30 Eylül 2024 Pazartesi

Ergin Yıldızoğlu + Mehmet Ali Güller / Cumhuriyet -30 Eylül 2024-

 

Farklı bir seçmen, yeni bir yol haritası -Ergin Yıldızoğlu-

ABD’de Clinton döneminde klasikleşmiş bir söz vardı: “Aptal, esas sorun ekonomidir.” Gerçekten de seçim dönemlerinde, eğer ekonomik koşullar iyiyse iktidardaki parti kazanıyordu, kötüyse muhalefetteki parti... Ne var ki artık birçok ülkede, giderek artan oranda seçmen bu “klasik” davranışı sergilemiyor. Kapitalizmin krizinin, “çürüme ve alçalma” döneminde karşımızda, artık farklı bir seçmen var: Yine ekonomiden yakınıyor ama oyunu, başka ölçütlere göre kullanıyor.

BELKİ DE ARTIK EKONOMİ DEĞİL!
Biden başkan adayıyken Trump ekonomik konularda açık farkla önde gidiyordu.  “Biden çekildi, Harris aday oldu, ekonomide, ekonomik programda bir değişiklik yok ama ekonomi konusunda Harris Trump’a yetişti ve geçmeye başladı. Esas sorun ekonomi değil galiba.” (The New Republic). “Harris’in ekonomik önerilerinin çoğu çalışanlardan, küçük işletmelerden yana ama o seçmenlerin çoğu hâlâ, büyük sermayeden yana önlemler öneren Trump’ı destekliyorlar.”... “Seçmen neden ekonomide kendi çıkarına önlemleri öneren politikacıyı desteklemiyor?” (The Independent)

Nihayet, New York Times’ın emektar yazarlarından Thomas Edsall (83) soruyor:  “Seçmenler, Trump hakkında artık her şeyi biliyorlar. Buna rağmen, Trump’ın başkanlığı kazanma şansı hâlâ nasıl yüksek olabiliyor? Amerikan tarihinin en kötü başkanı olarak değerlendirilmeye aday bir adama ikinci bir dönem vermemek için neden kesin bir çoğunluk oluşmadı?”

Gerçekten de ABD seçmeninde, Trump’ın ortaya çıkmasıyla katılaşan kutuplaşma her şeye rağmen değişmiyor. Dahası, birçok analist, kıl payı bir farkla sonuçlanması beklenen seçimlerin ertesinde ülkeyi sert çatışmaların, belki de şiddet içeren toplumsal sarsıntıların beklediğin düşünüyor.

NEDEN HÂLÂ TRUMP?
Bu soruya cevap ararken önce, Clinton döneminden bugüne kapitalizmde yaşananları kısaca anımsamak gerekir: Kosova savaşları, “İkiz Kuleler”, Afganistan, Irak savaşları, dinci terörizm, 2008 finansal krizi, uzun durgunluk, göçmen dalgası krizleri, pandemi, hızlı yoksullaşma, nihayet büyük güçler arası rekabet dünyasında yeniden gündeme gelen “Bir küresel savaş çıkar mı” sorusu. Sosyal medya algoritmaları, bu olayların yarattığı kaygı ve korkuları daha da büyütüyor. Bu koşullarda bireyler, bir taraftan güvenlik arzusuyla somut evrenselliklere (ırk, etnisite, dini cemaat) sığınmaya çalışıyorlar, diğer taraftan, çaresizliklerinin, iktidarsızlıklarının ağrılarına çare, güçlü liderleri “özdeşleşme nesneleri” olarak benimsemeye başlıyorlar.

Bu “sığınma” ve “özdeşleşme” katı kimliklerden oluşan bir seçmen kesimi   yaratıyor. Bu seçmen kesimi, karşılarındaki akımları ve önerileri, ekonomik çıkarlarına uyup uymamasına göre değil, kimliklerine ve özdeşleşme nesnelerine olan sadakatlerine uyup uymamasına göre seçiyor. Bu seçmen, “rasyonel” bir yaklaşımla, ekonomik koşullardan yakınıyor, bu kaygılarını anketlerde, hatta protesto eylemlerinde de dile getiriyor ama sandığa gittiğinde oyunu (tercihini),  özdeşleşme nesnesinin “gözü” altında, “aidiyetlerine” ve “sadakatlerine” göre kullanıyor.

Bu dinamiği ABD seçimleri sürecinde açıkça görebiliyoruz. Trump’ı bir kez özdeşleşme nesnesi olarak edinmiş, ırkçı ve dini cemaatlere, aidiyetlere sığınmış bireyler, Trump hakkında tüm öğrendiklerine karşın, “kimliklerini korumak” için ona sadakat göstermeye devam ediyorlar. Bu nedenle her şeye karşın “kemikleşmiş” bir seçmen grubu Trump’ın seçilme, seçilemezse sonuca direnme olasılığını canlı tutmaya devam ediyor.

Türkiye’ye gelince, ana muhalefet partisinin, ısrarla erken seçim istediğini görüyoruz. Doğru, 23 yıl seçmende bir yorgunluk yarattı. Ekonomide geçim sıkıntısı çok ağır. Ancak 23 yıl boyunca önemli ideolojik, kurumsal değişiklikler de oldu, yeni siyaset yapma tarzları, devlet kurumlarında, siyasi partilerde, seçmende “algısal kilitler” yerleşti.

Muhalefetin önce bu diyalektiği, seçimleri kaybederek iktidarı bırakacağı düşünülen yapının elindeki kültürel ve kurumsal olanakları, bu yeni seçmen türünün Türkiye özelindeki özelliklerini göz önüne alan bir yol haritası oluşturması gerekiyor. Böyle bir yol haritasının yokluğunda, erken seçim çağrıları bana, dikkatle oluşmuş  “düşüncelerin” değil,  salt “kanaatlerin"  ürünü fanteziler gibi geliyor.
                                                         /././

‘Çürüme’ ve ‘alçalma’ (2) -Ergin Yıldızoğlu-

Bu kez konu ABD. Tarih bize, imparatorlukların, hatta kimi zaman toplumların çöküşünün, ahlaki bozulmayla, artan eşitsizlikle ve gerici hareketlerin yükselmesiyle, gündelik yaşamda şiddetin normalleşmesiyle birlikte geldiğini gösteriyor. ABD’de filmlere konu olan (“Big Short”) finansal yatırımcı Steve Eisman’ın, Gazze krizinde yaşanan ölümlerden ve yıkımdan sevinç duyduğunu açıkça söylemesi, plütokrasinin içinde kimileri için şiddetin, hatta soykırımın kabul edilebilir bir araç haline geldiğini gösteriyor. Bu çürüme bireysel aktörlerle de sınırlı değil, daha derin bir toplumsal değişimi yansıtıyor. Şiddetin yüceltilmesi, Amerikan kültürünü giderek daha fazla etkisi altına alıyor, çatışmayı yücelten gerici hareketleri ve ideolojileri besliyor; korku ve öfke, ahlaki mutabakatların kalıntılarını daha da aşındırarak toplumsal parçalanmayı hızlandırıyor. ABD toplumu çöküşün eşiğindeki imparatorlukların tarihsel özelliklerini sergiliyor. 

GÜNEY AFRİKA MİRASI...
ABD’de de servet, bir grup milyarderin elinde aşırı şekilde yoğunlaşmışken Amerikalıların çoğu ekonomik durgunluk ve gerileme ile karşı karşıyadır. Bir zamanlar Silikon Vadisi’nin vizyonerleri olarak görülen Elon Musk ve Peter Thiel gibi isimler, şimdi çökmekte olan imparatorluklardaki oligarşileri anımsatan eşitsizliklerin müstehcen simgeleri haline gelmiştir. Musk’ın Güney Afrika’daki ırkçı (apartheid) rejimindeki geçmişi, “faşizmin” eşitsizliği nasıl meşrulaştırdığına dair ürkütücü bir hatırlatmadır. Thiel’in, apartheid’in ekonomik mantığını -zenginlik ve gücün seçkin bir azınlığa ait olduğunu- savunan, “doğal hiyerarşiler” teorisi, günümüz Amerikan plütokrasisinin egemen ideolojisini yansıtıyor, servetin en üst düzeyde yoğunlaşmasını doğallaştırıyor, buna müdahalenin ya da yeniden dağıtım arzusunun doğaya aykırı olduğunu savunuyor. Bu çevrelerde birçok kişi hükümet müdahalesinin ister sosyal refah ister ırksal adalet konusunda olsun, gereksiz hatta tehlikeli olduğunu düşünüyor. Musk, Thiel ve diğerlerinin Güney Afrika deneyimlerinin mirası, aşırı eşitsizlikleri, devlet şiddetini meşrulaştıran duyarlılıklar şimdi ABD’de faşizmi besliyor. Güney Afrikalı bilgisayar yazılımcısı Paul Furber gibi figürler, “Q Anon” gibi komplo teorileri üreterek demokratik kurumlara olan güveni yıkıyor.

Gerçekten de ABD’de son yıllarda yükselen, MAGA gibi ırkçı-faşist hareketlerin ideolojik kökleri, Güney Afrika’nın ırkçı rejimi gibi şiddet dolu dönemlere kadar uzanıyor. Örneğin, Musk’ın “Güney Afrika’da potansiyel bir beyaz soykırımı” konusunda yaptığı uyarılar, MAGA gibi hareketleri besleyen “Beyaz Amerikalılar göçmenlerin tehdidi altındadır” gibi paranoyalarını besliyor. Bu sırada Trump’ın, Yahudi seçmene yönelik  “Kazanamazsam sizi sorumlu tutacağım” tehdidi, Nazilerin, “Bizi arkadan bıçakladılar” propagandasını anımsatıyor.

LİBERAL DEMOKRASİNİN EROZYONU
Son olarak servetin aşırı yoğunlaşmasıyla, yasalar önünde eşitlik ilkesinin aşınması arasında güçlü bir ilişki göze çarpıyor. Milyarderler siyasi kampanyaları finanse eder, politika tartışmalarını şekillendirirken sıradan vatandaşların sesleri giderek daha fazla kısılıyor.

Diğer taraftan, Kuzey Carolina’dan siyah politikacı Mark Robinson gibi köleliğin geri getirilmesini (“O kadar da kötü değildi, ben de birkaç tane alırım”), kadınların oy verme hakkının olmadığı zamanlara dönmeyi arzulayan, “Ben siyah Nazi’yim” ifadeleriyle grotesk faşist görüşler öne süren figürlerin siyasi olarak yükselmesi, “çöküşün” derinliğini, gösteriyor.
 
ABD’de ahlaki çürüme, artan şiddet, aşırı ekonomik eşitsizlik ve yükselen gericilik ile işaretlenen bir varoluşsal kriz yaşanıyor. “İmparatorluğun”, hatta ülkenin çöküş eğilimi, zenginlik yoğunlaşması, siyasi yolsuzluk ve şiddetin normalleşmesiyle, gerici ideolojilerin etkisi altında, büyüyen bir uçurum içinde hız kazanıyor. ABD tarih boyunca çökmüş imparatorlukların izlediği yoldan gidiyor.

Tarih ve ABD örneği bize çürümeyi besleyen güçlere, gericiliğe karşı direnmenin, ekonomik, siyasi ve sosyal reformlarla eşitlik ve adalet umudunu yeniden canlandırmanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
                                                   /././

Değişim hızlandı ama yönü belirsiz -Ergin Yıldızoğlu-

20. yüzyıl kapanırken “Komünizm yıkıldı” dünyaya barış, demokrasi geliyor diyenler bugünlerde bir “büyük savaşın” kaçınılmaz olduğuna inanıyorlar (Wall Street Journal, 16/09/24; Ulusal Savunma Stratejisi Komisyonu- 07/2020).

O zaman, “ABD ile aynı takımda olmak için” “Washington Mutabakatını” kabul etmek gerekiyordu. “Bugün, ABD ile aynı takımda olmak, yüksek teknoloji sektörlerine yönelik hedeflenmiş korumacılık ve agresif sübvansiyonlar anlamına geliyor” (WSJ, 15/09/24)
 
“Washington Mutabakatı", ABD Hazine Bakanlığı, IMF ve Dünya Bankası’nın (sonra Dünya Ticaret Örgütü) dayattığı, serbest ticaret, deregülasyon, kısaca neoliberal ekonomi yönetimiydi; “WM”, ekonomik sorunların devletlerin piyasa müdahalelerini en aza indirerek, mal ve sermaye piyasalarının serbestleştirerek aşılacağını söylüyordu. Bu dönem, sermayenin (daha çok merkez ülkelerden egemen sermayenin) ülke sınırlarına takılmadan serbestçe dolaşabildiği bir küreselleşmenin yükselişine tanıklık etti.
 
Bugün farklı bir noktadayız. Serbest ticaret, neoliberal ekonomik yönetimi artık ABD ekonomi politikasının temel direkleri değil. ABD yönetimi bugün, piyasalara güvenmek yerine, stratejik açıdan önemli, yarı iletkenler, yeşil teknoloji ve yapay zekâ gibi alanlarda devlet müdahalesini artırmayı amaçlıyor. ABD’nin “sanayi politikalarına” yönelmesi, neoliberalizmin tükendiğine, küresel rekabetin -özellikle Çin gibi yükselen güçler karşısında- farklı bir yaklaşımı gerektirdiğine ilişkin bir anlayışı yansıtıyor.
 
Çin’in “elektrikli taşıt araçları, güneş panelleri ve diğer ileri teknolojilerle küresel piyasaları doldurması”, Batılı rakipler için karşılanması zor bir maliyet baskısı yaratıyor. Bu maliyet baskısına ABD, Biden döneminde gerçekleşen  “Chips and Science Act” ve “Inflation Reduction Act” gibi yerli endüstrileri geliştirmeyi, kritik tedarik zincirlerine olan dış bağımlılığı azaltmayı amaçlayan yasalarla cevap veriyor. Bu yasalar, ABD içindeki üretimi ve inovasyonu teşvik etmeye, devletin doğrudan yüksek teknoloji sektörlerine yatırım yapmasına, piyasaları korumak için korumacılık uygulamasına olanak veriyor. 

DEVLET KAPİTALİZMİ…
Çin’in, “devlet güdümünde kapitalizm” modeli, Çin sermayesinin, stratejik endüstrilerde küresel pazarlarda baskın olmasını kolaylaştırırken serbest piyasa politikalarına bağlı kalan Batı ekonomileri bu değişime ayak uyduramadılar. Çin’in, ABD merkezli Batı’nın küresel ekonomik siyasi üstünlüğünü tehdit ederek yükselmesi, ekonomik politikaların yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kıldı. 

Şimdi Avrupa’nın da Mario Draghi gibi isimlerin önderliğinde “ABD modelini” benimsemeye çalıştığı görülüyor. Avrupa’nın teknolojik olarak geri kaldığını düşünen bir eğilim, teknoloji sektörlerinde inovasyon ve büyümenin sağlanabilmesi için devlet desteğinin gerekli olduğunu savunuyor; ABD ve Çin’e ayak uydurmak amacıyla devlet merkezli bir endüstriyel politika öneriyor. 

Bu yeni yönelimler, karşılıklı korumacılık uygulamalarını tırmandırarak küresel ticaret ağlarını seyreltme, küresel ekonomik parçalanmayı ve silahlanma yarışını hızlandırma gibi yeni riskleri de getiriyorlar. Bu süre içinde, ABD ve Çin kendi ekonomik ve teknolojik bloklarını inşa ettikçe, diğer ülkeler de iki taraftan birini seçmeye zorlanıyorlar (Financial Times, 19/09/24). Dünya pazarında rekabet sertleşiyor, küresel ekonomik işbirliği zayıflıyor. 

Özetle, ABD yönetimi neoliberalizmin tükendiğini, daha rekabetçi ve parçalanmış bir küresel ortamda ekonomik geleceğini güvenceye almak, küresel güç dengesini korumak için teknolojik hâkimiyetin belirleyici olacağına inanıyor; yüksek teknoloji sektörlerini destekleyerek rekabet gücünü, en azından korumayı hedefliyor. Bu bağlamda, Batı ittifakı içinde “ABD ile aynı takımda olmak” daha stratejik, müdahaleci devlet politikalarını, ABD modelini benimsemeyi gerektiriyor.
 
Bu madalyonun öbür yüzünde, yükselen milliyetçilik, dinci, ırkçı fanteziler, Mussolini özentisi liderler, aniden patlak veren jeopolitik krizler, karmaşıklaşan ittifaklar var. Tarih bize tüm bunların insanlığı savaşa götürdüğünü gösteriyor. “Büyük güçler”, yine gözleri kapalı, yeni bir “büyük savaşa” doğru yürüyorlar.
                                                  /././

Erdoğan’ın Hamas-Hizbullah ayrımı -Mehmet Ali Güller-

İsrail terör örgütü, Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Haniye’den sonra Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ı da bir terörist saldırıyla öldürdü.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Hizbullah’ın H’sini ve Nasrallah’ın N’sini söylemeden, Lübnan’a başsağlığı diledi. Oysa daha birkaç hafta önce Haniye için yas ilan etmişti.

Erdoğan’ın ikisi de İsrail’e karşı direnen örgütler olan Hamas ve Hizbullah arasında neden bir ayrım yaptığı ortada: Hamas Sünni, Hizbullah Şii.

AKP’NİN PSİKOLOJİK SAVAŞI

Erdoğan’daki bu tutum, haliyle Erdoğan cephesine de yayılıyor. Örneğin AKP’ye yakın A Haber’de Em. Albay Coşkun Başbuğ, Nasrallah’ın Mossad’a çalıştığını iddia edebiliyor, Hizbullah yöneticileri için “satılmış kadro” diyebiliyor.

Başbuğ’un gerekçesi ne peki? Hizbullah, Nasrallah ve komutanları sayesinde İsrail’i cehenneme çevirmiyormuş! Çünkü Hizbullah’ın attığı füzeler havai fişek gösterisinden ibaretmiş! O zaman neden öldürülmüşler peki? Kullanım süreleri dolmuşmuş!

Albay rütbesine gelmiş biri, hepsi bir yana, Nasrallah liderliğindeki Hizbullah’ın İsrail’i 2006’da nasıl yenilgiye uğrattığını bilmiyor olamaz. Tüm bu psikolojik savaş argümanları, Erdoğancılığı, yani Sünni siyasal İslamcılığı savunabilmek  için...

Unutmadan; bu cephenin bir kesimi de Nasrallah’ın ölümünü kutlayan İdlib’de besledikleri cihatçı örgütlerdir.

MEZHEPÇİLİK VE İRAN KARŞITLIĞI

Erdoğan cephesi, TV ve gazeteleri ile aylardır İran karşıtlığı yapıyor. İran’ın neden İsrail’e savaş açmadığını, neden İsrail topraklarına sürekli füze fırlatmadığını sorguluyorlar.

Bunları sorgulayanlar, daha düne kadar İsrail’le ticareti bile savunanlar oysa! Çünkü meseleleri İsrail karşıtlığından çok, Sünni siyasal İslamcı bakışla, Şii İran’a karşı pozisyon almak!

İsrail’e mühimmat taşıyan ABD askeri uçaklarının İncirlik’i kullanmasına itiraz etmezler, İsrail’e istihbarat sağlayan Kürecik Radarı’nın kapatılmasını istemezler, İsrail’e destek için Doğu Akdeniz’e gelen ABD savaş gemisiyle tatbikat yapılmasına itiraz etmezler, İsrail’e destek için İzmir’e demirleyen ABD savaş gemisine karşı ses çıkarmazlar ama İran İsrail’i vurmuyor diye şikâyet eder, Nasrallah’ı Mossad ajanı olmakla suçlamaya kalkarlar. ABD ve İsrail’e karşı mücadele diye de zincir kahve dükkânlarını basıp insanların elindeki kahveyi dökerler.

Kısacası kahve dükkânlarındaki antisiyonist, gazete manşetlerindeki antiemperyalist maskeleri İncirlik ve Kürecik tesislerine kadardır; orada ABD’nin müttefiki olurlar!

İSRAİL ABD-İRAN SAVAŞI İSTİYOR

İsrail, ABD’yi İran’a saldırtabilmek için uğraşıyor. İran’ı önce diplomatik temsilciliğini vurarak, ardından misafiri Haniye’yi öldürerek tahrik etti. Netanyahu’nun amacı ortada: İran saldıracak, ABD İsrail’i korumak zorunda kalacak ve ABD-İran savaşı çıkacak. Tahran bu tuzağa düşmemek için ölçülü yanıt verdi.

Netanyahu bu hedefe ulaşmak için şimdi de Hizbullah’a saldırıyor. Önce Hizbullah komutanlarının çağrı cihazlarını patlattı, ardından Nasrallah’ı öldürdü. Netanyahu’nun amacı yine aynı: Hizbullah ve İran saldıracak, ABD İsrail’i korumak zorunda kalacak ve ABD-İran savaşı çıkacak.

Bunu herkes görüyor ama Sünni siyasal İslamcı iktidar, “İran neden İsrail’i vurmuyor” diye şikâyet ediyor. Netanyahu’dan sonra İran’ın saldırmasını en çok isteyen kesim durumundalar.

ÖLMEYİ GÖZE ALANLAR KAZANIR

Bölgesel savaş riskini görenler için tablo net. Örneğin Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, “İsrail’in İran ve Hizbullah’ı tahrik etmeye çalıştığını”, “İran’ın sorumlu bir davranış sergilemeye devam ettiğini”, “bunun gerekli olduğunu ve kayda geçmesi gerektiğini” belirtiyor.

ABD-İsrail-İngiltere cephesine karşı mücadele uzun soluklu ve inişli çıkışlıdır. Kimse Haniye ve Nasrallah suikastlarıyla aldanmasın: Ölmeyi göze alanlar, öldürenleri en sonunda hep yener!

                                                     /././

ABD’ye çok taviz, sıfır kazanç -Mehmet Ali Güller-

Yunan Kathimerini gazetesi günler önce şu iddiayı yazdı: “ABD, S-400’lerin İncirlik Üssü’ne konulması karşılığında Türkiye’yi F-35 programına geri almayı teklif etti.”

Günler geçti ama Ankara bu konuda herhangi bir açıklama yapmadı. Dahası Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın BM Genel Kurulu için bulunduğu New York’ta yaptığı açıklamalarda “CAATSA yaptırımlarını kaldırmaya çalıştıklarını” belirtmesi ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın “Amacımız CAATSA’dan çıkmak. Yaratıcı formüller, çözümler neler olabilir, onlar üzerinde duruyoruz” demesi bu bağlamda değerlendirildi. Zira ABD CAATSA yaptırımlarını, Türkiye’nin S-400 alması nedeniyle uyguluyor.

Baştan belirtelim: Ortada Kathimerini gazetesinin iddia ettiği gibi “S-400 İncirlik’e, Türkiye F-35 programına” pazarlığı varsa bu vahimdir, geri adımdır, baskılara boyun eğmektir.

NEO ABDÜLHAMİTÇİLİĞİN SONU
Erdoğan’ın siyaset yapma tarzını yıllardır “neo Abdülhamitçilik” diye niteliyorum. Erdoğan bölgede kendisine alan açmak için Rusya’ya işbirliği yapıyor, bu işbirliğini ABD’yle ilişkilerinde pazarlık kartı olarak kullanmaya çalışıyor ve AB’yi bu iki büyük gücün dengeleyicisi niyetine yedekte tutuyor. 
Elbette çok kutupluluk şartlarında her ülkenin önünde çok taraflı politika uygulayarak kazanç sağlama fırsatı var. Ancak iktidarın uyguladığı “dengecilik”, çok taraftan kazanç yerine, çok tarafa tavize dönüşüyor sürekli. 

Örneğin ABD S-400 aldığı için Türkiye’ye CAATSA yaptırımları uyguladı, Türkiye’yi F-35 programından çıkardı, Türkiye’nin parasını verdiği uçaklara el koydu, parasını da geri vermedi. İktidar ise ABD’nin el koyduğu 1.4 milyar doları kurtarabilmek için karşılığında F-16 alabilmeyi başarı diye pazarladı ve Finlandiya ile İsveç’in NATO’ya üyeliğini bu pazarlığın konusu yaptı. 
Sonuç? 
Finlandiya ve İsveç NATO üyesi, ABD F-16 sözünü tutmuyor  ve  Erdoğan dün yine hâlâ şöyle diyordu: “1 milyar 450 milyon dolar alacağımız var. Şimdi bu alacağımızı tahsil etme noktasında adımlarımızı atmaya devam edeceğiz.”

ABD’YLE SIFIR KAZANÇLI PAZARLIK
Anımsayalım: Aslında füze savunma sistemi ihalesini önce Çin kazanmıştı, bir yıl sonra Erdoğan iptal etti. Bu Pekin’le “güven ilişkilerini” sıkıntıya soktu ve Orta Koridor’un Kuşak ve Yol’daki ağırlığını zayıflattı. Ardından yeni ihaleyi “iki S-400 sistemi ve dört batarya” olarak Rusya kazandı. Ama iktidar ABD’nin baskısı nedeniyle sadece “bir sistem ve iki batarya” aldı. Şimdi de bunun İncirlik’te depolanmasının pazarlığının yapıldığı iddia ediliyor. 

Günlerdir Dezenformasyonla Mücadele Merkezi’nin Kathimerini’nin iddiasını yalanlamasını bekliyoruz ama sosyal medyadaki mesajlara bile pür dikkat kesilen merkez, Yunan gazetesinin iddiasına sessiz. 

ABD başkanıyla açıkça “Ver papazı, al papazı” pazarlığı yapan bir iktidarın bu konuda da pazarlık yapıyor oluşu elbette sürpriz olmaz. Umarım ABD’li papazı verip Pensilvanyalı papazı alamadıkları gibi sonuçlanmaz yine!

ABD VE RUSYA’DA TÜRKÇE KONUŞABİLMEK
İktidarın bu tutumu, iktidarın politikalarını uzun süredir olumlayan kesimlerde bile rahatsızlık yarattı. Örneğin Aydınlık gazetesi iktidarın bu tutumuna 25 Eylül’de “İşte hükümetin çıkmazı: Amerika’da Amerikanca, Rusya’da Rusça” manşetiyle, 26 Eylül’de de “Boyun eğmenin adıyaratıcı formül’  oldu”  manşetiyle tepki gösterdi. 

Tam da Erdoğan’ın neo Abdülhamitçiliği ile bunu anlatmaya çalışıyoruz yıllardır. Erdoğan başından beri Amerika’da Amerikanca, Rusya’da Rusça, Avrupa’da Almanca-Fransızca, Körfez’de Arapça konuşuyor. Bu tarzı da “çok kazanç” değil, “çok taviz” sonucunu üretiyor.

Çünkü mesele Amerika’da da Rusya’da da Avrupa’da da Körfez’de de Türkçe konuşabilmektir. Çünkü çok taraflılığı sağlıklı uygulayabilmenin şartı, bağımsızlıkçı çizgide yürümektir.
                                                   /././

Küresel düzen savaşsız değişir mi? -Mehmet Ali Güller -

Haklı olarak soruluyor: Mevcut küresel düzen II. Dünya Savaşı’yla oluştu, savaşsız değişir mi? 

Tarihte bu tür değişikliklerin büyük oranda savaşla olduğu bir gerçek. Çağımızdaki son değişim ise bir istisna: İngiltere liderliğini ABD’ye savaşsız teslim etti, daha doğrusu iki savaşla güçten düştüğü için savaşsız teslim etmek zorunda kaldı.
 
Peki ABD savaşmadan liderliğini bırakır mı?

SAVAŞSIZ ÇÖZÜM YOLLARI
Küresel Güney şu üç yolla savaşsız çözüm arıyor:
1) Kolektivizm: Çin başta Küresel Güney ülkelerinin ekonomi ve siyasi ağırlıkları oranında uluslararası örgüt ve kurumlarda temsiliyet istedikleri ortada. Ama bu Çin’in bir dünya liderliği devri istediği anlamına gelmiyor. Zaten çok kutupluluk, demokratik bir küresel yönetişimi gerektiriyor.  Uluslararası düzenin demokratikliği de ülkelerin adil temsiliyetine  dayanacaktır. Kısacası ABD’nin “tek” liderliğine karşı, çok merkezli bir düzen. İşte bu kolektivizm anlayışı, ABD’yi savaşsız çözüme zorlamaktadır.
2) BM’nin rolü: Küresel Güney ülkeleri, uluslararası düzenin adil ve demokratik dönüşümünde BM’nin merkezi bir koordinasyon rolüne işaret ediyorlar. Bu da ABD’yi savaşsız çözüme zorlayacaktır. 
3) Zamana yayma: Bu büyük küresel dönüşümün savaşsız olması için Çin’in izlediği ağır, zamana yayan, kontrollü ve dengeli yol da önemli bir faktör elbette... 

ARTIK 193 ÜYE VAR
BM’de reform çağrıları işte bu şartlarda gelişiyor. 79. BM Genel Kurulu, liderlerin reform çağrılarına sahne oldu.

Çünkü 1945 düzeni artık çalışmıyor, Soğuk Savaş bitti, ABD’nin kısa süreli tek kutuplu dünya hâkimiyeti dönemi de bitti. Artık çok kutuplu dünya döneminin başındayız. BM’nin de buna göre dönüşmesi gerekiyor. 

Daha somut söylersek: BM, 1945’te 50 ülkenin bulunduğu bir dünyada ve II. Dünya Savaşı’nın galiplerinin BM Güvenlik Konseyi’nin veto kartlı 5 daimi üyesini oluşturduğu şartlarda kuruldu. Ancak bugün BM’de 193 ülke var!

REFORM AMA NASIL?
ABD, “reformun şart olduğu” gerçeğini görüyor ve mecbur kalacağı değişimin kontrolünde olmasını, veto gücünü sürdürebilmeyi hedefliyor. O nedenle de BM Güvenlik Konseyi’nin genişlemesinde; birincisi istediği yeni ülkelerin bulunmasını, ikincisi de yeni üyelerin veto hakkının olmamasını savunuyor. 
Evet, BM’de reform şart ama nasıl? 
Artık asıl mesele bu... 
Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, ABD’nin bu “kontrollü reform” çabasına karşı uyarıyor; BM Güvenlik Konseyi’ndeki reformun “suni bir şekilde hızlandırılmaya çalışıldığına” dikkat çekiyor ve “Çin’le birlikte sürecin tehlikeli oyunlara dönüştürülmesine izin vermeyeceklerini”  belirtiyor (Sputnik, 25.9.2024)
Lavrov, daha önemlisi, BM’nin bölünmesi yerine ortak mutabakat  sağlanmasına çabaladıklarını vurguluyor.
 
REFORMDA İKİ TEMEL YOL
Sonuç olarak çok kutupluluk şartlarında BM Güvenlik Konseyi’nde reform yapılması artık kaçınılmaz. Küresel Güney ülkeleri, ağırlıklarını elbette temsiliyetlerine yansıtacaklar. 

Reformun önünde iki temel yol var: Kolektif Batı’nın BM Güvenlik Konseyi’ndeki konumunu korumaya çalışan yolu ve Küresel Güney’in BM düzenini demokratikleştirmek yani adil temsiliyeti sağlamak isteyen yolu. 
Bu ikinci yol, BM Genel Kurulu’nun yetkisinin genişletilmesine, kararlarda BM Genel Kurulu ile BM Güvenlik Konseyi arasında sıkı bir ilişki olmasına, vetoda nitelikli çoğunluk aranmasına, azınlık vetolarının işlerliğinin ancak BM Genel Kurulu’nda nitelikli çoğunluk tarafından kabulüne dayanmalıdır.

(CUMHURİYET)

                                                       



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder