18 Ekim 2024 Cuma

Evrensel "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -18 Ekim 2024 -

Nikel ve kobalt madenleri hız kazanıyor: Maden zehri katlanıyor -Burkay Rende-

'Yeşil, temiz dönüşüm' adıyla pazarlanan enerji üretimleri ‘temiz’ değil. Türkiye’de nikel ve kobalt madenleri kimyasal kirlilik yayıyor. Köylüler tepkili: “Ayağımıza çarpan otun kokusu gitti."

Enerjide yeşil dönüşüm projeleri, AB ile yapılan anlaşmalar derken yeşil dönüşüm Türkiye'de de bir pazar halini aldı. Güneş, rüzgar enerjilerinin başını çektiği "yeşil dönüşüm" bir rant alanı halini aldı. Son zamanlarda "yeşil ya da temiz dönüşüm" pazarının geldiği noktalardan biri de elektrikli araçlar. Ancak bu "temiz" enerjinin üretimi o kadar da temiz değil. Nikel ve kobalt cevherleri, dünyada elektrikli cihazların ve araçların kullanımının hızla yaygınlaşmasıyla daha da değerli bir hale geldi. 2030 yılına kadar da değerinin artacağı düşünülüyor.

Türkiye’de daha çok nikel madenciliği yapılmakta. Manisa’da iki, Eskişehir’de bir olmak üzere 3 nikel madeni var. Aktif madenler dışında Uşak, Bitlis, Bursa, Sivas, Bolu ve Hatay illerinde henüz maden ocağı inşa edilmemiş nikel yatakları bulunuyor. Kobaltsa Türkiye’de çok daha az bulunan bir cevher. Manisa’nın Gördes ilçesinde yoğunlukla nikel çıkartılan madende aynı zamanda az miktarda kobalt da çıkartılıyor. Sivas ve Uşak’ta ise kobalt madeni emarelerine rastlandı.

ZORLU ZEHİR SAÇMAKTA BAŞI ÇEKİYOR
Türkiye’de nikel çıkartılan 3 madenden biri de Zorlu’ya bağlı Meta Nikel Kobalt şirketine ait olan Gördes’teki maden. 8 yıldır bölgede madencilik yapan şirketin 2022 yılında ruhsatı olmadığı ve 8 yıl boyunca madeni kaçak işlettiği ortaya çıktı. Ardından Manisa Valiliği ise “Çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) raporu gerekli değildir” kararını açıklayarak talana göz yummuş oldu. Madenin yapıldığı köydeki Kalemoğlu köylüleri geçtiğimiz mayıs ayında madene karşı yeni bir direniş başlattı. Madenin bulunduğu Kocamurt Ormanı’nın girişine çadır kuran köylüler “Son ormanımız Kocamurt’u vermeyeceğiz” pankartı altında nöbet tuttular. Gazetemizden Özer Akdemir’e konuşan bir köylü “Kekik kokusunda yürümenin ne demek olduğunu bunlar sayesinde öğrendik. Ayağımıza çarpan otun kokusunu kaybettik, değerini kaybettikçe öğrendik. Biz hazinemizin değerini bu şirket sayesinde anladık” ifadelerini kullandı.

Manisa’da bulunan bir diğer nikel madeniyse NATA Holdinge ait. Maden, Çaldağ ilçesini 18 milyon ton sülfürik asitle geri dönülemez bir şekilde tahrip etmeye devam ediyor. Defalarca bilirkişi raporunun istendiği, madencilik faaliyetinin durdurulması kararlarının çıktığı maden, her defasında yoluna devam etmeyi başardı.

Eskişehir’in Mihalıççık ilçesinde bulunan nikel madeniyse Fe-Ni Madencilik’in elinde. 31 bin hektarlık alanda bulunan maden yüz binlerce ağacı tehdit ediyor. Madenin yarattığı kimyasal kirlilik Porsuk Çayı’nda yaşayan canlıları yok ederken çaya bağlı tarım arazilerinde de üretimi sonlandıracak kadar büyük.

MADENLER SU KITLIĞINI, KURAKLIĞI GETİRİYOR
Konuya dair Tıbbi Jeoloji Uzmanı ve Yazar Dr. Eşref Atabey ile görüştük. Atabey, “Bir cevheri topraktan almak için önce toprak kaldırılır, yani yapısı bozulur. Şirketler ‘Biz bu toprağı daha sonra kullanacağız’ derler, bu safsatadan ibarettir, kullanmazlar. Örneğin Gördes’in yüzey toprağı tarıma elverişli, değerli topraktır. Orada köylülerin meraları ve tarım alanları var. Bunları ortadan kaldırıyorlar. İkincisi, bu kütleyi kaldırdığınız zaman içme suyunu ortadan kaldırılıyor. Üçüncüsü, ormanlar yok ediliyor. Orman suyun kaynağıdır. Bölge çölleşiyor ve erozyona uygun hale geliyor. Maden faaliyetleri her şekilde çevre ve insan sağlığına zararı vardır” ifadelerini kullandı.

Madenlerin faaliyete başlamasıyla birlikte ortaya çıkan zarara da değinen Atabey, “Yıllar boyunca milyar tona varan hacimlerle maden bölgesinde dinamit patlatılıyor. Her seferinde bir deprem etkisi yaratılıyor. Her patlatmadan sonra toz ortaya çıkıyor ve en büyük zararı da toz veriyor. Doğanın üstüne çöken toz, bitkilerin nefes almasını engeller. Çevredeki bitki örtüsüne, sebzeye, meyveye zararlı. Hepsini yok eder. Ayrıca maden faaliyetinden dolayı ortaya çıkan zararlı elementler suya karışacak. Örneğin, Gördes’te yoğun bir arsenik var. 2013 yılında yapılan ölçümde bölgede bulunan arsenik oranı çok yüksekti. Madencilik faaliyetiyle bu arsenik yer altı ve yer üstü kaynaklarına karışacak. Bir diğer büyük tehdit sülfürik asit. Sülfürik asit buharlaşacak ve asit yağmurlarına sebep olacak. Asit yağmurları bütün doğayı yakarak kurutur” dedi. Maden faaliyetlerinden dolayı ortaya çıkan toz aynı zamanda alerji, astım, kanser, deri ve solunum rahatsızlıklarına da yol açıyor.

"BUNUN ADI SÖMÜRGE MADENCİLİĞİDİR"
Ülkedeki madencilik faaliyetlerinin yüzde 99.8’inin çok uluslu şirketlerin elinde olduğunu vurgulayan Atabey, “Ülkenin madene ihtiyacı varsa, bu ihtiyaçlara göre madencilik yapılmalı. Tüm varlıklarımız yurt dışına naklediliyor. Bir ülke, başka bir ülkenin maden olanaklarını, işçisini, ekonomik kaynaklarını, Anayasa’sını kendi çıkarları için kullanıyorsa bunun adı sömürge madenciliğidir” ifadelerini kullandı.

Maden şirketlerinin kârının ciddi bir kısmını devletten aldıkları teşviklerin oluşturduğunu altını çizen Atabey, “İliç’te gördüğümüz gibi vergi indirimleri alırlar. Türkiye’ye vergi ödemezler, çıkarttıkları madenin ciddi bir kısmı da kendilerine kalır. Bu çok uluslu şirketler Türkiye’deki temsilcileri aracılığıyla yasa, yönetmelik ve bürokratik zorlukları aşmak için kulisler yapıyorlar. Bu temsilciler, genel müdürler gidip madeni görmemiştir bile çünkü işi bu değil. Şirket isimlerine vb. bakıldığında da sanki yerli şirketlermiş gibi görünürler. Ancak bir bakıyorsun çoğunlukla Kanada, Avusturalya ve ABD şirketleri çıkıyor. Bunca maden üretimine karşın ülke ekonomisine bunların katkısı yüzde bir. Bunca rant, kazanç halka yansıyor mu? Madem bu kadar kazanç var bu kadar zulmü, eziyeti niye çekiyoruz?​” dedi.

NİKELİN ÖLDÜRDÜĞÜ ŞEHİR: NORİLSK
Nikel ve kobalt cevherlerinin çıkartılmasının madende çalışan işçiye, maden alanının çevresine ve bölge halkına zararları uzun yıllardır tartışılıyor. Nikel madeninin zararlarının en belirgin örneği Rusya’nın Taymır Yarımadası’nda bulunan Norilsk şehri. Şehir nikel zengini bir bölgede. Her yıl dünyada üretilen nikelin yüzde 20’sini karşılıyor. 1935’ten bu yana Norilsk Nikel Madeni faaliyet gösteriyor. Norilsk’in ciddi bir bölümünde meyve ve sebze yetişmiyor. Bölgeden geçen nehir milyonlarca metreküp atık suyla kirlenmiş durumda ve kırmızı akıyor. Almanya’nın yüz ölçümü büyüklüğünde bir alana asit yağmurları yağarken, kar ise bazen siyah, bazen sarı, bazense pembe yağıyor. Norilsk’de akciğer kanseri ölümleri Rusya’nın diğer şehirlerine kıyasla 2.5 kat daha yüksek, ortalama ömür süresiyse 10 yıl daha kısa. Bölgede yaşanan çocuk ölümlerinin yaklaşık yüzde 16’sı solunum hastalıklarından, yüzde 44’ü kan hastalıklarından, yüzde 38’iyse sinir sistemi hastalıklarından dolayı yaşanıyor. Araştırmacılar kentteki yetişkinlerin yalnızca yüzde 4’ünün sağlıklı olduğunu söylüyorlar. Sibirya Federal Üniversitesinden araştırmacılar, bölgenin ikonik hayvanlarından olan ren geyiğinin desenlerinin kirlilikten değiştiğini belirtiyor.

BULAŞMIŞ DERESİ’NDE ZEHİR AKTI
2020’de Gördes’ten de geçen Başlamış Deresi günlerce kırmızı aktı. CHP Manisa Milletvekili Ahmet Vehbi Bakırlıoğlu bu durumu Manisa Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğüne sordu ve numune alınarak inceleme başlatılmasını istedi. İlerleyen günlerde yapılan bilimsel inceleme ve çalışmalar, derenin kırmızı akmasının bir çevre felaket olduğunu doğruluyordu. Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) İzmir Şubesi hazırladığı ön raporda yoğun bir ağır metal kirliliğine işaret ederek, “Tek muhtemel kirletici Meta Nikel’e ait Atık Depolama Tesisi olarak değerlendirilmektedir” açıklamasında bulundu. ÇMO’nun yaptığı analizler sonucu, suda yüksek miktarda cıva, arsenik, kurşun, kadmiyum olduğu tespit edildi.

ENERJİNİN VE MADEN TEKELLERİNİN YENİ ELMASI
Dünyada son gelinen dönemlerde en önemli madenler, enerji üretiminde kullanıldığı için nikel, kobalt ve lityum. Türkiye’de lityum yatağı henüz bulunamadı ancak cüzi miktarlarda da olsa kobalt ve nikel çıkarılıyor. Lityum-iyon pillerin gelişimi, elektrikli araçların bataryalarında ve rüzgar ve güneş enerjisi gibi dalgalı yenilenebilir enerji kaynaklarının depolanmasında kullanılıyor. Nikel piller, enerji kapasitesini ve verimliliğini artırmak amacıyla kullanılırken kobalt ise elektrikli araç pillerinin dayanıklılığını artırmak ve benzeri işlemlerde kullanılıyor. Tüm bu nedenler maden tekellerinin gözünü bu madenlerin bulunduğu yerlere dikmesine neden oluyor. Türkiye başta olmak üzere neredeyse her ülkede aranan lityum, nikel ve kobalt gelecek dönemlerde yeni talanların adresini belirleyecek.

EN ÇOK NİKEL, KOBALT VE LİTYUM BULUNAN ÜLKELER
Dünyada nikel rezervi en fazla bulunan ülkelerin başında Avustralya geliyor. Avustralya’yı sırasıyla Brezilya, Rusya ve Yeni Kaledonya, Küba, Filipinler ve Endonezya takip ediyor.

Kobalt maden yatakları da en çok Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde bulunuyor. Kongo’yu sırasıyla Rusya, Avustralya, Filipinler, Küba, Madagaskar, Papua Yeni Gine, Kanada, Güney Afrika, Fas, Çin ve Yeni Kaledonya takip ediyor.

Lityum maden yatakları ise en çok Bolivya’da bulunuyor. Lityum rezervi konusunda Bolivya’dan sonra Şili, Arjantin, Avustralya, Çin, Hindistan geliyor.
                                                            /././
Üniversite nedir? Araştırma ve bilgi nedir? Kariyer yapmaktan/ uzmanlık bilgisinden farkı nedir?-Adnan Gümüş-
Çukurova Üniversitesinde bu yıl Adana’da düzenlenen TEKNOFEST yüzünden akademik takvim 14 Ekim’e alınmıştı, bu hafta açıldı. Yeni gelmiş, somut anlamda üniversite denen yapı ile karşılaşmış birinci sınıf öğrencilerle “Üniversite nedir, üniversite deyince size ne çağrıştırıyor, üniversiteye niçin geldiniz, okuldan bir farkı var mıdır?” gibi sorularla tanışma sürecini başlatırım. Üniversite deyince iki üç çağrışım çok öne çıkıyor. İlk yaygın çağrışım “Bir uzmanlıkta derinleşmek/uzmanlık eğitim öğretimi/bir mesleğin ileri düzey bilgi becerilerini edinme.” Bunu daha “serbest olma/ serbest bir yaşam”, lisedeki gibi okulun ve anne babanın sıkı takibi değil de biraz daha kendi kendisinin serbest hareket ettiği bir konsept, üniversite deyince daha rahat/daha serbest bir hayat tarzı çağrışımı izliyor. “Arkadaşlıklar” da üniversite ile eşleştiriliyor, yaygın çağrışımlardan birini oluşturuyor.

15 Ekim’de “Üniversiteyi nasıl bilirsiniz?” diye Fikret Başkaya’nın Özgür Üniversite konuşmasının metnini okudum.

Doran Acemoğlu, akademisyen arkadaşlarıyla birlikte Nobel’in yan dallarından iktisat dalında Nobel ödülüne layık görüldü.

Bu hafta öğretmenlik meslek kanunu da geçti. Öğretmenliğin ne olduğu, nasıl bir meslek olduğu, hatta meslek olup olmadığı soruları zorlu sorulardan. Eğitim Fakültesi geçen yıl programa bir ders ekledi: Öğretmenlik mesleğini tanıma ve kariyer bilgisi. Böyle bir dersin amacının, pek çok programda eğitim sosyolojisi bile kaldırılmışken mesleğini tanıma ve kariyer bilgisi gibi bir dersin koyuluş gerekçesi, alttaki güdü ne olabilir acaba? Ama sonuçta tüm programlardan da bu dersi okutmaları rica edildi. Başlangıç metni olarak Platon’un Protagoras’metnini (Furkan Akderin çevirisi) tartışıyoruz.

Üniversite nedir gerçekten?

SOFİST, HOCA, ÜCRET, KARİYER: PROTAGORAS, BEDEN EĞİTİMİ DEĞİL BİLGELİK/YURTTAŞLIK ÖĞRETMENLERİ MÜMKÜN MÜ?
Sokrates’in/Platon’un başlangıç sorusu, grameri, müziği, jimnastiği/beden eğitimini, aritmetiği, astronomiyi vb. anladık da sofist ne öğretiyor sorusudur. Daha genel olarak öğretmen, okul ve üniversite ne kazandırırsa bu para eder sorusudur, biraz daha genelleştirirsek öğretmen, okul, üniversite ne kazandırmalıdır sorusudur.

“Hipponikos! Protagoras'ın yanına gidip bilgelik kar­şılığında para vermeyi düşünüyorsun. Peki, onun kim olduğu hakkında bir düşüncen var mı? Örneğin Asklepios'un soyundan gelen Koslu Hippokrates'in yanına gitsen ve sana vereceği eğitim karşılığında para vermeyi düşünsen, ona neden para ödeyeceğini sorsalar nasıl yanıt verirdin?Hekim olduğu için.(…)Bu kadar istekliysek biri gelip neden Protagoras'a para vereceksiniz dese ona ne demeliyiz? Pheidias heykeltıraştır, Homeros şairdir. Peki ya Protagoras? Evet, ne demeliyiz Pro­tagoras için?Sokrates! Ona sofist diyorlar.Yani para vermemizin nedeni onun sofist olması.

- Evet.

Tamam, onun evine gittiğin zaman sen ne olacaksın?(…)Ruhunla bir sofist ilgilenecek ve bu sofistin kim ol­duğunu biliyorsan tamam fakat bilmiyorsan yani ruhunu kime teslim ettiğinin farkında değilsen, bu insanın sana iyilik mi yoksa kötülük mü yapacağını da bilmiyorsundur.Sanırım biliyorum.Peki, nedir sofist?İsminden de anlaşılabileceği gibi bilgi öğretmenidir.

Eğer ressam neyin öğretmenidir diye sorulsaydı, ya­nıt olarak resim yapmanın öğretmenidir derdik. Di­ğer öğretmenler için de benzeri yanıtlar verilebilir. Fakat sofist, hangi bilginin öğretmenidir? Buna nasıl yanıt vermeliyiz? O, hangi sanatın öğretmeni?”

(…)

Neden geldiniz?

“-Bu, Hippokrates! Apollodoros'un oğludur ve Atina­lıdır. Kendisi önemli bir aileden gelmektedir, kendi yaşıtları kadar yeteneklidir. İleride önemli yerlere gelmek istiyor, bu nedenle de senden ders alması­nın önemli olduğunu düşünüyor.”

Sokrates ve Platon da paradoksal olarak aslında uzmanlık eğitiminin, gerekirse para karşılığı da verilebileceğini kabul ediyor. Para getirecekse para vermenin uygun bir alışveriş /ticaret olduğunu dolaylı olarak kabul ediyorlar.

Ancak bilgi denen şeyin, teori uğraşısının, bunun için araştırmanın, teorik araştırmanın, bu yoldaki eleştiri ve analizlerin gerek eğitim öğretiminin ve hocalığının nasıl olacağına gerekse ticaret konusu yapılıp yapılamayacağına dair farklı düşünceler bulunuyor.

YÖK’ ADINDA YAZILI OLDUĞU ÜZERE BİLİM FELSEFE SANAT KURULU DEĞİL UZMANLIK EDİNDİRMEYE YÖNELİK YÜKSEKÖĞRETİM KURUMU VE KURULU
Sofistlere yönelik en önemli eleştiri, bilgiyi “ikna” sanatına düşürmeleri ve bir kazanç kapısına dönüştürmeleriydi. Aradan 2 bin 500 yıl geçmiş, çok da bir şey fark etmemiş. Yani en somutu, bir mevki makama gelmek için kariyer yapmak, kariyer için eğitim öğretim görmek isteyenlere kariyer sağlayıcı bazı bilgi becerileri kazandırmak her kademedeki okulun, bir üst kademe olarak da yükseköğretimin ana amacı ve hizmetini oluşturuyor.

Uzmanlık da bilim, felsefe, sanat olmasa da, teori olmasa da, mevcut yol yöntem teknik alışkanlık kazandırarak bir şeyler yapmak anlamına gelebilir ancak bunu da “yüksek” düzeyde yaptığı söylenemez, nitelikli uzmanlık eğitim öğretimini de çok başardığı söylenemez, ana kritik de iyi bilim kişileri, iyi filozof, iyi sanatçı yetiştiremiyorsun değil, iyi meslek erbabı/iyi uzman yetiştiremiyorsana yönelik. Beklenti de eleştiri de birbiriyle örtüşüyor.

FİKRET BAŞKAYA: YERLEŞİK EGEMENLİĞİN İHTİYAÇ DUYDUĞU UZMANLARI YETİŞTİRME DEĞİL PARADİGMA YIKICILIĞI YAPICILIĞI
Fikret Başkaya sonuçta “özgür üniversite” oluşturmaya çalıştığından üniversiteyi umut görüyor. Mevcut üniversiteleri ise üniversite olamamakla eleştiriyor: “Tarih sahnesine çıktıkları dönemden bu yana üniversiteler hiçbir zaman ilerici düşünce odakları, paradigma yıkıcı- paradigma kurucu kurumlar olmadılar… Her zaman ve genel bir çerçevede sınıfsal çıkarların bekçiliğini yaptılar…, Sermayenin ihtiyacı olan ‘yetişkin iş gücünü’ ve kapitalist devlet çarkını döndürecek kadroları yetiştirdiler, burjuva devleti meşrulaştıran, bu amaçla da egemen ideoloji üreten (bizde resmi ideoloji) kurumlar olmanın ötesine geçemediler…

Türkiye’deki üniversiteler de Batı’dakilerin kötü kopyasıdır.

Üniversiteler uzman yetiştiren kurumlardır. Üniversite üyesi de bir uzmandır… Uzman maddi-sosyal gerçekliğin çok dar bir alanında derinlemesine bilgi sahibidir ama bütünden habersizdir… Ağacı görür de ormanı görmez…Oysa, gerçek bütünledir, hakikat bütündedir… Kapitalist toplumda sosyal düşünce parçalanmış, dar uzmanlık alanlarına, küçük küçük kompartımanlara hapsedilmiş durumdadır…”

Aktüel olanı üniversite aktından/üniversite gerçeğinden saymıyor Başkaya, “gerçek” üniversiteyi başka şekilde tanımlıyor, bu da bir paradoks oluşturuyor. Üniversite realitesi öyle teori yapan, araştırmalarıyla/düşünmeleriyle ulaştığı bilgiyle yerleşik olanı aşan değil de onun teorisini üreten bir fenomen ise, fenomen olmayan/ tarihte hiç olmayan bir başka üniversite mi öneriyoruz?

Doran Acemoğlu’nun “yaratıcı yıkıcılık” tezi, Batı’ya dokunmadan ilerleme sınırlarında mı, Batı da dahil tüm dünya ülke ülkelerinin tarihi ve teorisini yaparak aşma ilerleme mi, bir yargı söylemeyeceğim, henüz eserlerine hakim değilim.

İNSANIN VAROLUŞSAL BOYUTU OLARAK BİLGİ VE ÜNİVERSİTE: ARAŞTIRMA ANALİZ ETME DÜŞÜNME İLE BİLGİSİNİ, TEORİSİNİ ÜRETME, PRATİĞİNİ ÖRME
Fikret Başkaya her ne kadar üniversiteleri eleştirse de üniversiteler insanın varoluşsal bilgi arayışı/ bilgi üretme boyutu ile ilgili olduğundan, daha doğrusu insanın bilgi arayışının ve bilgiye bilince dayalı eyleminin bir parçası olduğundan ondan vazgeçemiyor da.

Bilimsel yönelim; öncelikle “yapı” odaklıdır, bütün-parça, parça-parça, bütün-bütün halleriyle konuya odaklanır, konunun/ sorunu yaratanın öncelikle iç, beraberinde dış gerilim ve çelişkilerinin, bunların tarihi ve mevcut halinin analizi, aşılması, bir başka şeye dönüşmesini araştırmayı, bunun bilgisini/teorisini ve eylemini/pratiğini hedefler. Hem Batı’nın hem Doğu’nun, hem dünyanın hem de tek tek ülkelerin mevcut halinin ve iç dış çelişkilerinin aynı yansızlıkla ve derinlikle tarihi ve güncel durumu ve sebepleriyle araştırılması, analiz edilmesi, teorisinin/bilgisinin üretilmesi ve eyleminin/pratiğinin örülmesi için çözümlerinin önerilmesi ve gerçekleştirilmesi gerekiyor.

Üniversitelerin asli görevi araştırma ve bilgi, sanat, felsefe yapmadır.  Eğitim öğretimi de her şeyden önce bilimin neliği ve araştırmanın nasıl yapılacağına yönelik bir eğitim öğretimdir, bu bilgilere dayalı pratiğin/yaşamın nasıl örüleceğine dair önerileri olan bir yerdir üniversite. Yoksa mevcut ihtiyaca yönelik mesleki kariyer yeri değildir, mesleki eğitim öğretimin farklı bir organizasyonla çözülmesi gerekmektedir, illa üniversite çatısı altında yapılacaksa bu ancak farklı bir boyutta dikkate alınması unutulmamalıdır, mesleki uzmanlık eğitimi, üniversitenin bilim araştırmasının önüne geçmemelidir.

İdeoloji üretim yeri değildir üniversite, ideolojiyi araştıran, ideolojinin neliğini/bilgisini/teorisini yapan bir yerdir, dolayısıyla her tür görüşün ifade edildiği, analiz edildiği, tartışıldığı, eleştirisinin üretildiği yerdir aynı zamanda.

Bilgi bilim bir süreçtir, geçmişe yönelik bazı kesin yargılar verilebilse de güncele ve geleceğe dair dinamik araştırma yeridir, tartışma yeridir, hele de sosyal bilimler birden fazla yapılabilirin/seçeneklerin tartışıldığı, araştırıldığı, ölçülüp tartıldığı, pratiğin araştırma ve teorisinin yapıldığı bir yerdir,  hürriyet yoksa bunların tartışılması, araştırılması, bilgisinin/teorisinin üretilmesi, yayılması, ilerletilmesi yerleşik yapının çıkarları kadar yapılabilir, saf bilgi bilim imkansız hale gelir.

Üniversitelerin, bilgi bilim etkinliklerinin, düşünce sanat etkinliklerinin en zorlu durumu mevcut durumda mevcudun araştırılması irdelenmesidir, bunun imkan ve yollarının genişletilmesi geçmişte de bugün de toplumun varoluşsal bir sorunudur, çok çetin çatışmaların yaşandığı ve göze alınması gereken bir süreçtir.

Olumlu anlamda, bu toplumun Fikret Başkaya gibileri tümden yok edememesi bu varoluş sorunuyla ilgilidir, hiçbir toplum tümden bilgi bilime sırtını dönemez.

Olumsuz anlamda yerleşik zümre ve sınıfların baskı ve korkutmaları, bilgi ve bilimi ancak araçsal düzeyde kabullenmeleri, daha fazla bilim felsefe sanatı tehdit saymaları her çağda ve günümüzde iç dış baş çelişkilerden birini oluşturmaktadır.
Çelişkinin hangi yanında durmamız gerekiyor, yanıtı açık ancak pratiği zorlu.
                                                            /././
Temizlik veliye güvenlik kilide kaldı -Cemre Kavuker-

Devlet okullarında temizlik velilere, öğrencilerin güvenliği kapıya vurulan kilide bırakıldı. Temizlik ve güvenlik personelinin olmadığı okullarda veliler, çocukları için endişeli.(https://www.evrensel.net/haber/531205)

                                                               ***

Dışa karşı cephe, içe karşı cephedir -Ahmet Yaşaroğlu-

Pazartesi günü yapılan kabine toplantısının ardından Erdoğan başka konuların yanı sıra yeniden “iç cepheye” vurgu yapan açıklamalarda bulundu, iç cepheyi “tahkim ve takviye” etmenin önemi üzerinde durdu. Bu kez “gerekçe” İsrail siyonizminin vahşice saldırganlığı nedeniyle “dışarıdan gelen tehlike” olarak açıklandı. Bu kez dış tehlike İsrail olarak gösterilse de, bunun inandırıcılığının zayıflığı gözetilerek, söz dolandırıldı ve yine Suriye Kürtlerine getirildi, bağlantı buradan yeniden “terör” üzerinden kuruldu.

İç cephe üzerinden çağrı yapıldığına göre önce içi ele alalım. Erdoğan ne diyor? İç cepheyi tahkim ve takviye” edelim diyor. Tahkim ve takviye var olan bir şeye yapılır. Demek ki bir cephe var ve bunun tahkim ve takviye ile güçlendirilmesi gerekiyor. Bu cephe Cumhur İttifakıdır. Demek ki onun güçlendirilmesi, tahkim edilmesi gerekiyor.  Yani Erdoğan iktidarın peşine takılacak, en azında sorun çıkarmayacak anlayışta destekçiler istiyor. “Yumuşama, normalleşme” işleri sürsün gitsin, ana muhalefet paralize olsun, biz de bu arada halkın üzerine ekonomik ve politik olarak daha fazla yük bindirmeye rahatça devam edelim diyor. Vatan tehlikede çağrısı yapıp ardından yeni vergileri bindirmeyi hedeflemesinin başka bir açıklaması bulunmuyor. Zaten yüzde 80’i vergilerden finanse edilen “savunma sanayi” denilen, ama saldırganlık ve savaş kışkırtıcılığının, kan dökücülüğün sanayisine destek adına vatandaşın olmayan paralarına, borçlanma potansiyeline vergi salınmak için yoğun bir çabanın içine girildi.

Erdoğan liderliğindeki Cumhur İttifakı zaten ekonomik ve politik uygulamaları ile işçi ve emekçi kitlelere yaşamı zindan etti ve ediyor. Hayat pahalılığı, yüksek enflasyon, düşük tutulan ücret ve maaşlar, yasaklanan grevler, bastırılan direnişler, iş birlikçi büyük sermayeye sunulan imtiyaz ve ayrıcalıklar bu iktidarın cephesini halka karşı kurduğunun zaten açık kanıtları durumunda idi. Buraya yapılacak her “tahkim ve takviye” iktidar ve sermaye cephesinin halka karşı biraz daha güçlenmesi anlamına gelecek. Çünkü bu cephenin düşmanı halktır, emekçi kitlelerdir, suyunu, ormanını, toprağını savunmak için ayağa kalkan, peşkeşlere karşı direnen yöre insanlarıdır.

Şimdiye kadar ki uygulamalarının ortaya koyduğu gerçeklerden birisi şudur ki Erdoğan iktidarı “iyileştirme” adına hangi konuyu ele alırsa alsın onu daha gerici ve geriye çeken bir yaklaşımla kullandı ve buradan kazandığı manevra alanı ile kendi iktidarını korumayı ve devam ettirmeyi temel sorunu olarak gördü. Şimdi ortaya “sivil bir anayasa” sorunu, yanı sıra henüz adı konulmasa, çerçevesi çizilmese de Kürt sorunu konmuş durumda. Şu bir gerçek: Bu ülkenin “sivil” olarak kodlanan bir anayasaya değil, demokratik koşullarda yapılmış demokratik bir anayasaya ihtiyacı var. Bu anayasa Türkler ve Kürtler arasında ve tüm halk kitleleri içinde barışı, kardeşliği, eşitliği sağlamalı, halktan yana ekonomi politikalarının uygulanmasını, ülkenin bağımsızlığını güvence altına almalı, laik ve demokratik olmalı. Erdoğan iktidarı ve onun etrafında birleşen, tahkim ve takviye edilmeye çalışılan cephe bunları sağlayabilir mi? Elbette hayır. Bunlar ancak bu iktidarın yıkılmasıyla elde edilebilecek taleplerdir. Nedeni tartışmaya gerek olmayacak kadar açıktır. Ülkede demokratikleşmenin, barışın, kardeşliğin, bağımsızlığın düşmanı bu iktidardır ve o yıkılmadan bu konularda tek bir adım atılamaz.
   
Şimdi kısaca şu dış tehlike meselesine gelelim: Erdoğan iktidarı Suriye’de iç savaşa bulaştığında, Suriye’nın yakılıp, yıkılmasına katıldığında Suriyeli Kürtlerden ne istiyordu? İstenen onların Esat’a karşı savaşmasıydı. Onlar bunu kabul etmeyince düşman ilan edildiler. Ama o günden bu yana köprülerin altından çok sular aktı. Erdoğan şimdi ne istiyor? Suriye ile “barışmak” ilişkileri savaş öncesi duruma getirmek! Bu durumda “Sınırlarımızın yakınında bir teröristan istemiyoruz” denilerek düşman görülen Suriyeli Kürtlere ilişkin tutumunu da değiştirmesi gerekmiyor mu? Onların yararına adım atması beklenmese de en azından Suriye’nin iç işlerine karışmayız, işgal ettiğimiz bölgelerden ve ilhakçı adımlardan vazgeçiyoruz demesi gerekmez mi? Hayır bunlar denilmiyor. Irak’taki, Suriye’deki Kürtler sorunları bu devletlerle çözmelidir denmediği gibi buralara yönelik işgaller, operasyonlar, müdahaleler devam ediyor. Bu durum da onları başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerin sahte vaat ve yalanlarına kanmalarını sağlayacak ilişkileri körüklüyor. Erdoğan iktidarı tam da burada yanılsamalı ve demagojik bir yaklaşımla sözde Kürtlerle “barışı” çağrıştıracak açıklamalar yapıyor. Ama iktidarın Suriye Kürtleri üzerine ve bölgedeki emellerine bakılınca, aslında Kürt siyasi hareketini boş beklentilere kapılıp hareketsiz kalmasını sağlamayı hedeflediğini anlamak zor değildir. Ama Kürt siyasi hareketinin ve kitlelerin biriktirdiği politik tecrübe ve birikim, onların bu zokayı yutmayacağı yönündeki tahminleri haklı çıkaracak niteliktedir.    
Bütün bunlardan bir sonuç çıkıyor: yapılan cephe çağrıları ülkenin savunulmasını, içeride barışın sağlanmasını değil, Suriye başta olmak üzere, gericilik, savaş ve ilhak eğilimlerinin desteklenmesine ilişkin kışkırtmayı ve yedeklemeyi içeriyor. Başta ABD ve NATO olmak üzere Batılı emperyalist kuruluşlarla, devletlerle ilişkiler, açık ve gizli anlaşmalar yürürlükte ve bu anlaşmaların adı konmamış ortağı da İsrail Siyonizm’i. Ülke topraklarındaki üslerden oraya sadece istihbarat akmıyor, lojistik destek ve enerji de akıyor. İsrail’i koruma tatbikatlarına ABD donanması ile birlikte katılınıyor, üçüncü ülkeler üzerinden ticari mallar gönderiliyor.

Şimdi de İsrail siyonizminin Suriye üzerinde yaptığı baskı iktidar tarafından fırsat kapısı olarak değerlendiriliyor. Yeni saldırganlıklar için fırsat doğduğu hesaplanıyor. Ama bunun için içeride Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin sessiz kalması, Kürt siyasi hareketinin yeni bir oyalanmayı kabullenmesi –bu arada Kürt siyasi hareketinin her koşulda iktidarda kim olursa olsun görüşmeler yapmasının hakkı olduğunu, ama daha önceki tecrübelerin sonuçlarını da unutmamaları gerektiğini hatırlatalım – gerekiyor.  Bu gerici amaç “barış, kardeşlik, sivil anayasa” olarak ambalajlanıyor, muhalif güçler bölünmeye ve hareketsiz kalmaya, bazılarının da iktidarın dümen suyuna girmeye ikna edilmesine dayanıyor.  
Sonuç olarak işin özü şu ki, bu iktidara karşı güçlü bir emekçi cephesi, halk cephesi kurulmadan ülke demokratikleşme hedefiyle ileriye doğru tek bir adım bile atamaz, bağımsızlık, demokrasi, barış ve kardeşlik idealleri gerçekleşemez, demokratik, laik bir anayasa yapılamaz. Bu talepleri elde etmek üzere bir mücadelenin örgütlenmesi ve bu örgütlenmenin halkın mücadele cephesinin oluşturulmasına doğru genişlemesi emek, barış ve demokrasi güçlerinin sorumlulukla hareket etmesi ile olanaklı olacaktır.
                                                                /././
Hiçbir şey olmamışsa da bir şeyler oluyormuş gibi çözüm süreci -Nuray Sancar-
Devlet Bahçeli’nin ‘sıkılmış yumruğunu açıp’ DEM Parti grubuyla tokalaşmasıyla birlikte Türkiye’nin bütün sorunları yeni bir çözüm süreci ihtimaline kilitlenmiş görünüyor.

Bahçeli, partisinin grup toplantısında “Türk ve Türkiye Yüzyılı’nda terör ve bölücülük melanetinin sıfırlandığı”ndan söz ediyor ve elini kardeşlik ve kaderdaşlık için uzattığını vurguluyordu. Çünkü Erdoğan’ın dediğine göre ‘İsrail yaklaşmaktaydı’ ve Bahçeli muhatap ülkeler gölge etmese, çekilse, gözlerini kapatsa ezcümle kahramanlığı ve Ortadoğu’nun nasıl huzura kavuşacağını, Türk mü yaman siyonist eşkıyalık mı yaman tüm dünyanın göreceğini söylüyordu.

Bahçeli’nin Gezi gençlerinin ‘Kaskını çıkar, copunu bırak, delikanlı kim bakalım’ sloganına benzeyen sözlerinin günümüz dünyasında tabii ki bir karşılığı yok. Bunu hem Bahçeli hem Erdoğan iyi biliyor. Birdenbire ya da Meclisteki diğer partilerin ve kamuoyunun haberdar olmadığı iç istişare ve hazırlık sürecinden sonra ortaya atılıveren Kürt sorununun çözüm ihtimali; 1921 Anayasası, Malazgirt’te Kurtuluş Savaşı’nda birlikte savaşmıştık gibi, Kürt siyasetçilerinin sık tekrarladığı argümanlarla ortaya atıldı. Öcalan’dan da Kandil’e “Silahları bırakın” çağrısı yapması istenmişti. Mehmet Metiner de Suriye’deki Kürt oluşumlarının kendileri için sorun olmadığını söyledi.

Çözüm gündemine Irak Kürt Bölgesel Yönetimi Lideri Neçirvan Barzani ile yapılan görüşmenin de ilişmiş olması iktidara ‘niyetinin ciddi’ olduğu konusunda sinyaller verme imkanı sağlamaktaydı.

Aslında DEM medyası ve organlarında yeni bir çözüme ilişkin zayıf sinyallerin Irak-Katar-Türkiye ortaklığında inşa edilecek olan ve güvenliğini, Türkiye’nin PKK tehdidini bertaraf etmek gerekçesiyle gönüllü üstlendiği kalkınma yolu projesi için Irak ve IKBY ile yapılan görüşmeler sırasında alındığı söylenebilir. Türkiye Irak yönetimini Türkiye’nin Irak sınırında 30 km kadar tampon bölge oluşturmak, Kürt yerleşimlerine kadar uzanabilecek harekatlara ikna etmeye çalışıyordu ve Irak yönetimi buna pek de sıcak bakmıyordu. Yine de operasyonlar sürdürüldü. Çözüm süreci sinyalleri de bir süre sonra kesildi.

Ancak bölgede bir iktisadi ve siyasi dizayn söz konusuysa Türkiye son yirmi yıldır hiçbir zaman bunun gerisinde kalmak istememiştir. Öyle ki yıllarca BOP eş başkanlığı yapan Erdoğan’ın hükümeti, Suriye’de Rusya ve ABD arasındaki çelişkilerden yararlanarak Türkiye’nin konuşlanacağı küçük bir alanı Kürtlerden devşirmiş, bu alana yerleştirdiği çetelerle Libya’daki karışıklığa müdahale etmiş, Nijerya’ya kuvvet göndermişti. Kalkınma yolu projesi de paylaşım pastasına dahil olma imkanlarından biridir.

Çözüm sürecinin yeniden gündeme getirilmesinde iktidarın sınıf refleksinin rolünün olduğu görmezlikten gelinemez. Ortadoğu’da İsrail bombalarıyla yeniden çizilen hegemonya sınırlarının öteden beri bir üst lige çıkmak arzusundaki Türkiye burjuvazisi için ya geriye püskürtülme ya da o lige çıkma imkanı sağlayacağı; iktidarın birincisinden korktuğu, ikincisine iştahının kabardığı söylenebilir.

İsrail’in cephe genişleterek Lübnan saldırılarının İran, Suriye ve Irak’ı da içererek artacağını ilan etmesinden itibaren; Suriye’nin kuzeyindeki Rojava dışındaki Kürt kantonlarını kuşatmış ama Rojava’nın ABD tarafından korunuyor olmasını engelleyememiş olan Cumhur iktidarı, yaklaşan tehlike karşısında vites değiştirme yoluna bir ölçüde bu yüzden girdi. Daha önce bazı Kürt kesimleriyle liberallerin Rojava’nın hamiliğinin Türkiye tarafından üstlenilmesi teklifi, şimdi bizzat iktidarın yakınındakiler tarafından dillendiriliyor. Zira Kuzey Irak’ta kurulan Kürt Bölgesel Yönetimine başlangıçta karşı çıkan ama daha sonra onu tanıyarak, Irak merkezi yönetimini baypas etme pahasına petrol başta her türlü ticari ilişkisini geliştiren Türkiye’nin böyle bir deneyimi vardı.

Ancak Türkiye Kürtlerinin de bir deneyimi var. Masanın tek taraflı devrildiği 2015’ten itibaren yerleşim bölgeleri kuşatılmış, birçok yer neredeyse ateşe verilmiş, birçok kişi ölmüştü. Partinin belediyelerine kayyımlar atanmış; eş başkanları, başlıca yöneticileri tutuklanmış, partileri kapatılmak istenmiş, HDP-DEM’le görüşen yardım ve yataklık etme muamelesi görmüş ve nihayet DEM’li milletvekillerinin maaşlarının kesilmesi önerilmişti.

Bahçeli’nin çözüm önerisi Kürtlerin hiçbir talebini karşılamıyor; üç maddede sıraladığı şartları; silahların bırakılması, teröristlerin dağdan inmesi ve cezalarını çekmeye razı olmaları. Ondan sonra Kürtlerle kader arkadaşlığı yapabilecekti. Ne için; İsrail’e karşı muhtemel bir savaşta iç cepheyi güçlendirmek için. Hem de kimlik ve kolektif taleplerini bir kenara da bırakarak. Erdoğan da sanki başka bir iktidar zamanında olmuş gibi anasının dilini konuştuğu için insanların zulüm gördüğünden söz edebiliyor.

Kürt sorununun eşit haklar temelinde çözülmesi, ana dili üzerindeki baskıların ortadan kaldırılması, Kürt siyasetçilerin serbest bırakılması… Hayır, bunlar yok. DEM’in Türkiye partisi olması temennisi bile, sonraki açıklamalar ve seslenişlerin bağlamında Kürtlerin Türkleşmesi olarak anlaşılıyor. Bahçeli son grup toplantısında gayet açık ifade etti. Sözleri parti grubuna siyaseten söylenmiş değilse eğer böyle bir tablo çizdi.

‘Kürt Memet nöbete’ mi yoksa çözüm mü konusu daha çok su kaldırır. Bölgedeki mevcut durum, “iç cephe”yi kendi etrafındaki milli birlik olarak tanzim etmeye çalışan iktidarın ummadığı dinamikleri de ortaya çıkarabilir. Kürt sorununun çözümü bu dinamikleri hesaba katarak, emek demokrasi güçlerini sürece dahil ederek gündeme getirilmiyor. İktidarın elinde demokrasi kartı yok. Grevdeki işçiler yine şiddet görüyor, kadın eylemlerine müdahale ediliyor, rakip parti CHP Kılıçdaroğlu’nun mahkemeye zorla getirilmesi kararıyla başka bir gündemle meşgul edilmeye çalışılıyor. İsrail’le ticaret kesilmiş değil.

Yani çözüm bahsinde hiçbir şey olmasa da bir şeyler oluyormuş havasında, kendi yol haritasını tartıştırıyor.

Evet bu film daha önce görülmüştü.

                                                           /././

Irak Kürdistan seçimleri ve bölgesel etkileri -Yusuf Karadaş-

Irak Kürdistan Bölgesi’nde 2022’de yapılması gereken ancak KDP (Kürdistan Demokrat Partisi) ve YNK (Kürdistan Yurtseverler Birliği) arasındaki anlaşmazlıklar nedeniyle iki yıldır ertelenen seçimler bu pazar yapılacak. Bu seçim tarihi, YNK’nin anlaşmazlıkların çözümü için Irak Yüksek Federal Mahkemesine yaptığı başvurunun ardından belirlenmişti. Bu başvurunun ardından Irak Yüksek Federal Mahkemesi; azınlık kotalarının düşürülmesi (111 sandalyeli parlamentonun sandalye sayısı 100’e ve azınlıklara ayrılan sandalyeler de 11’den 5’e düşürüldü), tek olan seçim bölgesinin dörde çıkartılması ve seçimlerin Irak Yüksek Seçim Komisyonunun denetiminde yapılması yönünde karar vermişti. Dolayısıyla sadece bugüne kadarki sürece bakarak bile bu seçimlerin hem KDP ve YNK arasındaki güç ilişkisinin ve hem de Kürdistan bölgesinin Ortadoğu’daki pozisyonunun şekillenmesi bakımından önemli bir dönemeç olacağını şimdiden söyleyebiliriz.

Bugün Irak Kürdistan Bölgesi’nde yönetimi fiilen tek başına elinde bulunduran KDP, bölgede son yıllarda maaşların ödenmemesinden elektrik sorununa kadar yaşanan birçok sorunun sorumlusu olarak görüldüğü için yapılacak seçimlerde bir güç kaybı yaşaması bekleniyor. Bu bakımdan Irak Bölgesel Yönetimi Başkanı Neçirvan Barzani’nin seçimlerin hemen öncesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ziyaret etmesine de dikkat çekmek gerekiyor.

Buna karşın YNK’nin Lideri Bafil Talabani ise seçim kampanyasında yaşanan ekonomik sorunların yanı sıra KDP’nin, Türkiye’nin Irak Kürdistan Bölgesi’ndeki operasyonlarına destek vermesi ve Rojava özerk yönetimine karşı mesafeli duruşu gibi konuları öne çıkararak “Kürtlerin birliği” gibi önemli bir konu üzerinden KDP’yi hedefe koyan bir strateji izliyor. Geçtiğimiz ağustos ayında Kerkük’ün yeni valisinin YNK’den (Rewbar Tahir) seçilmesi de Talabani’nin elini güçlendiriyor.

Bugün Ortadoğu’da Gazze’de başlayıp Lübnan’da devam eden ama asıl olarak İsrail-İran gerilimi ekseninde süren savaş Kürdistan bölgesini etkilemekle kalmıyor, buradaki aktörlerin alacağı tutumu da önemli hale getiriyor. Bu bağlamda olup biteni doğru anlamak için KDP-YNK arasındaki gerilimin arka planına ve hangi bölgesel güçlerle ilişki-iş birliği halinde olduklarına dönüp bakmak gerekiyor.

Kürdistan Bölgesel Yönetiminde önce 1998’de ve Saddam’ın devrilmesinin ardından 2005’te yapılan anlaşmalara göre güç ve yetkiler KDP ve YNK arasında paylaştırılıyor. Mesela Irak Cumhurbaşkanı YNK’den ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı da KDP’den belirleniyor ve her iki partiye bağlı peşmerge güçleri bulunuyor.

Ancak önce YNK’nin kurucularından Noşirvan Mustafa’nın partiden ayrılıp 2009’da Goran (Değişim) Hareketini kurması ve sonra dönemin Irak Cumhurbaşkanı da olan YNK Lideri Celal Talabani’nin 2012’de beyin kanaması geçirip komaya girmesi, YNK’yi parti liderliği konusunda iç çatışmalara sürükleyince KDP ve YNK arasındaki güç dengesi altüst oldu. KDP, YNK’nin içine düştüğü durumu Kürdistan Bölgesi Yönetiminin bütün güç ve yetkilerini fiili olarak elinde toplamak için bir fırsata dönüştürdü. Bu dönem gücünü arttıran KDP ve Lideri Mesut Barzani, Irak’ta IŞİD’in yenilgisi sonrasında Kürdistan bölgesindeki ‘bağımsızlık referandumu’nun da öncülüğünü yaptı. Fakat referandum sonrası Irak merkezi yönetiminin yaptığı müdahale Kerkük başta Irak Kürdistan Yönetiminin kazanımlarının önemli bir kısmını kaybetmesine yol açtı.

KDP ve Barzani’nin referandum hamlesi; ekonomik, askeri ve siyasi olarak yakın iş birliği halinde bulundukları Türkiye’deki Erdoğan iktidarından destek görmediği gibi, İran yanlısı güçlerin müdahaleleri Türkiye’ye bağımlılığı da arttırıcı bir sonuç doğurdu. Bu sürecin devamında Erdoğan yönetiminin Irak Kürdistan bölgesi sınırları içindeki ‘Pençe-Kilit’ operasyonları geldi.

Öte yandan özellikle 2014’te IŞİD’in Êzidî Kürtlerin yaşadığı Şengal’e (Sincar) ve Kerkük’e saldırısı karşısında aldığı tutum, PKK’nin Irak Kürdistan bölgesindeki prestijini ve siyasi gücünü arttırıcı sonuçlar doğurmuştu. PKK’nin Rojava için de stratejik bir konumda bulunan Şengal’deki konumlanışı, Rojava’daki PYD/SDG için de önemli bir destek oldu.

Bu gelişmeler, KDP karşısında güç kaybı yaşayan YNK’nin PKK ve Rojava özerk yönetimi (SDG) ile ittifak ilişkisi geliştirmesine yol açtı. YNK Lideri Bafil Talabani’nin özellikle 2022 sonunda Rojava’yı ziyaret etmesi büyük bir yankı uyandırmıştı.

Bu arada Süleymaniye merkezli YNK’nin de Erbil merkezli KDP’nin Türkiye ile bağımlılık ilişkilerine benzer bir şekilde İran ile ekonomik ve siyasi olarak bağımlılık ilişkileri bulunduğunu da belirtmek gerekiyor. Bu iş birliğinin sonuçlarını Şengal örneğinde olduğu gibi İran yanlısı Haşdi Şabi milislerinin KDP ve Türkiye’ye karşı konumlanışında ve PKK-YNK ile belli noktalarda ortaklaşmasında görebiliyoruz.
Ancak bu denklemi daha da karmaşıklaştıran ilişkiler de yok değil. Mesela YNK üzerinde İran gibi ABD’nin de önemli bir etkisi bulunuyor. ABD, Irak’ta İran’a karşı Türkiye-İsrail eksenini güçlendirmek için PKK’nin tasfiyesinden yana tutum alırken Rojava’da SDG ile iş birliğini sürdürüyor. KDP, Türkiye ve İsrail’le aynı eksende konumlanırken buna karşın geçtiğimiz günlerde İran Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan’ın Kürtçe konuştuğu Erbil ziyaretinde KDP ile ilişkileri geliştirmeye yönelik adımlar attığını da hatırlatmak önem taşıyor.

Bütün bu gelişmeler, hem egemenlik/paylaşım mücadelesi ve hem de Kürt sorunu bakımından Erdoğan iktidarının neden bölgede İran’ı dengeleyici bir aktör olarak devreye girmeye çalıştığını da açıklıyor. Bu bağlamda Neçirvan Barzani’nin son Türkiye ziyaretinde ekonomik ilişkiler ve kalkınma yolu üzerinden PKK’nin tasfiyesi ve Türkiye’de Kürt sorunu konusunda yürütülmesi olası süreçte KDP’nin üstlenebileceği rol gibi konuların gündeme geldiğini tahmin etmek zor değil.

Sonuç olarak, bölgedeki savaş ve bağlı olarak bölgenin yeniden dizaynı yönünde süren mücadele Kürdistan’ın öne çıkan siyasetleri arasındaki çelişkileri de kaçınılmaz bir biçimde derinleştiriyor. Dolayısıyla Irak Kürdistan Bölgesi’nde hafta sonu yapılacak seçimlerden çıkacak sonuçlar, buradaki güç ilişkisinin nasıl şekilleneceği sorusuna yanıt vermekle kalmayacak; Kürt sorununun yaşandığı diğer parçalardaki gidişat ve Kürtlerin bölgenin yeniden dizaynı sürecinde nasıl bir rol oynayacağı sorularının yanıtları için de önemli bir veri olacak.

                                                              /././

Almanya-Türkiye ilişkileri: Yeni bir başlangıç mı?-Yücel Özdemir-

ABD Başkanı Joe Biden bugün vedalaşmak üzere Berlin’de olacak. En üst düzeyde ağırlanacak ve özel devlet nişanıyla ödüllendirilecek. Hem de hiç hak etmediği halde. Almanya’nın dış politikasını sıkı bir şekilde ABD’ye bağlayan Başbakan Olaf Scholz, Biden’ı onurlandırıp yolcu ettikten sonra yarın Türkiye’ye uçacak. İstanbul’da Erdoğan ile önemli bir görüşme yapacak.

Ziyarete dair Alman ve Türk basınında yer alan haber ve yorumların çoğunda iki konu öne çıktı: Almanya’da iltica başvurusu kabul edilmeyen Türk vatandaşlarının sınır dışı edilmesi ve 40 adet Eurofighter savaş uçağının verilmesi. Mülteciler meselesi yeni bir durum değil. Zira, Almanya zaten ilticası kabul edilmeyen Türk vatandaşlarını sınır dışı ediyor, edebiliyor. Bunun için yeni bir mutabakata ihtiyaç yok. Ancak bu konunun özellikle Alman iç politikası açısından köpürtülerek verilmesi hükümetin işine yarıyor. Savaş uçağı ve silah satışını perdeliyor. Son birkaç yıldır Erdoğan ve Türkiye konusunda yapılan açıklamalar ve yayınlar ilişkileri derinleştirme bir yana normalleştirme bile “anormal” görülüyordu. Çarşamba akşamı ikinci televizyon kanal ZDF’de yayımlanan bir programda da Erdoğan’ın DAVA partisi üzerinden Alman siyasetini nasıl “Karıştırmaya çalıştığı” ayrıntılı olarak ekrana getirildi.

Scholz geçen yıl 17 Kasım’da Berlin’i ziyaret eden Erdoğan’a savaş uçakları Eurofighterler konusunda yeşil ışık yakmamıştı. 7 Ekim sonrasında denk gelen bu görüşmede Erdoğan Hamas’a, Scholz İsrail’e sahip çıktığı halde taraflar birbirlerinin ayaklarına basmadan ayrılmayı başarmıştı. Bu her iki ülkenin İsrail ve Gazze/Filistin üzerinden ilişkileri bozma niyetinde olmadığı böylece görülmüştü. Aradan geçen bir yıl içinde bölgede çok şey yaşandı. Ortada Filistin halkı için bir felaket tablosu var. Buna rağmen Almanya’nın İsrail politikasında milim değişiklik yok. Üstelik savaş bölgeye genişleme potansiyeli taşıdığı halde, Almanya’nın Eurofighterler konusunda yeşil ışık yakıp, silah satışına devam etmesi Türkiye politikasını gözden geçirmeye ihtiyaç duyduğu anlamına geliyor.

Peki neden?

Almanya’nın Türkiye’ye yönelik politika değişikliğine gitmesinin nedenleri bakımından, dış politikalar konusunda çalışmalar yapan iki önemli düşünce kuruluşu Bilim ve Politika Vakfı (SWP) ve Konrad Adenauer Vakfı kısa bir süre önce yayımladığı “Yeni küresel düzende bölgesel kilit aktörler” başlıklı rapor kısmen fikir veriyor. Raporda “bölgesel kilit aktörler” olarak dört ülke mercek altına alınıyor: Hindistan, Kenya, Kolombiya ve Türkiye.

Hindistan’ın ekonomideki büyüme, nüfus ve pazar büyüklüğü nedeniyle seçildiği belli. Kenya ve Kolombiya’nın zengin yer altı kaynakları sıralanıyor. Türkiye’nin ise jeostratejik önemi var.

100 sayfalık raporda Bruno-Hamm Pütt ve Daria Isaschenko’nun kaleme aldığı 15 sayfalık Türkiye bölümünde genel olarak AB’nin özel olarak Almanya’nın izlemesi gereken strateji şu şekilde özetleniyor: “Hem Almanya ve Avrupa hem de Türkiye'nin aktör olduğu bölgelerde, ilişkilere rekabetten ziyade tamamlayıcılık açısından bakılmalı. Bunun ne ölçüde stratejik ortaklıklara dönüştürülebileceğine duruma göre karar verilmeli. Bunun ön koşulu, Almanya ve AB'nin Türkiye ile iş birliği için stratejik çıkar alanlarını belirlemesidir: Burada bağlantı, lojistik, enerji ya da Green Deal (yeşil enerji vb.) ve güvenlik politikasına öncelik verilmelidir. (...) Almanya’nın somut olarak yapması gereken 2019’da durdurulan ekonomi, enerji ve ulaştırma alanlarındaki üst düzey diyalog formatına yeniden başlamasıdır.” (Sayfa 86-87)

Yazarlar, Türkiye’nin bölgesel bir aktör olduğunu, bu nedenle AB ile var olan temel sorunlara (Kıbrıs ve AB üyelik süreci) ve işbaşındaki otoriter rejime rağmen ilişkilerin derinleştirilmesini öneriyorlar. Bunun önümüzdeki süreçte bir devlet politikası halinde işlemesi kuvvetle muhtemel.

Raporun sonuçlarının özetlendiği dört maddede, mercek altına alınan dört ülke için izlenmesi gereken politika şu şekilde özetleniyor: “Batı tanımlaması kategorik olarak, küresel düzeydeki çalkantıların daha derinlemesine anlaşılmasına pek yardımcı olmuyor. Doğasında var olan ‘bölünmüş dünya’, günümüzdeki karmaşıklığı yansıtmadığı gibi normatif olarak da aşırı yüklü ve dışlayıcı. Almanya ve AB belirsizliklere karşı daha fazla hoşgörü geliştirmeli, farklılıklara rağmen ortaklığın kapsayıcı önemine öncelik vermeli. (...) Almanya ve AB partner ülkeleri ‘bir tarafın lehine’ karar vermeye zorlamaktan kaçınmalıdır.”

Ortadoğu’daki gelişmeler “Batı” ve sadık müttefiki İsrail ile Türkiye ilişkilerinde gerilim potansiyeli taşıdığı günümüzde Scholz’un ziyareti “her şeye rağmen” ilişkilerin çıkarlar temelinde derinleştirilmesini esas alıyor. Bu durum en çok da Erdoğan’ın işine yarıyor. Emperyalistler arası çelişkilerden yararlanarak, sürekli silahlanarak, asıl olarak askeri gücüyle bölgesel bir aktör haline gelen Türkiye, Almanya’nın vereceği askeri destekle bunu bir üst seviyeye taşıyabilir. Bu nedenle tehlikeli bir hamle.

Bölgesel çıkarlar, ekonomik ilişkilerdeki yoğunluk da göz önünde bulundurulduğunda her iki ülkenin birbirinden kolay vazgeçmeyeceği anlaşılıyor. Bu nedenle, Scholz’un ziyaretine şimdiden “yeni başlangıç” misyonu biçilmeye başlandı.                                       

(Evrensel)



    


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder