11 Ekim 2024 Cuma

soL "KÖŞEBAŞI" -11 Ekim 2024-

Örnek bir aydın, örgütçü öğretmen, direnme gücü aşılayan 'tehlikeli' kalem: Fakir Baykurt -Mustafa Demir*-

Fakir Baykurt'un 1968'de yazdıkları bugün de geçerliliğini koruyor: "Eğitim sorunu, öğretmen sorunu, yurt sorunundan ayrılmaz. Yurt sorunları da da bir Ali Veli sorunu değil, düzen sorunudur.”

Türkiye demokratik öğretmen hareketinin; bu hareketin sürdürücüsü olan öğretmen örgütlerinin ve aynı zamanda da yazın dünyamızın önde gelen isimlerinden Fakir Baykurt için ölümünün (11 Ekim 1999) yirmi beşinci yıldönümünde, başta öğretmen sendikaları olmak üzere çok sayıda kuruluş tarafından çeşitli yönlerinin ele alındığı anma programları düzenlendi.  

Köy Enstitüleri; ülkemizde “münevver”den “aydına” geçişin önemli bir aşaması olmasının yanında, toplumumuzun köy kökenli aydınlarla tanışmasının da yolunu açtı. Böylece “okumuşların” halkla daha iyi iletişim kurmaları ve halkın sorunları ile daha yakından ilgilenmeleri sağlanmış oldu.

Bu aydınlara verilecek örneklerin başında Fakir Baykurt gelmektedir. Fakir Baykurt yazım gücünü yalnızca toplumsal sorunları dile getirme biçimiyle değil; toplumun iç yapısını bazen hüzünlü, bazen dramatik, bazen de eğlendirici bir şekilde ele almıştır. “Direnme gücü”nü ise öne çıkarmıştır. Bu özelliği, tüm roman ve öykülerinde görmek mümkündür. Onuncu Köy’ün “öğretmeni”, Yılanların Öcü’nün Irazca’sı, Kaplumbağalar'ın Kır Abbas’ı bu direnişin öne çıkan, unutulmaz kahramanlarıdır. 

Yılanların Öcü'nün gala gecesinde saldırıya uğramıştı

Daha çok öğretmen örgütlerindeki çalışmaları ve liderliğiyle tanınan Fakir Baykurt, yazım alanında çok önemli işler gerçekleştirmiştir: Fakir Baykurt’un ikinci romanı olan Yılanların Öcü (İlk romanı Çilli’dir.), 1958 yılında Cumhuriyet gazetesince düzenlenen Yunus Nadi Roman Ödülleri yarışmasında, aralarında Halide Edip Adıvar, Orhan Kemal, Behçet Necatigil, Haldun Taner'in de bulunduğu Seçiciler Kurulu tarafından birincilik ödülüne değer görülmüş ve Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilmiştir. Bu tefrikadan sonra dönemin Milli Eğitim Bakanı vekil olan Tevfik İleri'nin talimatıyla Fakir Baykurt ve Cumhuriyet Gazetesi hakkında soruşturma açılmış; ancak soruşturmayı yürüten savcı takipsizlik kararı vermiştir. 
Böylece Fakir Baykurt aydınlar ve yurtseverlerce beğenilen ve okunan bir yazarken, dönemin muktedirleri için ise “tehlikeli”  bir kalem olmaya başlamıştı.

Yılanların Öcü, 1961’de Devlet Tiyatroları'nda sahnelenmek üzere tiyatroya uyarlandı. Ancak TBMM’de bütçe görüşmeleri sırasında hem Millet Meclisi hem de Cumhuriyet Senatosu oturumlarında romanla ilgili uzun tartışmalar yapıldı ve "kuvvetli sol görüşler taşıdığı" öne sürülerek oyunun provaları durduruldu. Ardından 1962'de sinemaya uyarlandı. Ancak Sansür Kurulu tarafından filmin “Türkiye içinde ve dışında gösterimi” yasaklandı. Film, Çankaya Köşkü'nde Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'e izlettirildi. Cumhurbaşkanının destek vermesine rağmen gösterime sokulmayan filmin mecliste milletvekillerince izlenerek gösterime girip girmemesi için oylama yapılmasına karar verildi. Gösterilen tepkiler ve yaşanan tartışmalar üzerine mecliste gösterim yapılmadan sansür kaldırıldı. Ankara'daki Ulus Sineması’nda yapılan gala gecesinde Fakir Baykurt, saldırganlar tarafından hırpalandı. Altmışa yakın sinema, filmin gösteriminin yapıldığı ilk gün saldırıya uğradı.

'Tırpan' bugün hâlâ güncel: Kadının kendisine kader diye dayatılan geleceğe 'hayır' diyebilmesinin sembolü
Aslında bir tarım aleti olan, ama Azrail'in elinde can alıcı olarak gösterilen tırpan, bu romanda bambaşka bir simgesel işleve sahiptir.

Aziz Nesin’in: "O, Fakir'in şaheseridir.” dediği bir kitap olan Tırpan, güncelliğini bugün de sürdürmektedir. Kadın cinayetlerinin yaygınlaştığı, çocuklara tecavüzlerin arttığı ve mütecavizlere verilen (daha doğrusu verilmeyen) cezaların vicdanları sızlattığı; kadınların ikinci plana itilmeye çalışıldığı günümüzde, “Tırpan”ın toplumsal ve vicdani değeri daha da artmaktadır. Bu roman; feodal bir kültürde yani bugün çokça dilendirilen “geleneklerimizin” geçerli olduğu toplumsal ilişkiler içerisinde, Ankara’nın bir köyü olan Gökçimen’de, kadının kişi olarak nasıl yok sayıldığını, Dürü’nün kendisine dayatılan kaderiyle ilişkilendirirken; direnmeyi ve karşı çıkmayı ise “Deli” denilen ama köyün en akıllısı olan Uluguş Nine’nin kişiliğiyle açıklar. 

Tırpan romanında iki şey çok açıkça kendini gösterir: Birincisi tırpanın; bir başkaldırının, kendisi için kader diye diretilen bir geleceğe hayır diyebilmenin sembolü olmasıdır. Aslında bir tarım aleti olan, ama Azrail'in elinde can alıcı olarak gösterilen tırpan, bu romanda bambaşka bir simgesel işleve sahiptir. Azrail’in elinden alınarak kadının eline verilmiştir. Kadın da tırpanla kendi varlık ve özgürlük alanına saygı duymayan erkeği cezalandırarak kaderine sahip çıkmış, kaderini kendi elleriyle ve tırpan aracılığı ile yeniden yazmıştır.

İkincisi ise Tırpan’ın, kaderciliğin masallar ve toplumsal ilişkilerle mutlaklaştırıldığı geleneksel yapıda, kader denilen şeyin yaşanmadan önce değil, yaşamın içinde oluştuğuna ve genelde insanın, özelde kadının kaderini kendi yazabileceğine duyulan bir inançla kaleme alınmasıdır. 

Bu romanında insan ilişkilerinin kadın-erkek eşitliğine değil, erkek egemen bir dünyaya dayandığını peşinen vurgulayan Fakir Baykurt, bu kültürde kadının duygusal varlığının, ruhsal beklentilerinin hiç sayıldığını sezdirir. Yani kadın bu kültürde bir çift dudak, meme ve kalçadan ibaret cinsel bir nesnedir.  Bu durumda, yanında Uluguş Nine’yi ve kendi gibi kadere gizlice isyan edenleri bulan Dürü, Azrail’den aldığı tırpanla, bir kader kurbanı iken cana kıyacak kadar isyankâr olur. Sonuç Dürü’nün edilgen değil etken olması durumudur. Dürü’nün bu duruma gelmesi; yani cinayet işleyebilecek kadar gözükara ve soğukkanlı oluşu yalnız Uluguş Nine’nin kışkırtıcılığı ile değil, uğradığı ruhsal ve uğrayabileceği cinsel tecavüzlerle de ilgilidir. Oysaki bugün gerçek hayatta Dürü’nün yaşadıklarından daha fazlasını yaşayanlar için namus cinayetleri, intiharlar ya da kadere razı olma, bir ahlak sorunu olarak topluma ve bireylere dayatılmaktadır.

Büyük Öğretmen Mitingi'ndeki konuşması: 'Uzak illerden, kerpiç köylerden geldik...'

Fakir Baykurt yalnız edebi kişiliği ile değil örgütçülüğü ile de bir simgedir. Türkiye’deki ilk öğretmen sendikasının kuruculuğunu ve başkanlığını yapan Fakir Baykurt, ömrünün önemli bir bölümünü öğretmen örgütlülüğü, öğretmenlerin hakları ve statülerinin korunup yükseltilmesi için harcamıştır.

Yaklaşık 50 bin kişinin katıldığı ve “Büyük Öğretmen Mitingi” adı verilen bu eylem, siyasi parti mitingleri dışında Cumhuriyet tarihinin o güne kadar yapılmış en kalabalık mitingidir.

Öğretmen sorunlarının yanı sıra halkın genel sorunlarıyla da ilgilenmiş; özellikle de antiemperyalist bir çizgide bu sorunlara karşı mücadelesini sürdürmüştür. Fakir Baykurt’un 15 Şubat 1969’da yapılan “Büyük Öğretmen Mitingi”nde yaptığı konuşma bu mücadelenin dile getirilmesidir:

… Uzak illerden, kerpiç köylerden geldik. Beton Ankara’nın asfalt caddelerinde yürüyeceğiz. Bir koca kışı yarım teneke gazla geçiren ve yirminci yüzyılın sonlarına doğru çocukları kızamıktan ölen, kadınları karanlıkta ve baskıların boğaza çıktığı; sabrın, sinirin kalmadığı yerlerden geldik. Kendilerini egemen sınıfların emir kulu sayan, kraldan çok kralcı yöneticilerin yol bağlarını, telefon zincirlerini kırarak geldik. Uzaklardan tek tek seslendik, işitilmedi…”  

Yaklaşık 50 bin kişinin katıldığı ve “Büyük Öğretmen Mitingi” adı verilen bu eylem, siyasi parti mitingleri dışında Cumhuriyet tarihinin o güne kadar yapılmış en kalabalık mitingidir. Ayrıca Fakir Baykurt’un başkanlığını yaptığı TÖS, 15-18 Aralık 1969’da yapılan ve 109 bin öğretmenin katıldığı “Büyük Öğretmen Grevi”, o güne kadar yapılan tüm gösteri ve grevlerin en uzunu ve katılımı en fazla olanıdır. Bu grevin başarılı olması ve mümkün olduğu kadar az zararla sonuçlanması; siyasi ve sosyal boyutunun ve sonuçlarının tartışılarak ön açıcı olması amacıyla bir bilim kurulunun toplanması için de Fakir Baykurt özel bir çaba göstermiştir. Bu grev, Fakir Baykurt’un sendikalara bakış açısı ile de örtüşmektedir. 

'Öğretmen sorunu yurt sorununda ayrılamaz, yurt sorunu da düzen sorunudur'

Fakir Baykurt 5 Mayıs 1968 günlü TÖS Gazetesi’nde yazdıkları bugün de geçerliğini korumaktadır. 

Önce şu gerçekler üzerinde birleşelim:
1)    Grevsiz sendika olmaz.
2)    Durduğumuz yerde grev hakkı verilmez.
3)    Çok sendika değil, güçlü ve tek sendika.
4)    Yumuşak, uysal ve korkak mücadele sonuç vermez.
5)    Sendikal mücadele sert ve döğüşçüdür.
6)    Eğitim sorunu, öğretmen sorunu, yurt sorunundan ayrılmaz. Yurt sorunları da da bir Ali Veli sorunu değil, düzen sorunudur
.”

TÖS Davası: 'Biz suçlu değiliz, aftan yararlanmayacağız'

12 Mart 1971 askeri müdahalesinin ardından TÖS’ün tüm faaliyetleri durdurduğu gibi, başta TÖS yöneticileri olan Fakir Baykurt, Dursun Akçam, Osman Korkut Akol, Veli Kasımoğlu olmak üzere TÖS üyesi 3600 öğretmen ve eğitimci gözaltına alındı. Bunlardan 214’ü yargılanmak üzere tutuklandı. Dava bitmeden af yasası çıktı. Yargılananlar bu af yasadan yararlanırsa dava hemen kapanacak ve kısa yoldan özgürlüklerine kavuşacaklardı. Ancak yargılananlar örnek olacak onurlu bir duruş sergileyerek: “Biz suçlu değiliz onun için aftan yararlanmayacağız!” dediler. TÖS Davası devam etti.

Baykurt 1971'de Askeri Mahkeme karşısındaki savunmasında "Bu mücadeleye giren insanlar, sonuç ne olursa olsun, bunlara katlanmayı bilmelidir" diyordu.

Fakir Baykurt 9 Ekim 1971’de Askeri Mahkeme karşısında TÖS Genel Başkanı olarak yaptığı savunmasını şu sözlerle bitirdi: “Hak diyenin ağzına vurulmamalı, yol açanın yolu kesilmemelidir… Beraatımızın sevinci gibi, cezalandırılmamızın tesellisini de aramızda kardeşçe ve içtenlikle paylaşacağız. Şimdiye kadar öğretmen olarak davrandık, bundan sonra da öğretmen olarak davranmaya dikkat edeceğiz... Bu mücadeleye giren insanlar, sonuç ne olursa olsun, bunlara katlanmayı bilmelidir. Biz bileceğiz, bizden sonraki öğretmenler de bilecektir. Çok iyi biliyor ve inanıyoruz, çektiklerimiz boşa gitmeyecektir!

Askeri Mahkeme, Fakir Baykurt ve üç genel merkez yöneticisini 8 yıl, 10 ay, 20 gün ağır hapis cezasına; 55 sanığı da 10 ay ile 10 yıl arasında değişen hapis cezalarına çarptırdı. Ancak mahkûmiyetler Askeri Yargıtay’da “hem esastan hem usulden” bozuldu. Böylece TÖS, beraat etmiş oldu.

Bugünlerin olumsuzluklarına baktığımızda: “Buralara nasıl geldik?” diye kendimize ve birbirimize sormaktayız. Oysaki bu durumun temel sorumlusu, sürekli demokrasi nutukları atmalarına karşın, demokrasinin yanına bile yaklaşmayan iktidar sahipleridir. Görünen odur ki bu durumu daha da geriye götürmek niyetindedirler.

Ustam ve önderim Fakir Baykurt’u saygı, sevgi ve özlemle anıyorum.

* Eski EĞİT-DER Genel Başkanı, Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi (THTM) üyesi

                                                         /././

Teslim olmamış bir savaşçının ardından -Mesut Odman-

Arkadaşlarım Behice Boran’ın ölümü üzerine benden bir anma yazısı istediklerinde, Aragon’un telaşını hatırladım. Aynı panik dolu olmazlanmayla karşıladım isteklerini. Ama yolu yok. Yazmam gerekiyor.

“Hayır, yazamam, şimdi olmaz, rica ederim. Bırakın benim için bütünüyle ölsün, yoksa, daha önce, altmış yaşındaki bu delikanlı, bu sarışın boğa, ne hapisanenin, ne hastanenin, ne yaşın etkileyemediği bu insan içimde terütaze yaşadıkça hiçbir şey yazamam. Şimdi olmaz. Daha sonra. Söz veriyorum size, yazacağım.”

Fransızların büyük şairi Aragon, bizim koca Nâzım’ın ölümü üzerine yazı yazması istendiğinde, bunları söylüyor. Nâzım’ın ölümünden üç gün sonra yazdığı yazısı da bu satırlarla başlıyor.

“Hayır, yazamam, şimdi olmaz.”

Arkadaşlarım Behice Boran’ın ölümü üzerine benden bir anma yazısı istediklerinde, Aragon’un bu telaşını hatırladım. Aynı panik dolu olmazlanmayla karşıladım isteklerini. Ama yolu yok. Yazmam gerekiyor.

Ayrıca, neden şimdi olmasın? Bütünüyle ölmedi mi Behice Boran, bu ak saçlı cengâver? İnanmadığımız kaderin bir oyunu diye hayıflanan olmadı mı hiç, ölümün bu birkaç günlük gecikmesine?

Aragon Nâzım’dan söz edildiğini ilk kez 1934’te işitmiş, kendisinden hapisteki Türk şairi için bir şeyler yazmasını istediklerinde. Sonra, Nâzım ölünceye kadar sürmüş dostlukları. İki şair, iki komünist olarak.

Ben ona öykünemem, o güzelim yazıya. Benim konumum epeyce farklı. Ama anmadan da edemiyorum Aragon’un yazdıklarını.

Hayır arkadaşlar, hemen olmaz, lütfen biraz zaman verin bana. Ne yazabileceğimi düşünmeliyim. Yıllarca, toz kondurmadığımız, herkese karşı savunduğumuz doğruların simgesi olmuş bir büyük kavgacının, Türkiye’deki birtakım “gerçeklik”lere insana hüzün veren bir gerçekçilikle rıza göstermesine, ölümünden üç beş gün önce üstelik, sadece üç beş gün önce rızasını ilan ettikten sonra çekip gidivermesine alışmam gerek. Bu tanrının belası zaman kaymasını kabullenmeli ve ne olurdu ey ölüm, birkaç gün önce gelemez miydin, diye yazıklanmayı bırakmalıyım. Kolay değil bu. Biraz zaman lütfen. Bu acıyı biraz olsun dindirmeden, kafam bununla doluyken, başka ne düşünebilirim ki?

Bu kadarcık da vaktim yoksa, yazabileceklerim ne olabilir? Birkaç kırık dökük anı mı? Öyle de söylense olur. Belki de, belki de güçsüz belleğimin güçlükle çıkarabildiği birkaç güzel görüntü.

Sözgelimi, Ankara’da bir günü hatırlıyorum; mevsim neydi, çıkaramıyorum. Galiba bir sonbahar. Yirmiye yakın yıl geçmiş aradan. Günde üç öğün vitrin camları taşlanarak indirilen, sonraları adındaki “Amerikan” sözcüğünü atıp camlarını kurtaran bir banka vardı, Amerikan Dış Ticaret Bankası mıydı acaba, onun Kızılay’daki şubesinin önünde karşılaştık Sinan Cemgil’le. Yürüyoruz. O anlatıyor, ben dinliyorum.

“Hocam” diye giriyor söze, şu hocam sözünü ne çok severdik, solcular, hele Ankaralı solcular, “Behice Hanım bir kitap hazırlıyor. Geçenlerde Partide görüştük. Elimde bir çomak, bütün arı kovanlarına sokuyorum, diyor.” Elinde çomağıyla arı kovanlarını kurcalayan bir Behice Hanım. Hoşuma gidiyor. Ne kadar iyi olur, diye konuşup gidiyoruz.

Kitap çıkıyor. “Ne kadar iyi oluyor” mu? Bir daha Sinan’la tartışıp karar veremiyoruz. O gerilla oluyor. Uzaklara gidiyor. Geri dönmüyor.

Bir başka gün. Sosyalist Fikir Kulübü’nden çağrı yapıyoruz; Behice Boran ODTÜ’ye gelip bir konferans verecek. Milli Demokratik Devrim hareketi güç kazanıyor, hatta neredeyse öne geçmek üzere. Öyle bir zaman. Mevsim kış, esaslı bir kar yağmış. Elektrik kesintisi ya da ona benzer bir sorun var. Bir yerden bir yere yürümek gerekiyor. Karın ortasında ince uzun bir yürüyüş kolu oluşuyor. Behice Hanım da bizimle birlikte yürüyor. Devrimci romantizmin harika bir filminden çıkıp gelmişiz sanki, benzersiz güzellikte görüntüler sunuyoruz. Ekim günlerine benzetiyoruz biraz, hiç değilse oradakilerin bir bölümü, seyrettiğimiz birkaç filmle yeni yeni okuduklarımızı birleştirerek.

Konferans? “Türkiye’de Sol Hareket” başlığını taşıyordu. Hepsi o kadar. Onun dışında hiçbir şey hatırlamıyorum. Olmuyor, kazıyıp çıkaramıyorum, herhangi bir kırıntı kalmamış. Bütün hatırladığım ve hiç unutamadığım o eşsiz görüntü: bembeyaz karın üstünde uzun bir yürüyüş kolu, önlerde henüz tümüyle ağarmamış saçlarıyla dinç bir kadın.

Her zaman kahrettiğim belleğimin menüsünden, yıllar sonra bir başka gün. Kızım daha üç dört yaşlarında, şimdi nerdeyse bir genç kız oysa, ailelerimizle birlikte uzun ve güzel bir çalışmanın bitişini kutluyoruz.  Bir süre sonra “Behice Hanım’ın dostluklarının diyalektiği yoktur” değerlendirmesine ulaşacak Yalçın Küçük’ün evindeyiz. Küçük kızım ürkek ürkek ortalıkta dolaşıyor. Behice Hanım onu elinden tutup dizlerine oturtuyor. Başöğretmen edalı bir nine gibi konuşuyor onunla, hemen şöyle birkaç dakika, yarım yamalak konuşmalarını dinliyor.

İşte o Behice Boran öldü, kızım. Hiç baş eğmemişti. Sen de onun gibi ol, kimsenin önünde boyun eğme. Onun kadar kavgacı; ondan daha dirençli, daha bilgili ol.

Hayır, olmaz, o görüntü kalsın.O tür görüntüler için unutulmuş köşeler olmalı bir yerlerinde, ey bellek! Onları unutmakta ne sakınca olabilir? O küçük sinema salonlarında, ellerimiz kollarımız bağlı saldırılara uğradığımız kongreler, toplantılar, bilmem neler. Onlar kalsın. Hiçbir gocunmam yok, kalsın. Behice Hanım’ın onları söylemiş olması çok önemlidir, ama bize söylenmiş olması hiç önemli değil. Söylediklerini unutmuyoruz; bize söylendiklerini çoktan unutmuştuk.

Behice Boran öldü.

Bir zamanlar bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm “üçgeni”nin seçkin savunucularından biri idi. Bunu unutmadık. Bunu unutmadığımız ve unutmayacağımız için, o bütünselliği sağlayan sosyalizm vurgusunun yok edilişine katkılarını da, çaresi yok, hatırlayacağız.

Behice Boran öldü.

Sosyalizm mücadelemizin büyük adlarından biridir. Adını yaşatacağız.

Sosyalist iktidarımızın üniversitelerinde, amfilerinde, kütüphanelerinde, dersliklerinde. Çok isteyip de barındırılmadığı Türkiye’nin üniversitelerinde, o zaman yerini alacaktır.

Üniversitelerimizin dışına çıkacaktır. Sosyalist ülkemizin sokaklarına, caddelerine, alanlarına adı yazılacaktır.

Bu yazı, ilk kez, devrimci büyüğümüz Behice Boran’ın 10 Ekim 1987 tarihinde ölümü üzerine aylık Toplumsal Kurtuluş dergisinin Kasım 1987’de basılan beşinci sayısında yayımlanmıştır.                                                                             /././

Tacize uğrayan kadın öğrenciye KYK memurunun ilk sorusu: 'Üzerinde ne vardı?'-Yekta Armanc Hatipoğlu-

Eskişehir'deki Cumhuriyet Kız KYK Yurdu'nda bir öğrenci yurt önüne kadar iki erkek tarafından takip edildi. Yurt memuru öğrenciye ilk olarak "olay sırasında üzerinde ne olduğunu" sordu.

Eskişehir'de bulunan Kredi Yurtlar Kurumu'na (KYK) bağlı Cumhuriyet Kız Öğrenci Yurdu'nda kalan bir öğrenci, iki erkek tarafından yurt önüne kadar takip edildi.

soL'a konuşan öğrenci, geçtiğimiz günlerde akşam saat 22.00 sularında yurda dönerken iki erkeğin kendisi hakkında konuşup ona baktığını, sonra adımlarını hızlandırması üzerine şahısların kendisini takip ettiğini anladığını söyledi.

Yurda kendisini zor atan ve yurda girdikten sonra olayın sıcaklığıyla yaşananları yurt personeline anlatamadığını söyleyen öğrenci, oda arkadaşının ısrarı sonucu olayı KYK memuruyla paylaştı.

Yurt idare memurunun ilk sorusu: 'Üzerinde ne vardı?'

Olayı anlattıktan sonra yurt idare memurunun kendisine sorduğu ilk sorunun "ne giydiği" olduğunu söyleyen öğrenci, şaşkınlığını şöyle anlattı:

"Anlamıyorum, kendisi de kadın, benim yaşadığım tedirginliği hissetmesi ve yanımda olması gerekirdi ama bana sorduğu ilk soru üzerimde ne olduğu ne giydiğimdi."

Öğrenci, yurt memurunun söylediği skandal sözlerin kıyafet sorgusunun ötesine geçtiğini söyledi ve ekledi: "Bana üstümde ne olduğunu sorduktan sonra 'Erken geldin aslında, kütüphaneden de dönebilirdin bu saate, geç gelmiş olsan anlayacağım ama erken geldin' dedi."

'Devletin bizi yalnız bıraktığını birinci gözden gördüm, kendimi güvende hissetmiyorum'

Öğrenci, kendisine yardımcı olan güvenlik görevlisinin önerisiyle polis çağırdıklarını anlattı.

Gelen polislerin de konuyu pek umursamadığını ve "Bitse de gitsek" tavrında olduğunu belirten öğrenci "Üst üste yaşanan kadın cinayetleri ister istemez çok etkiliyor. Yurt memuru ve polislerin tavrıyla devletin bizi yalnız bıraktığını birinci gözden gördüm. Bu ülkenin sokaklarında kendimi güvende hissetmiyorum" diye konuştu.

                                                             /././

Enerji vurgununda gözaltı iddiası: 'Hırsızlar dışarı salınınca dolandırıcılar cesaret buluyor' -Aslı İnanmışık-

Benzer suçlardan kaydı olan kişiler göstermelik holdingler ve güneş panelleriyle binlerce kişiyi dolandırdı. Mağdurlar aylardır süren soruşturmaların tamamlanmamasına tepkili.

"Ponzi" sistemiyle vurgun yapan dolandırıcıların son dönemde "enerji üretimi"ni kullandığı ortaya çıkmıştı. Bu yöntemle binlerce kişi yaklaşık 600 milyon lira dolandırıldı. Üstelik bu, bilinen iki şirketten saçılanlarla öğrenebildiklerimiz.

Enerji dolandırıcılığı ilk önce Nisan ayında kamuoyunda yankı buldu.

soL'un da gündeme getirdiği dolandırıcılık yöntemiyle, yurttaşlar "yenilenebilir enerji" yatırımıyla güneş paneli kuracağını iddia ederek fahiş fiyatlara arsa veren bir şirket eliyle "devlete enerji satacaklarına" inandırıldı.

Devletin önüne geçemediği bu sistem medya eliyle pazarlandı. Dolandırıcılığın haberini yapan pek çok basın yayın kuruluşu dahi bu sistemin aylarca reklamlarını yaptı. Dolandırıcılık cemaatlere kadar uzandı.

Örgütlü dolandırıcılık

Önce Kainat Holding'in "enerji tarlası" isimli projesiyle dolandırıcılık yaptığı anlaşılmıştı. Ardından İhya Holding isimli şirketin de ödemeleri geciktirmesi üzerine aynı yöntemi kullanarak yüzlerce kişiden para topladığı ortaya çıktı.

Her iki şirketin de Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu'ndan üretim lisansı olmadığını açık kaynaklar üzerinden öğrendik.

Şirketlerin daha önce pek çok mecrada yayınlanan reklamları da gerçekleri yansıtmıyordu. Sayılan illerin büyük bölümünde güneş paneli dahi kurulmamıştı. Zaten arazilerin çoğu panel kurmaya elverişli olmayan ve "çok ucuza kapatılan" verimsiz yerlerdi.

"Holding" görünümü de bir aldatmaca çıktı. İki yapının da çok küçük sermayelerle kurulduğu ve güven vermek adına birçok alanda göstermelik faaliyet yürüttüğü anlaşıldı.

                              Dolandırıcılar, "helal kazanç" diyerek "umre hediyesi" de verdi.

Suç kaydı olan isimler binlerce kişiyi dolandırdı

Mağdurlarla konuşan soL, sözleşmelerde şirketlerin birbirinin ismini kullanması üzerine her iki şirketin aynı elden yönetilebileceği şüphesine dikkat çekmişti.

68 kişinin davasını üstlenen Avukat Semra Acar da ana dosyanın Bakırköy Savcılığı'nda olduğunu belirterek, şirketlerin tepesinde aynı isimler olduğunu doğruladı. 

Dosyayla ilgili haciz yapıldı. Silivri'deki ofislerinden mal kaçırmaya çalışanlar gözaltına alındı. Avukat Semra Acar, "Bu sadece bir dolandırıcılık değil, dolandırıcılığın örgütlü hali" dedi.

Dosyada ismi geçen kişilerin benzer suçlardan kaydı olduğu belirlendi. İşin başında görünen bir ismin hâlâ Ankara Ağır Ceza Mahkemesi'nde aynı suçtan yargılamasının devam ettiğini öğrendik.

Aylar sonra gelen gözaltı

Resmi kurumlara başvuran, şikayet üstüne şikayet eden, eylem yapan mağdurlar aylar geçmesine rağmen dosyada doğru düzgün adım atılmamasından şikayetçiydi.

Derken önceki gün İstanbul'daki mağdurların bir bölümü İstanbul'da Vatan Caddesi'ndeki İl Emniyet Müdürlüğü'ne ifadeye çağrıldı.

soL'a konuşan ve ifadeye çağrılan bir mağdur, yaklaşık 45 kişi emniyette hazır bulunduklarını belirtti. Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü'nün kendilerine verdiği bilgiye göre, 18-20 kadar şüpheli gözaltına alınmıştı.

Gelen mağdurlardan da kendilerini dolandıran kişileri teşhis etmeleri istendi.

Dolandırıcılardan en az 4'ünü tanıdığını söyleyen mağdur, "Polisler gözaltı işleminin süreceğini, daha sonra savcılığa sevk edileceklerini söyledi. Ancak detaylı bilgi paylaşılmadı. Gözaltıların İhya Holding dosyasında yapıldığını biliyoruz" dedi.

Asıl büyük vurgunun yapıldığı Kainat Holding dosyasındaysa gizlilik kararı var. Bu nedenle soruşturmayla ilgili avukatlar dahi detaylı bilgi alamıyor. Avukatlar bu durumun savcı tarafından "mağdurlarla hırsızların daha net ayırt edilmesiyle ve dışarıyla istihbarat paylaşımının dolandırıcıların önlem almasına neden olmasıyla" ilişkilendiriliyor. Öyle olsa bile avukatlar zaman zaman bilgi paylaşımı yapılmasının mağdurları da koruyacağını hatırlatıyor.

'Dilan Polat davasında da gördük, hırsızlar dışarıda'

Kainat Holding'e 400 bin lira, İhya Holding'e 180 bin lira kaptıran mağdur, yatırdığı miktarların bir bölümünü kredi kartıyla yaptığı için bankalara itiraz yoluyla kurumlardan geri ödeme almaya çalıştığını söyledi. Bu şekilde bazı mağdurlar kaptırdıkları paraların bir bölümünü geri alabildi.

soL'a konuşan mağdur, kendisini dolandıranları tanımakta güçlük çektiğini de anlattı. "Kılık kıyafetleri zaten her gördüğümüzde değişiyordu. Kadınlar bazen türban takıp bazen de görüşecekleri kişiye göre çıkarıyordu" diye konuştu.

Son olarak söyledikleriyse çarpıcı:

"Dilan Polat davasında da gördük, hırsızlar dışarıda. Bunların dışarıda olması diğer dolandırıcılara da cesaret veriyor."

https://haber.sol.org.tr/haber/dosya-modern-kirmizi-pazartesi-enerji-dolandiriciligi-393485 (24/05/2024)

                                                       /././

Ölüm niye hep işçilerin payına düşüyor: İktidar ve iş güvenliği -Elif Doğan Çiftçi-

Devlet eliyle tanımlanmış risklerin çalışma hayatında yer bulmasının önü, bizzat devlet tarafından yasalar vasıtasıyla açılmamış mıdır?

“Bana bir şey olmaz, düşüp ölsem en azından çocuklarım üç beş kuruş para alır.”

İş güvenliği uzmanı olarak konuştuğum bir inşaat işçisi ağabeyimizden bu sözü ilk duyduğumda dehşete kapılmıştım. 

Bu düşüncede olan bir insanın iş cinayetine kurban olmaması mümkün müdür, sorusu geçmişti aklımdan.

Peki, inşaat işçisinin bu düşünceye kapılmasının sorumlusu işveren midir? Yoksa doğrudan iktidar mı bu düşüncenin işçilerin zihninde yer etmesinin zeminini hazırlamaktadır?

Örgütsüz işçi gücünü yitirir

İşçiler çalışırken çok sayıda risk faktörüyle karşı karşıya kalıyor. Bunlar içerisinde çalışma hayatındaki psikososyal risk etmenleri, maruz kalınan mobbing ve işçi sınıfının bunlar karşısında bütünlüklü bir duruş geliştiremeyişi, üzerinde durulması gereken önemli konulardan birkaçı.

Kuşkusuz bunları düşününce, hepimizin ilk akla gelen yanıtı, örgütsüz işçinin gücünü yitirmesi olacaktır.

İşte tam da bu noktadan başlamak istiyorum.

6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası’nda psikososyal riskler, bir risk etmeni olarak tanımlanmış ve bu riskler, çalışma süresi, ücret, organizasyonel etmenler (vardiya, esnek çalışma vb.), stres altında çalışma, taciz, mobbing vs. şeklinde anlatılmaktadır.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na bağlı İş Sağlığı ve Güvenliği Genel Müdürlüğü’nün 2016 yılında yayınladığı Psikososyal Risk Faktörleri Bilgilendirme Rehberi’nden birkaç alıntı yapacağım.

2.1 İşin mahiyeti: İşin içeriğinin çok dar, monotonluğun yüksek, hüner düzeyinin düşük ve ekip çalışmasının yetersiz olduğu, seri imalat teknolojisinin hâkim olduğu işyerlerinde çalışanlar arasında, yalnızlık, birbirlerine karşı soğuma ve yabancılaşma, aşırı stres gibi verimsizliğe yol açan birtakım duygu ve davranışlar kendini göstermektedir.

2.2. İş Yükü ve İş Temposu: Aşırı iş yükü kadar, çalışanlarda strese neden olan bir diğer faktör ise yetersiz iş yüküdür. Özellikle zamanının çoğunu oturarak geçirmek durumunda kalan veya zekâ ve yeteneğinin altında rutin işleri yapmak zorunda kalan personelin sıkıntı nedeniyle strese girdiği görülmektedir. Otomasyona bağlı toplu üretim ile makinenin hızına uymak zorunda kalan çalışanlar işleri yetiştirmek zorundadırlar ve yoğun bir iş temposuyla karşı karşıya kalırlar.

2.3. İş Programları: Yapılan araştırmalar, insan fizyolojisine en uygun çalışma süresinin günlük azami 7,5 saat haftalık 45 saat olduğunu ortaya koymaktadır. Gerekli planlama yapılmadan, çalışanların sosyal ve kültürel ihtiyaçları dikkate alınmadan fazla mesai yaptırılması halinde; iş verimi ve çalışma saatleri arasındaki denge bozulur ve kişilerde aşırı yorgunluk ve stres durumu ortaya çıkar. Bu ise etkin ve verimli çalışmayı engelleyerek, iş kazaları vb. olumsuz durumların yaşanmasına neden olabilir.

Bu şekilde 10 madde sayılmış. Bu maddeler iş kazaları ve işçi ölümlerinin bir bölümünün bu risklerden kaynaklandığı belirtilirken, bunları engellemek gerekliliği de yasal zorunluktur denilmiş.

Peki devlet eliyle tanımlanmış bu risklerin çalışma hayatında yer bulmasının önü, bizzat devlet tarafından yasalar vasıtasıyla açılmamış mıdır?

Devlet sermayenin ve patronların devleti olarak, işçi sınıfını bile isteye bu risklere maruz bırakmamış mıdır?

22 yıldır sayısız defa yasal ve anayasal değişiklikler yapan iktidar, devlet tarafından tarif edilen riskleri azaltmış mıdır, yoksa artırmış mıdır?

Bizzat iktidarın işçilere yaklaşımı dahi, sorunun yanıtını ortaya koymaktadır. 

İşçi sınıfının karşısında, hepsi kişisel servetlerini katlamış zenginlerden oluşan, yüzlerce korumayla gezen ve yeri geldiğinde karşısındaki işçinin kafasına yiyecek paketleri atmaktan çekinmeyen, karşısında bir gerçek dile getirildiğinde işçiye küfretmeyi hak gören bir iktidar vardır. 

Bunun ötesinde, işçi eylemleri her seferinde kolluk güçlerinin şiddetiyle engellenmeye çalışılarak, tam da hukukta tarif edilen “psikolojik yıldırma” taktiği kullanılmaktadır. Devlet gücü karşında sinmiş, değersiz olduğunu düşünecek bir emekçi toplamı oluşturulmaya çalışılmaktadır.

Ayrıca tüm topluma sürekli pompalanan “güçlüyü mazur gösterme, zayıfın kendisini hatalı ve yetersiz hissetmesi” psikolojisi de benimsettirilmeye çalışılmaktadır. Buna mukabil, her konuda patronların üstünlüğü devlet eliyle meşru hale getirilmiştir.

İşçi eylemlerini kolluk gücünün şiddet ve baskıyla engelleme çabasına en son örnek Polonez direnişi oldu. İşçiler, İlçe Emniyet Müdürü'nce bile tehdit edildi, polis saldırısı sonrası bazılarının vücutlarında kırıklar oluştu.

Yok edilen işçi güvenliği ve işçi sağlığı

Başka bir boyutuyla konuya bakarsak, özellikle AKP’li yıllarda sermayenin emek üzerindeki baskısının çok artması ve toplumsal alanın sosyal ve kültürel boyutlarıyla bir çözülme içine girmesi, geleneksel dayanışmacı yapının gevşemesi ve bireyselleşmenin yükselişi, işçiler arasında değer yargılarının aşınmasına ve erimesine yol açmıştır. 

Değersizliğin ve geleneksel sosyal kuralların yokluğunun neden olduğu ölçüsüz ve dengesiz hareketlerin devletin bütün kurumlarında belirgin bir şekilde ortaya çıkması, hukuksuzluğun meşruluğu, işyerinde taciz davranışına karşılık daha sessiz, daha tepkisiz kalınmasına zemin hazırlamıştır. Yıldırma, işyeri yönetiminde devamlı etkin bir araç olarak kullanılmaktadır.

En basit hak arama mücadelesi bile örgütsüz işçi için, uzun, meşakkatli ve kimi zaman sonuçsuz hale gelmiştir. 

Dolayısıyla işçi sınıfı, devletin baskı mekanizmaları ve kolluk güçlerinin şiddetinden çok, ideolojik olarak teslim alınmakta ve bu sömürü ve ezilmeye mahkum bırakılmaktadır. Bu durum birçok araçla normalleştirilmektedir.

Türkiye’de bildiğimiz gibi üretimin büyük bir kısmı küçük ve orta ölçekli firmalarda yapılmaktadır. Hemen hiçbir denetimin olmadığı bu işletmelerde, işçi güvenliği ve işçi sağlığından bahsetmek mümkün değildir. Kaldı ki yasal hakların esamesi bile okunmamaktadır. İşçiler sürekli yer değiştirmekte, işyerlerinde hiçbir güven ilişkisi kuramamakta, yasal hakları (işten kaçınma hakkı mesela) şöyle dursun tazminat haklarının onlara söylenmesi bile komik hale gelmiştir. Öyle büyük bir taciz ve yıldırma vardır ki başta kendilerine olan güvenleri yok edilmiştir. Sonra da birbirlerine…

15 Eylül'de Sakarya Oba Makarna'daki patlama sonrası fabrikada alınmayan iş güvenliği önlemleri gündeme geldi. Fabrikada daha önce de küçük çaplı iş kazaları ve yangınların yaşandığını işçiler soL'a anlatmıştı.

İşçiler değiştirecek güce sahip

Her eğitimde dile getirdiğim bir nokta, işçilerin güçlenmesinin, birlikteliklerinden geçtiği.

Elbette kimimiz kanalizasyon temizleyeceğiz, kimimiz inşaatta çalışacağız, metal işleyeceğiz, mühendislik yapacağız. Bu işler arasındaki farklar, temel hakları hiçbirimizin daha az hak ettiği anlamına gelmez.

Hepimiz barınma, eğitim ve sağlık hakkına sahip olmalıyız. Hepimiz sağlıklı beslenebilmeli, tatile gidebilmeli, kaliteli müzik dinleyebilmeliyiz. Bizi ayıran, yaptığımız işlerin farklılığı değildir. Birlikte üretenler, birlikte hakkıyla tüketmelidir. Gücümüz birlikte oldukça anlam kazanacaktır.

İşçi sınıfı sınıf bilinci kazandıkça, üzerindeki baskı mekanizmalarını birleşip örgütlü hale gelerek geriletmeye başladıkça bilinç düzeyini ilerletecek, düzeni sarsacak ve değiştirecek güce sahiptir.                                        /././

AKP’nin ‘ceza’ hamlesi: Şiddete çözüm olmayacak ama iktidarın hesabı başka olabilir -İrem Yıldırım-

AKP, yeni infaz düzenlemesi veyahut yeni anayasa çalışmalarında toplumu derinden etkileyen suç sarmalına gözdağı kandırmacasını vitrine koydu. Peki bizi asıl bekleyen ne? Cezalar çözüm mü?

Giderek artan suç olaylarına toplumun büyük tepki göstermeye başlaması, iktidarın her zaman takındığı tavrı da tetikledi. 

Ülkedeki toplumsal çürümenin boyutları ve çözümleriyle ilgili değil, “taviz verilmeyecek” cezalarla bu sorunun üstesinden geleceklerini defalarca söyledikleri gibi yine söylediler. 

Türkiye kadın cinayetlerine ve çocuk istismarına karşı günlerdir sokaklarda, kampüslerde ses yükseltiyor.

Eylemlerdeki vurgu sorunun çözümünü de açıklar nitelikte: Paranın egemenliği, tarikat düzeni, çöken adalet sistemi... Hepsi birden toplumsal adalet duygusunu yok etti.

22 yıldır iktidarda olan bir siyasi partinin yani AKP’nin tüm bu sorunlar kendi iktidarlarında yaşanmamışcasına, tıpkı bir muhalefet partisi gibi “düzelteceğiz” dediği şu günlerde hiçbir gerçek duruma uymayan bu tavır, halkı yanıltma amacı taşıyor.

AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, "İnfaz ve ıslah sistemimizdeki boşlukların bu acıların yaşanmasında rol oynadığını görüyoruz. Millet ve devlet olarak bu hadiselerin önüne geçecek adımları atmazsak Batılı ülkelerin karşılaştığı sıkıntılarla bizim de yüzleşmemiz kaçınılmazdır" dedi.

AKP dönemi boyunca çıkan, artık hukukçuların bile sayısını hatırlamakta zorluk çektiği yargı ya da hukuk reformu paketleri de anımsandığında her yargı paketi sürecinde de benzer gerekçeler ileri sürüldü ve bu şekilde yeni paketler yasalaştı.

İşaret edilen yeni paketin de somut olarak ne toplumsal çürümeye ne de suç oranlarındaki yükselişe olumlu etkisi olacak gibi görünüyor.

                              Ayşenur Halil ve İkbal Uzuner, Semih Çelik tarafından 4 Ekim'de katledildi.

'Esas olan suçu yaratan koşulları yok etmek'

AYM eski raportörü ve soL yazarı Ali Rıza Aydın’ın konuya ilişkin değerlendirmesi, bu yöntemin başarısız bir yol olduğu görüşünde. Aydın, “Yıllardır denenen bu yol, birçok örnekte işlemediğini ortaya koydu. Esas olan suçu yaratan koşulların ve ilişkilerin ortadan kaldırılması” diyor.

Adli suçlunun tutuklanması veya serbest kalma halinde bir değişiklik olmadığı görüşü de hakim. Cezasını tamamlayıp çıktığında da bu suç hali devam edebiliyor. Çünkü toplum içindeki suç işleme ilişki ve koşullarının değişmesine ilişkin atılan hiçbir adım yok. Aydın da “Kişilere, bireylere yüklenerek bu sorunu çözemezsiniz. Çünkü toplum bir şekilde buna alıştırılmış” görüşünde.

Suçu oluşturan ekonomik, toplumsal, siyasal ilişkiler düzeltilmediğinde ve tüm bunların yarattığı koşullar ortadan kaldırılmadığında yasalarla, hatta cezalarla uğraşmak da çözümsüzlük hissini arttırıyor.

Aydın burada siyasilerin “idam” çıkışlarına dikkati çekiyor:

“Nitekim bunun yetmediğinin en ilginç örneklerinden biri de toplumu çok rahatsız eden ve çözümsüz gibi görünen konularda siyasilerin hemen ‘idam’ cezasını gündeme getirmesi. Ceza arttırmanın da yasalarla oynamanın da sınırı yok. Toplumun atlatamadığı olaylardan sonra siyasilerin ‘idam’ söylemini ortaya koyması cezalarla oynamanın sorunu çözmeyeceğinin örneklerinden biri olarak karşımızda duruyor.”

Siyaset sorumluluk üstlenmiyor, önlem almıyor

Son günlerde AKP’li yetkililerin, Adalet Bakanı’nın ve Erdoğan’ın açıklamaları bir kez dahi suçu yaratan ortamlara ilişkin değil. Bu tavır, çürümenin devam edeceği ve bu düzenin süreceği öngörülerini doğrular nitelikte. 

“Bu suçlar devam edecek ama biz ceza vereceğiz” mantığıyla yaklaşılıyor. Tarihsel süreçlere baktığımızda çürümüş olan bu tezde ısrar devam ediyor. İnfaz düzenlemesine dair açıklanan değişikliğe göre sınırlı sayıdaki suç türlerine ilişkin adımlar atılacak. 

Erdoğan durumu şöyle tarifledi:

“Belirli suçlarda infaz hükümlerinin, alınan cezanın yüzde 10'u cezaevinde geçirildikten sonra işlemeye başlaması sağlanacaktır. Mesela 5 suç kaydı olan birinin, diğer davalarının bitip sabıka kaydına işlenmesi beklenmeden tutuklu yargılanmasının önü açılacak. Tutukluluk süresi, kişinin işlediği suçlar ve alacağı cezalarla orantılı belirlenecek.”

Bu söylenen sınırlı sıradaki suç türleri aslında Türkiye’de yıllardır süren ve AKP döneminde hızlanarak artan sorumluların cezalandırılmasıyla suç iklimi değişmiyor.

Aydın, “Birkaç suçun cezasının arttırılacağını vurgulayarak işin içinden çıkılamıyor. Siyasi sorumluluklarla ilgili hiçbir önlem olmadığı gibi, emekçiler üzerinde süren baskı ve şiddet durumu hiç değişmiyor. Haziran Direnişi davası ve orada verilen davalar örnek olarak karşımızda duruyor. Kaldı ki biz yıllardır şunu yaşadık, yaşamaya devam ediyoruz birçok siyasi cinayetin ya da toplumu derinden yaralayan cinayetlerin failleri, azmettiricileri bile bulunamıyor vurgusunu yaptı.

Son zamanlarda artan kadın cinayetleri ve çocuk istismarı haberleri ülke genelinde protestoları tetikledi. Türkiye'nin dört bir yanında eylem yapıldı.

Bu çıkışların hedefi Anayasa'ya hüküm sokma çabası mı?

Tüm bu tartışmaların bir başka boyutuysa siyasi davalarda cezalar devam ederken iktidarın işlediği suçlarla ilgi bölümde cezasızlık devam edecek.

OHAL döneminde yer alan 667 ve 668 sayılı KHK’lerde şiddet ve baskıları uygulayan kamu görevlilerine suç yüklenmemesi, cezasızlık uygulamasına ilişkin kararlar alınmıştı. Geçmişte 12 Eylül döneminde 1982 anayasasıyla Milli Güvenlik Kurulu’nun ve o dönemde çıkarılan yasaların denetimsizliği ve oradaki suç unsurlarına ceza yüklenmemesi kararı yaşanmış bir olay olarak duruyor.

Aydın, “Dikkatleri yargı paketindeki suçlara ve cezalara çekerek aslında yeni anayasada belirli dönemlerde siyasi ve hukuksal sorumluluklara ilişkin anayasaya hüküm koyma olasılığı mümkün. Yeni anayasayı bu çerçevede değerlendirmek gerekir” diyerek gözlerden kaçan bir gerçeğe işaret ediyor.

https://haber.sol.org.tr/haber/akp-kadin-cinayetlerinden-de-siyasi-rant-cikardi-infaz-yasasini-34-kez-degistirecekler-395428 (08/10/2024)

                                                               /././

'Depremden bu yana 20 ay geçti ama Hatay'da devletin yaptığı tek bir okul dahi yok' -Özkan Öztaş-

Eğitim-İş Sendikası Genel Başkanı Kadem Özbay depremin en çok etkilediği şehirlerden biri olan Hatay'da eğitim öğretim sorunlarına dikkat çekti: '20 aydır yapılmış tek bir okul yok'.

6 Şubat 2023 tarihinde meydana gelen Kahramanmaraş merkezli depremlerin üzerinden yaklaşık 20 ay geçti. Ancak deprem bölgelerinde sorunların önemli bir çoğunluğu kaldığı yerden devam ediyor. 

Yaşanan sorunlara dikkat çekmek için depremin en çok etkilediği şehirlerden biri olan Hatay'a giden Eğitim ve Bilim İşgörenleri Sendikası (Eğitim-İş) Genel Başkanı Kadem Özbay izlenimlerini soL'a anlattı. "Eğitimde eşitlik öncelikli talep. Ancak burada zaten dezavantajlı bir öğrenci toplamı var. Deprem birçok imkanı ortadan kaldırdı. Buna rağmen hiçbir önlem alınmadığını, 20 ay geçmesine rağmen neredeyse tüm sorunların kaldığı yerden devam ettiğini gördük" diyen Kadem Özbay, depremin üzerinden geçen onca zamana rağmen karakol ya da benzer ihtiyaçlar için kullanılan okullara dikkat çekti. 

Eğitim-İş depremin sebep olduğu sorunları yerinde gözlemlemek ve eksikleri tespit etmek için Hatay'daydı.

'20 ay geçti ama yapılan tek bir okul dahi yok'

Depremin üzerinden geçen 20 aya rağmen birçok sorunun kaldığı yerden devam ettiğini ifade eden Eğitim-İş Genel Başkanı Kadem Özbay, Hatay Defne'de Sevsen Nevzat Şahin Ortaokulu önünde açıklamalarda bulundu.

Konuya dair soL'a görüşlerini ve izlenimlerini aktaran Kadem Özbay, "Depremin 20. ayında Hatay şantiyeye dönmüş durumda. Hâlâ okullar yapılmayı bekliyor, okullar güçlendirilmeyi bekliyor. 210 okul yıkılmış ama yerine devletin yaptığı tek bir okul yok. Prefabrik okullar var, konteyner okullar var, sözde okullar var ve bu okulların da tamamına yakınını hayırseverler yapmış. Yani devlet yine üzerine düşeni yapmamış. Hatta Hatay’ın akademik anlamda en başarılı okullarından biri olan okulun binası bugün emniyet müdürlüğü binası olarak kullanılırken, lise öğrencileri ortaokul binasına taşınmış. Yani 500 öğrencinin eğitim-öğretim gördüğü yerde bugün 1000’in üzerinde öğrenci var" dedi.

                                                    Eğitim-İş Genel Başkanı Kadem Özbay

'Okullar adeta resmi kurumlar tarafından işgal edilmiş durumda'

Depremde zarar gören kamu kurumları için okul binalarının tahsis edilmesine tepki gösteren Kadem Özbay, "Depremin ilk günleri ya da ilk ayları anlaşılabilir bir durum bu. Yani o zamanlarda kamu düzeninin sağlanması için emniyetin, bürokrasinin, benzeri kurumların devamlılığı açısından okulların kullanılması bir nebze anlaşılabilir. Ama depremin üzerinden 20 ay geçti. Bugün Hatay'da birçok okul adeta resmi kurumlar tarafından işgal edilmiş durumda" dedi. 

"Devletin yaptığı tek bir okul yok. Güçlendirmesi tammalanmış tek bir okul yok. Kaynak yok bahanesiyle güçlendirmesi tamamlanması gereken okulların da güçlendirme faaliyetleri yarım bırakılmış durumda. Eşitsizliğin en çok yaşandığı Hatay’da çocukların eşit eğitim şansı kalmamış durumda. Yıkılan okullardan ötürü birden fazla okul, tek bir okula sığdırılmış. Ders süreleri 30 dakikaya düşürülmüş. Bu çocuklar bu koşullarda mı sınavlara hazırlanacak?" diyen Kadem Özbay, tüm bunların yanısıra öğrencilerin ulaşım ve barınma gibi sorunlarına dikkat çekti.

'İktidarda utanacak yüz kalmamış, onların yerine biz utanıyoruz'

Sorunların sadece eğitim ve öğretimle sınırlı kalmadığını kentin hâlâ birçok sorunla baş etmeye çalıştığını ifade eden Kadem Özbay, "Hatay’da barınma sorunu devam ediyor. Hatay'da ulaşım sorunu devam ediyor. Hatay'da deprem bölgesi olmasına rağmen bir öğün yemek hakkının öğrencilere çok görüldüğünü görüyoruz. İkili eğitimden kaynaklanan güvenlik sorunları var. Sabah gün doğmadan okul başlıyor, akşam kararıncaya kadar devam ediyor. Normalde siyasi iktidarın utanması lazım. Ama görüyoruz ki iki yıldır hiçbir sorunu çözmeyen iktidarın utanacak yüzü yok. Onların yerine biz utanıyoruz" dedi 

İl Emniyet Müdürlüğü'nün kullandığı okul binasını boşaltmasını ve Anadolu Lisesi'nin hakkı olan okul binasının bir an önce öğrencilere açılmasını talep eden Kadem Özbay, "Eğitim bir ülkenin geleceğidir. Bu geleceğe sahip çıkmak tüm yurttaşların sorumluluğudur" diyerek yurttaşların Hatay'a ve buradaki sorunlara sahip çıkması gerektiği belirtti.                                               /././

Beyin göçü -Rıfat Okçabol-

Geçmişte “Bizim kız/oğlan üniversiteyi bitirdi” söylemiyle yapılan açık/kapalı böbürlenmenin yerini, “Bizim kız/oğlan yurt dışında yaşıyor” söylemi almış bulunuyor. Nerden nereye?

Gazetelerde yer alan haberlere göre Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2021-2023 dönemine ilişkin yükseköğretim mezunlarının beyin göçü oranının 2015'te yüzde 1,6 iken, 2023'te (kadınlarda yüzde 1,6 ve erkeklerde de yüzde 2,4 olarak) yüzde 2 olduğunu açıklamış. Beyin göçü, yetişmiş insanımızın yurt dışında yaşamayı tercih etmesi ve edinimlerini gittiği ülke için kullanması anlamına geliyor. Bu haberi okuyunca insan ister istemez “Nerden nereye!” diyor.

Bilindiği gibi öğrenim görmesi için yurt dışına öğrenci gönderilmesi, Osmanlı zamanında 1800’lerin ikinci çeyreğinde başlıyor. Gönderilenler de geri geliyor. Ancak Osmanlı yönetimiyle sorun yaşanınca yurt dışına giden oluyor. Örneğin darülfünun Darülfünun-u Osman-i adıyla 1870’de yeniden açıldığında, yurt dışına öğrenim görmek üzere gönderilmiş kişilerden Hoca Tahsin müdür olarak atanıyor. Hoca Tahsin fanus içine bir güvercin koyup oksijeni olmayan canlının öleceğini gösteren deney yapınca ve darülfünun hocası Cemaleddin Afgani de, peygamberliğin bir yönetim sanatı, tekniği olduğunu söyleyince, gericilerin tepkisiyle görevlerinden alınıp okul kapatılıyor. Yurt dışına kaçamak zorunda kalan Hoca Tahsin, durumu “Suçumuz olgunluk kazanmakmış, oysa bize cehalet gerek, anladım; Tanrım bilim öğrenme suçundan tövbeler olsun”1 sözleriyle özetliyor.

Cumhuriyetin kuruluş yıllarında da yurt dışına öğrenci gönderilmesi devam ediyor. Ekrem Akurgal, İdil Biret, Jale İnan, Oktay Aslanapa, Sabahattin Ali, Sadi Irmak, Suna Kan ve Vildan Aşir Savaşır gibi pek çok kişi yurt dışına öğrenime gönderilip geri dönüyor ve ülkelerinin ünlüleri arasında yer alıyorlar. Öğrenime gönderilenlerden gittiği ülkenin büyüsüne (!) kapılanlar orada kalıyor. Yurt dışında kalanlarla geri döndükten sonra yurt dışında yaşamayı tercih edenler, CHP’nin ABD ile iyi (!) ilişkiler kurması sonrasında yavaş yavaş artıyor. Bunun bir nedeni 1940 sonlarında oluşturulan Fulbright Komisyonu oluyor. Fulbright programı, ABD ile diğer ülkeler arasında öğrenci değişimi anlamına geliyor. Ancak uygulamada ABD’den diğer ülkelere öğrenim görmek için gidenler çok sınırlı sayılarda kalırken, geri kalmış ülkelerden ABD’ye gidenler çok fazla oluyor. Bu programa seçilmiş kişilerin önemli bir bölümü ABD’nin büyüsüne kapılıp geri dönmüyor. Bu durum yüksek rakamlara ulaşınca, bu programa katılan öğrencilerin programlarını bitirdikten sonra en az iki yıl ülkelerinde çalışma koşulu getiriliyor. Tabii sonuçta bu önlem de pek işe yaramıyor. Fulbright programı ‘beyin göçü ofisi’ gibi çalışıyor.

Fulbrigh programı dışında 1929 yılında çıkarılan 1416 sayılı yasa ile yurt dışına öğretim üyesi yetiştirmek üzere lisans mezunları gönderiliyor. Diğer bakanlıklar ile bazı devlet daireleri de öğrenim görmek için yurt dışına eleman gönderdikleri oluyor. Görevdeyken yurt dışına gönderilenlerde beyin göçü pek yaşanmıyor. Yurt dışına gönderilen öğrencilerden bazılarının geri döndükten bir müddet sonra yurt dışında yaşamayı tercih etmesi, ülkede beklediğini bulamamaktan kaynaklanıyor. Örneğin 1416 sayılı yasa lisans mezunu yurt dışına belirli bir üniversitede istihdam edilmek üzere gönderiliyor. Öğrenci geri döndüğünde, o üniversite isteğinden vazgeçmiş olabiliyor. Öğrenci 15 gün içinde bir göreve atanmazsa, öğrenim için aldığı burs karşılığı devlete olan yükümlülüğü ortadan kalkıyor. Bu nedenle bu kişiler apar topar bir devlet dairesine atanıyor.2 Bu sıkıcı süreçte kimi kendine uygun yer bulup kalırken kimi dayanamayıp ya da çalıştığı yerden memnun olmayınca yeniden yurt dışına gidiyor. Özel olarak yurt dışına öğrenime gidenlerde geri dönmeme oranı daha fazla oluyor.

Günümüzde ise yükseköğretim görenlerin önemli bir bölümü daha öğrenciyken geri dönmemek üzere yurt dışına gitmeyi hedefliyor. Hatta öğrenimlerini yurt içinde tamamlamış iyi iş sahipleri arasında da yurt dışında yaşamayı yeğleyenler giderek artıyor. Piyasacı anlayışlar yaygınlaştıkça, toplumsal anlayıştan ve de yurt sevgisinden uzaklaşıldıkça beyin göçünün hızlandığı görülüyor.

TUİK’in açıkladığı yüzdeler, yurt dışına okumaya gidip kalanları ya da Türkiye’de lisans tamamlayıp yurt dışına öğrenim görmeye gidenleri ya da çalışmaya gidenleri gösterse de, beyin göçü ülke açısından vahameti yansıtıyor.

En yüksek beyin göçü oranına sahip lisans programlarının sırasıyla moleküler biyoloji ve genetik (yüzde 17,9), biyomühendislik (yüzde 10,2), işletme mühendisliği (yüzde 9,8), elektronik mühendisliği (yüzde 9,1), matematik mühendisliği (yüzde 8,9) ve bilgisayar mühendisliği (yüzde 8,4) olduğu açıklanıyor. Bu durum, yani böylesi alanlarda yetişmiş kişilerin yurt dışına gitmesi durumu daha da vahimleştiriyor.

Beyin göçü gerçeği, öncelikle ülkenin geri kalmışlığını, çalışma olanaklarının ve koşullarının yetersizliğini gösteriyor. Bu durumun yıllardır artarak devam etmesi de, ülkeyi yönetenlerin yetersizliğinin kanıtı oluyor.

TÜİK’e göre, bir lisans programını tamamlayanlar gençlerimizin sırasıyla ABD’yi (yüzde 21,4), Almanya’yı (yüzde 17,5), Birleşik Krallık’ı (yüzde 11,2), Hollanda’yı (yüzde 6,9) ve Kanada’yı (yüzde 4,9) yeğlemiş olmaları ise vahametin bir başka boyutunu gözler önüne seriyor. Bu ülkeler başta ABD olmak üzere tüm dünya emekçilerini sömüren ülkeler. Bu ülkeler üç kuruş kâr için adam öldürmekten kaçınmayan ülkeler. Bu ülkeler Filistinlilere soykırım uygulayan İsrail’e sonuna kadar sahip çıkan ülkeler. Bizim yetişmiş beyinlerimizin bu ülkelere gidip, bir şekilde onların zalimliğinde pay sahibi olmayı kabullenmeleri, herhalde vahametin en vahimi oluyor.

Geçmişte “Bizim kız/oğlan üniversiteyi bitirdi” söylemiyle yapılan açık/kapalı böbürlenmenin yerini, “Bizim kız/oğlan yurt dışında yaşıyor” söylemi almış bulunuyor.

                                                                 /././
Kursk operasyonu: Ukrayna'nın 'Batı'yı ikna' çabasının maliyeti ağır mı olacak?-Okay Deprem-
Ukrayna ordusu, ağır kayıplara rağmen Kursk Operasyonu’nu sürdürüyor. Hedef Batılı güçleri ikna. Ancak genel tablo karanlık.

Rusya-Ukrayna Savaşı, iki buçuk yıldır sürüyor. Son dönemde savaş, Ukrayna ordusunun Rusya topraklarına girip Kursk’a taarruz etmesiyle gündeme geldi.

Bu yazıda bu gelişmenin Rusya cephesini başka bir yazıya bırakıp, Ukrayna cephesine odaklanacağız.

Kiev tarafından Rusya’nın Kursk vilayetine dönük bu yılın ağustos ayında başlatılan askeri saldırı, Ukrayna Silahlı Kuvvetleri (VSU) açısından önemli kayıplarla sonuçlandı. Ukrayna Ordusu’nun cephe hattının diğer yerlerindeki pozisyonlarının zayıflaması, gerçek bir sınav haline gelmiş durumda.

Tüm kayıplara rağmen Ukrayna askeri yönetimi orijinal planlarından sapmıyor. Ancak diğer cephelerdeki durum Ukrayna açısından epey olumsuz.

İlk günlerden itibaren VSU için işler planlandığı gibi gitmedi

Ukrayna Ordu Komutanlığı tarafından “dünyaya gücünü gösterme girişimi” olarak tasarlanan Kursk operasyonu, baştan itibaren beklendiği gibi gitmedi.

Yaklaşık 4 bin kişiden oluşan dört taktik tabur grubunu ön cepheye konuşlandıran VSU, sınırın zayıf korunan kısmını geçmek suretiyle Rus topraklarının derinliklerine doğru ilerleyerek yerel halk arasında panik yaratmayı umar gibiydi.

Buna karşın Rus Ordu Kumandanlığı da yedeklerini bölgeye aktarabildi. Ve akabinde taraflar arasında her yerleşim birimi için şiddetli çatışmalar baş gösterdi.

Henüz operasyonun ilk haftasında Ukrayna Ordusu’nun kayıpları yüzde 30'a ulaşmıştı ve bu da birliklerin saldırı potansiyelini ciddi ölçüde baltalamış oldu.

Şiddetli ve topyekûn saldırı arzusu kayda değer kayıplara yol açtı

Muharebenin dokuzuncu gününde, daha fazla ilerlemek için güçlerini tüketen Ukrayna birlikleri durmak zorunda kaldı. Bu, en baştaki askeri planların acilen revize edilmesi gerektiğinin ilk sinyaliydi.

Ancak VSU idaresi, bariz risklere rağmen en baştaki planlarından vazgeçmemeye kararlıydı ve ek rezervler kullanarak yeni gruplar oluşturmaya başladı. Yüksek asker kaybı nedeniyle 82. Hava Taarruz Tugayı yeniden teşkil edildi ve 54. Keşif Taburu da arka cepheye kaydırıldı. Bundan sonra 54. Mekanize Tugayı, 33. Hücum Tugayı ve 425. Hücum Tugayı gibi ek kuvvetler ileri sürüldü. Bu grupların sayısı 11 bin kişiye kadar çıkartıldı.

Güç oluşturmak için alınan bütün önlemlere rağmen kayıplar artmaya devam etti. Operasyonun 13. gününde kayıplar toplam sayının yüzde 31'ini oluşturuyordu. Oran, doğrudan çatışmalara katılan personel dikkate alındığında yaklaşık yüzde 50’ydi. Kayıplara rağmen Ukrayna Komutanlığı, işgal ettiği bölgeyi elinde tutmayı sürdürmeye karar verdi.

VSU’nun genel kaybı yüzde 70'e ulaştı

Ukrayna Ordusu’nun Kursk saldırısına dönük için ek takviye için şu birlikler konuşlandırıldı: 36. Deniz Tugayı, 101. Bölgesel Savunma Tugayı ve 129. Bölgesel Savunma Tugayı. 116'ncı Mekanize Piyade Tugayı büyük kayıplar nedeniyle cephe gerisine çekildi.

Cephenin bu yönündeki kuvvet yığımı ise devam etti. Sonraki 10 gün içinde cephedeki gruplar şu ilave birimlerle takviye edildi: 41. Mekanize Piyade Tugayı, 155. Mekanize Piyade Tugayı, 152. Avcı Tugayı, 129. Bölgesel Savunma Tugayı ve 21. Mekanize Piyade Tugayı.

Sonuç olarak grupların toplam sayısı 15 bin 150 kişiye kadar yükseltildi ve çatışmalara 11 binden fazla askeri personel katıldı. Sonbaharın başında VSU’nun Kursk’taki personel kaybı yüzde 70'e varmıştı. Kayıpları görmezden gelen Ukrayna Komutanlığı operasyona devam yönünde karar verdi.

VSU’nın manevra ve rotasyon becerisi azalırken, rezerv oluşturma olanakları azaldı

VSU cephenin diğer taraflarından toplam 21 tugayı Kursk bölgesine nakletti. Bu ise onun için stratejik bir hata haline gelecekti. Ukrayna Genelkurmayı’nın ve Zelenski'nin söz konusu kişisel kararı tüm Ukrayna Ordusu’nun savaş potansiyelinin zayıflamasına yol açarken, birliklerin manevra ve rotasyon olanakları önemli ölçüde azaldı ve hassas bölgelerde cepheyi istikrara kavuşturmak için hızlı bir şekilde rezerv oluşturmak artık mümkün olamaz hale geldi.

Sonuç olarak Rus birlikleri Ukrayna’nın savunmasında daha fazla boşluklar bularak ilerlemeye başladı. Özellikle 115. Mekanize Tugayı’nın ve 107. Bölgesel Savunma Tugayı’nın Donetsk ilinin “Liman” kenti yönünden çekilmesi nedeniyle, Lugansk tarafındaki Makyeevka şehrinin savunması gözle görülür şekilde zayıfladı. Bunun neticesinde de Rus birlikleri bu yerleşim birimini ele geçirdi ve Liman şehri yönünde ilerlemelerini sürdürebildi.

Ukrayna ordusu Kleşçeyevka’dan 'Severski Donets'e kadarki toprakları kaybetti

Muharebenin devamında VSU’nun 112. Bölgesel Savunma Tugayı ve 22. Mekanize Tugayı, Kleşçeyevka savunma hattından kısmen çekildi. Sonuç olarak Ukrayna, Kleşçeyevka’dan “Severski Donets” su kanalına kadar önemli miktarda toprak kaybetti ve bu da akabinde Donetsk Vilayeti’nde stratejik açıdan çok mühim olan “Çasov Yar” şehrinin kuşatılması tehdidine yol açtı. Donetsk bölgesinin Toretsk yönünden de 41. Piyade Tugayı, 95. Özel Hava Tugayı ve de 101. Bölgesel Savunma Tugayı çekilmek zorunda kaldı. Neticede “New York” adlı yerleşim birimi kaybedildi ve Toretsk şehri kuşatılma riski altına girdi. Birliklerin sürekli farklı noktalara kaydırılması nedeniyle VSU personelinin toplam kaybı yüzde 12 artarak temmuz ayındaki 60 bin 630 kişiden ağustos ayında 67 bin 760 kişiye kadar yükseldi.

Ukrayna Ordusu’nun amacı, Batı’ya ‘direnme arzusunu’ göstermek

Ukrayna birliklerinin ciddi kayıplarına rağmen askeri liderliğin Kursk Operasyonu’nu sürdürme kararı alt birimler arasında şaşkınlığa neden olmaya devam ediyor. Diğer cephelerdeki personel sıkıntısı ve rotasyon yapma yeteneğinin hemen hemen kalmaması nedeniyle VSU savaşçıları, Rus birliklerinin sürekli baskısı altında cepheyi ellerinde tutmak zorunda kalıyor.

Ukrayna askeri personelinin genel morali düşmeye devam ederken Ukrayna lideri Zelenskiy’se Kursk taarruz operasyonunun sürdürülmesinde ısrar ediyor. Görünüşe göre Batılı ortaklarına “direnme arzusunu” göstermeye çalışıyor. Bu da, Batı menşeli silahların Ukrayna'ya daha fazla tedarik edilmesinde Kiev’ın pazarlık payı açısından son derece kritik.

155'inci Mekanize Piyade Tugayı, Polonya ve Batı Ukrayna’dan Kursk’a aktarılacak

Bugün, VSU’nun en donanımlı birimlerinden birisi olan 155. Mekanize Tugayı, Kursk bölgesinde kısmen yer alıyor. Cephaneliğinde Alman “Leopard 2A4” tankları ve Fransız “Caesar” kundak motorlu topçu sistemi de dâhil olmak üzere modern Batı ekipmanı bulunuyor.

Bazı Ukrayna askerleri halen Polonya ve Batı Ukrayna'da eğitimlerini sürdürüyor. Bunların da yönlendirilmesinin ardından 155'inci Mekanize Piyade Tugayı’nın Kursk bölgesinde tam güçle konuşlandırılması bekleniyor. Bu durumda bölgedeki gerginliğin daha da artmasına yol açacak yeni bir Ukrayna saldırısının olacağı varsayılıyor. Bu süre zarfında ise cephenin diğer mahallerinde ne olacağı tam anlamıyla açık uçlu bir soru.

Rezerv eksikliği ve 2025 saldırıları için yurt dışından gönüllüleri toplama planı

Kursk Operasyonu hem askeri birimlerin yüksek hareket kabiliyetini temin etme sorunu, hem askeri eylemi sürdürülebilir kılma açısından ve hem de ordunun rezervlerinin tükenmesi sebebiyle Ukrayna Ordusu için oldukça maliyetli bir sınav haline gelmiş durumda.

2025'te olası yeni saldırı operasyonları için yeni bir grubun oluşturulmasına yaz sonunda başlandığı ilan edildi şimdiden. Ordu’nun 160. birimi olacak olan bu yeni grubun yurtdışında yaşayan Ukraynalı gönüllülerden oluşacağı belirtiliyor. Ancak yurt dışına çıkan Ukraynalıların çoğu, askerden kaçmak için ülkeyi terk eden kişilerden oluşuyor. Bu savaş bitene kadar da bu kesimin kendi özgür iradeleriyle Ukrayna'ya dönmeyeceklerini öngörmek zor değil. Bu da, ülkede kalan erkekleri bu yönde harekete geçirme olasılığının daha yüksek olduğunu gösteriyor. Öte yandan askerlik yaşının 18'e indirilmesi son dönemde Ukrayna’da yoğun olarak tartışılıyor. Ne olursa olsun kesin olan bir şey var: Ülkedeki askeri insan rezervi her şeye rağmen henüz tükenmiş değil.

                                                              /././

Hizbullah'ın Tarihi(III): Ve namlular işgale dönüyor -Ali Örnek-

Yazı dizimizin üçüncü kısmında, Hizbullah’ın kuruluş yıllarına ve Lübnan İç Savaşı’na uzanıyoruz.

soL’dan Lübnan Hizbullahı’yla ilgili bir yazı kaleme almam istendiğinde, aslında Lübnan’ın uluslaşma serüvenine ve iç savaşa girmeyi düşünmüyordum. İlk tasarladığım yazı 14 Ağustos 2006’da, yani İsrail’in Güney Lübnan’da yenilgiye uğratılmasıyla başlayacak ve 6 Aralık 2017’de Irak sınırındaki Elbukemal’de hem Irak-Şam İslam Devleti’ni (IŞİD) yok ettikleri hem de ABD’nin Suriye planlarını akamete uğrattıkları gün bitecekti.

Açıkçası beni bu yazı dizisine kışkırtan şey, Hamit Bozarslan’ın Artı TV’deki yayında Hizbullah’ın Lübnan İç Savaşı’ndaki rolüyle ilgili uydurduğu yalan oldu. Bozarslan’a göre Hizbullah siyasi arenaya, Lübnan İç Savaşı’nın “Kamp Savaşları” adı verilen döneminde Filistinlileri katlederek adım atmıştı. Yalan söylerken zerre duraksamayan ve yüzü de kızarmayan birini görmek isterseniz buradan izleyebilirsiniz.

Bana kalırsa Lübnan İç Savaşı’nı ilk okuduğunda kavrayan, insanlık tarihindeki herhangi bir olayı ilk denemesinde rahatlıkla kavrayabilir. Gerçekten de anlık kurulan veya bozulan ittifaklar, bir sabah kendilerini aynı safta bulan dünün düşmanları, kadim müttefiklerin bir başka zaman diliminde boğazlaşmalarıyla Lübnan İç Savaşı yakın tarihin şüphesiz en çetrefilli sürecidir…

Ancak aktörlerin ve içinde yer aldıkları ittifakların zikzak çizen eylemlerine takılmadan, savaşın amaçlar yönünden cepheleşmelerine bakıldığında - elbette ki bir kabalaştırma kaçınılmazdır - sürecin anlaşılması da bir o kadar kolaylaşır.

1975-1990 yılları arasında 100 bin insanın yaşamını yitirmesine ve 1 milyon insanın mülteci olmasına neden olan Lübnan İç Savaşı, özünde, Maruni mülk sahiplerinin, 1970’lerin ortasından itibaren düzenlerinin sarsılmasına bir reaksiyonudur. Üstelik etkileri bakımından iç savaş sadece mülk sahiplerinin iktidarını korumakla kalmamış, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) Lübnan’dan çıkarılmasıyla Filistin davasına da kalıcı bir zarar vermiştir.

Ortadoğu’daki her karşı-devrimci güç gibi, Lübnan sağı da ABD ve İsrail’le iltisaklıdır. Savaşta, sağcı milis gücü olan Falanjistler, özellikle Filistinli mültecilere yönelik katliamlara imza atarken, gözü dönmüş caniler portresi çizseler de, uyguladıkları terör kesinlikle kendiliğinden veya hesapsız olmamıştır. Bilakis, 1970’lerin ortasında iktidarlarına yönelik tepkinin cisimleşmiş hali olan Lübnan Ulusal Hareketi’nin sınıfsal karmaşıklığından faydalanmayı hedefleyen, şeytani bir akılla planlanmış provokasyonlar olarak göze çarparlar. Falanjistlerin kanlı saldırıları, İsrail işgaliyle birleşince, Lübnan Ulusal Hareketi içindeki fay hatlarını ortaya çıkarmıştır. Bu saldırı dalgasına yeterli yanıt üretemeyen Lübnan Ulusal Cephesi 1982’de dağılmış ve dün aynı ittifakta yer alan partiler, iç savaşın en kanlı dönemi olan “Kamplar Savaşı”nda karşı saflara savrulmuşlardır.

Tarihsel hesaplaşma bir kez başladığında, karşı tarafı yok etmek, yok olmamanın tek yoludur. Bu şiddet dalgası bir ittifakı vurduğunda, o ittifakın daha kararsız öznelerini tarafsızlaştırabilir ve hatta yanına çekebilir...

1975’ten sonraki sürece bakıldığında sağcı Lübnan Cephesi, düşman kampın çıban başı olarak gördüğü öznelerini yok etmek, diğerlerini de tarafsızlaştırmak konusunda oldukça nettir, ancak aynı netlik muhalifleri Lübnan Ulusal Hareketi'nde yoktur...

Nitekim, sağcı cephe var olan düzeni muhafaza etmek konusunda ideolojik olarak nettir. Ancak karşı kamp, yani Lübnan Ulusal Hareketi’ni teşkil eden partiler, ülkenin eskisi gibi yönetilmemesi gerektiği konusunda hemfikir olsa da yerine konulması gereken düzen hususunda farklılaşır. Falanjist teröre karşı canla başla mücadele etseler bile, onu besleyen Maruni zenginlerin akıbetine dair birbirleriyle çelişirler.

Aynı kafa karışıklığı, o tarihlerde Lübnan’ın bir iç sorunu haline gelmiş Filistinliler ve müttefik olarak gördükleri Filistin Kurtuluş Örgütü’ne bakışta da kendisini gösterecektir. İttifakın tüm unsurları Filistin’le dayanışmadan yanadır, ancak bazı unsurları FKÖ’nün Lübnan topraklarını İsrail’e operasyon düzenlemek için kullanmasına karşı çıkarken, örgütü “İsrail misillemesini Lübnan’ın üzerine çekmekle” suçlayacaktır.

Lübnan Ulusal Hareketi’nin bir diğer sorunu ise Suriye’dir… Şii Emel ve Suriye’yle birleşme yanlısı Arap milliyetçisi partiler, Şam ile tam bir kader birliğine girerken, 1976’da Suriye ordusunun Lübnan’a girmesine Lübnan Ulusal Hareketi içinde itirazlar yükselecektir.

Şii hareketlerinin yükselişi

Lübnan İç Savaşı öncesi çoğunlukla yoksul Şii köylülerinin yerleşimlerini terk ederek büyük şehirlerin varoşlarına doluştuğunu ve Lübnan’ın ekonomik-sosyal düzeninin en altındaki bu kesimin içinde Lübnan Komünist Partisi’nin (LKP) ciddi bir kitle tabanına sahip olduğuna değinmiştim.

Ancak LKP’nin Lübnan Ulusal Hareketi’nden ayrılamaması veya 1976’daki Suriye müdahalesiyle “beş benzemez”e dönüşen ittifakın içinde kendisi bağımsız çizgisini ayrıksı hale getirememesiyle parti, kitle tabanını giderek kaybetti.

1980’lerin ortasında Kamplar Savaşı’na sürüklenen LKP’nin geride bıraktığı bu siyasi boşluk, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren yükselişe geçen Şii hareketleri tarafından dolduruldu. Bu dönem Lübnan’ın Şii hareketlerinin en etkili ismi Musa Sadr’dı. 1974 yılında “Mahrumlar Hareketi”ni kuran Sadr, hangi mezhep veya dinden olursa olsun, Lübnan’ın zenginliklerinden “mahrum bırakılmışlar”ın dayanışmasından yanaydı.

Ancak Sadr’ın varolan düzeni yıkmak gibi bir hedefi yoktu, bilakis sistemin mahrum bırakılmışların lehine tanziminden yanaydı. Sadr, mahrumların dayanışmasının bir ulusal uzlaşıyı da beraberinde getireceğini düşünüyordu ve ona göre Maruniler, sahip oldukları ayrıcalıklardan birliğin tesisi için feragat etmeliydi.

“Mahrumlar Hareketi” daha sonra Emel Hareketi’ne dönüştü ve bu hareket de Şii yoksullar içinde edindiği hatırı sayılır kitleyle, Lübnan siyasetine etki eden bir aktör oldu. 1978 yılında Musa Sadr, Libya ziyareti sırasında kayboldu - Libya lideri Muammer Kaddafi tarafından öldürüldüğü iddia edildi - ve 2 yıl sonra partide Nebih Berri dönemi başladı.

                                                            Musa Sadr

Çocukluğu İran’da geçmiş, Tireli bir din adamının torunu olan Sadr’ın aksine Berri, batı Afrika’da ticaretle uğraşan bir ailenin çocuğu olarak Sierra Leone’de doğmuştu… Sadr, İran’da fıkıh eğitimi almıştı, Berri’yse Lübnan Üniversitesi’nde hukuk okumuştu.

Sadr ve Berri arasındaki bu kişisel farklar aslında o dönem Emel Hareketi’nin içindeki hizipleşmeye de işaret ediyordu.  Zira Berri aslında başta Batı Afrika ticareti sayesinde servet edinmiş “Yeni Şii Zenginlerin” temsilcisiydi. Lübnan’ın toplumsal ve ekonomik sisteminde ağırlığını varlığını hissettiren bu sınıf, kitle tabanlarını oluştursalar da yoksulların dayanışmasından çok, sistemde kendilerine de yer açılmasıyla ilgileniyordu.

Berri liderliğinde Emel Hareketi, özellikle Halde Savaşı’nda İsrail’e karşı etkili bir direniş gösterdi ama 1982 yılında işgal ordusunun başkent Beyrut’a dayanmasını engelleyemedi. Suriye yanlısı bir pozisyona sahip olan Berri, 1985’te başlayan Kamplar Savaşı’nda da FKÖ karşıtı cephenin en önemli isimlerinden biri oldu.

Ancak gerek partinin yoksullara sırt çevirmesi, gerek İsrail’e karşı yeterli reaksiyonun gösterilmemesi, Emel’in Suriye yanlısı tavrı ve FKÖ’ye karşı savaşması, parti içinde bir hizipleşme sürecini beraberinde getirdi. “Yeni Şii Zenginler”in aksine yoksul Şii köylerinden veya varoşlardan gelen, İran’daki İslam Devrimi’nin derinden etkilediği, İsrail işgaline karşı direnişin ana odak olması gerektiğinde ısrar eden bu ekip, 1985’te Hizbullah’ı kuracaktı.

Direniş ve dayanışma

Hizbullah hareketi, ortaya çıkışıyla aynı yıllara denk gelen Kamplar Savaşı’nda Emel’in karşısında, FKÖ’nün yanında yer aldı. Örgüt hem Mahrumlar Hareketi’nden hem de Emel sürecinden bazı dersler çıkarmıştı.

Mahrumlar Hareketi’nin kurulmasının üzerinden geçen on yılda artarak devam eden İsrail işgali, Sabra ve Şatila başta olmak üzere İsrail işbirlikçisi Falanjistlerin düzenlediği katliamlar nedeniyle Hizbullah’ın ana ekseni işgale karşı silahlı direnişti. Sadr’ın “mahrumların dayanışması ile Lübnan’ın birliğinin sağlanması” fikrine karşın Hizbullah için birlik esas olarak İsrail işgaline karşı savaş sırasında kazanılabilirdi. Yani esasında İsrail işgalini püskürtecek güçlü bir askeri direniş olmadan, Lübnan’da toplumsal dayanışma ve birlik çağrıları beyhude olmaktan öteye gidemeyecekti.

Ancak Hizbullah kurucuları, örgüt toplumsal dayanışma hareketi olmadan, İsrail’e karşı savaşmak için gereken toplumsal dinamizmin de kazanılamayacağını, 1982’deki İsrail işgali sırasında tecrübe etmişti. Nitekim Emel’in Şii yoksullara sırtını dönmesi, İsrail’in bu işgaline karşın bir kitle seferberliği yaratılamamasına yol açmıştı. Dolayısıyla askeri direniş için toplumsal dayanışmanın örgütlenmesi ve direniş hareketinin yoksullarla temasını yitirmemesi yaşamsal bir ihtiyaçtı.

Hizbullah Lübnan’da süregiden kanlı iç hesaplaşmanın, bu hesaplaşmanın tarafı olan tüm partilere kan kaybettirdiğini de iyi okumuştu. Bu yüzden Emel ile girdikleri hegemonya mücadelesinin açık silahlı çatışmaya dönüştüğü 1988-1990 yılları arasındaki “Kardeşler Savaşı” dışında İsrail işbirlikçiliği yapmayan Lübnanlı gruplarla ve özellikle de Filistinli gruplarla çatışmaktan kaçındı. Örgüt bunun yerine Güney Lübnan’da İsrail’e karşı silahlı mücadeleye girişti, ki bu mücadele ortaya çıkışlarının üzerinden geçen 15’inci yılda İsrail’in işgal ettiği Lübnan topraklarının büyük bir kısmından çekilmesini sağlayacaktı.

Hizbullah, bir yandan İran’ın aktif desteğiyle Lübnan içinde ciddi bir askeri güce dönüşürken bir yandan da özellikle Güney Lübnan toplumu içinde kök salmaya çalıştı. Bu amaçla örgüt, hastaneler, okullar ve hatta çiftçiler için teknik ve danışmanlık hizmeti sunan ziraat merkezleri açtı.

Örneğin 2006 İsrail işgali döneminde altyapının hasar görmesi nedeniyle başkent Beyrut susuz kalmış, Lübnan hükümeti çare bulamamıştı ve su sorunu bir yandan İsrail’le savaşan Hizbullah tarafından çözülmüştü. Başka bir ilginç örnek ise Lübnan’ın özel sektöre dayalı sağlık sisteminin Covid salgını döneminde çökme noktasına gelmesi ve buna karşın Hizbullah’ın doktor, hemşire, sağlık çalışanı ve diğer toplumsal gönüllülerden oluşan 2 bin 500 kişilik kadroyu seferber ederek salgınla mücadeleye girişmesidir. Lübnan hükümeti çöp toplayamaz hale geldiğinde bile sorunu çözmek için Hizbullah taraftarlarına çağrı yapmak zorunda kalmış ve başlatılan seferberlikle çöpler toplanmıştır.

Bu nedenledir ki, Hizbullah’ın 1993, 1996 ve 2006 yıllarında İsrail’in saldırılarını püskürtmeyi başarması tek başına Suriye veya İran’dan verilen askeri destekle açıklanamaz. İki ülkenin Hizbullah’a sağladığı askeri yardım kritik bir rol oynasa da Hizbullah’ın esas gücü Lübnanlı yoksullarla olan temasını kaybetmemesi ve bir kitle dinamizmini çöp toplamaktan İsrail’le savaşmaya kadar ihtiyaç duyduğu tüm anlarda seferber edebilmesidir.

Lübnan İç Savaşı 1989 yılında imzalanan Taif Anlaşması’yla duraklama evresine girdi ve 1990 yılında sona erdi. Taif Anlaşması’yla Maruniler Hıristiyan Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin kısıtlanması ve mecliste Müslüman ve Hıristiyan vekillerin sayısının eşitlenmesi gibi tavizler verdiler. Ancak Lübnan’ın uluslaşmasına ket vuran ve 1975’te içsavaşa giden sürecin taşlarını döşeyen “Ulusal Mutabakat” özü itibariyle yürürlükte kaldı.

Direniş, 2000 yılında İsrail’i işgal ettiği tüm Lübnan topraklarından kovdu. Aslında Tel Aviv’in planı, çekilirken, işgal ettiği toprakları, işbirlikçisi sağcı Marunilerden müteşekkil Güney Lübnan Ordusu’na bırakmaktı. Bu sayede İsrail, 1975’te Lübnan’dan kısmen çekildiği dönemde olduğu gibi ülke içinde, ilerideki olası işgallerinde köprübaşı işlevini görecek, sağcı Marunilere ait bir güvenli bölge yaratmayı hedefliyordu.

Ancak Hizbullah’ın ilerleyişi öylesine hızlı oldu ki, Güney Lübnan Ordusu tümüyle çöktü. Üstelik İsrail’in sınırını eski işbirlikçilerine kapatmasıyla bu kişiler Hizbullah tarafından yakalandı. Hizbullah da Güney Lübnan Ordusu militanlarını vatana ihanet suçuyla yargılanacakları Lübnan mahkemelerine teslim etti. Ancak Lübnan mahkemelerinde pek çoğu göstermelik cezalar aldılar ve işledikleri suçların hesabını doğru dürüst vermeden yeniden Lübnan toplumuna karıştılar ya da yurt dışına kaçtılar.

İsrail’in çekilişi ve Güney Lübnan Ordusu’nun tasfiyesiyle direniş, Lübnan İç Savaşı’nın tabutuna son çiviyi de çakmış oldu. Üstelik Hizbullah’ın “direnişin birleştiriciliği” hesabı da bir ölçüde tutmuştu, zira 2000 ve 2006’da İsrail’e karşı muzaffer olan örgüt, Lübnan toplumunun farklı kesimlerinde meşruluk kazandığı gibi, başka bazı partilerle bir ittifak kurmayı başardı.

Direnişin zayıf karnı

“Biliyor musun, Lübnan’da Maruni ya da Dürzi, Şii ya da Sünni her partinin tarafsız olmasını gerçekten istediği kişi kimdir?” Bu soruyu bana yönelten Lübnan Komünist Partisi üyesi şöyle devam etmişti: “Maliye Bakanı, çünkü her partiden zenginin bir gün ona işi düşer ve bu yüzden Lübnan’daki partiler hiçbir konuda hemfikir olmasalar bile Maliye Bakanı’nın gerçekten tarafsız olması gerektiği konusunda hemfikirdirler”…

Lübnan direnişi, iç savaşı durdurmuş ve İsrail ordusunu kovmuş olsa da ülke bugün hâlâ siyasi erkin mezhep ve dini kimlikler üzerinden bölüşülmesini öngören “Ulusal Mutabakat”la yönetiliyor. 1970’li yıllara göre mezhep veya dini kompozisyonu biraz daha farklılaşmış “Yüzde 4’lük Taife” de “Yüzde 96’lık taife” de, yani en zengin kesim ve yoksullar da hâlâ yerli yerinde…

Hizbullah, iç savaş sonrası Lübnan’ın ulusal kimliğinin oluşumuna ket vuran “Ulusal Mutabakat”ı kaldırmayı gündemine almadı, alamadı. İç savaşın hâlâ hafızalarda canlı bir anı olarak durması ve Hizbullah’ın özellikle İsrail tehdidi altındayken, Lübnan’daki siyasi partilerle didişmesine yol açacak iç gerilimlerden uzak durmaya çalışması bu tavrında etkili olmuştur.

Ancak Lübnan tarihinde yeni bir ulusal mutabakatın önerilmemesi, hep varolagelen mutabakattan çıkar sağlayan “Yüzde 4’lük Taife”nin akıbetiyle ilgili soruların yanıtsız kalmasıyla ilişkili oldu. Üstelik bu taife şu anda 1970’lere nazaran çok daha fazla Şii zengin barındırıyor.

            27 Eylül’de düzenlenen saldırıda yaşamını yitiren Hizbullah'ın son lideri Hasan Nasrallah.

Hizbullah’ın “Ulusal Mutabakat”a neşter atamaması ve hatta zamanla bu sistemin içinde hareket etmesi, İsrail ve ABD’yi yeni maceralara heveslendiren bir zayıf karın olarak görülebilir. Zira bu yapı sayesinde, Hizbullah’ın karşısında yer alan blok (14 Mart İttifakı) çözülemediği gibi, Hizbullah ve müttefikleri (8 Mart İttifakı) rakip kampın siyasi etkisini kısıtlasa bile toplumsal tabanına nüfuz etmeyi başaramadı.

Şimdi İsrail, Lübnan’da sivillere yönelik büyük bir saldırı dalgası başlatırken, ABD’nin de bunu Lübnan içinde siyasi dengeleri Hizbullah’ın aleyhine çevirmek için manivela olarak kullandığı aşikar. Washington’un hesabı, Hizbullah’ı köşeye sıkıştıracak bir Lübnan hükümetinin kurulması… Böyle bir adımın yeni bir iç savaş riskini de beraberinde getireceğini hatırlatmakta fayda var, ayrıca bunun aynı zamanda ABD ve İsrail’e tıpkı 1975’te yaptıkları gibi “Koruyucu” veya “Barış Gücü” sıfatıyla yeniden Lübnan’ı işgal etme fırsatı sunabileceğini de unutmamak gerekiyor.

Ancak şimdilik Lübnan’ın talihi, ABD ve İsrail’in, henüz Beşir Cemayel’in iç savaşta oynadığı uğursuz role uygun bir talip bulamamasıdır.

(soL)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder