15 Ekim 2024 Salı

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -15 Ekim 2024 -

Tarikatsız yönetemeyenlerin yolu: Karanlık Yol -Gamze Erbil-

Yazılama Yayınları’ndan çıkan Orhan Gökdemir’in Türkiye’deki Nakşi Halidi tarikat ağını mercek altına aldığı kitabı “Karanlık Yol” bir dizi başlıkta güncel tartışmalara ışık tutuyor.

Türkiye kapitalizmi, Cumhuriyet yerine Osmanlı kurgusuyla uluslararası alanda kendine yer açarken siyasette tarikatların ağırlığı mutlak biçimde artıyor. Öyle ki, birinin ayarı bozulduğunda yerine hemen başka biri rol üstleniyor. Biri darbe yapmaya kalktığında, siyaset mekanizmalarından tasfiye ediliyor ama yerini hızla başkalarına bırakıyor. Tarikatların Türkiye siyasetini kararttığı bir dönemde, bu coğrafyada ana akım haline gelmiş olan Nakşi Halidi kökenli tarikatların tarihine ışık tutan bir kitap Orhan Gökdemir’in Karanlık Yol kitabı.

Osmanlı’dan itibaren tarikatların devlet içinde üstlendiği siyasal işlev, Cumhuriyet döneminde kısa bir aralıkta bu rolden uzaklaştırıldıklarında emperyalist manipülasyonlara nasıl alet oldukları, nasıl karanlık ve kirli bir ağı yeniden ve yeniden ürettikleri... Kendi içlerindeki kapışmaları, dinler tarihi içindeki yerleri... Bu coğrafyada nasıl roller üstlendikleri ve insanlığı nasıl bir karanlığa sürükledikleri... Tarikatlardan siyasi yarar sağlamayı umarak bu gerici konumlanışı hafife alan ittifakların durumu... 

Kısaca bugünkü temel siyasi konum alışlarda çok tartışmalı olan bir dizi başlıkta bir tarihsel/teorik arka plan sunuyor Karanlık Yol. Aydınlıktan yana taraf olma ve tarikatlerin yarı yolda bıraktığı Cumhuriyeti “tamamlama” iddiasıyla...

Orhan Gökdemir’le Karanlık Yol’u değerlendirdik.

Son on yılda Türkiye siyasetinde yaşananlar, kitabın temel tezlerinden “tarikatsız yönetemiyorlar” tezinin kanıtı niteliğinde. 2016’daki tarikatlar kapışmasında burjuva devlet bir tarikatın iktidarı ele geçirme girişimini bertaraf etmeyi, yine bir başkasını güçlendirerek “başardı”; hatta belki de “iyi olan kazansın” diyerek kapışmayı akışına bıraktı; sonra kazananı güçlendirme yoluna gitti. Konunun çok güncel olduğunun altını çizmek istiyorum aslında... Karanlık Yol bunun tarihini tasnif ediyor; biraz açalım mı?

Osmanlı ile cumhuriyet arasında bir kopma var. Tarikatla yönetme geleneğine cumhuriyet son verdi. Ama tabii, kısa sürdü. 1950’li yıllarda, bu aynı zamanda Türkiye için bir eksen değişikliği anlamına geliyordu, cumhuriyetin kovaladığı tarikatlar devlete geri döndü. Türkiye ABD’ye yanaşınca ve NATO’ya girince tarikatlara ihtiyaç doğdu. Burjuvazi cumhuriyetin yarattığı yeni insanı tekinsiz buluyordu. Daha dindar, aynı anlama gelmek üzere daha itaatkâr insanlara ihtiyacı vardı. Tarikatları geri çağırdılar. Menderes Said-i Nursi ve Necip Fazıl ile bu açığı kapatmaya çalıştı. Zira Halidilik hâlâ lanetli bir tarikat olarak görünüyordu. Menemen ayaklanmasının anısı tazeydi. Dümeni CHP’den DP’ye kırmış Necip Fazıl ve Osmanlı'dan bu yana bir meczup gözüyle bakılan Sait, Halidi gelenekten uzaklaşmış kabul ediliyordu. 

Tabii NATO misyonu gereği antikomünizm geri dönüşü kolaylaştırdı. Bütün gericiler antikomünistti. Komünizmle Mücadele Derneği’nin Fethullah Gülen türü imamlarla işe koyulmasını da rastlantı sayamayız. NATO’ya giriş ve tarikatlara dönüş Türkiye’nin gericilik döneminin başlangıcıdır. Cumhuriyetin çok ileri gittiğine inandılar ve geri çekmeye çalıştılar. Geri çekmeyi tarikatsız hayal edemeyiz. Uyanmış insanları uyutacak bir uyuşturucuya ihtiyaçları vardı, en ucuz yolu tarikattır.

                 (https://x.com/YazilamaYayin/status/1844656452704612583) 

'Dincinin dinciye darbesi Osmanlı’dan beri var'

2016’daki dincinin dinciye darbeye kalkışmasına gelirsek, benzerleri Osmanlı’da da çok. Kuleli Vakası’ndan bu yana pek çok saray darbesi girişimi var ve hepsinde Halidi şeyhlerinin dahli var. 31 Mart gerici kalkışması bir Halidi kalkışmasıdır. Başlangıcında 1826’da, Vakayı Hayriye var. Saray artık bir fren haline gelmiş olan yozlaşmış Yeniçeri Ocağı’ndan kurtulmak istiyordu. Ancak ocağın arkasında Bektaşi tarikatı vardı. Ocağı dağıttıktan sonra Bektaşileri kovaladılar. Haklarında hafif meşrep oldukları yönünde dedikodular çıkardılar ve yaydılar. Mallarına mülklerine el koydular, sürgüne yolladılar.

Ancak Saray tarikatsız yönetmeyi hayal edemiyordu. Bektaşilerden doğan boşluğu Mevlevilerle doldurmaya çalıştılar. Bektaşilerle Mevleviler yakındı; Bektaşiler Mevlevi kılığında devlete geriye dönmeye başlayınca vazgeçtiler. Daha kullanışlı, daha tutucu, daha itaatkâr, daha devletçi Nakşibendileri buldular. Nakşiliğin Osmanlı devletinde örgütlenmesinin başlangıcı budur.

Halidilik de, o Saray operasyonunun ürünüdür. Kürtler arasında Kadirilik yaygın tarikattı. Devlet Nakşilerden yana ağırlık koyunca Kürt bölgesinde de Nakşilik öne çıkmaya başladı. Süleymaniye’de Molla Halid bu şansı iyi kullananlar arasındadır. Küçük Barzan aşireti de onunla birlikte saf değiştirdi ve Halidilikle Barzani ailesi, Osmanlı'ya dayanarak, birlikte büyümüşlerdir. Halidilik çok kısa zamanda Osmanlı başkentinde yaygın bir tarikat haline geldi. Osmanlı el koyduğu Bektaşi tekkelirini Halidilere verdi çünkü. Şimdi bizdeki devletle özdeşleşmiş bütün tarikatlar Molla Halid’in paltosundan çıkmıştır.

İslamcılar bilmez, Said-i Nursi ve Necip Fazıl da birer Halididir. Bu durumda, 2016 darbe girişimini de bir Halidi darbesi sayabiliriz. Gelenek sürüyor. Devlet Halidiliğin Nurcu kolunu kovaladı ve yerine Halidiliğin diğer kollarını oturttu. Çünkü Tayyiban rejimi de tarikatsız yönetemeyeceğine inanıyor. 

Süleymancılar İmamoğlu'nu bekliyor

Diğer tarafında da aynı inanç var. Süleymancılar Halidi kolundan değil doğrudan Nakşilikten gelen bir tarikattı. Bu işlere biraz mesafeli durdular. Sonra Ekrem İmamoğlu’na destek açıkladılar. Çünkü İmamoğlu Süleymancıların yurtlarında yetişmiştir, aralarında akrabalık ilişkisi vardır. Yani İmamoğlu planlarını gerçekleştirebilirse onunla birlikte Süleymancılar da kazanmış olacak. Halidiler inecek, Süleymancılar çıkacak. Tarikatla yönetme düzenidir. 

Soruna dönecek olursak, ne fark eder? Eğer Fethullahçılar başarsaydı, Türkiye bundan daha fazla kararmış olmazdı. Fethullahçılar kaybetti ve öteki Halidiler kazandı. Şu anda Tayyiban rejiminin attığı bütün gerici adımlar Halidiliğin inançlarının gereğidir. Halidilik devletin ve sermayenin has tarikatıdır. 

               Süleymancılar, seçimlerde AKP'ye destek çağrısı yapmamasıyla yeniden gündeme gelmişti.

Karanlık Yol’u yazmaya nasıl karar verdin?

Türkiye’de sadece tarikat karanlığı yok, bir de Aydınlanma hareketi var. Bu tarikat düzenine karşı direniş var. Laik cumhuriyete sahiplenme var. Uzun zamandır tartışıyor, yazıyorduk. Haliyle tarikatlar tarihi konusunda bir bilgi açlığı vardı. Kaynak yoktu ve olanların büyük çoğunluğu içeriden yazılmıştı. 

Malum, tarikatları birer “sivil toplum örgütü” olarak vaaz eden kaynaklarımız, “aydın”larımız var. Bu öylesine bir yoksulluk ki, yarım akıllı Said-i Nursi’yi parlatarak nam salan bilim insanları türedi. Haliyle dışarıdan yazılmış bir tarikat tarihi artık ihtiyaçtı. 

Akademinin ışığı tarikat gölgesinde

Doğal olan, akademinin buna el atmasıdır. Ne yazık, oranın ışığı da tarikatlara yaslanmış devletle birlikte azalmıştır. Akademi artık sadece tarikat övgüsüyle iştigal ediyor. Karanlık Yol, bu karanlık tablonun ürünüdür. Mecburduk; durumdan vazife çıkardık. 

Güncellikten devam edelim. Geçen sezon başlayan bir dizi var: Kızıl Goncalar. Son on yıllarda burjuva devletin yeni ideolojik aygıtları arasında eğlence sektörünün ve dizilerin önemli yer tuttuğu malum. Bu dizi, “erdemli tarikat” referansıyla bir tarikat eleştirisi illüzyonu yaratıyor ama bir hayli zehirli. Belli ki, ihtiyaç halinde eleştiri dozu belli bir tarikatı hedef alarak artacak ama o “erdemli tarikat” dokunulmazlığı korunacak.

Dizi izlemiyorum, izlemeyi de tavsiye etmem. Dizi işini artık devletten ayrı ele alamayız. Yeni rejimin, Tayyiban düzeninin ihtiyaçlarına göre belirleniyor konuları. Yeni Osmanlıcılık moda, tarikatlar utangaçça giriş yaptı sahneye. Ama bunun ötesinde derin bir çürüme var tamamında. 

Herkesin herkese bağırdığı, itip kaktığı, silah gösterdiği bir dünya bu. 40 hikayeleri var 40’ı da birbirlerini aldatmak üzerine. Bütün erkekler yontulmamış odun, bütün kadınlar potansiyel fahişe. E buna özetle tarikatlar düzeni diyoruz. Ayrıntısının hiçbir önemi yok. Tarikatlar düzeninde kadın yoktur, çocuk yoktur. Kadınlar ve çocuklar alınıp satılabilen birer maldır. Örtünmeleri, görünmez kılınmaları, insanlığından arındırılmaları gerekir. Haliyle kadın ve çocuklar insanlıktan çıkarılınca erkekler de insan kalamaz. Tarikat düzeni, insansız bir düzendir. 

İnsansız düzen ise, kapitalist bir ütopyadır. Aydınlanma ile Cumhuriyet ile laiklik ile elde ettiğimiz kazanımları silerseniz ortada ümmi bir mürit kalır. İdeal piyasa toplumu insanıdır bu. 

Ama bu insanın yaşayabileceğine değin kuşkularımız var. İntihara meyilli, saldırgan, cani, akılsız, ahlâksız, itaatkâr, tabii inançlı bir canlının varlığını uzun süre koruyamayacağını biliyoruz. Artık biliyoruz, din çoğaldıkça ahlâk azalır. Ahlâk azalınca insanın içinden vahşi bir hayvan çıkar. Dizide gördüklerimizin özetidir. 

Erdem ve tarikat yan yana gelebilir mi?

Karanlık Yol, böyle bir zamanda tarikatların T’sinin bile nasıl bir toplumsal maliyeti olabileceğini, tarihi-teorik ve moral olarak gözler önüne seriyor. Yine de soru: “erdemli bir tarikat” mümkün mü? Somut olarak anti-kapitalist müslümanlar gibi oluşumlarla burada bir alan kapatılmaya çalışıldığına tanık oluyoruz.

Erdem ve tarikat hiçbir zaman yan yana gelmez. Çünkü ahlâksız erdem düşünemeyiz. Ahlâk ise laik bir aklın ürünü olabilir ancak. Dinde ahlâk yoktur. 

Tarikatlar zaten İslam’ın ilk döneminde ortaya çıkmış tasavvufi hareketlerin yozlaşmış bir şeklidir. Emevi ve Abbasi devletleri fetihlerle yayılmış ve ortaya muazzam bir artık değer çıkmıştı. Düşüncenin gelişmesinin şartlarından biridir. Tabii yayıldıkça İslam’ın içine başka inançlar ve başka düşünceler giriyordu. Bir yorumlama çabası ve hali vardı. O bitince tarikatlar ortaya çıktı. Tarikatların düşünce ve inançla ilgisi yoktu, giyim kuşam İslamcısıdır onlar. Tarikatlar gardırop İslamcılarıdır. 

Tarikatlar, ülkemizde siyasal, ekonomik ve toplumsal yaşamda bir ur gibi yayıldı. AKP döneminde örgütlülükleri ve belirleyicilikleri hızla yükselen tarikatların devlette ve ekonomide ağırlıkları giderek artıyor.

Antikapitalist müslümanlar çaresiz durumda

Antikapitalist müslümanların durumuysa bir çaresizliğe denk düşüyor. İnanca ahlâk ve fikir yüklemeye çalışıyorlar. Bunlar inancın fıtratına aykırı. Eşitlik ise, hiç olmayacak bir şey. İslam’da kölecilik var. Kaldırmaya hiç yeltenmedi, daha kurallı hale getirdi ve böylece ömrünü uzatmış oldu. Unutulmasın Cumhuriyet kurulduğunda köle pazarları hâlâ ayaktaydı ve o pazarların kaynağı dindi. Suudi Arabistan’da 1960’lı yıllara kadar uygulamadaydı. Artık modern kölelik var ve eskisine ihtiyaç kalmamıştır. Dinde eşitlik bulamazsınız. Eşitlik, büyük insanlık ailesinin kutsal fikirlerinden biridir. Bir inançtan kaynaklanmaz; bir ihtiyaçtan kaynaklanır. 

Emperyalist müdahalenin aracı olarak tarikatlar

Tarikat bahsinin Osmanlı’dan itibaren siyasete “dinle müdahale” konusunda nasıl iş gördüğünü ayrıntılarıyla ele almış Karanlık Yol. Bir de emperyalist güçlerin Osmanlı ya da Cumhuriyet döneminde Türkiye siyasetine müdahalesinde üstlendiği roller var bu yapıların. Batıcılığı (emperyalizm yandaşlığını) düstur edinmiş Türk liberallerinin tarikatlarla arasının iyi olmasının nedeni de bu herhalde. Kısaca açalım mı? Bu Türkiye solunun siyasetini de belirliyor. 

Yine Kürt hareketi için de benzer mekanizmalar üzerinde duruluyor. Kitap, bu konuda oldukça “ağır” bir netlik içeriyor. Onu da kısaca açalım...

Osmanlı'nın Sünnileşmesinin ve İran’ın Şiileşmesinin dramatik bir tarihi var. Safevi tarikatı şeyhi İsmail, Akkoyunlu Emiri Mirza'yı Nahçıvan yakınlarında yendikten sonra, Tebriz'de, kendisini Şah ilan etti. Böylece Safevi tarikatı bir devlete dönüşmüş oldu. Tarikatın şeyhi İsmail bir hanedan kurmayı başarmış ve İran’da şah olmuştu. Yalnız Osmanlı’dan korkuyordu, Şiiliği devletinin mezhebi ilan ederek Osmanlıya karşı bir duvar ördü. Mezhepler ve tarikatlar, birer inanç olmaktan çok birer duvardır. 

Yalnız Şiilik de, Osmanlı’nın altını oymak anlamına geliyordu. Safevi devleti kurulunca Anadolu’da konar göçer Türkmenler, “şaha gitmek için” yola düştü. Osmanlı gitmelerini istemiyordu, engel olmaya çalıştı. Haliyle ona da Safevi devletine karşı bir duvar gerekiyordu. İlk iş, sınıra Sünni Kürtleri yerleştirmek oldu, sonra Sünni tarikatları destekledi ve konar göçerlere, haliyle Alevilere, düşman oldu. 

Şah İsmail’in ve Yavuz Selim’in o korkuları İran’da ve Türkiye’de büyük iki halkın hayatını etkilemeyi sürdürüyor. İran’da Şiilikten esinlenen şeriatçı bir rejim var ve Türkiye Sünniliği tahkim etmeyi, Aleviliği itip kakmayı sürdürüyor. 

Aleviler konar göçer köylülerdi ve Bektaşilik onun şehirli versiyonuydu. Osmanlı Aleviliği itip kakarken Bektaşiliği destekledi, devşirme ordusunun manevi eğitimini onlara bıraktı. Osmanlının Alevileri ezmeye gönderdiği ordu Bektaşilerin yetiştirdikleriydi. Bektaşi senkretizmi, Osmanlı İmparatorluğu’nun içine çektiği her türlü inancı içine almaya uygundu. Oysa Alevilikte aynı soydan olmak önemliydi, dışarıdan girilemiyordu. Bambaşka yollarda ilerlediler. Sonra nasıl birleştikleri, Alevi-Bektaşi inancı, bir sorudur. 

Ama sonunda devletlu Bektaşilik de devletle yüzleşmek zorunda kaldı. 

Öyle veya böyle, “Türklerin Tarihi”nde tarikatların yeri var. Bizim devlet geleneğimiz tarikatların kucağında doğdu. Sünni yeşili Osmanlı sarayının rengidir nihayetinde ve tarihini Yavuz Selim ile başlatabiliyoruz.

Yavuz Selim’in hayatı neredeyse İran Safevi devleti ile didişerek geçti. Bu, sınırlar ötesindeki tehditten kaynaklanan olağan gerilimlerden biri değildi. Mülkü olan topraklarda yaşayan konar-göçer Türkmen-Kızılbaş nüfus kendisini Osmanlı’dan çok Safevi devletine yakın hissediyordu. Selim bu nedenle ayaklarının altındaki toprağı hep kaygan hissetti. Öyleydi. Kızılbaş isyanları iktidarını zorluyordu. Bu isyanları Celali isyanları takip etti. Selim, her hareketinde arkasından emin olmaya çalıştı, her dış seferi bir iç sefere dönüştü. Sınıf savaşının din ve mezhep savaşı gibi göründüğü bir zaman aralığıdır. Ezilenler Türkmen Kızılbaşlardı, bu nedenle, iktidarına karşı bütün hareketler Sultana ayrımsız bir Kızılbaş ayaklanması olarak görünüyordu.

Selim, Safevi Şah İsmail’i durdurmayı ve Kızılbaş isyanlarını bastırmayı başardı. Fakat nihai zafer henüz çok uzaklardaydı. Celali isyanları sürüyor, Kızılbaşlar her yerde ayaklanmaya hazır bekliyordu. Sorunun nihai çözümü için İran ile Anadolu toprakları arasına bir “duvar” örmekten başka yol yoktu. Duvar Sünnilikti. Şiiliği kuşatma ve Kızılbaşlığı bastırma ihtiyacından üretilmiştir. Osmanlı sarayı Kızılbaşlardan ürktüğü için Sünni oldu ve devlet içinde Sünni tarikatların örgütlenmesinin yolunu açtı. 

Şeyh Sait’i Halidiliği dışında tutamazsın

Tabii Halidilik Kürt kökenli bir tarikat. Kürt Siyasal hareketi bu tarihten kahramanlar devşirmeye kalkınca Halidileri buldu. Örneğin Şeyh Sait bir Halididir. Şeyh Sait’i ululayınca Halidiliği dışında tutamazsın. Halidiliği kutsarsan ülkenin aydınlanma tarihinin karşı tarafına geçersin. Murat Karayılan, 90’lı yılların sonunda, Süleymaniye’de Halidiliğin merkezine gitti, Nakşileri PKK’nin mücadelesini desteklemeye çağırdı. Tabii bu aynı zamanda Halidiliği tanıma anlamına geliyordu.

Soldaki Şeyh Saitciliğin ise, buraya eklenti olmak dışında bir açıklaması yok. Şeyh Sait ve Halidilik aydınlanma mücadelemizin, tabii halkımızın düşmanıdır. Bu kadar net. 

             "Şeyh Sait ve Halidilik aydınlanma mücadelemizin, tabii halkımızın düşmanıdır. Bu kadar net."

Direniş hareketleri ve dinsel belirlenimi

Dinler hep egemenler tarafından kullanılıyor fakat geldiğimiz noktada Batı emperyalizmine karşı kimi direniş odakları egemenlere karşı konumlarda duruyor. Burayı sınıfsal olarak nasıl okuyacağız? Dinsel belirleyenleri önemsizleşiyor mu direniş hareketlerinin? 

E tarihte de dinden esinlenen direniş hareketleri var. Emevi yöneticilerinin çoğunun mevali ile Araplar arasında ayırım yaptığı, mevaliye dinde yeri olmayan bazı vergiler yüklediği ve fetihlere katıldıkları halde bazı bölgelerde onları askeri maaş divanına kaydetmediği not ediliyor. Demek, müminler arasındaki ayrım çok acımasızdır. Hatta dininden dönüp Müslüman olma hareketleri, ihtida, hızlanınca cizye ve haraç gelirinin azaldığını gören Emevi Valisi Haccac, İslam’a girenlerden kaldırılması gereken cizye vergisini mevaliden almaya devam etmiş. 

Haccac tarımı güçlendirmek için mevalinin şehirlere göçünü yasaklamış, önceden şehirlere gelmiş olanları da zor kullanarak köylerine geri göndermiş. Zalimdir. Mevali, o nedenle “Haccac-ı Zalim” olarak kaydetmiştir adını tarihe. Emevi valilerinin adaletsiz uygulamaları, Kuzey Afrika’da da Berberi isyanları ile karşılandı; II. Yezid’in valilerinden biri isyancılar tarafından öldürüldü. Bu isyanın etkisiyle eşitlikçi Haricilik bölgede hızla yaygınlaştı.

Hal bu olunca, mevali İslamiyet’in ilk döneminden bu yana pek çok isyanın başını çekti, yönetimi ele geçirmek isteyen grupları destekledi. Abbasilerin desteğinde, Emeviler’in yıkılışında önemli roller üstlendi. Bazı tarihçilere göre, Abbasi iktidarı, Acem mevalinin Araplara karşı ilk zaferiydi.

Zulüm varsa direniş olur

Zulüm varsa direniş olur, ayrımcılık varsa eşitlik fikri filizlenir. Arap ayrımcılığı eninde sonunda kendi karşıtını, Arap düşmanlığını doğurur. Mevali başlangıçta Arap ayrımcılığına karşı “müslümanların eşit olduğunu” fikriyle direnmeye çalıştı. Olmayınca, bu çaba Arap olmayanların Araplara üstünlüğünü iddia eden “Şuubiyye” hareketine dönüştü. Acemi mevali arasında görülen bu Arap karşıtlığı, Abbasiler devrinde güçlendi, giderek keskin bir Arap düşmanlığına dönüştü.

“Topluluk, cemaat, millet” anlamına gelen “şa‘b”ın çoğulu “şuub”dan türeyen “şuubiyye”, İslam’ı zorla veya gönüllüce kabul eden Fars, Türk ve Berberi gibi milletlerin Araplardan üstün olduğunu savunan milliyetçilik akımının adı. Bu düşünceyi benimseyenlere “şuubi” deniyor. İslam tarihindeki bir alt sınıf hareketidir.

İslam coğrafyası Şuubiye hareketinin isyanıyla çalkalanıyordu, Irak, Horasan ve Endülüs onların kontrolüne geçmişti. Acemi şairler, Rum-Türk-Süryani, Nebati, Kıpti, Berberi, İspanyol, Slav kökenli edip ve alimler Arapları aşağılamak için kol kola girmişti. Farslar ve Rumlar gibi milletlerin köklü medeniyetlere sahip oldukları zamanlarda Araplar aç ve sefil durumdaydı, derin bir vahşet içinde yaşayan kabilelerden ibaretti. Onların övünecek tek şeyi şiirdi. Felsefe, astronomi, ipek işçiliği gibi bilim ve sanatlar, çeşitli oyunlar ve birçok icat insanlığa Arap olmayanlar tarafından kazandırılmıştı. Bunlar da İslam’da bir alt sınıf kültürünün ilk halleridir.

“İslam medeniyeti”nde, kullar-köleler dışındaki sınıfların hali böyledir. Kulları da hesaba katınca geniş bir “proletarya” çıkar ortaya. Bütün tarihin olduğu gibi “islam tarihi”nin de gerçek anahtarıdır bu.

Demem o ki, direnen müslümanlar her zaman olur. Cephede, barikatta eşitlik vardır. Tarikat ise, o eşitliği silmek için filizlenir. Haliyle tarikata bir barikat kurmak gerekir. Karanlık Yol o barikatı tarif etme girişimidir.        /././

Fernas işçileri direnirken AKP'li patron vekil yeni ihale kaptı

Fernas Madencilik'in sahibi AKP'li Nasıroğlu, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı'ndan bir ihale daha aldı. Fernas işçilerinin direnişiyse sürüyor. Madenciler açlık grevine başladı.

Manisa Soma’da bulunan ve AKP'li vekile ait Fernas Madencilik’te çalışan madenciler, iş güvenliği önlemlerinin alınmamasına ve düşük ücretlere karşı başlattığı mücadele Ankara’da. 

Sendikaya üye oldukları gerekçesiyle işten atılan ve protesto için Soma'dan Ankara'ya gelen Fernas işçileri, bekleyişlerini sürdürdükleri Kurtuluş Parkı'ndan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'na yürümek istedi.

Madenciler polisin engellemesiyle karşı karşıya kalmaları sonrası açlık grevi yapma kararı aldı.

Fernas ihaleyi 43 milyar 483 milyona aldı

İşçilerin mücadelesi sürerken Fernas Madencilik'in sahibi AKP'li Milletvekili Ferhat Nasıroğlu, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı'ndan bir ihale daha aldı. 

İhalenin anlaşma protokolü imzalanırken, direnişlerine 50'inci gününde devam eden Fernas işçilerinden Arif Doğan baygınlık geçirdi.

OdaTV’den Büşra İlaslan’ın haberine göre, Fernas Şirketler Grubu'nun aldığı Ankara-Kırıkkale-Delice Otoyolu projesi yapım protokolü Ulaştırma Bakanı Abdulkadir Uralaoğlu'nun da katılımı ile gerçekleştirilen resmi bir töreniyle imzalandı.

2023 yılında yapılan 120 kilometrelik Ankara-Kırıkkale-Delice Otoyol projesi ihalesini Fernas Şirketler Grubu KDV hariç 43 milyar 483 milyon 952 bin liralık teklif vererek almıştı. Fernas'ın aldığı ihale daha önce beş kez ertelenmişti.

Fernas patronu Nasırlıoğlu’nun marifetleri

Şirketi Fernas Madencilik'te direniş başladığı günden bu yana vekil kimliği ve aldığı ihalelerle sık sık gündem olan AKP Batman Milletvekili Fethat Nasırlıoğlu, aynı zamanda Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu üyesi.

Komisyonun görevi; "kendisine havale edilen konular üzerine görüşmeler yaparak çeşitli konularda yasa teklifleri oluşturmak ve mevcut yasaları değiştirmeyi önermek..." şeklinde tanımlanıyor. Bu kapsamda komisyon, Türkiye'nin "bayındırlık, imar ve iskân, haberleşme, elektronik haberleşme, elektronik ticaret, denizcilik, posta iş ve hizmetleri ile turizm alanlarındaki" düzenlemeleri inceliyor.

Yani "ulaştırma" denildiğinde birçok alanda teması ve yetkisi olan Nasırlıoğlu'na açılan etki alanı dikkat çekici.

İşçiler direnişin 51’nci gününde

Madenciler, 25 Eylül'de Soma'dan Ankara'ya doğru yürüyüş başlatmış, 2 Ekim'de Ankara'ya ulaşmıştı. Temelli’de polis tarafından engellenen Fernas işçileri, muhalefet milletvekillerinin otobüsü ile TBMM’ye götürülmüştü.

Meclis'te AKP'li vekillere taleplerini ileten fakat sonuç alamayan Fernas işçileri, Kurtuluş Parkı’nda eylemlerine devam etti.

Eylemlerinin 50'nci gününde Kurtuluş Parkı’ndan Enerji Bakanlığı'na yürümek isteyen madenciler polis müdahalesiyle karşılaştı. Müdahalenin ardından madenci Arif Doğan yere düşüp baygınlık geçirdi. Doğan, ambulansın gelmesinin ardından hastaneye kaldırıldı.

Açlık grevi başlattılar: ‘Artık sadece çözüm bekliyoruz’

Fernas işçileri, bekleyişlerini sürdürdükleri Kurtuluş Parkı'ndan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'na yürümek istedi. Madenciler polisin engellemesiyle karşı karşıya kalmaları sonrası açlık grevi yapma kararı aldı.

Madenciler adına açıklamada bulunan işçiler, açlık grevi kararı aldıklarını Bağımsız Maden İş X hesabından yaptıkları açıklamayla duyurdu.

Açıklamada, “Şu an itibariyle çözüm olana kadar buradan ayrılmıyoruz, yemek yemiyoruz, kimseyle görüşmüyoruz. Elimizden gelen her yolla derdimizi anlattık, görüşebildiğimiz herkesle görüştük, aşabildiğimiz her engeli aştık. Artık sadece çözüm bekliyoruz. Ferhat Nasıroğlu, bu sorunun çözümü için sizin bu zamana kadar sürdürdüğünüz ters davranışın değişmesini istiyoruz. Tavır değiştirmediğiniz sürece biz geri adım atmayacağız” ifadelerine yer verildi.

Fernas’ın İSİG raporu: Risk var

Bağımsız Maden-İş geçtiğimiz günlerde yeni bir Soma ve Ermenek’teki gibi maden katliamları yaşanmasın diye Fernas Madencilik’teki çalışma koşullarına ilişkin işçi sağlığı ve iş güvenliği raporu yayımlamıştı.

Bağımsız Maden-İş, Fernas Madencilik’teki işçi sağlığı ve iş güvenliği risklerini raporda şöyle sıraladı:

  • Yeraltı madenciliğine hakim olmayan bir anlayışla çalışma yapılıyor.
  • Yeraltında kullanılmaması gereken araçlar ve hava sirkülasyonundaki eksiklik karbonmonoksit sorunu var.
  • Suyun içinde elektrik akımına kapılarak toplu ölme riski var.
  • Gaz ölçüm ve izlemedeki ihmalkarlık ve manipülasyon sebebiyle toplu ölüm riski var.
  • Kârı artırmak için yetersiz sayıda işçi çalıştırıldığı için işçiler uzmanı olmadığı alanlarda risk doğuracak işlere zorlanıyor.
  • İşçiler emniyetsiz çalıştırıldığı için yüksekten düşerek ölüm riski var.
  • Toz emici aletler olmadığı için solunum sorunları riski var.
  • Kimyasal kullanılmasına rağmen yeterli koruyucu ekipman verilmediği için ciddi zarar görme riski var.
  • Yeraltı trafiğinde kullanılan araçların durumu ve önlem alınmadığı için ölüm riski var.ATEX olarak bilinen Exproof (alev sızdırmazlık) sertifikasız aletler kullanıldığı için patlama riski var.
  • İşi hızlandırmak için yetersiz tahkimat kurulması sebebiyle göçük riski var.
  • Daha önce 4 kez olduğu gibi ocağı su basması sonucu ölüm riski var.
                               AKP Milletvekili ve Fernas Madencilik patronu Ferhat Nasıroğlu

AKP'li patronun sicili

Sendika daha önce sosyal medya hesabından maden şirketine ait olduğunu belirttiği bazı görüntüler paylaşmıştı. Görüntülerle madendeki kötü çalışma koşulları gösterilmişti. Bunun üzerine şirket işçilerin bilgilerini sızdırmıştı.

AKP Milletvekili ve Fernas Madencilik patronu Ferhat Nasıroğlu'ysa "Bazı siyasi figürlerin ve marjinal grupların, işçileri ve ailelerini kışkırtarak yönlendirdiğini" öne sürmüş ve "Parmak sallayanlara mesajım şudur bizi ürkütemezsiniz" demişti. Madendeki kötü çalışma koşulları, uyulmayan iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin koşulları teşhir edilmiş olmasına rağmen Nasıroğlu, "İş güvenliği ile ilgili ciddi tedbirler var. Bu işi sabote etmek isteyen insanlar olabilir, bunlar istisnaidir. Bu kesinlikle yalan ve tezgahtır. Türkiye yüzyılında bizler özel bir misyon üstlendik bu memleketi daha ileriye taşımak için çok çalışacağız" iddiasında bulunmuştu.

AKP'li Ferhat Nasıroğlu ile ailesinin aldığı ihaleler ve zenginleşmeleri de gündem olmuştu. 

                                                              ***

Konya’da kadın öğrenciler KYK yurdu etrafında ‘taciz’ tedirginliği yaşıyor: ‘Sürekli tetikteyim’ -Yekta Armanc Hatipoğlu-

Konya’da bulunan Mesnevi KYK Kız Öğrenci Yurdu’nun çevresinde yıllardır yaşanan taciz olayları nedeniyle öğrenciler yurda rahat girip çıkamıyor, yurt çevresinde rahat bir şekilde dolaşamıyor.

Konya’da bulunan, Kredi ve Yurtlar Kurumu’na (KYK) bağlı Mesnevi Kız Öğrenci Yurdu, bulunduğu ıssız konumdan da kaynaklı olarak yaşanan taciz olayları nedeniyle kadın öğrenciler için adeta kabusa dönüşmüş durumda.

Yurt çevresinde sık sık taciz olaylarının yaşandığını söyleyen öğrenciler, yurt çevresinde gezerken sürekli tetikte olduklarını ve güvende hissetmediklerini söylüyor.

Yurda giden tramvayların yurda uzak bir yerde durduğunu ve yurda yürüyerek gitmenin dahi tehlikeli olduğunu söyleyen öğrenciler, doğrudan yurt önüne yapılan otobüs seferlerinin artırılmasını talep ediyor.

Sorun yıllardır devam ediyormuş

Yurtta kalan bir öğrenci, konuyla ilgili soL’a konuştu.

Öğrenci, dört yıldır, yani yurt açıldığından beri Mesnevi Kız Öğrenci Yurdu’nda olduğunu ve yaşanan taciz olaylarının ilk yıllardan beri konuşulduğunu söyledi. Yurt önünde durup camlara bakan, laf atan erkeklerin olduğunu söyleyen öğrenci, başlarda yurt etrafında ışıklandırma dahi olmadığını, yurt etrafının sonradan ışıklandırıldığını söyledi.

“Öyle aleni yapılıyor ki bu olayları plakalar bile paylaşılıyor yurt gruplarında” sözleriyle durumun nasıl bir boyutta olduğunu kaydeden öğrenci, yaşanan son kadın katliamlarının da etkisiyle herkesin daha tedirgin olduğunu belirtti, “Sürekli tetikteyim” dedi.

                                   Yurt gruplarından birinde tacizcilere karşı yapılan uyarı

Öğrenci, daha geçtiğimiz günlerde saat akşam beş sularında, yurt yolundayken iki erkeğin bir arkadaşına laf attığını, bu olayların sık yaşandığını söyledi, geçen sene yaşanan bir olayı şöyle anlattı:
 

“Bir öğrenci sabah 6.30'da derse gitmek için yurttan çıkıyor. Karşısına bir anda bir adam çıkıyor, eli bıçaklı. Kadını tehdit ediyor. Kadın da elindeki termosu can havliyle kafasına vurup kaçıyor. Bu kişi daha sonra yakalanıyor. Akli dengesi yerinde değildi diye kılıf uyduruluyor ve salınıyor.”

Öğrencilerin talebi otobüs seferlerinin artırılması

İlk yıllardan beri taleplerinin otobüs seferlerinin artırılması olduğunu kaydeden öğrenci, sözlerine şöyle devam etti:
“Öyle zor gerçekleştirilecek bir şey değil. Ama yıllardır yapılmıyor. Otobüsün tramvaydan farkı direkt yurdun önünde inebilmemiz ama bu durumda herkes otobüslere binemiyor. Okula yürüyerek zaten gitmiyoruz, tramvayla gideceksek de kalabalık şekilde gitmeye çalışıyoruz. Tek gitmeye korkuyoruz.”

                                                  Geç saatlerde yurdun çevresi.

Yurt idaresinin yıllardır somut adım atmadığını kaydeden öğrenci, psikolojisinin bozulduğunu, terapiye başladığını söyledi.

Günün her saatinde taciz korkusu yaşadıklarını söyleyen öğrenci sözlerini “Günün her saatinde taciz korkusu yaşıyoruz, ben dahil pek çok kişinin sosyal yaşamı bitmiş durumda” diyerek noktaladı.                               /././

Gericiler Eskişehir'de üniversitelere giriyor: 'Çocuk evliliğini' savunan isim konuşma yapacak -Yekta Armanc Hatipoğlu-

Gerici isimler Anadolu ve Osmangazi üniversitelerinde konuşma yapacak. Konuşma yapacaklar arasında "çocuk evliliğini" savunan da var, ateistlere küfürler savuran da.

Eskişehir’de bulunan Anadolu Üniversitesi ve Osmangazi Üniversitesi’nde gerici isimler “Umut Eskişehir 2024” başlıklı bir etkinlik düzenliyor. AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın yüksek istişare kurulunda olduğu Türkiye Gençlik Vakfı’nın (TÜGVA) yanı sıra Yedi Başak Derneği ve Heybem Kitap Kafe de etkinliği organize eden kurumlar arasında.

19-20 Ekim tarihleri arasında Anadolu Üniversitesi, 26-27 Ekim tarihleri arasında da Osmangazi Üniversitesi’nde düzenlenecek etkinliklerde aralarında “İslam’a göre ergenliğe girmemiş bir çocuk evlenebilir” diyen Nurettin Yıldız ve ateist yurttaşlara küfürler savuran Hüseyin Gökalp gibi isimler üniversitelerde konuşma yapacak.

Geçtiğimiz sene “Umut Eskişehir 2023” adıyla düzenlenen etkinliği TÜGVA ve yine AKP’ye yakınlığıyla bilinen Önder İmam Hatipliler Derneği organize etmişti.

‘Bize kapatılmaya çalışılan üniversite kapıları, yobazlara açılıyor’

Gerici isimlerin konuşma yapacağı etkinliği Eskişehir’deki üniversite öğrencilerinin dayanışma ve haberleşme ağı olan Anadolu Dayanışma Ağı’ndan Şevval Eroğlu’yla konuştuk.

Eroğlu sözlerine “Direnç kaybettiğimiz alanlarda artık tarikatlar var, bu alanlardan birisi de eğitim kurumları” diyerek başladı. Ülkemizde yaşanan kadına yönelik taciz ve şiddet vakalarını buradan bağımsız göremeyeceğimizi söyleyen Eroğlu, okullara gelen gericilerin bu şiddet ve taciz olaylarının bir nevi faili konumunda olduğunu kaydetti.

Nurettin Yıldız’ın pek çok kez dinî referanslarla “çocuk evliliği” ve kadına yönelik şiddeti meşrulaştırmaya çalıştığını hatırlatan Eroğlu, “Sadece Nurettin Yıldız değil bu program kapsamında okullarımıza gelecek hiçbir gerici ayın sonunu zor getiren, sokakta korkmadan yürüyemeyen biz öğrencilere ‘umut’ veremez” diyerek etkinlik kapsamında okullara gelecek diğer gericilere değindi.

Son zamanlarda yaşanan kadın cinayetlerine karşı Anadolu Üniversitesi içerisinde başlayan eylemimizi okul dışına taşımak istediğimizde çevik kuvvet bizi durdurmaya, direncimizi kırmaya çalıştı” diyen Eroğlu aynı barikatın çocuk istismarcılarına, katillere ve yobazlara kurulmadığını söyledi, “Bize kapatılmaya çalışılan üniversite kapıları, yobazlara açılıyor” dedi. AKP’nin tarikatları palazlandırdığını ve topluma nefes alacak alan dahi bırakmadığının altını çizen Eroğlu, bu karanlığın yıkılacağını vurguladı.

Türkiye’nin dört bir yanında yapılan eylemlerin yobazlara boyun eğilmeyeceğinin en büyük göstergesi olduğunu söyleyen Eroğlu, sözlerini “Nasıl ki dün kadınlara karşı işlenen suçları protesto ederken önümüze koyulan barikatı aştık, yarın da ülkemizi sürükledikleri karanlığı aşacağız. İşte asıl ‘umut’ burada” diyerek noktaladı.

Anadolu Üniversitesi öğrencilerinin kadın cinayetlerine karşı yaptıkları eylem polis tarafından engellenmiş, öğrenciler barikatı aşarak kent merkezine kadar yürümüştü. Fotoğraf: Melis Yıldırım.

Üniversitelere girip konuşma yapanlar kim: ‘Evlilik’ adı altında çocuk tacizini savunan da var ateistlere küfürler savuran da…

Anadolu Üniversitesi’nde Halis Aydemir, Molla Abdullah Yıldız, Mustafa Koruyucu, Hüseyin Gökalp, Gıyasettin Karatepe ve Muzaffer Ceylan; Osmangazi Üniversitesi’nde Fatih Sultan Semiz, Kerim Buladı, Ramazan Kayan, Mustafa Ağırman, Melikşah Sezen, Muhammet Yazıcı, Teymullah Özbek ve Nurettin Yıldız konuşacak.

Konuşacak isimlerin ortak noktası dinci olmaları. Konuşmacıların kimi skandal sözleriyle bilinirken kimileri ise “güncel” konularda daha sessiz kalmayı tercih ediyor.

Bu gerici isimlerden ikisi öne çıkıyor: Nurettin Yıldız ve Hüseyin Gökalp.

En son bu yılın ocak ayında “çocuk evliliği” adı altında çocuk tacizini savunan skandal sözleri gündem olan Nurettin Yıldız, Sosyal Doku Vakfı isimli gerici vakfın kurucusu. Yıldız, “çocuk evliliği” konusunda İslam’ın net bir yaş belirlemediğini söylemiş, “Buluğ çağından önce de bir çocuk evlenebilir” diyerek skandal bir açıklama yapmıştı.

Yıldız’ın skandalları bununla sınırlı değil. Yıldız, 2018’de “Kadınların, Allah erkeklere dövün rahatlayın diye müsaade etmesinden dolayı sabaha kadar şükretmesi gerekiyor. Allah böyle diyor. Mesela bir erkeğe ‘Kadının yüzüne vurmayacaksın’ diyor boyundan yukarısına vurmak yasak. Göğü kısmına vurmayacaksın. Cetvelden uzun bir sopayla vuramıyorsun. Elini yumruk yapıp vuramıyorsun. İşkence yapmak için değil deşarj olmak için vurdurtturuyor Allah. Eğer erkeğe burasına kadar geldikten sonra vurma dersen erkek başka yolla rahatlar” sözleriyle başka bir skandala imza atmış, “Kadın, bu Avrupalılar gibi çıplak gezinse 60-70 puanlık bir kadın, bir tesettürle 90 puanlık kadın oluyor, yani çekicilik, cazibe açısından… Çıplaklığı para etmiyor, etek giyse para etmiyor, tesettürle para etmeye başlıyor” sözleriyle ise bir başka kadın düşmanı açıklama yapmıştı.

Etkinliklere konuşmacı olarak katılacak Selçuk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Hüseyin Gökalp da geçtiğimiz sene X hesabından yaptığı paylaşımda ateistleri hedef almış, “Türkiye ateizmi, o...u çocukluğudur” demişti. Gökalp “Türkiye’de ateist olmak ontolojik piçliktir,” “Türkiye ateistleri onursuzdurlar” gibi cümleler de kurmuştu.

Mustafa Kemal’in ölüm yıldönümü olan 10 Kasım’da da skandal sözlere imza atan Gökalp, “Doğ ey güneş, erit taştan adamı ve kurut taşları diken elleri” demişti.

                                                             /././

MÜSİAD: 11 bin 400 liraya çalışırım diyenler var, asgari ücreti bölgesel yapalım

Yüksek kâr oranlarından taviz vermek istemeyen patronlar yarım asır önce iptal edilen bir uygulamayı yeniden gündeme getirdi. Asgari ücretin kırsalda kenttekinden daha düşük olması isteniyor.

Enflasyona neden olduğu bahanesiyle bu yıl asgari ücrete ikinci bir zam yapılmadı. Emekçilerin yarısına yakını aylardır açlık sınırının altında seyreden asgari ücretle hayatta kalmaya çalışıyor. 

Asgari ücretin yeni yılda hangi oranda zamlanacağına ilişkin görüşmeler Aralık ayında başlayacak. Tespit komisyonunun kurulmasına kısa süre kala sermaye temsilcileri taleplerini dillendirmeye başladı.

Son talep patron örgütü MÜSİAD'dan geldi. Kurumun başkanı Mahmut Asmalı bölgesel asgari ücret uygulamasının tekrar getirilmesini istedi.

Türkiye’de bölgesel asgari ücret, 1951-1974 yılları arasında uygulanmış; İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kentlerde işçilere daha yüksek ücret, kırsal bölgelerdeki çalışanlaraysa daha düşük ücretler verilmişti. Uygulama Anayasa Mahkemesi tarafından "eşitlik" ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle kaldırılmıştı.

50 yıl önce rafa kaldırılan uygulamayı yeniden isteyen MÜSİAD Başkanı, talebini gerekçelendirirken bazı işçilerin mevcut asgari ücretin 3'te 2'sine tekabül eden 11 bin 400 liraya çalışmak istediğini iddia etti: 

"Anadolu’nun hem geçim şartları daha iyi hem kira fiyatları daha düşük. Kiradan dolayı 10 bin TL fark ediyor. Asgari ücretin 3’te 2’sine çalışırım diyenler var."

Yine tehdit ettiler: Emek ucuzlamazsa başka ülkeye gideriz

Enflasyona ücret artışlarının neden olduğu tezini savunan Mahmut Asmalı'ya göre, halihazırda açık sınırının altındaki asgari ücretin düşük tutulması emekçilerin lehine olacak:

"Aslolan çalışanlarımızın alım gücünü kuvvetlendirmek. Bu da enflasyonu aşağı çekmekle olur. Orta Vadeli Program’da yüzde 33 hedefi vardı, şu an yüzde 41’lere geldi. Hedeflenenden neredeyse yüzde 50 sapma var. Asgari ücretin düşük olduğunu gören tüccarımız zaten zam yapıyor."

Bölgesel asgari ücretle hedeflenin daha ucuz emek olduğunu açıkça ifaden MÜSİAD Başkanı, aksi takdirde emek maliyetinin daha düşük olduğu ülkelere gideceklerini ima ederek işçileri üstü kapalı biçimde işsizlikle tehdit etti: "Emek yoğun işlerde rekabetimizi kaybettik, bu nedenle birçok üreticimiz yurtdışına çıkıyor. Pazarlarımızı kaybettik."

Bölgesel yetmez sektörel olsun!

MÜSİAD Başkanı Mahmut Asmalı yalnız değil. Yakın dönemde iki isim daha bölgesel asgari ücret uygulanmasını talep etti.

* CHP Genel Başkanı Özgür Özel: "Sadece bölgesel değil devletin desteği açısından sektörel asgari ücrete de olumlu bakıyoruz ama çok iyi düzenlenmesi lazım. Bazı sektörlerde asgari ücretin artışı sektörü ihracat yapamaz hale getiriyor. Asgari ücret artmalı ama rekabet edilebilir noktada, devletin destek sunması gerekiyor." (1 Temmuz 2024)

* İstanbul Ticaret Odası Başkanı Şekib Avdagiç: ''Özellikle büyük şehirlerde yaşayanlar için ayrı bir skala oluşması lazım. Ayrıca devlet memurlarının ve bütün ücretin içerileceği bir düzenleme yapılması lazım. Büyük şehirde yaşama tazminatı altında bir şey söylenebilir. Böyle bir şey olursa sanayi desantralizasyon anlamında süreç etkin bir şekilde devreye girer. Büyük şehirlerle ilgili bir asgari ücret bazı tespit edilip, teşvik bölgeleri dikkate alınarak kademeli bir asgari ücret uygulamasıyla bir süreç olabilir." (24 Aralık 2023)

Eşitsizliği artıracak, göçü hızlandıracak

Asgari Ücret Yönetmeliği'ne göre, asgari ücret "İşçilere bir çalışma günü karşılığı ödenen ve işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücret" olarak tanımlanıyor.

Ancak bu tanıma 2001 yılında “Asgari ücretin tespitinde çalışanların geçim şartları ile ülkenin ekonomik durumu da göz önünde bulundurulur” ifadesi eklendi. Bu durum, bir işçinin tüm ihtiyaçlarının tespit edilmesine rağmen, “ülkenin iktisadi durumu uygun değil” denilerek, daha düşük ücret verilebilmesinin temel dayanağını oluşturuyor.

Zaten açlık ve yoksulluk sınırının altında kalıp, işçinin geçimini sağlamaktan uzak olan asgari ücretin bölgesel olarak belirlenmesi söz konusu sefaleti daha da derinleştirecek nitelikte.

Yürürlükteki asgari ücret tutarını yüksek bulan patronlar bölgesel asgari ücret uygulamasına göre yerel düzeydeki aktörler bir araya gelip önceden belirlenmiş olan merkezi asgari ücretin aşağısında yeni bir oran tespit edebilecek. Uygulama kentler arasındaki gelir adaletsizliğinin derinleşmesine ve daha düşük ücret belirlenen bölgelerden daha yüksek ücret belirlenen bölgelere doğru göçü hızlandıracak.  Bölgesel asgari ücret uygulamasıyla yoksul illerde düşük tespit edilecek olan ücret düzeyi, yani ucuz işçilik ile bu iller sermaye açısından cazip hale getirilecek.         ***

Ambulansa saldıran Yedikardeş kendini savundu: Kardeşi Selçuk, Bakan Kacır’dan ödül aldı

Ambulansa saldıran Selim Yedikardeş, kendini ve tutuklanan oğlunu savundu. O sırada kardeşi Selçuk Yedikardeş, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mehmet Fatih Kacır'dan ödül aldı.

Günlerdir gündemde eski AKP adayı, SYK Tekstil patronu Selim Yedikardeş ve oğlu Melih Yedikardeş'in içinde hasta olan ambulansı durdurması ve şoförüne saldırması var.

10 Ekim akşamı Kalp krizi geçiren 80 yaşındaki N.G. isimli kadın hastanın Gemlik Devlet Hastanesi’nden Bursa Şehir Hastanesi’ne sevk edildiği ambulans, emniyet şeridinde ilerlediği sırada arkadan gelen otomobilin sürücüsü selektör yapıp korna çalarak yol istedi.

Paramedik ambulans sürücüsü Muhammed Ali Karasulu, otomobile yol verdi.

Otomobilde bulunan tekstil firması sahibi ve eski AKP milletvekili aday adayı Selim Yedikardeş ile oğlu Melih Yedikardeş, Karasulu’ya ambulansın içinde hasta olmadığını ve boşuna siren çaldığını öne sürerek şoföre saldırdı. 

Hastayı yetiştirmek için yaralı halde ambulansı kullanarak, Bursa Şehir Hastanesi’ne giden şoför Karasulu’nun dil kıkırdağının kırıldığı, dudağının darbeye bağlı olarak yarıldığı ve çene kemiğinde travma olduğu tespit edildi.

Halen yoğun bakımda bulunan ambulanstaki hastanın sağlık durumu riskli.

                                           Yedikardeş'in ambulansın önüne kırdığı an.

Saldırgan Selim Yedikardeş'in kardeşine Bakan'dan ödül

SYK Grup adlı şirketi tekstil, hayvancılık, enerji ve turizm sektörlerinde. Yönetim Kurulu Başkanlığını Sabahattin Yedikardeş’in yaptığı şirketler grubunun yönetim kurulu üyeleri: Selçuk Yedikardeş, Selim Yedikardeş, Sinan Yedikardeş.

Selim Yedikardeş, bir dönem AKP’den Bursa milletvekili aday adayı olmuş ancak seçilememiş. Selim Yedikardeş ayrıca bölgenin patron örgütlerinden Demirtaş Sanayici ve İşadamları Derneği’nin eski başkanı. 

Selim Yedikardeş’in kardeşi ve şirketin ortaklarından Selçuk Yedikardeş, kardeşi ve yeğeninin ambulans saldırısından sonra Türkiye’nin İnovasyon Geliştirme Programı olan İnovaLİG'de 2024 İnovasyon Stratejisi-KOBİ kategorisinde, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mehmet Fatih Kacır'dan ödül aldı.

                                     Selçuk Yedikardeş'in Fatih Kacır'dan ödül aldığı an.

Yedikardeş’in ‘savunması’: Devletin arabası bu şekilde hasta varken kullanılmamalı

DHA'da saldırganlardan Selim Yedikardeş’in açıklamasına yer verildi. Açıklama yayımlanırken Yedikardeş’in ismi kodlandı, şirket adı verilmedi.

Şu ifadeler kullanıldı: “Bursa'da paramedik ambulans sürücüsü Muhammed Ali Karasulu'yu darbettiği iddiasıyla gözaltına alınıp, adli kontrol şartıyla serbest bırakılan tekstil firması sahibi S.Y. açıklama yaptı.”

Selim Yedikardeş’in açıklaması şöyle: 

“Sonuçlarından herkesin üzüldüğü doğal olarak da evladımın davranış biçimi maksadını aştığı için, evladım ve şahsıma yönelik kamuoyunun tepkisini saygıyla karşılıyoruz. Ne olursa olsun, bizim davranışımız maksadını aşmıştır ve doğru değildir. Türk halkını, kamuoyunu bilgilendiriyoruz. 

Ancak şunu ifade edelim ki adı geçen ambulans şoförü, güzergah boyunca araçta bizim ile camdan diyaloga geçmiş, ambulans şoförü olmanın ötesinde, maksadını aşan davranış biçimi ve sözler sarf etmiş, önü boş olmasına rağmen devam etmemiş, emniyet şeridinde de değildir. Durmamızı kendisi istemiştir, işaret etmiştir. 'Kolluk kuvvetlerini çağırıyorum. Çekin sağa' diye kendisi camdan belirtmiştir. Bizler önünü kesmedik ve durdurmadık. 

Yandan camda diyalogdan sonra araç önüne geldiğimizde, içeriden hemşire hanım yanımıza geldi, 'Hasta var' dedi. Oğlum da 'Madem hastanız var, önünüz açık, neden devam etmiyor şoför' deyince, şoför küfür ederek oğlumu ittirmiş ve ayağına basmıştır. Ayağında kırık olan oğlum, ağrı, sinir, stres ve refleks ile kendini tutamamış ve maksadını aşmıştır. 

Devletin arabası bu şekilde hasta varken kullanılmamalı, ambulans sürücüsü ve sürücüler ile diyaloga geçilmemeli. Sadece işi olan hastayı acilen yetiştirmek olmalı.

Tüm ambulansın iç ve dış kayıtları tam izlenmeli. Sadece sonuna bakılarak paylaşılması, kamuoyunu yanlış bilgilendirmek ve yanlış yöneltmektir. Bu şekilde olmasına rağmen, bizim göstermemiz gereken tepki bu olmamalıydı. Hele de maksadını aşan şiddet dili hiç olmamalıydı, bunun farkındayız. Elbette ki biz de insanız, işlediğimiz kusurun da farkında olarak kamu önünde bir kez daha sizlerden özür diliyoruz. Konu yargı sürecindedir. Süreç avukatlarımızca paylaşılacaktır.”

           Selim Yedikardeş, Selçuk Yedikardeş, Alinur Aktaş (Eski Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı)

Görüntüler Yedikardeş’i doğrulamıyor

Selim Yedikardeş ile oğullarının otomobilin içindeyken cep telefonlarıyla, emniyet şeridinde seyir halinde olan ambulansı çektikleri görüntüler de ortaya çıktı.

Selim Yedikardeş kullandığı otomobille, ambulansın önünü kesip, aracından inerken, yanına gittiği sürücü Karasulu’nun, "Hasta var, önüme kırıyorsun" dediği, Selim Yedikardeş’in de ambulans şoförüne, "İl Sağlık Müdürü’ne atıyorum şimdi" diyerek küfrettiği görüldü.

Ambulansın araç içi kamerasına yansıyan görüntülerde ise emniyet şeridinde duran ambulansın önüne, kullandığı otomobilini çeken Selim Yedikardeş’in, Melih Yedikardeş ve diğer oğlu ile birlikte indiği, baba ile büyük oğlunun cep telefonu kamerasını açarak ambulansa ilerledikleri görüldü.

                                                        Şoföre saldırı anı.

Ambulansın arkasında hasta olup olmadığını kontrol eden baba ve oğulları, o anları cep telefonu kamerasıyla da kayıt altına alırken, ambulansın sürücü tarafına geçen baba Selim Yedikardeş’in, sürücü Karasulu’nun boğazını sıktığı iddia edildi.

Yaşananlara tepki gösteren kadın sağlık görevlisinin üstüne yürüyen Melih Yedikardeş’in, kendisini engellemek isteyen Muhammed Ali Karasulu’ya ardı ardına yumruk attığı anlar da görüntüye yansıdı. 

Görüntüde, bir süre daha sağlık görevlileriyle tartışan baba ile oğullarının, otomobillerine binerek uzaklaştığı anlar da yer aldı.

Bursa Tabip Odası Başkanı Kadir Binbaş:

''Gemlik'ten, 80 yaşındaki bir kalp krizi geçiren bir hastayı, ambulansımız paramediklerimizle birlikte Bursa Şehir Hastanesi'ne güvenlik şeridinden götürdüğü sırada, arkasından otomobil çok fazla yanaşıyor.

Bu çok yaygın bir durumdur. Ambulansın arkasına takılmak, çok tehlikeli de bir olaydır.

Ambulans normal hızla gitmeyebilir ve sık sık fren sıkabilir. Genelde ambulans ve diğer taşıtlarda çok yakın takipleri yaşarız.

Arkadaşlarımız, bu konuda uyarı yapmış. Bu uyarı üzerine ambulansımızın önünü kesmişler. Aracımızı durdurmuş ve içinde hasta olup olmadığını kontrol etmek için ambulansa yönelmişler ve kendi cep telefonlarından çekim yapmışlar. İçeride hasta olduğunu görünce, cep telefonunu kapatmışlar. Sonra paramedik arkadaşımıza şiddet uygulamışlar”

‘Uzun süre takip edip, aracı önüme kırdılar’

Paramedik sürücü Muhammed Ali Karasulu, olay anını DHA muhabirine anlattı. Emniyet şeridinde seyir halindeyken, şüphelilerin uzun süre, otomobilleriyle ambulansın arkasından geldiklerini belirten Karasulu, “Otobanda, emniyet şeridinde seyrederken, arkama bir araç takıldı. Uzun süre beni takip etti. Sonrasında aracı önüme kırdılar. Telefonlarla birlikte çıktılar. Tehditlerle, ‘Biz bu videoyu, İl Sağlık Müdürü’ne atacağız. Araç boş, ambulans boş. İçeride hasta yok. Boşuna siren çalıyorsun, emniyet şeridinde gidiyorsun’ diye aracı durdurdular” dedi.

                                    Paramedik ambulans sürücüsü Muhammed Ali Karasulu

‘Önce babası boğazımı sıktı, oğlu vurdu’

Ekip arkadaşlarının tehdit edilmesi üzerine ambulanstan indiğini ve S.Y.’nin boğazını sıkması sonucu dil kökü kıkırdağının kırıldığını söyleyen Karasulu, şöyle konuştu: “Ekip arkadaşlarım çıktı, ‘Araçta hasta var, ne yapıyorsunuz’ dediler. Ekip arkadaşlarıma tehditler ve hakaret edince ben de indim. Aracı şoförü ben araçtan iner inmez boğazıma yapıştı. Benim boynumu sıkmaya başladı. Baba, şoför olan, boğazımı sıktı. Ben orada kurtuldum, aracın önüne geçtim. ‘Ağabey hasta var, ne yapıyorsunuz’ dedim. Bu sefer, yine bağırarak, hakaretlerle üstümüze yürüdü. ‘Gitmemiz gerekiyor, hasta acil bir hasta, kalp krizi geçiriyor’ dedim. Tam araca yönelirken yumruk yedim. 2-3 tane yumruk vurdular. Oğlu vurdu. Önce babası boğazımı sıktı, bir kıkırdak kemiğim de kırıldı boğazımdaki. Daha sonra ben, ‘Kamera çekiyor, ambulansın kamerası çekiyor. Lütfen gidin’ dedim. Bunlar önden gittiler. 3-5 saniye darbenin etkisiyle afalladım, sonra biz acil hasta olduğu için, araca bindim. Hastaneye, kalp krizi geçiren hastayı yetiştirdik.”

                                                              ***

Barış Boyun ve Daltonlar operasyonu: 157 kişiye gözaltı

İçişleri Bakanlığı yurt dışında tutuklu bulunan Barış Boyun ve Berat Can Gökdemir'in liderliğini yaptığı suç örgütüne yönelik düzenlenen KUYU-36 operasyonunda 157 kişinin gözaltına alındığını duyurdu.

Giderek büyüyen ekonomik krize karşı illegal kazançların kolaylığı beraberinde suça boğulmuş sokakları getirdi. Bir süredir gündemde olan çetelerle ilgili yeni bir operasyon düzenlendi.

İçişleri Bakanlığı, yurt dışında tutuklu bulunan Barış Boyun'un çetesi ile yine yurt dışında tutuklu bulunan Berat Can Gökdemir'in liderliğini yaptığı Daltonlar çetesine yönelik operasyon gerçekleştirdi.

Halk TV'den Dinçer Gökçe'nin haberine göre, gözaltına alınan isimler arasında Barış Boyun'un eşi Ece Boyun'un da bulunuyor.

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, "KUYU-36" adı verilen operasyonda 157 kişinin gözaltına alındığını açıkladı.

Yerlikaya'nın paylaşımına göre: 

"İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı koordinesinde; İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğünce yapılan çalışmalar sonucu çalıntı araç veya kasklı motosikletlerle 100 farklı eyleme karıştığı tespit edilen organize suç örgütü üyesi şüphelilerin; * Kasten Öldürme, * Kasten Öldürmeye Teşebbüs, * Kasten Yaralama, -*Yağma, * Yağma amaçlı tehdit, * Silah Ticareti, * Uyuşturucu Madde İmal ve Ticareti, *  Genel Güvenliğin Kasten Tehlikeye Sokulması, * Tehdit ve Mala Zarar Verme suçlarından haklarında soruşturma başlatıldı.

Operasyonlar sonucu:

* 40 adet ruhsatsız tabanca,* 10 adet otomatik tabanca,* 5 adet pompalı tüfek, *3 adet AK 47 uzun namlulu tüfek, * 2 adet el bombası, * 9 adet çelik yelek, * Muhtelif miktarda uyuşturucu madde ile * Çok miktarda döviz ve Türk Lirası ele geçirildi."

                                                               ***

Daron Acemoğlu'na Ekonomi Nobeli verildi

2024 Nobel Ekonomi Ödülü, "toplumsal kurumların oluşumu ve refaha etkilerine ilişkin çalışmaları nedeniyle" Daron Acemoğlu, Simon Johnson ve James A. Robinson'a verildi.

2024 yılının Nobel Ekonomi Ödülü, Daron Acemoğlu, Simon Johnson ve James A. Robinson'a verildi. Ödül kararını alan İsveç Kraliyet Bilimler Akademisinden yapılan açıklamada, ödülü alan üç bilim insanının "toplumsal kurumların oluşumu ve refaha etkilerine ilişkin çalışmaları" ile "uluslar arasındaki zenginlik farklılıklarının sebeplerinin anlaşılmasına yardımcı oldukları" belirtildi.

Bu ödülle Daron Acemoğlu, Nobel ödülü kazanan üçüncü Türkiye vatandaşı oldu. Daha önce Orhan Pamuk edebiyat alanında, Aziz Sancar ise kimya alanında Nobel ödülü almıştı.

Sömürgecilik tarihinin ekonomik etkileri

Nobel ödülünün Acemoğlu, Johnson ve Robinson'a verilmesine dair yapılan açıklamanın devamında, bu ödülü alan araştırmacıların sömürgecilik olgusunun ekonomik etkilerine dair yaptıkları incelemelerin önemine vurgu yapılıyor. Açıklamada, bu üç araştırmacının "ülkeler arasındaki zenginlik farklılıklarını açıklayan bir faktörün sömürgecilik döneminde oluşturulan kurumlar olduğu", "sömürgeleştirildikleri sırada yoksul olan ülkelerde daha kapsayıcı kurumlar oluşturulduğu ve bunun uzun vadede nüfusun zenginliğini genel olarak yükselttiği" ve "bunun geçmişte sömürgeleştirilmiş olan ülkelerden yoksul olanların bugün zengin ve zengin olanların bugün yoksul olmasının önemli nedenlerinden biri olduğu" ifade edildi.

Açıklamada sömürgeleştirildikleri sırada yoksul ve bugün zengin olan ABD, Kanada ve Avustralya gibi ülkelerde sömürgecilerin yerli halklara nasıl bir soykırım uyguladığı ve söz konusu yerli halktan bugün hala hayatta olanların bahsedilen zenginlikten hakkaniyetli bir pay alıp almadığına değinilmedi.

Verilen Nobel ödülünü eleştirenlerden, Londra King's College hocalarından Doç. Dr. Ingrid H. Kvangraven, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda "Sömürgeciliği, kapitalizmin Avrupa merkezli kavranışını sorgulamaksızın ana akım ekonomi teorisine dahil etmeyi başaran ekonomistler tabii ki ekonomi disiplini tarafından ödüllendirilecekti" ifadelerine yer verdi.

Seçimlerde CHP'nin ekonomi kurmayıydı

Daron Acemoğlu, 2023 Mayısında yapılan Genel Seçimler döneminde CHP'nin ekonomi kurmaylarından biriydi. Acemoğlu yaptığı çeşitli sunumlarda Türkiye'nin ekonomik büyümesinin süreksizliğini demokrasi eksikliğine bağlamış, ekonominin temel sorununun bu olduğunu savunmuştu. Bu iddia, Acemoğlu'nun ulusları otoriter ya da demokratik olarak kategorize eden, ve örneğin ABD, İngiltere veya Almanya'nın bu bağlamda demokratik, Rusya, Türkiye ve Küba'nın ise otoriter olduğunu savunan görüşlerine uygundu. CHP'nin seçimlerde önerdiği ekonomi programı da esasen bu temele oturtulmuş, sorunların liberal bir piyasa ekonomisi çerçevesinde ama daha çok demokrasiyle çözüleceği iddia edilmişti.

Ne var ki, bu çerçeve doğrultusunda CHP'nin önerdiği politikalar, Mehmet Şimşek'in göreve getirildiğinden beri uygulamakta olduğu politikalara hayli benziyordu, yani ekonomik olarak emekçi halkın bedel ödemesine dayanıyordu. Piyasa ekonomisinin kurallarını, kimi başka sosyal demokrat örnekler kadar dahi sorgulamayan bu yaklaşım, halkın yaşamakta olduğu tüm ekonomik zorluklara rağmen CHP'nin seçimi kaybetme nedenlerinden biri olarak gösterilmişti.                              ***

Okulda çocuğa taciz: Veliler hesap sordu, ilçe milli eğitim müdürü işi 'melekler'e havale etti

İzmir’de bir ilkokulda 8 yaşındaki kız çocuğunun cinsel tacize uğraması velileri ayaklandırdı. İlçe Milli Eğitim Müdürü’nün velilere “Çocukları melekler koruyor” demesiyse tepkileri artırdı.

İzmir’in Bayraklı ilçesindeki Azerbaycan Halk Cumhuriyeti 100. Yıl İlkokulu’nda iki hafta önce işe alınan 19 yaşındaki temizlik görevlisinin 8 yaşındaki bir öğrenciye cinsel tacizde bulunmasının ardından adli kontrol şartıyla serbest bırakılması velileri ayaklandırdı.

Geçen Perşembe günü kayıtlara geçen olay, çocuğun yaşadıklarını öğretmenine anlatmasıyla açığa çıktı. Buna göre ders bitimi öğrencilerin sınıfları boşaltmasını bekleyen temizlik görevlisi D.T. 8 yaşındaki çocuk yalnız kalınca kapıyı kapatarak cinsel tacizde bulunmuştu.

Kamera kayıtlarına da yansıyan olay polise bildirildi, aynı gün gözaltına alınan D.T. Cumartesi günü adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Çocuğun ailesi, D.T.’nin yanı sıra öğretmen N.A.D.'den de şikayetçi oldu.

Veliler okul önünde toplandı

Veliler olayı protesto etmek ve okul yönetimiyle görüşme talebiyle bu sabah okulun önünde toplandı. Velilere Eğitim-İş ve DİSK’e bağlı Genel-İş sendikaları da destek verdi.

Sadece tacize uğrayan öğrencinin sınıfındaki veliler okula alınırken diğer velilerinse okula girmesine izin verilmedi.

Okul müdürünün yanısıra Bayraklı İlçe Milli Eğitim Müdürü Mehmet Tahir Büdün de velilerle yapılan toplantıya katıldı. 

İlçe Milli Eğitim Müdürü çok rahat: 'Çocukları melekler koruyor'

Ancak toplantıda Büdün’ün ifadeleri velilerin tepkisinin artmasına yol açtı.

soL'un edindiği bilgiye göre Büdün okul yönetiminin ya da ilçe milli eğitim müdürlüğünün olaydan sorumlu tutulamayacağını savundu. Büdün ayrıca okulun önünde toplanan eğitim sendikaları üyelerini ve velileri hedef gösterdi, onların olayı yanlış yansıttıklarını, abarttıklarını ve siyasi bir boyuta çekmek istediklerini öne sürdü.

Velilerin tepkilerine yol açan bu sözlerle yetinmeyen Büdün, ayağı kayıp düşen iki çocuğa bir şey olmadığına dair bir olayı örnek verip “Çocukları melekler koruyor” deyince velilerin tepkileri daha da arttı.

'Çocuklarımızı okullarda da koruyamıyoruz'

Öte yandan okul önünde yapılan basın açıklamasında tacize uğrayan çocuğun ailesini temsilen Yasemin Çetin ve Eğitim-İş İzmir 3 Nolu Şube Başkanı Barış Düdü birer konuşma yaptı.

Aile temsilcisi Yasemin Çetin “Bu olay gösteriyor ki, çocuklarımızı yalnızca evde değil, okullarda da koruyamamaktayız. Okul yönetimi ve yetkililer, çocukların güvenliği için daha hassas ve sorumlu davranmalıdır. Eğitim kurumlarının öncelikli görevi, çocuklarımızın sağlıklı, güvenli ve saygılı bir ortamda eğitim görmelerini sağlamaktır. Ancak bu görev yerine getirilmeyince, hem çocuklarımız hem de ailelerimiz ciddi zarar görmektedir” dedi.

Cumhuriyet’in aktardığına göre Çetin “Olayın ardından sorumluların hesap vermesi gerektiğini ve benzer olayların yaşanmaması için gerekli adımların atılması konusunda ısrarcı olacağımızı buradan duyuruyoruz. Toplum olarak çocuklarımızın güvenliği için bir araya gelmeli ve bu mücadeleyi sonuna kadar sürdürmeliyiz” diye konuştu.

'Daha kaç çocuğun tacize uğramasına göz yumacaksınız?'

Eğitim-İş İzmir 3 Nolu Şube Başkanı Barış Düdü de bakanlığa seslenerek, “Okullara aldığınız köle gibi ücretlerle çalıştırdığınız bu kişilerin güvenlik soruşturmasını yaptırıyor musunuz? Bu personelin güvenlik soruşturması yapıldı mı? Daha kaç çocuğun tecavüze, tacize uğramasına seyirci kalacaksınız?” diye sordu.

Eğitim-İş olarak sürecin takipçisi olacaklarını belirten Düdü İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne İşgücü Uyum Programı ve Toplum Yararına Programlar (TYP) çerçevesinde okullara alınan işçilerin güvenlik taramalarını yaptırma çağrısında bulundu.

AKP iktidarına ve Milli Eğitim Bakanlığı’na da seslenen Düdü “Okullarımıza ne idüğü belirsiz insanları sokmaktan, okula aktarmadığınız paraları yandaş vakıflara, derneklere aktarmaktan vazgeçin. Okulun temizlik personeline, okulun daha fazla öğretmene, İzmir’in daha fazla dersliğe ihtiyacı var” diye konuştu.

'Okullara kadrolu, eğitimli personel gerek'

Öte yandan Eğitim-Sen de yazılı bir açıklama yaparak olaya tepki gösterdi.

Olayın adli sürecinin en etkili şekilde yürütülmesi ve failin cezalandırılması gerektiği belirtilen açıklamada “Uyguladığınız cezasızlık politikaları, failleri cesaretlendirdiği için çocuklarımız güvende değil. MEB’in okullarımıza çocuk gelişim eğitimi almış kadrolu yardımcı personeller istihdam etmesi yerine geçici çözümlerle personel alınması bir eğitim sorunudur ve risk teşkil ediyor. Okulları, çocuklarımız için güvenli hale getirmek MEB’in görevidir” denildi.                                  ***

Gazze'deki yıkım: Sorun sadece Netanyahu değil, aynı zamanda İsrail toplumu -Mairav Zonszein/soL-Çeviri-

Yalnızca Netanyahu’ya odaklanmak, Gazze’deki savaşın Netanyahu’nun değil İsrail’in savaşı olduğunu ve sorunun sadece Netanyahu değil, aynı zamanda İsrailli seçmenler olduğu gerçeğinden uzaklaştırıyor.

ABD'li Foreign Policy dergisinde, geçtiğimiz Nisan ayında İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun hükümetinin Gazze'de yürüttüğü savaşa ve İsrail toplumunun savaşa bakışına dair bir yazı yayımlandı.

Uluslararası Kriz Grubu'nda görevli olan İsrailli araştırmacı Mairav Zonszein'ın kaleme aldığı yazıda, İsrail halkının temelde Gazze'deki savaşa karşı olmadığına dikkat çekiliyor.

Yazıda, ülkedeki Netanyahu karşıtı eylemlerin esasında savaşa karşı olmadığına, başbakanın yolsuzluktan yargılanması ve savaşı yönetiş biçimine dair olduğunun altı çiziliyor. 

Savaş nedeniyle yalnızca Netanyahu'yu suçlamanın, kendisini bir günah keçisi konumuna soktuğu vurgulanan yazıda, Filistin söz konusu olduğunda, birçok İsraillinin geniş ölçüde Netanyahu ile aynı fikirlere sahip olduğu belirtiliyor.

Çeviri: Oğulcan Kutay Kıvanç

--------------------------------------------

ABD’nin en İsrail yanlısı meclis üyelerinden ve Washington'daki en üst düzey Yahudi yetkili olan ABD Senatosu Çoğunluk Lideri Chuck Schumer, mart ayında Senato’da İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun görevden alınmasını talep ettiğinde bu durum, İsrail’in ABD siyasetindeki rolünü takip eden herkes için önemli bir dönem noktası olmuştu.

İsrail, ABD’de o kadar uzun süredir dokunulmaz sayılıyor ki Schumer gibi savaş yanlısı bir demokratın İsrail’de rejim değişikliği çağrısında bulunması olağanüstü bir durum olarak değerlendiriliyor. Ancak Senato liderinin duruşu İsrail halkı arasında oldukça yaygın bir düşünce. Hatta kendi partisi içerisinde bile erken seçim yapılması gerektiği konusunda bir fikir birliği var. Netanyahu’nun kendi siyasi ömrünü uzatmak için savaşı sürdürdüğü İsrail’de yaygın bir kanı gibi görünüyor. Çünkü o da savaş bittiği anda İsrail halkının, 7 Ekim’deki başarısızlıkların daha kararlı bir şekilde soruşturulmasını ve onun görevden alınması için erken seçim talep edeceklerini çok iyi biliyor. 

Yalnızca Netanyahu’ya odaklanmak, Gazze’deki savaşın Netanyahu’nun değil İsrail’in savaşı olduğunu ve sorunun sadece Netanyahu değil, aynı zamanda İsrailli seçmenler olduğu gerçeğinden dikkatleri uzaklaştırıyor. 

Yolsuzluk suçlamalarından yargılanmasına ve ülke tarihinin en büyük felaketi yaşanmasına rağmen siyasi hayatını terk etmeyi reddeden Netanyahu’yu suçlamak, özellikle Gazze’ye yönelik İsrail politikaları ve genel olarak Filistin söz konusu olduğunda, birçok İsraillinin geniş ölçüde Netanyahu ile aynı fikirlere sahip olduğu gerçeğini gölgede bırakıyor. Halkın büyük bir çoğunluğu, Gazze’deki mevcut askerî harekâtı ve hükümetin Hamas’ı yok etme politikasını, maliyeti Gazze Şeridi’ndeki Filistinliler için ne olursa olsun destekliyor. 

Yıllardır İsrailliler, askeri ve ekonomik hakimiyetleri sayesinde ülkelerinin karşı karşıya olduğu en başat meseleyi, milyonlarca Filistinli üzerindeki kontrolü görmezden gelebildiler. 7 Ekim saldırısının yarattığı şok ve travma, neyin kabul edilebilir olduğu konusunda sınırları daha da genişletti. 

Ocak ayında yapılan bir ankete katılan Yahudi İsrail halkının yüzde 88’i gibi büyük bir çoğunluğu o dönem sayısı 25 bini geçen Filistinli ölümlerinin meşru olduğunu düşünüyor. Yahudi halkının büyük bir çoğunluğu da İsrail Savunma Kuvvetleri’nin Gazze’de yeterli hatta az çok az güç kullandığını düşünüyor. Hamas'ın bu "başka seçeneği olmayan savaş"ı İsrail ve Gazze halkına dayattığı ve İsrail’in hayatta kalması için Hamas’ın yok edilmesi gerektiğine dayanan bu görüş, Gazze’deki kıtlık tehdidine rağmen harekata karşı bir muhalefet yaratmıyor. 

Ayrıca, İsrail Demokrasi Enstitüsü'nün şubat ayında yaptığı bir ankete göre Yahudi katılımcıların yaklaşık üçte ikisi (yüzde 63), İsrail'in bağımsız, silahsızlandırılmış bir Filistin devleti kurulmasını prensipte kabul etme önerisine karşı olduklarını belirtti. İsrailli liderler, uluslararası alanda hükümetlerin Filistin’i tek taraflı olarak bir devlet olarak tanımasını, 7 Ekim saldırısı için Filistinlileri ödüllendirmek olarak görüyorlar.

Aslında bir anket yapmaya gerek yok. Son yıllarda Yahudi İsrail halkının iki devletli bir çözüme olan inancının, Filistin halkının temel özgürlük ve kendi kaderlerini tayin etme haklarına ilişkin desteğinin sürekli olarak azaldığı ve bugün muhtemelen tarihin en düşük seviyesinde olduğu açıkça görülüyor. Sadece İsrail’deki siyasi partilerin tutumlarına bakmak bile yeterli. Neredeyse hiçbiri iki devletli bir çözümü desteklemiyor ve iktidardakiler bunun gerçekleşmesini engellemek için titizlikle çalışıyorlar.

Sokağa çıkan binlerce İsrailli, savaşı protesto etmiyor. Bir avuç İsrailli ve Filistinli dışında savaşın sona ermesini talep eden yok. İsrail’in Gazze’deki eşi benzeri görülmemiş sayıda Filistinliyi öldürmesini ya da kitlesel açlığa yol açan insani yardım kısıtlamalarını protesto etmiyorlar. (Hatta bazı sağcı İsrailliler, daha da ileri giderek yardımların şehre girmesini engelliyor.) 57. yılına giren askeri işgalin sona ermesi gerektiğini asla dile getirmiyorlar. Onlar sadece Netanyahu’nun istifa etmemesi konusundaki ısrarını ve rehine anlaşması imzalamaktaki isteksizliğini protesto ediyorlar.

Kudüs’te yakın zamanda düzenlenen bir eylemde demokratların Netanyahu hükümeti ile halkı arasında yaptığı ayrımı yansıtan “biz hükümetimiz değiliz” yazılı dövizler ön plandaydı.

Kudüs'te yapılan Netanyahu karşıtı bir eylemde açılan "Biz hükümetimiz değiliz" yazılı pankart. Ancak Netanyahu karşıtı İsrailliler'in birçoğu, Gazze'deki savaşa temelden karşı çıkmıyor.

Fakat bu yanıltıcı bir ayrım.

Bütün suçu başbakana yüklemek asıl noktayı kaçırmak olur. Bu durum İsraillilerin, uzun zamandır ülkelerinin askeri işgal ve Filistin halkını insanlıktan çıkarma sistemini geliştirdiklerini, buna olanak tanıdıklarını ve bununla barıştıklarını göz ardı ediyor. 

Bu, sıklıkla başbakana karşı alternatif ya da dengeleyici olarak lanse edilen savaş kabinesi üyeleri için de geçerli. 7 Ekim'den sonra Gazze'nin tamamen kuşatılması çağrısını yapan Netanyahu değil, savunma bakanı Yoav Gallant'tı: "Elektrik yok, yakıt yok, yiyecek yok, her şey kapatılacak." Savaşın başında "sorumlunun bütün bir ulus olduğunu" söylerken Gazze'de yaşayan her kişinin meşru bir hedef olduğunu ima eden Netanyahu değil, sözde merkezci başkan Isaac Herzog'du. Çeşitli İsrailli siyasetçilerin ve şahsiyetlerin bu kışkırtıcı ve soykırımcı dili, Güney Afrika'nın geçen yılın sonlarında Uluslararası Adalet Divanı'nda açtığı davada belgelendi.

Yalnızca Netanyahu'ya odaklanmak, İsrail siyasetinin, özellikle ana akım medyanın savaşa ilişkin haberlerinde açıkça görülebilen, ırkçılığı ve milliyetçiliği normalleştiren sağa yönelimini de göz ardı ediyor. İsrail medyası Gazze’de yaşananlara neredeyse hiç yer vermiyor ve gazeteciler nadiren İsrail Savunma Kuvvetleri’nin yaptıklarını inceliyor veya sorguluyor.

Bu, aynı zamanda, İsraillilerin Netanyahu'nun liderliğine ve sözlerine duyduğu güvensizliğe rağmen, savaşın neredeyse altıncı ayında hâlâ tereddütsüz bir şekilde yedek askerlik görevine geldiklerini ve hükümetin yargı reformu planı nedeniyle görev yapmayı reddetmekle tehdit ettiklerini göz ardı ediyor.

7 Ekim’den bu yana ölen asker (600) ve yaralı (3000’den fazla) sayısına rağmen asker anneleri savaşı protesto etmiyorlar. Bu durum, İsrail'in Lübnan'daki işgaline ve sonrasında geri çekilmesine karşı muhalefetin önemli bir parçasını oluşturmuştu.

Lider değişikliği ise beraberinde anlamlı politika değişiklikleri getirmeyecek. Netanyahu’nun karşısında iyi anket sonuçlarına sahip olan eski savunma bakanı ve İsrail Savunma Kuvvetleri genelkurmay başkanı Benny Gantz başbakan seçilirse, Filistin konusunda Netanyahu’dan farklı politikalar izlemesi pek olası değil.

2019 yılında Gantz, Gazze'nin bazı bölgelerini Taş Devri'ne geri döndürmekle övündüğü bir seçim kampanyası videosu yayınlamıştı. Bugün ise tıpkı Netanyahu gibi, şu anda sayısı 1.5 milyona varan yerinden edilmiş Filistinlinin toplandığı Refah kentine işgal talep ediyor ve bu işgalin Hamas’a son bir ölümcül darbe anlamına geleceğini iddia ediyor.

Ayrıca Gantz, Filistin devletini tek taraflı olarak tanımayı reddederken Filistinlilerin en fazla bir “kimlik” sahibi olarak var olabileceğini kabul ediyor. Gerçekten de 2021'de kısa ömürlü Naftali Bennett hükümetinde savunma bakanı olan Gantz, Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas'ı evinde ağırlamıştı ve bu durum, Filistin Yönetimi’nin işlevsel kalmasının İsrail'in kontrolü koruması için hayati bir ulusal güvenlik çıkarı olduğunu derinlemesine anlayan askeri anlayışını benimsediğini gösteriyor.

                                                             Benny Gantz

Biden yönetiminin Filistin Yönetimi'ni yeniden yapılandırma ve Gazze'ye gönderme yönünde ana hatlarını çizdiği doktrin, bir Suudi-İsrail normalleşme anlaşması kapsamında Filistin devleti için İsrail'in tavizlerini gerektirecek bir siyasi süreç oluşturmayı öngörüyor. Bu, şu anda İsrail'in Gazze'deki uzun süreli yıkımı ve işgali için masada olan tek alternatif.

Bazı eski İsrail hükümet ve güvenlik yetkilileri de bu yaklaşımı benimsediler. Çünkü bunun İsrail’in Amerikan kamuoyundan daha fazla yabancılaşmasını engellemek ve uluslararası meşruiyetini sürdürmesi için en iyi seçenek olduğunu düşünüyorlar.

Şubat ayında İsrail'de Yahudi ve Filistinli vatandaşlar arasında yapılan bir anket, katılımcıların yarısının bu doğrultuda bir siyasi süreci destekleyeceğini gösterdi. Bu anlamda bazı İsrailliler en azından pragmatik bir çıkış yolu arıyorlar.

Bu fikrin ne kadar gerçekçi olduğu da şüpheli. Filistin Yönetimi'nin Filistinliler arasında meşruiyet kazanmak için yeterince reform yapıp yapamayacağı belirsiz. Benzer şekilde Hamas'ın Gazze'deki sahneden tamamen kaybolması da olası değil. Önerilen yol, İsrail'in ne tür tavizler vermesi gerekeceğini de özetlemiyor. Ancak en azından bir ateşkes şeklinde gerilimin anında azalmasına yol açabilir ki bu durum hayati önem taşıyor.

Her durumda, bunun bir İsrailli lider veya siyasetçi tarafından değil, ABD yönetimi tarafından öneriliyor olması dikkat çekici. Dolayısıyla böyle bir sürecin sonucu hem İsraillilerin hem de Filistinlilerin zaman içinde ateşkese nasıl tepki vereceğine ve ABD ile diğer aktörlerin bunun gerçekleşmesi için ne kadar çaba harcayacağına bağlı olacaktır. Şimdilik, İsraillilerin büyük çoğunluğu bir ateşkes çağrısında bulunmuyor. 

Netanyahu iktidarda olduğu sürece, savaşın sürmesi kesin gibi görünüyor ve bununla birlikte Gazze'de açlıktan kaynaklanan kitlesel ölüm riski, daha fazla bölgesel gerilim ve Gazze'de tutulan sevdiklerinin akıbetini hiç bilmeden, daralmış, güvensiz sınırlarla yaşayan İsrail halkı…

Netanyahu'yu devirmeye yönelik tüm çabalar, anlaşılabilir olsa da, İsraillilerin uzun süredir devam eden askeri işgale, Gazze'nin yok edilmesine ve mevcut krizden çıkmak için gerçek bir siyasi yol belirleme konusundaki eksikliklere karşı sorumluluk almalarını engellemektedir. Bu bağlamda, Netanyahu pratikte bir günah keçisi işlevi görüyor.

(soL)

 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder