlusu İbrahim Çiftçi ise serbest bırakıldıktan sonra savcı Doğan Öz'ü katletti. Ceza almadan tekrar salıverilen Çiftçi, MHP Genel Başkanlığı'na da aday oldu. 

Bahçelievler Katliamı'nın sorumlularından ve 7'şer kez idam cezasına çarptırılmış olan Bünyamin Adanalı ve Ünal Osmanağaoğlu'nun idam cezaları, idamın kaldırılmasıyla ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çevrilmişti. 

AKP'nin 2012 yılındaki 3. Yargı paketinin ardından Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesi, Adanalı ve Osmanağaoğlu hakkında cezanın infazının durdurulmasına karar verdi. 

Böylece katliamın son tutuklularını da AKP serbest bırakmış oldu. 

-----------------------------------------------------------------------------------

Çevik, Akif Kurtuluş’un senaryonun diyalog danışmanı, Tanıl Bora ve Naci Emre Boran senaryo danışmanları olduğunu açıklamıştı.

Öte yandan filmin kapanış jeneriğinde araştırma sürecinde dönemin 6 tanığı ile görüştüğü ve o kişilerin isminin geçtiğini de yine Hazal Özvarış’la yaptığı söyleşiden öğrendik. İsimler şöyle:

Adnan İslamoğulları, Akif Kurtuluş, Gürbüz Özaltınlı, Ömer Sakalsız, Ruhi Orhan ve Haluk Kırcı

Aksel:  Kırcı ile yedi genç ertesi sabah birbirine dönüşebilirdi tezindeki ‘kötü niyet’ liberal bakışla lanetlenmişliktir

“İnsanı anlamaya” bu katliamın faili Haluk Kırcı’dan başlamış olmasına soL yazarı Asaf Güven Aksel bugün kaleme aldığı köşesinde tepki gösterdi:

“‘İnsanı anlamaya’ bu katliamın baş sorumlularından Haluk Kırcı’yla başlamış Burak Çevik, kendisini dinlemiş. ‘Bir insan kendini nasıl gerekçelendirebilir’i görmüş ve kullanmış. Ha, çeşitli sol fraksiyonlardan birkaç isimle ve Alpaslan Türkeş’in bir yakınıyla da istişareleri olmuş. Veee, Tanıl Bora da senaryo danışmanıymış…

Yönetmene göre ‘adanmışlık’, insanı katile dönüştürebilen bir lanetlenmişlik haliyken, bize göre, Kırcı ile yedi genç ertesi sabah birbirine dönüşebilirdi tezindeki ‘kötü niyet’ liberal bakışla lanetlenmişliktir.”

Çevik, filmle ilgili T24’ten Hazal Özvarış’la yaptığı söyleşide “Görüştüğüm çoğu solcunun WhatsApp fotoğrafı kederli, sağcılarsa mutlu gülümsüyor” tespitinde bulunuyor. Aksel bu “tespit”e de değiniyor yazısında:

“Bunları ‘araştırırken’ devlete hiç rastlamamış yönetmen. Yani politik ama kurulu düzenin dahli olmayan bir çatışma ortamı. Her an katil olacak ‘adanmış’ların, insan muamması olarak dövüşmesi.

Mecrasına rağmen, röportajı yapanın, röportaj yapılanı bir politik düzlem sorgusuna çekmeye çalışması ilginçti. Başaramaması ise hiç değildi. Sonuçta çok somut bir olayı işlese de, bu bir kurmacaydı! ‘Doküdrama’ olarak bakılamayacağından, her şey yer almazdı ve yönetmen 7 Ekim 1978 gecesini istediği gibi süzgeçten geçirebilir, yeniden kurabilirdi. Ölen ve öldürenlerin sayısı, cinayet yöntemleri bile kendi versiyonu olacaktı.”

“Denilebilir ki, film vizyona bir girsin de bakalım… Bakarız…” diyen Aksel yazısına şöyle devam etti:

“En küçük bir pişmanlığı olmayan, kahramanlaştırılan, “katliama değil cezalandırmaya gittik” arsızlığındaki Haluk Kırcı’nın, reisleri Çatlı’ların, Yazıcıoğlu’ların bugün aktif siyasettekilerin “adanmış insan”lık sorunlarını, silahsız bir evde alçakça katledilen ama yönetmene sorarsanız “her an Kırcı olabilecek” öğrenciler üzerinden keşfe çıkma saygısızlığı mı, çirkinliği mi, ne diyelim?”

Adana Büyükşehir Belediyesince bu yıl 31'incisi düzenlenen Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali'nin Büyük Ödül Töreni Çukurova Üniversitesi Kongre Merkezi'nde gerçekleştirildi. Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması'nda "En İyi Yönetmen" ödülüne, "Hiçbir şey yerinde değil" filmi yönetmeni Burak Çevik (sol) layık görüldü. (Fotoğraf: AA)

Özyurt: ‘Hiçbir Şey Yerinde Değil’ bu sorumluluğun üstesinde gelememiş bir film

Filmle ilgili eleştiri yazısı1 yazan bir diğer isim 10haber’den Okan Özyurt.

Özyurt, filmin hem yaşanan gerçekliği manipüle ettiğini hem de seyirciyi Haluk Kırcı’yla empatiye zorladığı görüşünde.

T24’teki söyleşide2 her şeyi açık açık anlatmasına karşın filmin katliamı konu edindiğinin açık edilmediğini dile getiren Özyurt  filmde ve film sonrasındaki söyleşide adıyla katliamı anmadığını tespit ediyor.

Çevik gerçeğin farklı şekilde ortaya konmasına karşı yükselecek itirazlara gerekçesini, kurmaca bir hikaye anlatmış olmasıyla açıklamış.

Özyurt, “Böylesi bir açık yaranın sinemada tekrar üretilirken de sorumluluğu var, en azından tarihe, öldürülen kişilerin anısına ve yakınlarına karşı. Kurmaca bir hikaye anlatılıyor olsa bile. ‘Hiçbir Şey Yerinde Değil’ bu sorumluluğun üstesinde gelememiş bir film. Şahsen seyirci olarak işkence ve öldürülme sahnelerinin canlandırılması da fazla saygısızca geldi bana” görüşünde.

Notlarının arasında, film sonrasındaki söyleşide Kırcın meselesiyle ilgili sordukları soruya ve cevaba da değiniyor:

“Biraz da zorla sesimizi duyurarak, jenerikte katkıda bulunanlarda adı geçen Haluk Kırcı’ya dair soru sorma imkanı bulduk. Çevik, Kırcı ile görüşmüş. Detaylarını açıklamadı. Gerçek olayın faili kamuoyu önünde bile hala bu katliamı savunurken dönemi anlamaya çalışan bir filme nasıl bir katkı sunabilir anlamak zor!”

                                                              ***

Bu da 'Gazze dayanışması': Baykar'la İsrailli silah şirketi sponsorlukta ortak oldu

*Kapak Fotoğrafı: NATO standartlarında silah üreten İsrail merkezli AS Holdings ve bağlı kuruluşu Ari Arms ile Azerbaycan Savunma Sanayi Bakanlığı’na bağlı devlet şirketi Azersilah fuarda mutabakat zaptı imzaladı.

Daha önce Türkiye'de savaş uçaklarının modernizasyonunu yapan İsrailli silah şirketi, bu defa "yerli ve milli" Baykar'la birlikte bir fuara "altın sponsor" oldu.

Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de 5’incisi düzenlenen ADEX silah fuarına 38 ülkeden 270 şirket katıldı. Türkiye 55 firmayla fuara en yüksek katılım gösteren ülkeydi. Ancak daha çok dikkat çekense sponsorlar listesi oldu.

Fuarın ana sponsorluğunu İsrail Havacılık ve Uzay Sanayii (IAI), Baykar ve Katarlı silah firması Barzan Holdings üstlendi.

Baykar, AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın damadı Selçuk Bayraktar'a ait. IAI ise 7 Ekim’den bu yana Gazze’yi abluka altına alarak on binlerce Filistinliyi katleden İsrail ordusuna uçak ve silah üretiyor. İki firma sponsorlukta ortaklaştı.

Global Defence Insight'ın paylaşımı da bu ortaklığı doğruladı.

İşbirliği yeni değil 

Israel Aerospace Industries (IAI) silah şirketinin Türk Silahlı Kuvvetleri ve savunma sanayisiyle ilişkisi biliniyor. Geçmişte insansız hava aracı satın alınan, savaş uçaklarının modernizasyonu yaptırılan bu firmayla bugün işbirliği yapılıp yapılmadığı açıklanmıyor.

SIPRI verilerine göre İsrail, Azerbaycan'ın silah ithalatının yüzde 69'unu sağlıyor. Bu

 alandaki işbirliği sadece ithalatla sınırlı da kalmıyor. İsrailli Meteor Aerospace firması,

 Azeri firma Caspian Shipbuilding Company ile yaptıkları işbirliğini açıklarken

 Azerbaycan donanması için insansız hücumbot yapılacağını da duyurmuştu.

 Türkiye'de de bir dönem savaş uçakları modernizasyonu yapmış olan 

Israel Aerospace Industries  (IAI) firması da bu ortaklığa füze güdüm sistemleri ve 

radar  alanında destek vermişti. 

'Her şeyi özetliyor'

Ortak sponsorluğa tepki Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri Kemal Okuyan'dan geldi. Baykar'ın halka "yerli ve milli" denilerek sunulduğunu hatırlatan Okuyan, İsrailli şirketle birlikte sponsorluğu "Gazze dayanışması!" olarak değerlendirdi.

Okuyan'ın mesajı şöyle: 

"İsrail Gazze ve Lübnan’da katliamlar yapar, bütün dünyaya Netenyahu’nun kirli ağzıyla meydan okurken, Azerbaycan’da düzenlenen ADEX silah fuarına “yerli ve milli” Baykar’ın İsrail şirketleriyle birlikte sponsor olması her şeyi özetliyor. Bu fotoğraf da Gazze dayanışması!"

Şirketin çıkarları dış politikaya yön verebiliyor 

Dışişleri Bakanlığı'nın ihracatçılığına, Anadolu Ajansı ve TRT'nin reklamcılığına soyunduğu Baykar, Türkiye'de savunma sanayiinin neredeyse tek özel şirketi gibi lanse ediliyor.

Baykar'a verilen desteğin temelinde "yerli ve milli" olduğu iddiası yatıyor. Oysa 1970'li yıllarda "milli bir askerî sanayi" oluşturma hedefiyle Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı ve Savunma Sanayii Destekleme Fonu kurulmuştu. Bunların bünyesindeyse ASELSAN, HAVELSAN, TUSAŞ, İŞBİR, ROKETSAN, TAİ gibi şirketler kuruldu. Bu kurumlar faaliyetlerine yarı kamu yarı özel şirket olarak devam etti. 

Özel sermayeyle kurulan Baykar ise 2000'lerin başında çıkış yaptı. Aslında TUSAŞ ve TAİ’nin halihazırda üstlendiği İHA-SİHA üretimini devraldı. 

Şirket, Sanayi Bakanlığı'nın sağladığı yatırım teşvikleri, destek ödemeleri ve vergi indirimleriyle büyüdü. Uluslararası alandaki birçok ihtilaf karşısında Türkiye'nin dış politikası üzerinde etkili rol oynadı.

Ukrayna-Rusya, Azerbaycan-Ermenistan arasındaki çatışmaların ardından gelirlerini katladı. Gelinen noktada dünyanın en büyük 100 silah ve askeri üretim yapan savaş tekeli içine girdi.

Baykar, sonuçta birilerine ait. Türkiye halkının bu şirket üzerinde hiçbir söz hakkı yok. Buna rağmen iktidar ve yandaş medya, ısrarla bu şirketi bir "ulusal gurur" öznesi haline getirmeye çalışıyor.

(soL)


 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder