Küçükçekmece’den ‘geçim’ manzaraları: Çaylar kredi kartıyla içiliyor -Şerif Karataş-
Ekonomi politikalarının olumsuz etkileri günlük yaşamın her alanında kendisini gösteriyor. Küçükçekmece’deki bir kahvehanede çay ocağına asılan yazı dikkat çekiyor: “Kredi kartı geçerlidir.”
Ataköy ile Olimpiyat metro hattındaki Bahariye durağı, İstanbul’un Küçükçekmece ilçesindeki Atatürk Mahallesi ile Mehmet Akif Mahallesi’nin de sınırı… Bir tarafta site halinde çok katlı yüksek binalar, diğer tarafta ise az katlı eski binalar var… İki mahallenin bulunduğu yer İkitelli bölgesi olarak da biliniyor. Atatürk Mahallesi’nde CHP en çok oyu alırken, CHP ile AKP’nin yarış içinde olduğu Mehmet Akif’te az da olsa AKP önde… Son dönemde iki mahallenin de gündemi ekonomi ve geçim sıkıntısı. “Memleketteki kötü gidişat nasıl değişir” sorusuna büyük çoğunluk sandığı işaret ederek yanıt veriyor. Siyasete bakışın da bir sonucu bu aslında. Zira siyaset, çoğunlukla oy vermekle sınırlı görülüyor ve bu da beklenticiliği körüklüyor. “Talepler için birleşmeli” diyenlerin, “Nasıl?” sorusuna ise tam bir yanıtı yok.
"TOPLUMDA DAYANIŞMA KALMADI"
Mehmet Akif Mahallesi’nde metro durağına yakın oto tamircisi esnaf, önce çok konuşmak istemiyor. Sonra laf lafı açarken, “Adam geldi, reklam afişlerini söktü, parası yoktu almadım, canını mı alayım?” diyor. İşler ona göre şimdi değil, son 5 yıldır kötü. 65 yaşında, evde yeğenleriyle birlikte 6 nüfusa bakıyor. “Zenginleri zengin eden bizleriz” diyor ve insanlar arasındaki dayanışmanın, birlikteliğin azalmasıyla sıkıntıların da arttığını söylüyor. “Çözüm dayanışma” diyor: “Ama zor!”
Mahallede 10 ila 25 işçinin çalıştığı merdiven altı atölyeler fazla. Ağırlıklı olarak Suriye, İran ve Özbekistan’dan mülteciler çalışıyor. Ücretler yevmiye üzerinden veriliyor. Asgari ücretin altında alan da ücretleri asgari ücreti biraz geçen de var. 15 işçinin çalıştığı bir atölye sahibiyle konuşuyoruz: “Kendi emeğimin parasını katmadan ancak döndürebiliyorum. Yoksa zor. Bazen ucu ucuna. Bazen de az da olsa kazanıyoruz.”
DÜRÜM ÇİĞ KÖFTE LÜKS OLDU!
Çiğ köfte satan kadın esnafın yanına gidiyoruz. İki çocuk annesi, eşi de belediyede şoför. Dükkanı iki yıl önce açmış. İlk yıl işlerin biraz iyi gittiğini anlatıyor: “Şimdi esnafın durumu çok kötü. Dükkana gelen müşteri dürümün fiyatının 60 lira olduğunu duyunca çoğu zaman geri dönüyor. Çiğ köfte bile lüks hale geldi.”
Okul açıldığında sadece kırtasiye için 4 bin 500 lira ödediğini anlatıyor yakınarak. Vergi can yakmaya başlamış. “Bir de” diyor: “Bankalar da pos cihazından kesintileri artırdı. Pos makinesi için de her ay ödeme yapıyorum.” Eşinin ücretinden de yüzde 40 dolayında yapılan kesintisine isyan ediyor: “Patronlar benim verdiğim oranda vergi mi veriyor!”
SEÇİM ÇARE AMA…
Minibüs caddesi üzerinde bulunan kahvehane önünde genç, orta yaşlı ve yaşlılar sigara içip sohbet ediyor. Pazar günü olmasına rağmen kahvehane kalabalık değil. Kahvehane önünde bekleyen 8 kişiyle sohbet ediyoruz. Aralarında emekli olan da var. “Ekonomik krizden nasıl çıkılır?” diye sorunca çoğunluğu erken seçimi ve CHP’yi işaret ediyor. Ekonomiyi “enkaz” diye tarif edip, iktidar değişse de düzelmeyeceğini söyleyeler de var. Halkın birlikte hareket ederek taleplerini dile getirmesi gerektiğini söyleyenler azınlıkta. Vergi adaletsizliği konusunda hemfikirler… Mülteciler konusunda ön yargılar da aylık maaş verildiği gibi kimi yanlış bilgiler de oldukça fazla.
UMUTLARI ‘İNŞALLAH’
Mahallenin işlek yerlerinden biri İnönü Caddesi. 4 esnaf ayakta sohbet ediyor. Selam verip sohbet ediyoruz. Ekonomideki kötü tabloya dair “İnşallah düzelir” temennisini dile getiriyorlar. İktidarın söylemlerine yakın cümlelerle ekonominin neden kötü gittiğini anlatmaya çalışıyorlar. “Mehmet Şimşek’ten umutluyum” diyor içlerinden biri. Aynı cadde üzerinde bir 70’li yaşlarda bir de 40’lı yaşlarında Suriyeli Türkmen mültecilerle konuşuyoruz. 15 yılı aşkındır Türkiye’deler. Ekonomik sıkıntıyı yurttaşların yaptığı harcamaya bağlıyorlar.
EMEKLİ AMA İNŞAATTA ÇALIŞIYOR
Atatürk Mahallesi’ne geçiyoruz. Büyük bir kahvehaneye giriyoruz. Boş masa sayısı fazla… Üç kişinin oyun oynadığı masaya yöneliyoruz. Yanlarında baretleri var. Mahallede yapılan TOKİ konutlarının inşaatında çalışıyorlar. Ekonominin giderek kötüye gittiğini söylüyorlar. İçlerinden biri emekli. Emekli aylığının kira ve faturaları karşılamadığını anlatıyor. Seçim isteseler de iktidar değişikliğiyle durumun hemen düzeleceğini düşünmüyorlar. Halkın birlikte hareket etmesi gerektiğini söyleseler de nasıl sorusunun yanıtını veremiyorlar. Diğer masada 4 kişi oyun oynuyor, yanlarında bir arkadaşları oturuyor. Aralarında emekliler var. Aynı yanıtı burada da alıyoruz: “Geçinemiyoruz!” Matbaa işi yapan pandemi zamanında dahi çalıştıklarını, son 1 yıldır iş için doğru düzgün aranmadığını anlatıyor. Umutları CHP’de olsa da, “enkaza” dönüşen ekonominin düzeltileceği konusunda umutlu değiller.
PAZAR GÜNÜ SEMT PAZARI BOŞ
Pazar günü kurulan semt pazarı öğlenden sonra olmasına karşın seyrek. Meyve sebze satan bir pazarcı “Bak pazarda kimse yok. Böyle devam ederse tezgah açacak esnaf kalmayacak” diyor. 5 yıldır işlerinin kötüye gittiğini söylüyor. Haldekilere borçlanarak ayakta kalmaya çalışıyor. Kızıyla alışveriş yapan yaşlı bir kadın söze giriyor: “Artık gramla alışveriş yapıyorum. Geçen yıl 500 lirayla gelirdim pazara, şimdi 1000 lira yetmiyor. Ev kira, eşim emekli ama o paraya geçim zor.” Elbise satan 40’lı yaşlarda bir erkek pazarcıyla konuşuyoruz. Ekonomideki götü gidişatın düzeleceğine pek ihtimal vermiyor.
"ENİNDE SONUNDA O KREDİYİ ÇEKMEM LAZIM"
Atatürk Mahallesi’ne bir kez de cuma akşamı gidiyoruz. Kahvehanelerin en fazla iş yaptığı günlerden biri ama boş masaların sayısı fazla. Tost 75 lira. Çay ocağında ‘Kredi kartı geçerlidir’ yazısı var. 2011’den beri kahveyi işleten genç, işlerin her geçen gün kötüye gittiğini anlatıyor. Kredi kartı işini 4 yıl önce gençleri çekmek için başlatmış. “Şimdi herkes kullanıyor” diyor. Çaycılık yapan genç ise 30’a yakın müşterisinin veresiye yazdırmak zorunda kaldığını anlatıyor. Geçim sıkıntısı kahvenin yolunu unutturmuş. Genç, “Erken seçim şart” diyor ve ekliyor: “Ama halk oy vermek dışında da tepkisini ortaya koymalı.”
"OY VERMEKLE OLMUYOR"
Yemek firmasında çalışan bir işçi giriyor söze: “Çay bile kredi kartıyla içiliyor.” Kredi kartıyla geçimini sağladığını anlatıyor. Sol görüşlü. Çevresinin ağırlıkla CHP’li olduğunu anlatıyor. CHP’nin iktidara gelmesiyle ekonomik sorunların çözüleceği sözlerine inanmıyor. Çalıştığı sektör üzerinden konuşan işçi, “Çalıştığım firmada birkaç ilde toplam bine yakın çalışan var. Benim bulunduğum yerde 8 kişiyiz. Patron işten kazandığı kârı kendine alıyor, kârın kârından ise işçilerin parasını veriyor. Ekonomik krizi bahane ediyorlar. Ama gerçek öyle değil” diyor. Patronların işçilerin bunun farkında olmamasından yararlandığını söylüyor. “Sadece oy vermekle değil, işçilerin birlikte hareket etmesi gerekir” diyor.
ÜNİVERSİTE MEZUNU AMA
Kahvehanede 4 genç oyun oynuyor. 3 tanesi çalışırken, bir tanesi iş başvurusuna yeni olumlu yanıt almış. Aksilik olmazsa işbaşı yapacak. İktidarı savunanların kullandığı “Gençler iş beğenmiyor”, “Cep telefonları var” sözlerini hatırlattığımızda gülerek yanıt veriyorlar. İş beğenmeme meselesinin ücretler ve çalışma koşulları üzerinde konuşulmamasına tepkililer. Askerliğini yapıp dönen genç, üniversite mezunu. Bölümüyle ilgili işi bulamayınca, depo işine başlamış: “Bayağı yorulacağım bir iş ama mecbur. Haftanın 6 günü… Yemek paydosuyla birlikte günde 9.5 saat çalışacağım.”
Aralarında birinin düğün hazırlığı var. Metal soğutma işinde çalışıyor. Tebessüm ederek anlatsa da durumun pek parlak olmadığının farkında. Bankaya kredi için gitmiş faizler yüksek olduğu için şimdilik vazgeçmiş: “Ama eninde sonunda o krediyi çekmem lazım.” Sosyal yaşantıları iyice daralmış. Şimdilik tek seçenekleri mahalle kahvesi. Yaşadıkları sıkıntının sorumlusunun iktidar olduğunu düşünüyorlar ve bir an önce seçimle iktidarın değişmesini istiyorlar. “Sadece oy vermek yeter mi?” sorusunu da yanıtını da daha önce hiç düşünmemişler. Hakkını arayanlara yönelik polis şiddeti ve gözaltıların halkı korkuttuğunu söylüyorlar.
MUHTAR FİLİZ ÖZDEMİR: EKONOMİ KADINLARI MAĞDUR EDİYOR
Atatürk Mahallesi Muhtarı Filiz Özdemir’in ilk dönemi. Mahallede ağırlıklı olarak Tokatlı, Doğu Anadolu ve Karadeniz bölgelerinden gelenlerin yaşadığını söylüyor. Suriyeli mültecilerin sayısı da hızla artıyormuş. Kayıtlarda 30 bin 70’i seçmen 40 bin 811 kişi gözüküyor. Ama okul için adres kaydıran, ikametgahını hâlâ köyde tutanlar ve mülteciler eklendiğinde gerçek rakamın 50 bini geçtiğini anlatıyor. Önceki muhtar döneminde 250 kişi sürekli yardım alıyormuş. Kendi döneminde de 100 kişi başvurmuş. Söz kadınlara geliyor. Çalışan kadın sayısı konusunda net bir bilgi yok. “Ama” diyor: “Çalışan kadın var ama çoğu çocuk baktıkları için çalışmıyor. Ya da geçim sıkıntısı nedeniyle günlük işlerde çalışıyor.”
Ekonomik sorunlarla birlikte kadınların eşleriyle daha fazla sorun yaşar hale geldiğini ve yaşamlarının daha ağırlaştığını anlatan Özdemir, engelli veya özel eğitim ihtiyacı olan çocukları olan kadınların da büyük sorun yaşadığını dile getiriyor. Özdemir’in dikkat çektiği bir diğer nokta ise gençler arasında giderek artan uyuşturucu kullanımı ve erken yoldan çok para kazanma hayaliyle bahis oyunları. Sayının giderek arttığını söylüyor.
"ADIM ATMAYINCA SERZENİŞ OLARAK KALIYOR"
İkitelli bölgesinde işçiler arasında talepler için çalışma yürüten tek parti Emek Partisi. Bu dönem çalışmasının merkezinde iktidarın merkezine aldığı orta vadeli programa (OVP) karşı birlikte mücadele yer alıyor. Kendisi de işçi emeklisi olan EMEP Küçükçekmece İlçe Başkanı Hüseyin Özcan bildiri dağıtımı başta olmak üzere, birçok araçla işçilere seslendiklerini dile getiriyor. İşçiler arasında siyasetin başkalarının işi olduğu, kendilerine oy verme görevinin düştüğü şeklinde bir algı olduğunu anlatan Özcan, “OVP’de olduğu gibi sorunun çözümünü başkasından bekleyen, havale eden anlayışa karşı işçinin gücünün farkına varmasını, kendi sınıf siyasetini yapmasını sağlamaya yönelik aydınlatma çalışmalarını yürütüyoruz. Çünkü AKP’ye oy veren işçilerde de bir tepki var ama sınıf temelli gerçek bir alternatifte birleşmediğinde bu bir kopuş değil serzeniş olarak kalıyor” ifadesini kullanıyor. Önce iş yerlerinde sonra da bölge genelinde talepler etrafında birleşmek gerektiğini anlatan Özcan, “Gerçek alternatif bunu yapmak için adım atmaktır” diyor.
BELEDİYEYE YARDIM TALEBİ YOKSULLUĞU ORTAYA KOYUYOR
CHP’li Küçükçekmece Belediyesine 1 Ocak ile 31 Aralık 2023 tarihleri arasında Atatürk Mahallesi’nden sosyal yardım için başvuranların sayısı 1770 oldu. İnceleme sonucunda bin 223 kişinin başvurusu kabul olurken, 439 başvuru reddedildi. Mehmet Akif Mahallesi’nden ise 2 bin 405 kişi başvuru yaptı. 1741 başvuru kabul gördü, 514 başvuru inceleme sonrası reddedildi. İki mahallede toplam 4 bin 175 başvuru yapıldı. 2 bin 964 başvuru kabul oldu, 953 başvuru reddedildi.
Atatürk Mahallesi’nden yapılan, 1 Ocak 2024 ile 7 Ekim 2024 tarihleri arasındaki başvuru sayısı bir yıl olmadan geçen yılki sayıya neredeyse yakın, 1612 kişi başvuru yaptı. 1204 başvuru kabul olurken, 193 başvuru reddedildi. Benzer durum Mehmet Akif Mahallesi için de geçerli. 2 bin 196 kişi başvuru yaptı. 1620 başvuru kabul olurken, 219 başvuru reddedildi. Yılın dolmasına 3 ay kalmasına karşın geçen yıla oranla belediyeye yapılan başvurular geçen yıla yakın olmuş. Belediyeye yapılan 3 bin 808 başvurudan 2 bin 824’ü kabul edilmiş.
MAHALLELERDEKİ SEÇİM TABLOSU
31 Mart yerel seçim sonuçlarına göre Mehmet Akif Mahallesi’nde 108 sandıkta 37 bin 80 seçmen kayıtlı. Seçime katılma oranı yüzde 78.47. Belediye başkanlığı seçimlerinde AKP 11 bin 738, CHP 11 bin 377, DEM Parti 1884 oy aldı. 2019’da CHP 12 bin 73, AKP 15 bin 423 oy almıştı. 14 Mayıs 2023 genel seçimlerinde ise sonuçlar şöyle: Milletvekilliğinde AKP 13 bin 7, CHP 6 bin 927, Yeşil Sol Parti 4 bin 329, MHP 2 bin 683, İYİP 1536, Yeniden Refah bin 456, Zafer Partisi 1031. Cumhurbaşkanlığı seçiminde ilk turda Erdoğan 18 bin 379, Kılıçdaroğlu 13 bin 926, ikinci turda Erdoğan 18 bin 513, Kılıçdaroğlu 14 bin 739 oy aldı.
Yerel seçim sonuçlarına göre Atatürk Mahallesi’nde 88 sandığa kayıtlı 30 bin 69 seçmen var. Seçime katılım oranı yüzde 77.35. Belediye başkanlığı seçiminde en çok oy alan üç parti şöyle: CHP 10 bin 634, AKP 8 bin 100, DEM Parti 1825. 2019 seçimlerinde CHP 11 bin 776, AKP 10 bin 690 oy almıştı.
14 Mayıs 2023 genel seçimlerinde, milletvekilliğinde AKP 8 bin 899, MHP 1705, Yeşil Sol Parti 4 bin 780, CHP 6 bin 668, İYİP 1334 oy aldı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda Erdoğan 12 bin 316, Kılıçdaroğlu 13 bin 828; ikinci turda Erdoğan 12 bin 403, Kılıçdaroğlu 14 bin 298 oy aldı.
/././
Eğitimden uzak, sermayenin insafında -Laçin BARIŞ-
Türkiye’de kız çocukları, Dünya Kız Çocukları Günü’nde yoksulluk, gelecek ve güvenlik kaygısıyla karşı karşıya. Kayıp çocuklar sorunu sürüyor, eğitimden koparılan kız çocukları sermayeye sunuluyor.
Türkiye’de kız çocukları 11 Ekim Dünya Kız Çocukları Günü’nü yoksulluk ve gelecek kaygısı ile karşılıyor. Fahiş enflasyon artışı ile yoksulluğun had safhaya ulaştığı Türkiye’de 0-17 yaş arası çocuklarda yoksulluk oranı yüzde 42’ye yükseldi. 12. kalkınma planı, orta vadeli program ve kamuda tasarruf paketiyle eğitimden koparılan kız çocukları ucuz iş gücü olarak sermayenin emrine sunuluyor.
Milli Eğitim Bakanlığının 2023-2024 öğretim yılı istatistiklerine göre eğitim dışı kalan çocukların sayısı yüzde 38.4 artarak 612 bin 814’e ulaştı. Yani eğitim dışındaki çocuk sayısı son üç yılın en yüksek seviyesine çıktı. Eğitim dışındaki çocukların yüzde 46.4’ü kız çocuğu.
Her 3 çocuktan biri okula aç giderken kamuda tasarruf tedbirleri doğrultusunda yeterli temizlik personeli istihdamı sağlanmadığı için okullar adeta çöplüğe dönüştü. Taşımalı eğitim sürdürülen bazı yerlerde de boş yurtlar işaret edilerek kız çocuklarının okul hakkı gasbediliyor. Örneğin Söke’deki 9 köyde taşımalı eğitim kaldırıldı. İlçe milli eğitim önünde buluşan anneler “Servisler kaldırılırsa babaları kızlarımızı okula göndermez” diyerek seslerini duyurmaya çalıştı.
"KAYGISIZ BİR HAYAT İSTİYORUM"
Yıllar önce 4+4+4 sistemi ile okuldan koparılan kız çocukları bugün Milli Eğitim Bakanlığı tarafından MESEM’lere teşvik edilerek işçileştiriliyor. Yayımladığı mesleki ve teknik eğitim politika belgesi ile devlet çocukların meslek eğitimine katılımını teşvik ederken çocuklar eğitimden koparılıp ucuz iş gücü olarak çalışmaya başlıyor.Bu kız çocuklarından biri 17 yaşındaki Rojbin. İstanbul Esenyurt’ta yaşayan Rojbin bu sene okulu bırakmak zorunda kaldı: “7 kişilik bir aileyiz ve çalışmak zorundaydım. Hem okula gitmek hem çalışmak benim için çok zor oluyordu. MESEM’e geçtim.”Kuaförde 12 saat çalışan ve karşılığında 15 bin lira ücret alan Rojbin, “Okusam bile bir geleceğim olmayacaktı” dedi. Rojbin okula devam edebilseydi avukat olmak istediğini söylüyor: “Adaletli bir sistem istiyorum. Sürekli tedirgin yaşamadığım bir ülke istiyorum. Kaygısız yaşayabileceğim bir hayat istiyorum.”İSİG’e göre 2024’ün ilk 7 ayında çocuk iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Çocuk işçiliğini meşrulaştıran MESEM’ler de defalarca kez sağlık ve güvenlik tedbirlerinin alınmamasıyla gündeme gelmişti.
ÜÇ AYDA 79 KIZ ÇOCUĞU İHMALDEN ÖLDÜ
Okuldan koparılan kız çocukları için bir diğer karanlık tablo yine zorla çocuk yaşta evlendirilerek istismara maruz kalması. 2023'te 6 bin 635 doğum, 15-19 yaş aralığındaki kız çocukları tarafından gerçekleştirildi.
Devlet ve bakanlıklarının uyguladığı evlilik kredileri teşvikleri, müftülüklere nikah kıyma yetkisi verilmesi, evlilik yaşının düşürülmesi gibi birçok sayabileceğimiz örnekler aslında kız çocuklarının istismarına zemin hazırladı.
Devlet ve kurumlarının ihmalleri ve çocukların yaşam hakkının ihlal edilmesi, sadece üç ayda 256 çocuğun önlenebilir sebeplerle yaşamını kaybettiği gerçeğini ortaya seriyor.
FİSA Çocuk Hakları Merkezi raporuna göre 2024 yılının yaz aylarında 79’u kız çocuğu olmak üzere 256 çocuk önlenebilir sebeplerle yaşamını kaybetti. Bu üç ayda şiddet sonucu hayatını kaybeden çocuk sayısı en az 8’iken en az 2 çocuk cinayeti yaşandı.
"ÇOCUĞU KORUMAK DEVLETİN GÖREVİ"
Evrensel'e konuşan FİSA Çocuk Hakları Merkezinden Çocuk Gelişimi Uzmanı Ezgi Koman, “Son dönemlerde çocuk cinayetleri ve istismar vakalarının hızla artması Türkiye’de çocuk olmanın gerçekten zor olduğunu gösteriyor” diyor. Çocuklar için bütüncül bir politika olmadığını söyleyen Koman, “Yıllardır çocuk koruma mekanizmalarının işletilmediğini vurguluyoruz ve bu tabloda en çok etkilenen kız çocuklarıdır. Haklara ve özgürlüklere erişim açısından da kız çocukları yoksulluktan ve şiddetten çok daha fazla etkileniyor” diyor.
Çocukların haklara ve özgürlüklere erişiminin devlet sorumluluğunda olduğunu söyleyen Koman, “Türkiye’de insan haklarına dayalı bir çocuk politikası yok. Ayrıca yıllardır İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasının, LGBTİ’ler ve diğer kesimlere nefret söyleminin yaygınlaştırılmasının, ruh sağlığı politikalarının geliştirilmemesinin sonucu olarak şiddetin farklı boyutlara erişebileceğini söylüyorduk, ki bugün tam olarak onu yaşıyoruz. Bu mesele sadece çocukların sosyal mecralarda karşılaştığı şeylerle örtülemez. Çocuğu korumak devletin görevidir” diyor.
Çocuklarla son yaptıkları sohbetlerde çocukların umutsuz ve mutsuz olduklarını gördüklerini söyleyen Koman devletin acil ve bütünlüklü bir çocuk koruma sistemini oluşturması gerektiğini vurguluyor.
KAYIP ÇOCUKLARIN AKIBETİ BİLİNMİYOR
İhmaller ve ihlaller silsilenin örneklerinden birini daha çok yeni, 8 yaşındaki Narin Güran cinayetinde şahit olduk. Diyarbakır'da 21 Ağustos'ta kaybolan 8 yaşındaki Narin Güran'ın 19 gün sonra cansız bedenine ulaşılmıştı. Türkiye’de akıbetini öğrenemediğimiz yüzlerce çocuk var. Gazetemize konuşan Çocuk İstismarı ve İhmali ile Mücadele Derneği Sözcüsü Volkan Çolakoğlu kayıp çocukların akıbetine ilişkin verilere ulaşamadıklarını ifade ediyor:
“2008 ile 2016 yılı arasında verilere ulaşabildik. 2008’de 4 bin 517 çocuk kaybolmuşken yılda yıla 2014’e kadar 18 bine kadar yükseliyor. Sayısal artışa baktığımızda ise nüfus artışıyla paralel bir artış söz konusu değil. 2016’den bu yana da zaten kayıp çocuklarla ilgili veriler paylaşılmıyor.”2006-2010 yılları arasında emniyet birimlerine 29 binden fazla bildirim olduğunu söyleyen Çolakoğlu bulunan çocukların ölü mü yoksa sağ mı bulunduğuna dair bilgilendirme yapılmadığını ifade ediyor. 6 Şubat depremlerini hatırlatan Çolakoğlu, “Aile Bakanlığı sürekli refakatsiz çocuk sayıları açıklıyordu. Ancak bu veriler sadece sağlık sistemine başvurmuş çocukların sayısıydı. Enkaz altından çıkarılmış veya çıkarılmamış çocukların verilerine dair bilgimiz yok. Çocukların nerede olduğuna dair hiç bilgi yok” diyor.
"ACİL ÇOCUK KORUMA SİSTEMİ LAZIM"
Narin Güran cinayetini hatırlatan Çolakoğlu bir yandan kayıp kız çocuklarının istismar gibi daha vahim sonuçlara neden olacak bir gerçekle karşı karşıya olduğumuzu söylüyor: “Genelde çocukları istismar edenlere pedofili tanısı koyuluyor ve bu yalnızca bir klinik tanıdır. Ülkede çocuklara ilişkin istismar vakalarında çalışmalarımız bize pedofili kişilerden daha çok parafili kişiler tarafından istismara maruz kaldığını gösteriyor. Yani sadece bir klinik tanıya dayalı genel bir şey söylemek yanlıştır. Kız çocukları en çok yakınları tarafından istismar ediliyor.”Çocuk istismarlarının güvenlik tedbirlerinin alınmaması ve güvenlik mekanizmasının işlememesi nedeniyle yaşandığını söyleyen Çolakoğlu, “Dünyanın her yerinde çocuklar her yıl kayboluyor. Örneğin ABD’de her yıl 460 bin çocuk kayboluyor. Dünyanın her yerinde bu bir sorun olarak önümüze çıkıyor ancak Türkiye’de önleyici mekanizmalar üzerine konuşulmuyor. Devletin bütüncül bir çocuk koruma mekanizması oluşturması lazım. Sahada çalışanlar ve çocuk alanında çalışanların gözlemleriyle devletin gerçekten acil bir çözüm programı hazırlaması şart” diyor.
DÜNYA TABLOSUNDA KIZ ÇOCUKLARI
Dünya tablosuna baktığımızda ise kız çocuklarını dört bir yanı saran savaş ve yoksulluğun ortasında görüyoruz. İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü soykırım tüm çocukların hayatını hedef alıyor. Bu katliamlarda, yaklaşık 17 bini çocuk hayatını kaybetti.Save The Children, Birleşmiş Milletler (BM) Gıda ve Tarım Örgütünün (FAO) 2024 raporunda bu yıl 17.6 milyondan fazla çocuğun açlık içinde doğacağı ve bu rakamın 10 yıl öncesine kıyasla yüzde 22 artış anlamına geldiği bildirildi. Savaşların ve yoksulluğun tırmandığı dünya tablosunda dünya genelinde kız çocuklarının yalnızca yüzde 60’ının lise eğitimini tamamladığı gözüküyor.
Afrika’da kız çocuklarının herhangi bir eğitim düzeyinde okula gitme olasılığı çok daha düşükken 2021 yılında Taliban’ın Afganistan yönetimini ele geçirmesiyle birlikte kız çocuklarının tamamen eğitimden dışlandığı bir tabloyla karşı karşıyayız. UNESCO verilerine göre Afganistan’da kız çocuklarının yüzde 74’ü okula gidemiyor.
370 MİLYON TACİZ VE İSTİSMAR
Dünya genelinde kız çocuklarının istismarına ilişkin tablo ise korkunç. UNICEF’in 9 Ekim’de yayımladığı verilere göre dünya çapında yaklaşık 370 milyon kadın ve kız çocuğunun çocukken cinsel istismara uğradığı tahmin ediliyor. Cinsel şiddet ve dijital cinsel şiddet de dahil edildiğinde, UNICEF, 650 milyon kadın ve kız çocuğunun şiddetten etkilendiğini tahmin ediyor.UNICEF raporuna göre durum Afrika ülkelerinde daha vahim. Afrika’da beş kız çocuğundan biri 18 yaşından önce cinsel tacize uğramış. UNICEF iç ve dış savaşın olduğu ülkelerde cinsel şiddet oranlarının daha yüksek olduğunu ifade ediyor. Verilere göre Avrupa ve Kuzey Amerika’da 68 milyon kadın ve kız çocuğu 18 yaşından önce cinsel istismara maruz kaldı.
/././
Yenikapı ruhu 2.0 -Nuray Sancar-
Meclis açılışında Devlet Bahçeli’nin DEM Parti grubuyla tokalaşması ile CHP milletvekillerinin bir kısmının Erdoğan salona gelirken ayağa kalkmasının parlamentodaki ilişkiler açısından bir önem taşıyıp taşımadığı, mevzusu bol ortamda diğer her şeyin üstüne çıkıverdi.
Bahçeli, DEM ile tokalaşmasının anayasa ve cumhurbaşkanlığı ‘kapışması’yla ilgili ve doğaçlama olmadığını ileri sürdü. “Bekamıza namlu çevrilmişken birlik içinde olmalıyız. DEM Parti Türkiyelileşsin, terörle mesafesini koysun, elimin kıymetini bilsin” diye ekledi. Erdoğan’ın partisinin grup toplantısındaki konuşmasına Bahçeli’yi destekleyerek başlaması da bu birdenbire ortaya çıkan jestin bir doğaçlama değil, bir Cumhur İttifakı yönelimi olduğunu teyit ediyordu.
Erdoğan ağustos ayındaki Malazgirt zaferi kutlamalarında “Zafer inancın ve imanın yanı sıra birliğin ve beraberliğin meyvesidir. Küfrün karanlığını ancak tek yürek olursak parçalayabiliriz. Türk, Kürt, Arap, Sünni, Alevi demeden 85 milyon olarak şu nazlı hilalin gölgesinde buluşacağız” da demişti. Milli birlik hanesine, kimlik gruplarını isim isim ekleyerek mesajını vermişti. Bu mesaj ölü doğmuş bir Yenikapı ruhunun yeniden tedavüle sokulmak istendiği biçiminde okunabilir. ‘Ruh’un içeriği bu kez Türkiye’nin İsrail saldırısı tehdidi altında olduğuyla dolduruluyor bir süredir.
Mısır darbecisi Sisi ve Suriye’nin Lideri ‘Esed’ ile barışma girişimlerinin geliştirildiği bir sırada iktidar grubu, Ortadoğu’da terör estiren Filistin, Lübnan, İran, Yemen’i bir ‘medeniyet savaşı’ görüntüsü altında hedefine alarak katliamlar yapan, sıcak tacizlerle ateşe sürüklemeye çalışan İsrail’i boşalmış düşman kategorisine yerleştirerek toplumdaki tepkiyi ve öfkeyi iktidara örgütlemenin imkanını bulmuş oldu. Cumhur ortakları tepkiyi kendi kendilerini atadıkları ‘milli birlik’in önderliğine soğurmak istiyor.
Bahçeli tokalaşma sürprizi için kategorik olarak kimseyle bir sorunumuz yok demişti. Özgür Özel’e de “Size siyaseten o lafları söylüyorum, sizi üzmedik inşallah” mealinde özür bildirdi. Devletin çelik çekirdeğinin ifadesi önemlidir. Çünkü tam da bu hafta ticaretin eskisi gibi devam ettiği, kargoların üzerine Filistin adresi yazılarak İsrail’e transferinin devam ettirildiği ve bu deve kuşu gibi başların kuma gömüldüğü ticaretin iktidarın yakınları tarafından da sürdürüldüğü ortaya bir kez daha çıkmışken toplumun önüne ortak bir, kapıdaki düşman imgesinin konulmasının sadece siyaseten bir anlamı var; kategorik olarak değil.
İsrail’e kategorik olarak karşı çıkabilmek için bölgedeki emperyalist paylaşım savaşının vekili haline getirilen siyonist devletle her türlü ticareti durdurmak, Kürecik ve İncirlik Üssünü kapatmak, güvenlik cihazlarını İsrail kuruluşlarına teslim etmemek gerekir. Filistin’in yanı sıra Lübnan’da Şii katliamına da karşı çıkmak gerekir. İkincisi; ‘birlik’ siyaseten değil kategorik olarak gündeme getirilecekse eğer, yeni bir çözüm süreci mi başlatılacak acaba diye Kürt halkını beklentilere sokmaktan ve geçmiş deneyimin korkunç sonuçları ile de halkı korkutmaktan vazgeçmek gerekir. DEM’e şartlar koşmadan önce kayyum politikasından vazgeçildiğini ilan etmek, tutuklu siyasetçileri serbest bırakmak, Kobanê konusunu yeniden ısıtmaktan imtina etmek gerekir.
Hayır bunların hiçbiri yapılmadı. Tersine Erdoğan grup toplantısında yaptığı konuşmayla kutuplaştırma siyasetine, sorumluluğu CHP ve DEM’e yükleyerek devam etti. Yeni parlamento dönemini bu iki partiyi İsrail tehdidiyle hizaya getireceğini umarak başlattı.
İsrail’in Türkiye’ye saldırıp saldırmayacağı ayrı bir konu. Erdoğan şimdilik buna kimseyi inandırmış değil. Öyle anlaşılıyor ki önümüzdeki günlerde bağırmaların volümü artacak, İsrail’in muhtemel sözel tacizleri kazanç hanesine yazılacak.
Bahçeli’nin konuşmasında başka nokta daha var ki es geçilmemesi gerekir. “Biz siyaseti, teorik ve retorik arka planı Batı'nın sınıf çatışmalarına dayanan, toplumun düşman kamplara bölünmesine çanak tutan gerilim süreci olarak tanımlamıyoruz. Çünkü sınıflı bir toplum yapısını tamamıyla reddediyoruz.”
Bayram değil seyran değil dememek lazım. Çünkü toplum kesimlerinin sınıfsal açıdan kendisini yeniden teyelleme eğilimine girmesi Cumhur’u İsrail’den daha çok korkutuyor. O yüzden de iktidar kitlesel bir korkuya davetiye çıkarıyor. Fabrikalarda sendikalaşmak, işten atılmamak, insanca yaşayabilmek isteyen ve hak mücadeleleri yürüten emekçiler Alevi, Sünni, Kürt, Türk diye ayrım yapmadan birleşiyor. Vahşice öldürülen iki genç kadın için bizzat Bahçeli’nin tabanından insanlar da tepkisini gösterdi. Narin cinayeti görülmemiş bir refleks oluşturdu. Geçimlik tarımın çökertilmesine karşı köylü direnişleri, kamu arazilerinin büyük sermayeye peşkeş çekilmesine karşı yaşam hakkı mücadeleleri kimseyi dışarıda bırakmıyor ve adı sanı belli iç düşmanla uğraşıyor. İktidarın içerideki gerilimi, giderek kendisine yönelen tepkiyi normal şartlarda, kategorik olarak suhuletle çözebileceği bir aracı da doğası da yok. Onun için dine mezhebe etnik kimliğe bakmadan ortaya çıkan birleşme eğilimlerini sınıfsal düzleminden kopararak milli siyasete eklemeye çalışıyor. İsrail’in saldırganlığı ve katliamları siyaseti ve toplumu dizayn etmek için hazır ve tartışılması zor bir motif oldu.
Söz konusu olan sadece Anayasa ve seçim bahsi değil elbette. İktidar gerçekten bir beka kaygısında ve Yenikapı 2.0 versiyonuna ihtiyaç duyuyor. Halk bu korkuyu ve herkese mal edilme yöntemlerini iyi tanır. Ancak milli-dini bir tehdit olarak ilan edilen İsrail’e karşı hiçbir şey yapılmadığına da tanıktır. Bu durumda düşman siyaseten atanmıştır. Kategorik olarak değil.
/././
Akademinin yeri ve değeri: 207 üniversite bir 'MUHABİR RÜYA' eder mi?-Adnan Gümüş-
Külliyede 2024-2025 Akademik Yılı açılış töreni dolayımında üniversite sorununa değinecektim. Gar Katliamı’na değinecektim. Toplumsal sorunların teori ve pratiğinde bilgi ve bilimin yerine değinecektim. Buna “Rüya” konusu da eklendi.
HİMAYELERİNDE YÜKSEKÖĞRETİM: AKP’NİN TEKNOKRATİK BÜROSU VE İDEOLOJİK AYGITI
Birgün önce 8 Ekim 2024’te Cumhurbaşkanlığı Külliyesinde “2024-2025 Akademik Yılı açılış töreni” vardı. Cumhurbaşkanı da ilmiyenin başı YÖK Başkanı Erol Özvar da üniversite rektörleri de oradaydı. Yükseköğretim akademik açılış töreni, en yüksek bilgi bilim organı ve mensuplarının, ülke ve dünya sorunlarına yönelik tespitlerinin, bunların sebeplerinin ve çözüm önerilerinin dillendirildiği yılın akademik anlamda en yüksek toplantısı kamuoyuna açıklamasıdır. Yani akademik açılış töreni teori ve pratiğin en yüksek ifade günüdür. Yükseköğretim açılış töreninde yükseköğretimde yabancı kontenjanı ve ödül töreni dışında yükseköğretim kurumlarının ayrışması/uzmanlaşması, dünyadaki sıralaması ve bilişim/yapay zeka teknolojileri gibi birkaç teknik konu dışında hiçbir toplumsal sorun konuşulmadı.
KADIN KATLİAMLARI DA ANA DİLİNDE EĞİTİM SORUNU DA İŞSİZLİK, YOKSULLUK, ADALETSİZLİKLER DE ÜNİVERSİTELERİN KONUSU DEĞİL
Yükseköğretimde kadın öğrenci artışı ve Azerbaycan ile ortak üniversite kurulması bilgisi dışında insanlık krizi, toplumsal sorun olarak sadece Gazze’de yaşananlar yabancı öğrenci artışı ile ilişkilendirilerek ifade edildi. YÖK Başkanı Özvar: “Dünyanın her tarafından vicdan sahibi milyonlarca insan İsrail’in bu meşum katliam politikalarına karşı tepki göstermektedir. Bunlar arasında akademisyenler ve üniversite öğrencileri özellikle öne çıkmaktadır. Bu durum insanlık adına hem sevindirici hem de umut vericidir. Ancak Amerika ve Avrupa’da bir kısım hükümetlerin İsrail katliamına ve vahşetine barışçıl bir üslup ile tepki gösteren akademisyenlere ve öğrencilere karşı büyük bir baskı uyguladıklarını, bu masum insanların üniversitelerden kovulduklarını üzülerek müşahede ediyoruz. Bilim kurumları olan üniversitelerimiz bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da insanlığın yanında yer aldıkları için risk altındaki bilim insanlarına ve öğrencilere memnuniyetle kapılarını açmaya devam edecektir.”
Yükseköğretim Kurulu, “Gazze halkıyla dayanışma gösteren uluslararası akademisyen ve öğrencilere” Türkiye’deki yükseköğretim kurumlarına geçişlerini kolaylaştırmış bulunuyor. Yabancı öğrenci 340 bine çıkmış, hedef 500 bin.
Hamas ve Müslüman Kardeşler bağını bir yana bırakarak Avrupa, ABD üniversitelerinden dışlanan öğrenci ve akademisyenleri kabulünü olumlu sayabiliriz.
AKP tarafından belirlenen ve Cumhurbaşkanınca atanan rektörlerin dekanların, tarikat ve çıkar çevrelerinin hışmına uğrayanlara da YÖK sahip çıkar umarım. Barış Akademisyenlerine, Boğaziçi’deki direnişe, FETÖ karşıtı darbe karşıtı KHK’li akademisyenlere de YÖK kucağını açıyordur, kadro ve eleman alımında kendinden olmayanları dışlamıyordur umarım.
Gazze’nin konuşulması yerinde olmuş da ülkedeki ana dilinde eğitim sorunu, MESEM-çocuk sömürüsü, toplumsal cinsiyete dayalı sorunlar, kadın katliamları, eğitimin nitelik sorunları, bilimsel özgürlük ve akademik özerklik sorunu, ülkedeki eşitsizlik ve adaletsizlikler, yükseköğretim mezunlarının istihdam sorunları ve ülkedeki işsizlik sorunları, liyakat sorunları, Diyanet Akademisi, Öğretmenlik Meslek Kanunu, Milli Eğitim Akademisi, öğrencilerin geçim sorunları, akademisyenlerin özlük sorunları, eğitim ve bilimin niteliği sorunları, deprem ve afet sorunları, demokrasi ve ülke aydınlanması sorunları, üniversitelerin personel temizlik sorunları, öğrencilerin beslenme/açlık ve barınma sorunları ve daha nicesi pek konuşulmamış maalesef.
ÜNİVERSİTELERİ YÖK’Ü BOŞVER, ‘RÜYA NE DİYORSUN?’
9 Ekim 2024, akademik açılış töreninin sadece bir gün sonrası, AKP grup toplantısı çıkışı: Bir muhabir/haberci: “Biz her türlü iş birliğine açığız dediniz ama DEM Parti’liler ‘Somut adım yok’ diyorlar. Somut adım olabilir mi, bekleyelim mi?”
AKP Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan: “Rüya ne diyorsun?”
A Haber Muhabiri Rüya Akkuş: “Bence beklemeden siyasette ılımlı iklimi sürdürelim.”
Bir başka muhabir/haberci: “Siyasette ılımlı iklim sürecek mi diyorsunuz?”
AKP Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan: “Rüya verdi cevabını.”
Bilgi bilim üniversiteler “out/dışarı”, parti medyası “in/içeri”.
GAR KATLİAMI’NIN, DÜNYADAKİ VE ÜLKEDEKİ AYRIŞMA VE ÇATIŞMALARIN SEBEP VE ÇÖZÜMLERİNİ BULMADA TÜRKİYE ÜNİVERSİTELERİNİN BİR ROLÜ VAR MI?
8 Ekim’deki yükseköğretim açılış töreninin bir gün sonrası 9 Ekim 2015 yani Gar Katliamı’nın da bir gün öncesi, Gar Katliamı’nın arife günü. AKP Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, A Haber Muhabiri Rüya’nın görüşüne başvuruyor, o da ne yapılması gerektiğini söylüyor, başkan da onaylıyor.
“Rüya” yükseköğretim kurumları toplamından daha fazla dikkate alınmış oluyor veya bu kurguyla tüm toplumsal kesimler toplamda Rüya ile figürleşen bir anlayışta önemleri çok daha arkada kalanları oluşturuyor.
Bu yaşananlar bilgi bilimin, onun başlıca kurumu üniversitelerin, TÜBİTAK’ın, TÜBA’nın işlevsizleştirilmesini, değersizleştirilmesini gösteriyor. Ülkenin bilgi bilimi; ayaküstü bir saniyelik mizansenin veya basit bir enformasyonun çok daha gerisinde kalıyor.
İŞLEVSİZLEŞTİRİLEN, İŞE YARAMAZ HALE GETİRİLEN, PARTİ ORGANINA DÖNÜŞTÜRÜLEN, ENFORMASYONDAN DAHA GERİYE DÜŞEN, İDEOLOJİK, BÜROKRATİK VE TEKNOKRATİK ÜNİVERSİTELER
Bilgi üretimi bizzat toplum üretimidir ve aynı zamanda toplumların en temel üretimidir.
Bilgi; en başta sebeplerin bilgisidir, bir sıra arkada mekanizmaların ve yapıların bilgisidir.
Üniversitelerle medya, bilim kişisi ile haberci/muhabir arasında farklılık vardır: Sebepleri ve çözüm önerilerini bilim bulur geliştirir gerek bilimsel gelişmeleri gerekse günlük oluşum ve olayları haber verme ise muhabirin/habercinin işidir.
Ülkedeki, dünyadaki şiddet ve savaşlar, ayrımcılık ve düşmanlıklar, salgın ve afetler, yoksulluk ve eşitsizlikler, aydınlanma ve gelecek en başta üniversitelerin işidir.
Üniversitelerin birincil görevi araştırma ve denemeler yaparak bilgi üretmesidir, yani teori/felsefe yapmasıdır, sanat yapmasıdır, toplumsal sorunların çözümüne yönelik ana politikaların bilgi temelini oluşturmasıdır, bu bilgilerle sorunların çözümüne, insanlığa, uygarlığa ve teknoloji temel bilinç haline gelmesidir.
Üniversiteler, bilim ve bilgi bir toplumun zihnidir, kafasıdır, uygarlığıdır, teorisidir, çözümü pratiğidir, dahası kültürünün, toplumsal kimliğinin kişiliğinin en temel öğesidir.
Böyle bir zihin, böyle bir tin veya kafa, böyle bir kişilik, üniversiteler ne kadar oluşabildi, son 250 yıllık süreçte az da olsa oluşturulabilenlerden geriye ne kadar kaldı acaba?
ÜNİVERSİTELERDE DAHA AZ KORKANLARIN DAHA ÇOK KORKANLARA TAHRİP ETTİRİLMESİ
6 Ekim Pazar günü “Eğitim Politikaları Konferansı”nda idik. Dil tarih coğrafyaya, ülke/dünya/yurttaşlık tahayyüllerine, bunda müfredatların yerine, üniversite ve fakültelerin rolüne, özellikle de “Medeni Bilgiler” ile DTCF Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin anlamına değinmeye çalıştım.
Fatma Gök, eğitim ve üniversitelerin yakın tarihi/filojenisi üzerine odaklandı. KHK’li Onur Hamzaoğlu’nun konferansı “Üniversitelerin Tahribatı ve Direniş” üniversitelerin tahribatının biraz filojenisine biraz mekanizmasına dairdi: “Üniversiteler daha çok korkanların daha az korkanları tasfiyesi ile tahrip edildi, artık herhangi bir sorunla ilgili açıklama bile yapamayacak hale geldi, ticarileşme şirketleşmenin yanı sıra pandemi sürecinde daha da yaygınlaştırılan çevrim içi/uzaktan açıktan öğrencisizlik hali bu tahribatı daha da artırıyor.”
İrade ve cesaret kırımı hegemonya ve köleliğin, irade ve cesaret göstermek özgürlüğün şartlarındandır. Cins kıyımına, hayvan kıyımına, halkların kıyımına, bilgi kıyımına, üniversitelerin kıyımına tüm toplum ile birlikte en başta da bizzat üniversiteler bilgi teori üreterek ve kendi pratiğini yeniden yaratarak direnç göstermek zorundadır.
Kendi yaşadıklarının bile teorisini yapamayan, kendi kurumlarını bile toparlayamayan üniversiteler bir amaç/rüya olmaktan çıktığı gibi “Muhabir Rüya” kadar bile etkili olamayan bir konuma düşmekten kendini kurtaramaz.
Uluğ Nutku’ya ve Onur Hamzaoğlu’na atıfla; üniversiteleri bilimi, felsefeyi ilahiyatçıların ve iktidarın ayakçısı konumuna düşüren, tahrip ve tasfiye eden tahribatçıları ve tasfiyecileri tasfiye etmekten başka çare yok. Kant’ın 250 yıl öncesinden çağrısıyla: “Aklını kullanma cesareti göster!”. Türkçesiyle “Aklını başına al!”
Korkunun ecele bir faydası yok.
/././
Muhalefet sorunu -Ahmet Yaşaroğlu-
Ülke son genel seçimlerden bu yana bir politik süreçten geçti ve halen de geçiyor. Kısaca hatırlayacak olursak: Genel olarak sol ve devrimci kesimler genel seçimlerde tek adam diktatörlüğüne karşı CHP ve “altılı masa”nın adayı Kılıçdaroğlu’nu desteklemişlerdi. Bu kesimlerin ve aslında oy veren halkın beklentisi tek adamın gitmesi, hiç olmazsa bir nefes alma molasının sağlanması, mücadelenin bu koşullarda devam ettirilmesiydi. Bu gerçekleşmedi, seçimler iktidarın her türlü yöntemi de kullanarak kazanmasıyla sonuçlandı. Bu sonuç belirli bir moral bozukluğu ve ümitsizliğe de yol açtı.
Ama ardından yapılan yerel seçimlerde halk, iktidarı ağır bir yenilgiye uğrattı. Genel seçimlerde sağlanamayan nefes alma molası ve moral üstünlük bu yolla sağlanmış oldu. Yani politik gelişmeler öngörülen biçimde gelişmese de sonuçta amaçlanan gerçekleşmiş oldu. CHP çok uzun bir aradan sonra birinci parti oldu, büyükşehirlerin ezici çoğunluğunun yanı sıra AKP’nin kaybetmez dediği yerlerde de seçimler kazanıldı. Seçimler yerel ama sonuçları genel olmuştu. Tek adam iktidarı politik, moral üstünlüğünü kaybetmiş, sinsice bu ağır yenilgiyi nasıl atlatacağının, halka yönelik ekonomik ve politik saldırılarını nasıl gerçekleştireceğinin hesaplarına girişmişti.
İşte tam da bu sırada kendisine ummadığı ve beklemediği yerden bir el uzatıldı. Seçim zaferini halkın iktidara tepkisinin sonucu değil de yenilenen CHP yönetimdeki “değişime” bağlayan yeni genel başkan ve ekibi kuyudaki iktidara bir ip uzattı. Siyaset “normalleşmeli” ve “yumuşamalı” idi. Oysa kitleler CHP’ye desteği tek adam yönetimine iyi muhalefet yapsın, bu zaferin etkisini iktidarı yıkması ve yıpratması için vermişti. Ama sonuç genel politik gelişmeleri etkileme açısından tam tersi oldu. Karşılıklı görüşmeler ve diyalog ve bu arada tek adam yönetiminin halka yaşamı ekonomik ve politik açıdan zindan etmesi. Bunun karşılığı oy verenlerde bir hayal kırıklığı ve moral bozukluğu oldu.
CHP yönetiminin yaptığı “tematik” mitinglerin halkın mücadelesinin gelişmesine değil, yatıştırılmasına hizmet ettiği çok geçmeden anlaşıldı. CHP yönetimi ne iç politikada ne de dış politikada halkın beklentilerine yanıt veren bir yolda ilerlemeye devam etti. Bu arada iktidarın muhalefet partisini salam gibi dilimlere ayırma politikasında kendisine gerekli olan zemini ve imkanı bulmuş oldu. Sonuç: ülkede demokratik hak ve özgürlükler ve insanca yaşayacak ekonomik koşullar için verilmesi gereken mücadelede derin bir politik boşluğun ortaya çıkması oldu. Politik gelişmelerin dönüp dolaşıp geldiği yer işte bu oldu. Bu arada CHP yönetiminin Saray’a yanaşan Akşener ve partisini trajik sonuna yaklaştıran politik gelişmelerden hiç ders almadığı da anlaşılmış oldu.
Bütün bu gelişmeler sadece CHP’ye umut bağlayanlar için olumsuz gelişmeler olarak kalmadı, CHP “solda” görüldüğü için fatura daha genel oldu. Solun devrimci kesimleri ise bu tür bir gelişmeyi öngörmeseler de onlar için CHP’deki dönüş halk hareketi için sorumluluğun kendi üzerlerinde olduğunun yeniden hatırlatılmasından başka bir anlama gelmiyordu. Nitekim politikanın boşluk tanımayacağı gerçeği işlemeye devam etti. İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar kendi göbeklerini kendilerinin kesebilecekleri, kendi yollarını açabilecekleri bir sürece ilk adımlarını atmaya başladılar. Çünkü iktidar ve büyük sermayenin yol açtığı tüm sorunlar bütün ağırlıkları ile orta yerde duruyorlardı. Üç sendika konfederasyonunun gereklerini yerine getirmeseler de ortak adım atacaklarını ilan etmeleri, Türk-İş’in etkisini en aza indirmeye çalışarak bir saat iş bırakarak açıklamalar yapma eylemi, DİSK mitingleri, emeklilerin ve diğer çalışanların eylemleri, gençliğin yükselen tepkisi, halkın ağacını, suyunu, toprağını korumaya yönelmesi, çarşı pazarın yangın yerine dönmesi gibi gerçekler yığınların iktidarla normalleşme ve yumuşama değil, talepleri için mücadele isteğini dile getirdiği gelişmeler oldu. Bunun nedeninin işçi ve emekçilerin talep ve çıkarları ile iş birlikçi büyük sermaye ve onun iktidarının çıkarlarının tam zıt yönde ve birbirine karşıt oldukları gerçeğinde yattığını görmek zor mu?
Bu süreç yaygınlaşarak ve güçlenerek devam edecek. Ama bu gelişen muhalefetin CHP ve diğer reformist kesimler üzerinden düzene bağlanarak sönecek bir muhalefet olarak değil, merkezinde işçi sınıfı ve emekçilerin olduğu, ekonomik ve politik taleplerini bağımsızca ortaya koyduğu bir halk muhalefeti olarak gelişebilmesi bütünüyle sınıf bilinçli ve öncü işçilere, namuslu ve mücadeleci sendika yöneticilerine ve işçi temsilcilerine, işçi ve emekçi halkın acil ve güncel sorunlarını temel alan bir yaklaşımla, bu harekete destek verecek ve geliştirecek emek güçlerinin çabasına bağlı olacaktır.
Sermaye ve iktidar cephesine, bu cepheye malzeme taşıyan düzen muhalefetinin yanıltıcı ve yatıştırıcı etkisine karşı işçi ve emekçilerin bağımsız hareketi ve mücadelesi. Sermaye ve iktidar cephesine karşı merkezinde emek örgütlerinin ortak platformlarının olduğu işçi ve emekçi halkın cephesi. Her fabrikada her iş yerinde, her yerleşim biriminde bu adımların atılması için olağanüstü bir çaba ve yetenek. İşçi ve emekçi mücadelesinin talebi ve isteği işte bu.
/././
'Cumhur'un eli ve siyasi dizayn -Yusuf Karadaş-
TBMM’nin yeni yasama yılı açılışı toplantısında iki olay öne çıkmıştı. Bunlardan ilki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “İsrail’in gözünü vatan topraklarımıza diktiği” açıklamasıydı. İkincisi de Erdoğan’ın Cumhur İttifakındaki ortağı MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin Dem Parti Eş Başkanı Tuncer Bakırhan ve Dem Parti’li milletvekilleri ile tokalaşması ve bununla ilgili soruya da “Dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım diye düşünüyorum” yanıtını vermesiydi. Bu adımların ülke ve bölge (Ortadoğu) siyaseti bakımından ne anlam taşıdığı ve devamının gelip gelmeyeceği ya da nasıl geleceği merak ediliyordu.
Bahçeli ve Erdoğan, bu hafta partilerinin Meclis grup toplantılarında yaptığı konuşmalarla bu soruların yanıtını bulmak bakımından önemli mesajlar verdiler.
Bahçeli’nin konuşmasında öncelikle Dem Parti’lilerle tokalaşmasını “Doğaçlama olmayan iyi niyetli tutum” olarak nitelemesi dikkat çekiyordu. Çünkü bu vurgu, atılan adımın Erdoğan’la konuşulmuş ve devamı hesaplanmış bir hamle olduğunu ortaya koyuyor. Bahçeli’nin konuşmasına damga vuran bir diğer ifade ise, “Uzattığım el milli birlik ve kardeşliğimizin mesajıdır” sözleriydi. Bahçeli’nin bu ifadesi, AKP-Erdoğan iktidarının 2009’da Kürt sorununu çözme adına “milli birlik ve kardeşlik projesi” adı altında başlattığı açılım sürecini akıllara getiriyordu.
Erdoğan da partisinin grup toplantısında “Cumhur İttifakının uzattığı elin değerinin muhatapları tarafından da layıkıyla anlaşılmasını ümit ediyoruz” diyerek Bahçeli’nin attığı adım ve yaptığı açıklamalara sahip çıktığını gösterdi.
Kuşkusuz Bahçeli’nin Dem Parti’lilerle tokalaşma adımı ile Erdoğan’ın “Millet olarak iç cepheyi sağlam tutma” açıklaması birbirini tamamlıyor. Dolayısıyla burada ‘Cumhur’un uzattığı elin nasıl bir siyasi dizayn istediği sorusuna yanıt vermek önem taşıyor.
Öncelikle bilgi ve belgeler aksini söylediği halde Erdoğan’ın “İsrail tehdidi” vurgusu, “dış tehdit” algısı üzerinden “milli birlik” havası yaratmayı ve bunun üzerinden muhalefeti iktidarın politikalarına yedeklemeyi ya da en azından bu politikalara açıktan muhalefet edemez hale getirmeyi amaçlıyor. Elbette bu politika; açlık, yoksulluk ve işsizlikle karşı karşıya olan geniş emekçi halk kesimlerinin de dikkatini bu sorunlardan uzaklaştırarak iktidara karşı tepkilerini yatıştırmayı da hedefliyor.
CHP Lideri Özgür Özel, bu konuda Mecliste yapılan ‘kapalı oturum’dan sonra yasak kararına rağmen İsrail’le ticaretin başka biçimler altında sürdürülmesine dikkat çekip bu oturumda iktidarın söz konusu tehdit açıklamasıyla ilgili hiçbir somut bilgi açıklamadığını söyledi. Ancak Mecliste ‘kapalı oturum’ isteyen CHP idi ve Özel’in açıklamaları, CHP’nin bu tutumunun Erdoğan’ın toplumda “dış tehdit” algısını oluşturmasına hizmet ettiği gerçeğini değiştirmiyor.
Dizayn siyaseti bakımından asıl tartışma, Bahçeli’nin Dem Parti’lilere “Türkiye partisi olma, teröre cephe alma temennileri” eşliğinde “milli birlik ve kardeşlik mesajı” vermesi üzerinden sürdürülüyor.
Daha düne kadar Dem Parti’nin kapatılmasını, milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılıp cezaevlerine doldurulması ve belediyelere de kayyımlar atanmasını savunan Bahçeli’nin bugün neden “birlik ve kardeşlik”ten söz ettiğini anlamak için bölgede yaşanan gelişmelere dönüp bakmak gerekiyor.
İsrail’in Gazze’de başlayıp bölge ülkelerine yayılan saldırganlığı, ABD emperyalizminin başını çektiği Batılı emperyalistlerin bölgeyi yeniden dizayn etme politikasının aracına dönüşmüş bulunuyor. Bu politika, öncelikle İran’ın merkezinde olduğu “direniş ekseni”ni parçalamayı amaçlıyor. Ancak bu yeniden dizayn etme politikası, tıpkı “İsrail-Filistin sorunu” gibi önemli bir bölgesel sorun olmayı sürdüren Kürt sorununu da denkleme dahil etmeyi zorunlu kılıyor.
Kürt sorununun bu denklem içindeki ağırlık noktaları konusunda şunlar söylenebilir:
Birinci olarak; ABD emperyalizmi Rojava’da SGD (Suriye Demokratik Güçleri) ile iş birliğini, Suriye’de Rusya ve İran’ın bölgesel gücünü arttıracak bir çözümün önüne geçmek için kullanmaya çalışıyor. Öte yandan çözüm sürecinde (2013-2015) Rojava’daki en önemli siyasi aktör olan PYD ile görüşen Erdoğan iktidarı, beklediği sonucu alamadığı için masayı devirip bu süreci sona erdirdiği günden bu yana Rojava’daki Kürt özerk yönetimini bölgesel bir tehdit olarak görüyor.
İkinci olarak, Şengal ve Kerkük’te IŞİD’e karşı aldığı tutum PKK’nin Kandil bölgesindeki askeri kamplarının ötesinde Irak siyasetinde etkili bir aktör haline gelmesini sağlamış ve bu süreç, KDP ile çelişkileri üzerinden de PKK ve YNK (Kürdistan Yurtseverler Birliği) arasında iş birliğinin önünü açmıştı. Burada asıl dikkat çekici olan, KDP’nin Türkiye ile olan ilişkilerine benzer biçimde İran ile ilişkileri bulunan YNK’nin, PKK ile sürdürdüğü iş birliğinin Türkiye-ABD-İsrail eksenine karşı İran’ın bölge politikası ve bölgesel çıkarları ile önemli oranda kesişmesiydi. Bu politika bağlamında Irak Kürdistan Bölgesi’nde 20 Ekim’de yapılacak seçimlerden nasıl bir sonuç çıkacağı da önem taşıyor.
Bu tablo, hem bölgede İran’ı dengeleyici bir rol üstlenmek ve hem de bölgenin yeniden paylaşımı konusunda ABD ile pazarlıklar yapmak bakımından Kürt sorununu Erdoğan iktidarının zayıf karnı haline getiriyor.
Tam bu noktada hem Özal’ın zamanında “federasyon tartışması” yapmasının ve hem de Erdoğan’ın çözüm sürecini başlatmasının arka planında Türk burjuvazisinin bölgenin paylaşımı mücadelesinde payını arttırma ve bu mücadelede Kürtleri yedekleme hesaplarının bulunduğunu hatırlamak önem taşıyor. Yani devlet ancak egemen sınıfın çıkarları söz konusuysa ya da bu çıkarlar tehdit altındaysa Kürt sorununu hatırlıyor. Devlet Bahçeli’nin çıkışını da bu devlet aklından ve bölgenin yeniden dizaynı bağlamında Türk egemen sınıfının çıkarlarından bağımsız düşünmemek gerekiyor.
Dem Parti ve Kürt siyaseti de haklı olarak bu hesaplar karşısında Kürt sorununun çözümü ve demokratikleşme yönünde somut adımlar atılmasını istiyor.
Bu arada cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan’ı destekleyen Sinan Oğan’dan geçtiğimiz günlerde Saray’da Erdoğan ile görüşen Akşener’in İyi Partisine kadar en kritik süreçlerde iktidara yamanan ırkçı-şoven çevrelerin sanki iktidar ve Kürtler arasında bir ittifak varmış gibi son gelişmeler üzerinden Kürt düşmanlığı yapması da en çok iktidarın işine yarıyor.
Erdoğan, geçmiş dönemde Kürt sorununun çözümü konusunda yarattığı beklentiyi anayasa değişikliği için kullanmaya çalışmıştı. Bugün de eğer böylesi bir beklenti yaratılabilirse ‘Cumhur’un Kürtlere uzattığı eli, rejimi tahkim etmeye yönelik anayasa değişikliği için kullanmak isteyeceğine kuşku yok. Ancak Demirtaş ve arkadaşlarının bu hesabı boşa çıkaran demokratik tutumları nedeniyle cezaevlerinde rehin tutulmaya devam edildiklerini de unutmamak gerekiyor.
Bunların yanı sıra PKK Lideri Öcalan’ın da Kürt sorunuyla ilgili bütün kritik süreçlerde önemli bir siyasal aktör olarak devreye girdiği akılda tutulmalıdır. Bu noktada 13 Ekim’de Diyarbakır’da Öcalan üzerindeki tecridin son bulması ve Kürt sorununun çözümü talepleriyle yapılması planlanan ve Diyarbakır Valiliği tarafından yasaklanan ‘özgürlük mitingi’ne karşı iktidarın ortaya koyacağı tutumun da önümüzdeki dönemin yol işaretlerinden biri olacağını şimdiden söyleyebiliriz.
Sonuç olarak, “Cumhur’un uzattığı el” iktidarın ömrünü uzatmaya ve temsil ettiği sınıfın bölgesel çıkarlarını korumaya dayalı bir siyasi dizaynı amaçlıyor. Bu nedenle ülkeye demokrasi ve bölgeye barış; Cumhur’un eliyle değil, halk güçlerinin mücadele birliğiyle gelecektir.
/././
Biden'ın ertelenen Almanya ziyareti ve Ukrayna senaryoları -Yücel Özdemir-
Fotoğraf: Ukrayna Devlet BaşkanlığıABD’de 5 Kasım’da yapılacak başkanlık seçimlerine 25 gün kaldı. Her ne kadar anketler Demokratların Adayı Kamala Harris’in 2-3 puan önde ipi göğüsleyeceğini gösterse de Cumhuriyetçilerin aşırı sağcı adayı Donald Trump’ın seçimleri “kesinlikle kazanamayacağını” söylemek henüz zor. Dengeler değişebilir.
Bu nedenle Avrupa’daki müttefiklerin çoğu seçimleri hem çok yakından hem de tedirginlikle takip ediyor. Haberler ve yorumlarda Trump’ın kazanması durumunda genel olarak Avrupa, özel olarak Ukrayna savaşı için iç açıcı olmayacağı yazılıyor.
Trump’ın kazanma olasılığını yok saymayanlar bu nedenle Ukrayna savaşında bir vites değişikliği yaparak, en azından koltuğa oturacağı 20 Ocak 2025’e kadar bir şeyler yapmak istediklerinin mesajını veriyorlar. ABD Başkanı Joe Biden’ın yanı sıra savaşın parçası olan Avrupa’daki diğer müttefik liderlerin katılımıyla yarın Almanya Ramstein’daki ABD askeri üssünde yapılması planlanan zirveye bu nedenle fazla anlam yükleniyordu. Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy’nin de katılmasının planlandığı, 50 ülkenin davet edildiği bu zirvede genel hatlarıyla önümüzdeki sürece dair bir yol haritasının belirlenmesi seçenekler arasındaydı. Biden’ın zirve öncesinde Almanya Başbakanı Olaf Scholz, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve İngiltere Başbakanı Keir Starmer ile görüşmesi de planlanmıştı.
Ancak Biden’ın zirveye üç gün kala ziyaretini “Milton Kasırgası” nedeniyle ileri bir tarihe ertelemesi, şimdilik “yeni” planları ötelemiş görünüyor. Basında çıkan yorumlarda zirvenin Ukrayna savaşı için bir “dönüm noktası” olacağına işaret ediliyordu. Hatta Ukrayna’nın yeni Dışişleri Bakanı Andriy Sibiga zirvede “tarihi kararların” alınacağını duyurmuştu.
Biden katılmadığı ya da katılamadığı için zirvenin ileri bir tarihe ertelenmesi nedeniyle beklentiler ve spekülasyonlar sürecek. Ziyaretin iptal edilmesinin arkasında taraflar arasında Rusya ile müzakere konusunda bir uzlaşmanın sağlanmaması da var. Haftalık Die Zeit gazetesinin internet sitesinde yer alan haberde, ABD’nin Rusya’ya toprak karşılığında Ukrayna’nın NATO üyeliği ya da güvencesini gündeme getirme olasılığının olduğu yazılıyor. ABD’deki bazı generaller ve siyasetçiler daha önce bu öneriyi tartışmaya açmıştı.
Zelenskiy de daha önce bu senaryoyu Ukrayna açısından savaşın kabul edilebilir sonuçlarından biri olabileceğini dile getirmişti. Putin ise NATO üyeliğini reddetmeye devam ediyor ve savaş başladıktan hemen sonra İstanbul’da sağlanan anlaşmaya işaret ediyor. Üyelik yerine NATO’nun “güvenlik garantisi” noktasında bir yakınlaşma olabilir. Ancak bunun nihai bir barış değil, soluklanma anlamına geleceği de ortada.
Hal böyle olunca, son haftalarda koltuğunun altına koyduğu “zafer planı”yla dolaşan Zelenskiy’i bir telaş sardı. İki hafta önce BM’de, Beyaz Saray’da ve Trump’ın huzurunda açıklanan “zafer planı”nda savaşı uzun menzilli füzelerle Rusya içlerine kadar yayarak, Putin’i müzakere masasına oturmaya mecbur bırakma var. Eğer buna bir plan denilebilirse. Zira bu, bugüne kadar Zelenskiy’e tam destek veren ülkelere de inandırıcı gelmiyor.
İki gün önce Hırvatistan’ın Dubrovnik kentinde düzenlenen Ukrayna-Güney Avrupa zirvesinde konuşan Zelenskiy, “Savaşın en geç 2025’te bitirilmesi için ekim, kasım ve aralık aylarında ilerletme şansına sahibiz” derken Trump’ın kazanması durumunda, başkanlık koltuğuna oturmadan önceki ayları saydığını fark etmiş olmalı.
Bugün huzuruna çıkacağı Papa Franciscus’dan da “barış duası” almaya çalışacak. Gerçi Papa altı ay önce verdiği bir röportajda, Ukrayna’ya “beyaz bayrak” çekme çağrısında bulunmuş, barış masasının kurulmasını istemişti. “Beyaz bayrak” savaşta teslim olmayı temsil ettiği için bir süre basında tartışmalara yol açmıştı. Muhtemelen, Papa Franciscus bugün bir kez daha savaşın sona ermesi için taraflara çağrıda bulunacak. Eğer Zelenskiy gerçekten de müzakere masasına oturmaya niyetliyse bu mesajı alıp savaşın sürmesinden yana olanları ikna etmek için kullanabilir.
Ancak Zelenskiy’nin koltuğunun altındaki “zafer planı” diyalogdan çok savaşarak Rusya’yı masaya oturtma içeriyor. Dün acele şekilde Paris ve Londra’yı ziyaret etti, bugün Vatikan’dan sonra Berlin’e uğrayacak. Zelenskiy için müzakere zor olabilir. Ancak kendisine tam destek veren emperyalist ülkeler çıkarlarına göre kestirme yollara ve önerilere başvurabilirler.
Trump’ın seçilmesi durumunda savaşın Avrupa’ya ihale edileceğinin farkında olan Almanya Başbakanı Olaf Scholz, vakti geldiğinden telefona sarılıp “Alo, Sayın Putin” demeye hazırlanıyor. Yakın çevresindekilere aklından geçenleri söyleyen Scholz’un bunu gerçekten yapıp yapmayacağını zamanla göreceğiz. Ancak çok fazla seçeneği yok. Çünkü ülkeyi savaşın parçası haline getirdiği için halk arasında şimdiden “En sevilmeyen başbakan” sıfatını kazandı. 3 Ekim’de Berlin’de yapılan büyük barış gösterisinde partisinin temsilcisi yuhalandı. Önümüzdeki yılın eylül ayında yapılacak genel seçimlerde Scholz’un partisi SPD’nin sandıktan birinci çıkmasının ihtimali şimdilik neredeyse sıfır. Bu nedenle başbakanlık süresi dolmaya yaklaşırken savaşçı, militarist rolüne bir de ara buluculuğu ekleyerek “barış elçiliği”ne soyunabilir.
Tabii Rusya ve lideri bu payeyi kendisine verirse...
/././
Evrensel - GÜNDEM
Özçelik-İş’ten GAMAK işçilerine: Onay verseniz de vermeseniz de sözleşmeyi imzaladık
Toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde anlaşma sağlanamayan bu nedenle grev hazırlığının olduğu GAMAK Motor’da Özçelik-İş işçilerden habersiz toplu iş sözleşmesi imzaladı.(https://www.evrensel.net/haber/530479)
Tekeller fındığa kokarcadan daha fazla zararı nasıl verdi?
Fındık üreticileri tek vurgunu kahverengi kokarca istilasından yemedi. Fındık fiyatını belirleyen tekeller de üreticinin belini büktü. İşte adım adım tekellerin fındık istilası!(https://www.evrensel.net/haber/530513)
İsrail ordusunun Beyrut'un merkezine düzenlediği saldırıda 22 kişinin öldü, 117 kişi yaralandı. İsrail'in Lübnan-Suriye sınırında bir sahra hastanesine de saldırı düzenlediği duyuruldu.(https://www.evrensel.net/haber/530506)
***
Okullarda paran kadar temizlik dönemi -Eren Saran-
İktidarın temizlik ve güvenlik sorununu çözmediği okullar velilerin cebine el atıyor. Veliler ise tepkili: “Bizi çocuklarımızın sağlığıyla sınıyorlar. Para yoksa temizlik ve güvenlik yok."(https://www.evrensel.net/haber/530464/okullarda-paran-kadar-temizlik-donemi) ***
Uzman doktorlara, kendi çalıştıkları hastane dışında başka hastanede nöbet görevi verilecek
Sağlık Bakanlığı'nca, "Yataklı Sağlık Tesislerinde Acil Servis Hizmetlerinin Uygulama Usul ve Esasları Hakkındaki Tebliğ"de yapılan değişikliğe göre, uzman tabipler ihtiyaç halinde, il geneli nöbet ve acil sağlık himetleri sunumunun sürekliliğinin sağlanması gerekçesiyle, bulundukları ilde kendi çalıştıkları sağlık kuruluşunun dışında diğer kamu sağlık tesislerinde de görevlendirilebilecek. Önceki tebliğde yer alan "İl genelinde üniversiteler hariç olmak üzere kamu sağlık tesislerinde görevli olan uzman tabiplerin, kendi kurumlarındaki görevlerini aksatmayacak şekilde müdürlük tarafından yapılacak planlamaya göre görev yaptıkları kurumlar haricindeki kamu yataklı sağlık tesislerinde nöbet görevine dâhil edilmeleri mümkündür" maddesi, "Üniversite hastaneleri hariç olmak üzere kamu sağlık tesislerinde görevli uzman tabipler; il geneli nöbet ve acil sağlık hizmet sunumunun sürekliliğinin sağlanması adına, görevlendirilecekleri birimlerde yeterli sayıda uzman hekimin bulunmadığı durumlarda, kendi kurumlarındaki görevlerini aksatmayacak şekilde müdürlük tarafından; ilin nüfusu, coğrafi özellikleri ve hastanenin uzaklığı gibi kriterler dikkate alınarak yapılacak planlamaya göre diğer kamu sağlık tesislerine görevlendirilebilirler" şeklinde değiştirildi.
(Evrensel)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder