8 Ekim 2024 Salı

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -8 Ekim 2024-

Halkın gündemi gerçek gündem mi?-Oğuz Oyan-

Halkın bir de ne ilk bakışta ne de ilk analiz ölçeğinde görünmeyen bir gündemi var ve olmalı. Gerçek sorunlarla sistemik bağlantıların kurulabilmesi, düzen partilerinin ötesinde bir duruşu gerektirir.

İktidarın muhalefeti kendi gündemine çekmeye, anayasa değişikliğini gündemin birinci sırasına oturtmaya çalıştığı bir dönemden geçildiği söylenebilir. Muhalefet partilerinin şimdilik çoğu buna itiraz etmekte ve toplumun gerçek gündeminin geçim sıkıntısı olduğunu dolayısıyla ekonomik ve sosyal sorunlara çözüm getiremeyen iktidarın gündem değiştirmeye çalıştığını iddia etmekte. Tamam ilk yaklaşım olarak bunu kabul edelim ama işler gerçekten bu kadar basit mi?

Öncelikle şu uyarıları yapalım:

* İktidar, seçimlerden ilk kez ikinci sırada çıktığı, birçok yerel yönetimi yitirdiği ve üstelik sert bir istikrar programı uygulamak durumunda kaldığı bir süreçte, gündemi değiştirme/belirleme gücünü hâlâ koruyabiliyorsa, bunun nedeni, muhalefetin özellikle de birinci sırada gelen ve büyükşehirlerin çoğunu kazanan ana muhalefetin siyasete ağırlık koyamamasıdır.

* İktidar bloğunun hem anayasa gündemine hazırlık yapmak hem de halkı ezen istikrar programına tepkileri yumuşatmak amacıyla giriştiği normalleşme/yumuşama gündemine balıklama atlayan ana muhalefet, iktidarın anayasal hukuk düzenini ve halkın ekonomisini berbat etme sorumluluğunu güçlü bir biçimde gündemde tutamamaktadır.

* İktidarın bir başka atağı da “iç cepheyi güçlendirme” bahanesiyle dış politikada bugüne kadarki ağır hatalarının muhalefet tarafından gündemde tutulmasını engellemektedir. Zaten NATO konusunda aralarından su sızmıyor. İsrail konusundaki ikiyüzlülüğünü ise kendi ortakları, YRP ve Hüdapar bile yüzüne vuruyor. Ama asıl yüzüne vurulması gereken konu, AKP’nin “BOP Eş Başkanı” ve mezhepçilik hevesleriyle Ortadoğu’yu ABD emperyalizmine ve İsrail siyonizmine hazırlamış olmasıdır. Bu hazırlık da özellikle Suriye’nin bölünmesi ve etkisizleştirilmesi üzerinden yapılmıştır. Bunun eleştirisini, AKP’nin günahını paylaşan Gelecek Partisi’nden, Deva’dan, YRP’den ve Hüdapar’dan bekleyemezsiniz. CHP ise bu konuda okulu kıran öğrenci gibidir, yani ortada yoktur. Oysa iktidarın ve ortaklarının tam da buradan ağır biçimde suçlanması gerekmektedir. Bunun için “cepheden meydan okuma siyasi cesareti” olmayınca, yani AKP meydanı boş bulunca, dünden beri etkili video kayıtlarını medyaya sürerek Filistin katliamını kınamada öne çıkmayı başarmaktadır. Kendisini de toz kondurulmaz bir mevkie taşıyabilmektedir.

* Bütün bunlara, CHP liderinin Erdoğan’ı yeniden Cumhurbaşkanı yapmak üzere harekete geçmesini; hiçbir saygınlığı ve meşruiyeti kalmamış bir makama “saygıda kusur etmeme” hamlığını; siyasi nezaketten çoktan kopmuş iktidar ortaklarının liderlerine hak etmedikleri biçimde itibar kazandırma tutumunun ince siyaset sayılmasını eklediğinizde CHP’nin şimdiden ikinci sıraya gerilemiş olmasına şaşırmak gerekir mi? Kitlelerin siyasi değişime/münavebeye dönük umutlarının körelmesine neden olmak, halkın gerçek gündemini olumsuz anlamda değiştirmek olmuyor mu acaba?

Halkın gerçek gündemi, görünür olandan daha fazlası değil mi?

Şimdi burada Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin III. Genel Kurulu açılışında 6 Ekim’de Ankara’da yaptığım konuşmamım bir bölümünden biraz genişleterek bir alıntı yapayım.

Halkın bir görünen gündemi var. Bunlar kişiye, aileye, mekana, sınıfsal ve kültürel aidiyetlere ve farklı koşullara göre kuşkusuz çok büyük çeşitlilik gösteriyor. Ama genellemelere hiç uygun olmadıkları da söylenemez. Ortak gündem başlığı, çoğunluk için ekmek ve yaşam mücadelesinden başlıyor, sağlık ve eğitim hizmetlerine ulaşabilme mücadelesine uzanıyor. Özellikle de eğitimin dinci bir saldırı altında bulunması, tarikatların okullarda cirit atması birçok veli ve öğrenci açısından sorunlarının temelinde görülüyor. Bazıları içinse kültürel hakların savunulmasından cinsiyet ayırımcılığına kadar giden sorunlar sıralanıyor. Üretim ve bölüşüm ilişkilerindeki haksızlıklara; işten çıkarmalara, örgütlenme yasaklarına/sendikasızlaştırmaya, iş cinayetlerinin madenlerden inşaatlara, iş kazalarının kurye ve MESEM ve diğer çocuk cinayetlerine, devletin sorumluluğundaki tren kazalarına uzanmasına ve kamunun görevini yapmak yerine bunları sıradanlaştırmasına kadar gidiyor. Çeteleşmeden uyuşturucu kullanımının yaygınlaşmasına, cinayet ve adi suçların her türlüsünün kanserli dokular gibi yayılmasından yargı sisteminin adalet değil adaletsizlik üretmesine kadar giden bir dizi görünür gündem kişisel ve toplumsal gündemlerde sıralı/sırasız öne çıkıyor. Çocuk cinayetlerinden, çocuk kayıplarına, tarikat yurtlarında/kurslarında çocuk istismarlarına varan bir dizi olay; uyuşturucu ve mafyanın pençesindeki gençlerin karıştığı cinayete varan bir yığın suç, toplumda çeşitli travmalara neden oluyor.

Bunlar suyun sathına çıktığı için görünür olan toplumsal sorunlar. Peki ya yüzeye çıkmayanlar? Örtbas edilen tecavüzler, tacizler, aile içinde tutulduğu için çoğu ortaya çıkmayan ensest vakaları, hatta cinayetler? Bunların sayısının, ortaya çıkan vaka sayısını aştığını kolayca tahmin edebiliriz. Demek ki, gerçek anlamda bir toplumsal travma yaşandığından ve bunun medeni hukuk yerine din kurallarının öne çıkarıldığı, adalete güven sarsıldığı için kişisel adalet arama eğilimlerinin ve mekanizmalarının güçlendiği AKP devrinde katmerlendiğinden de söz edebiliriz. AKP döneminde 100 bin nüfusa düşen mahkum/tutuklu sayısı bakımından dünya liderliğine oynamak bunun bir sonucudur, tabii cezaevleri sayısının çok hızlı artışı ama gene de yetersiz kalışı da. Bu yüzden adi suçluların çoğu tutuksuz yargılanıyor ve serbestçe gezip tekrar tekrar suç işleme özgürlüğünü kullanabiliyorlar bu ülkede. Bir dinci-faşist rejim inşa sürecindeyken, muhalif siyasilere bu kolaylık gösterilecek değil elbette!…

Peki bir toplumsal travmaya dönüşen bu suç toplumu-mafya devleti eşleşmesini açıklama çabaları hiç mi yok? Elbette var. En azından bağımsız medya kanallarında araştırmacı gazeteciler ve bilim insanları bunu neredeyse her gün yapmaya çalışıyorlar, bunun ötesine geçip ayrıntılı makale ve kitaplar da üretiyorlar. Ama genellikle görünen gündemi bir adım öteye taşıyan bağlantıları ortaya çıkarmakla yetiniyorlar.

Görünen gündemi bir adım öteye taşıyarak gerçek gündemle belirli bağlantılarını kurmaya çalıştığımızda toplumun sigortalarının atmasını en azından şu başlıklara bağlayabiliriz (Bu, tüketici olmayan ve öncelik sıralaması yapmayan bir sıralamadır):

* Aileyi öne çıkarmaya sözde öncelik veren, hatta “Kadın Bakanlığının” adına bile tahammül edemeyip “Aile Bakanlığına” çeviren AKP zihniyeti, gerçekte aileyi çok zayıflatmıştır. Bunun ana nedeni, ailenin yaşayabilir bir ekonomik/toplumsal/kültürel birim olma kimliğinin hızla aşındırılmış olması ve parçalanma sürecine girmesidir. Açlık ve yoksulluk sınırları üzerinden bakıldığında ailelerin yüzde 80’inin yoksulluk sınırının altında yaşadığını, önemli bir bölümünün de açlık-muhtaçlık sınırında yaşama tutunmaya çalıştığını, kendi geçimlik ürününü üreten kırsal üretici modeli de artık bir şey ifade etmediğine göre kentsel aileleri bir arada tutan bağların çok zayıfladığını saptamak zorundayız. Erken işçileşme de bunun uzantısındadır. Demek ki, ailenin zayıflaması gelir bölüşümünün aşırı bozulmasıyla bağlantılıdır. Gençlerde çabuk zenginleşme hayallerinin kurulması, yaşam tarzları arasındaki uçurumların açılmasıyla bağlantılıdır.

* Aile zayıflarken eğitimin de çökertilmekte oluşu birbirini besleyen zincirleme etkide bulunmaktadır. Bilimsel ve laik eğitimden uzaklaşılmasına koşut olarak tarikatların önünün açılması, seçkin okullar dışında eğitim standartlarının iyice gerilemesi, bunca yatırım yapılan İmam hatiplerde bunun daha da görünür hale gelmesi, aslında tam bir çöküş tablosudur. Bu sorunlu yapıdan sorunlu toplumsal katmanlar türeyecektir.

* Yolsuzlukların iktidarın tepelerinden başlayarak meşrulaştırılması, yargıda da aklanıyor olması, toplumun bütün katmanlarında bir ahlaki bozulma ve çürümeye neden olmaktadır.

* Yolsuzlukların yaygınlaşması mafyalaşma ve çeteleşmenin de yaygınlaşmasına götürür. Çünkü bunlar birbirini besleyen bileşik kaplardır. Bu koroya uyuşturucu ticareti ve kullanımının ana damar olarak katılması sürecin doğal uzantısındadır. Nitekim Türkiye AKP öncesinde uyuşturucuda daha çok geçiş ülkesi olarak anılırken artık hedef ülke haline gelmiştir. AKP’nin ve çete reisleriyle resim çektirmeye meraklı MHP destekli içişleri bakanının bunda katkısının ihmal edilemez düzeyde olduğunun altı çizilebilir.

Asıl gerçek gündem, görünmez olanlarla bağlantılı

Halkın bir de ne ilk bakışta ne de ilk analiz ölçeğinde görünmeyen bir gündemi var ve olmalı. Buraya kadarki bağlantı ve analizler düzen partilerince de yapılabilir. Ama gerçek sorunlarla sistemik bağlantıların kurulabilmesi, düzen partilerinin ötesinde bir duruşu gerektirir.

Kapitalist sistemin bütün sorunların ana kaynağı olarak görünememesi bunlardan birincisi.

Gene bu sistemin ürettiği emperyalist bağımlılık ilişkilerinin hepimizin yaşamını nasıl derinden etkilediği de ilk bakışta görünmez. Görünmesi de zaten istenmez.

Aydınlanma devriminin insanı insan yapan, insan aklını özgürleştiren tarihi işlevinin çalışması istenmez, gündemin dışına itilir. Yerine her türlü hurafe, bilim dışı inanç sistemleri doldurulur.

Düzenin ideoloji üretim merkezleri, başta günlük medyası, toplumun gerçek gündemlerinin görünür olmaması için varlar.

Geçtiğimiz hafta sonu üçüncü genel kurulunu tamamlayan Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi tam da bunun tersi için, yani gerçek gündemleri görünür kılmak için var. 15-28 Eylül’de Yürüyüşünde bir kez daha vurgulandığı gibi içimizdeki NATO’nun bir terör örgütü olduğunu halkın gündemine sokmak için var. Günlük sorunlar ile sistemik sorunlar arasındaki bağlantıları görünür kılmak için var. Halkın gerçek gündemini siyasal alana taşıyabilmek için var. Yolu açık olsun!

                                                              /././

İhale yakında: TSK İsrail yapımı askeri malzeme alacak -Kerem Aydın-

TSK, Baykar’ın ortak sponsorluk yaptığı IAI ile Tat Technologies ve IAI’ın alt firması Elta Systems olmak üzere üç İsrail firmasının ürettikleri dahil askeri malzeme tedariği için ihale açtı.

Filistin halkını katletmeye devam eden İsrail, Lübnan’a işgal girişiminde bulunarak savaşı bölgeye yaymaya çalışıyor. AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan İsrail’e karşı yüksek perdeden konuşmaya devam ederken hükümet İsrail ve Filistin konusunda ikiyüzlü tutumunu sürdürüyor.
 
İsrail ile askeri alanda bağlar ve işbirliği devam ediyor. İran’ın İsrail’e dönük son balistik füze saldırısında İsrail’e ABD ve NATO kanalıyla Kürecik radar üssünün kullandırılması ve istihbarat paylaşımı yapılmış olması daha önce gündeme gelmişti.
 
Şimdi TSK, F-16 ve F-4 uçakları için İsrail firmalarının ürettiği İsrail yapımı yedek askeri malzeme alacak. Milli Savunma Bakanlığı (MSB) Askeri Fabrikalar Genel Müdürlüğü tarafından 23 Ekim 2024 son tarihli açılan ihale ilanlarından birisi F-16 uçakları için çeşitli yedek malzemelerin satın alınmasını kapsıyor. Bu askeri malzemelerden ikisi, İsrail devletine ait IAI (Israel Aircraft Industries) ile Tat Technologies Ltd. adlı iki silah şirketi tarafından üretiliyor. 
 
Diğer ihale ise F-4 uçağı aviyonik sistem yedek malzeme alımıyla ilgili. Bu ihalede de yine İsrail firması IAI’ın alt şirketi olan Elta Systems Ltd. tarafından üretilen bir malzeme alınacak. 
 
Doğrudan Temin Usulü yapılacak ihaleler Milli Savunma Bakanlığı internet sitesinin ilgili bölümünde şartname ve ihtiyaç listeleriyle birlikte ilan edildi. Aynı ihalelerde askeri uçaklar için diğer yedek malzemelerin ise ABD şirketlerinin ürettiği malzemeler olduğu göze çarpıyor.

Tayyip Erdoğan ve ekibinin, “dünyada hiçbir ülkenin Türkiye kadar İsrail’e karşı harekete geçmediği” yönlü açıklamaları yaptığı sırada savaş uçakları için İsrail yapımı askeri malzeme alacak olması, askeri yönden NATO ülkeleri ve İsrail’e bağımlılığı açıkça ortaya koyuyor.

NATO üyeliği İsrail ile askeri ilişkileri 'derinleştiriyor'

İsrail, 2001 yılında NATO ile bir güvenlik anlaşması imzalayan ve gizli bilgilerin korunması için çerçeve oluşturan ilk ülke olmuştu. NATO ilişkileri çok daha önceki yıllara dayanan İsrail, bu tarihten sonra NATO askeri kompleksinin askeri, ekonomik ve siyasi olarak resmi bir parçası haline geldi.
 
Bu durum İsrail’in NATO üyesi ülkelerin askeri envanterinde bulunan bazı silah, yedek malzeme ve askeri teçhizatın üretim süreçlerine entegre olmasını hızlandırdı. Örneğin daha 1997 yılında, Türkiye’nin F-4 uçaklarının modernizasyonu projesini İsrail’e vermiş olması da bu entegrasyonun bir göstergesiydi. TSK’nın savaş uçakları için yedek malzeme alacağı İsrail devlet şirketi IAI, F-16 uçaklarının parça üretiminde Amerikan Lockheed Martin ile uzun süredir bir üretim işbirliği yapıyor. Lockheed Martin ile TSK’nın F-16 uçakları için uzun yıllara yayılan ortak çalışmaları olduğu düşünüldüğünde, silah sanayinde Türkiye’nin karmaşık bağımlılık ilişkileri içerisinde olduğu görülüyor.

Şantaj ve tehditle ilerleyen askeri işbirliği

NATO üyesi Türkiye’nin ordusunun silah, askeri araçlar ve teknoloji alanında “yerli ve milli” bir hamle yapabilmesi ancak NATO askeri kompleksinden ve NATO üyeliği boyunca TSK’yı kendi emperyalist çıkarları için donatan ABD’den kopması ile mümkün görünüyor. NATO askeri kompleksiyle kurulan bu tek taraflı bağımlılık ilişkisi, İsrail ile askeri teknoloji ve işbirliğini bir noktadan sonra tercih olmaktan çıkarıyor. İsrail ile tüm ilişkilerin kesildiği iddia edilirken, TSK’nın 23 Ekim tarihli iki ihalesinde satın alınacak ürün listesinde İsrail yapımı askeri malzemelerin olmasının böyle bir arka planı var.
 
Aynı bağımlılık ilişkisinin, TSK’nın hava kuvvetlerinin belkemiği olan F-16 ve F-4 uçakları ile ilgili geçmişteki proje ve satın alma gündemlerinde de benzer sonuçları olmuştu. 
 
ABD yapımı F-4 savaş uçakları ilk kez TSK envanterine 1970’li yıllarda girdi. Körfez Savaşı sırasında ABD tarafından 40 F-4 uçağı Türkiye’ye hibe edildi. TSK’nın envanterinde olan F-4’lerin bir kısmı 1997 yılında İsrail ile yapılan anlaşma ile modernize edildi. Modernizasyon projesinin altında Necmettin Erbakan’ın lideri olduğu Refah Partisi’nin içinde olduğu Refah-Yol Hükümetinin imzası vardı. F-4’lerin F-35’lerin satın alınması ile envanter dışı bırakılması planlanıyordu ancak ABD’nin Türkiye’ye F-35 satışından vazgeçmesi nedeniyle F-4’ler bir süre daha kullanılmaya devam edilecek. 
 
ABD yapımı F-16 savaş uçakları TSK envanterine 1987 yılında girdi. TSK’nın en çok ve aktif olarak kullandığı savaş uçakları arasında yer alan F-16’lar da tıpkı F-4’ler gibi çeşitli modernizasyon projeleri ile yenileniyor. F-35’lerin satın alınmasıyla F-16’ların da 2035 yılına kadar emekli edilmesi planlanıyordu. F-35 satışından vazgeçilmesi, TSK’nın planlarını değiştirdi. ABD’den F-16 uçağı talep edildi. ABD Senatosu, 2024 Ocak ayında F-16 uçaklarının satışına onay verdi. Anlaşma, Türkiye’nin 40 adet yeni F-16 almasını ve elindeki 79 uçağın da modernize edilmesini öngörüyordu. Ancak Senato onayının Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliğine onay vermesinin ardından gelmesi dikkat çekmişti. O dönem bir ABD yetkilisi yabancı bir ajansa, “Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliği tasdik belgelerinin Senato’ya ulaşmadan bu satışa onay vermediğini” açıklamıştı. Yani bir NATO üyesi bir diğer NATO üyesine siyasi ve askeri şantaj yapmış, şart koşmuştu.
 
TSK’nın envanterindeki 2. ve 3. nesil savaş uçaklarını modernize etme çalışmaları, aynı uçaklara sahip diğer NATO üyesi ülkelerdeki modernizasyon çalışmalarıyla paralel ilerliyor.

                                                         /././

1978: Güneş Motel cehennemi -Mehmet Kuzulugil-

Kahramanmaraş, 16 Mart İstanbul Üniversitesi, Bahçelievler katliamları… 1978'de CHP iktidardayken yaşandı. Elbette sorumlu CHP değildi ama CHP iktidarı altında yaşananlar önce CHP'yi sonra solu vurdu.

Kanlı 1 Mayıs’tan bir ay sonra yapılan genel seçimlerde CHP tarihinin rekorunu kırarak yüzde 41,4 oyla 213 milletvekili çıkardı. 5 Haziran 1977 tarihli bu başarı belki de CHP tarihinde ilk ve son kez yaşanacak şekilde solun peşinden geldiği değil, büyük ölçüde kendine mal edebileceği bir başarıydı. Devrimci hareketler, dönemin TKP’si faşizme karşı birleşmemişlerdi ama anti faşist bir CHP iktidarı için ağız birliği etmiş, CHP’nin seçim başarısında büyük emekleri geçmişti.

Bu başarının kanlı 1 Mayıs katliamından bir ay sonra ve Ecevit’e yönelik oldukça komplike bir suikast girişiminin ardından gelmesi ilginçtir.

29 Mayıs 1977 günü Çiğli havaalanında Ecevit’i hedef alan silahlı saldırıdan 5 gün sonra Taksim’de yapılan CHP mitingi öncesinde bizzat başbakan Demirel Ecevit’e, mitingde de bir suikast girişimi olacağının haber alındığını bildirmiş, mitingin yapılmamasını önermiştir. Ecevit bu öneriyi “Ben yarın Taksim’de olacağım” sözleriyle reddetmiştir.

Türkiye’nin yıldırıcı bir iç savaş ortamına girişi ve 12 Eylül’e giden süreçte kanlı 1 Mayıs katliamının kritik bir yeri var. Öte yandan seçimler söz konusu olduğunda faşist saldırganlığın iktidardaki sağ bloğu zayıflatan bir sonuç verdiği de açık.
1977 seçimlerinde solun ve CHP’nin yürüttüğü hummalı çalışma, “dağa taşa Umudumuz Ecevit” yazılması kadar, yükselen faşist saldırganlığın da o momentte CHP oylarını arttırdığını söylemek yanlış olmaz.

Seçim ve sandık dışında bir siyaset algısı olmayanlar, bu durumu sağ cephenin bir hesap hatasına ya da ters tepen hesaplara bağlayabilir. Öte yandan katliamlara kadar yükselen saldırıların 12 Eylül günü meyvelerini veren bir stratejinin parçası olduğunu ve ortada bir hesap hatası olmadığını söylemek gerekir.

Esasen, sağın 1977 seçimleri sonrasında ülkeyi yönetme yeteneğini büyük ölçüde yitirmesi elbette bir tercih değildir ama Türkiye sağı ve sermaye sınıfı için yolun sonu da olmamıştır.

Bu konuya dönmek üzere 5 Haziran 1977 seçimlerinin sonuçlanmasının ardından yaşananlara bakalım.

Sandıktan çıkan tarihi başarı

CHP, 213 milletvekili çıkarmıştır ve meclisteki en büyük partidir. Öte yandan bu sayı güvenoyu almak için gerekli 226’nın altındadır.

Nitekim, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, mecliste en fazla milletvekili olan partinin başkanı olarak Bülent Ecevit’e hükümet kurma görevini vermiş ama Ecevit, koalisyon kurma girişimleri başarısız olunca bir azınlık hükümeti kurmakla yetinmiştir. Cumhurbaşkanı’nın onayını alan Ecevit başkanlığındaki 40. Hükümet mecliste güvenoyu alamadığı için 21 Temmuz 1977’de Ecevit başbakanlıktan istifa etmiştir.

Burada not edilmesi gereken birkaç şey var. Birincisi, dönemin sağ lideri Demirel’in azınlık hükümetine onay verdiği için Korutürk’ü suçlaması ve hükümete “Çankaya hükümeti” olarak seslenmesidir. İkincisi, yine sağ cenahtan gelen bir başka tanımlama girişimidir: KEK. Büyük sermayenin kurulan azınlık hükümetini desteklemesine işaret eden tanım Korutürk - Ecevit - Koç hükümeti şeklindedir.

Güvenoyu alamamıştır, ömrü bir ay olmuştur ama 1977 yazında kurulan Ecevit’in azınlık hükümeti bir bakıma 1978 başında Ecevit’i başbakanlığa taşıyan sürecin parçası olarak görülebilir.

Böyle bir şeyde Koç’un adının anılması kafa karıştırıcı elbette. 1979’da Ecevit başkanlığındaki 42. Hükümeti “düşürdüğü” söylenen TÜSİAD ilanları düşünüldüğünde “Koç, bir Ecevit hükümetini niye desteklesin” sorusu sorulabilir. (Bu bağlamda özel bir önemi yok ama TÜSİAD ilanlarının hükümeti düşürdüğü de tartışmalıdır. İlanlar 13 Mayıs 1979 tarihinde çıktı. Ecevit hükümetinin sonu ise 12 Kasım 1979 tarihine işaretlidir.)

Büyük sermayenin CHP’yi desteklemek konusunda devrimci hareketlerle ortaklaşması gerçekten pek açıklanabilir bir şey olmaz. Öte yandan, halk desteği büyümüş bir CHP’yi baştan sona düşman olarak görmelerini beklemek de büyük saflıktır.

Nitekim, sadece CHP bir düzen partisi olduğu için değil, sermaye örgütlerinin çok rasyonel ihtiyaçlarının ürünü olarak CHP’yle ve Ecevit’le etkileşimler hiç ihmal edilmemiştir. Buraya sonda dönmek üzere Türkiye’nin dört nala darbeye doğru gittiği döneme kaldığımız yerden devam edelim.

Sermayenin fedaisi: İkinci MC

1977 yazında, hükümet olmak için 13 eksiği olan CHP’nin düşüşü üzerine Demirel başkanlığında İkinci MC (Milliyetçi Cephe) hükümeti kuruldu. Bir katliam şebekesine dönüşümünü tamamlamakta olan MHP, Kıbrıs fatihi ünvanını Ecevit’le paylaşan Erbakan’ın varlığı bile bir Anayasa ihlali olan partisi MSP ve başlarında Demirel’in Adalet Partisi.

İkinci MC, 1977’nin ikinci yarısını sağ koalisyon tanımının hakkını veren şekilde yönetti. Başka türlü de olamazdı. Ama yine de dinci ve ülkücü kadrolaşmanın yol aldığı, faşist çetelerin tam bir serbestlik için cesaret buldukları bu dönemin, sermaye açısından da karşı devrim açısından da çok hayırlı olmadığına işaret etmek durumundayız.

Bunu kolay yoldan anlatmak için İlhan Selçuk’un 2 Ekim 1977 tarihli yazısına göz atalım:

(…) şimdi solun en solundan ortanın göbeğine dek tutunmuşuz bir eleştiriye: CHP niçin 214'le hükümet olamadı?  
Beceriksizliğinden...

Acaba beceri 1977 Türkiye'sinde CHP'ye iktidarın kapısını açabilir miydi? Açsa ne olurdu? 2'nci MC’nin bugünkü durumuna bakınız! Yatıp kalkıp 'CHP iyi ki hükümet kuramadı' diye dua etmek mi gerekir? Düşünelim ki hükümet olmakta beceriksiz bir demokratik sol, iktidar olmakta büsbütün beceriksizleşiyor. Şili’de veya Sri Lanka'da olan-bitenleri anımsayanlar, beceriksiz bir solun, koyu bir sağ iktidarın temellerini attığını ve faşizmin ekmeğine yağ sürdüğünü unutmasınlar.”

İlhan Selçuk’un işaret ettiği durum aslında ülkenin 1978 yılı boyunca neyi ve niye yaşadığını da gösteriyor. Bir iki vurgu daha ekleyerek…

1977 seçimlerinden tarihi bir zaferle çıkan CHP artık sadece bir düzen partisinin gücünü değil, ona destek olan devrimci halk hareketlerini de (siyasal olarak değil ama kuvvet olarak) temsil etmektedir. Üstelik seçim zaferinde “devrimci bir programa” dönük bir eğilimin hiçbir yeri olmasa da, karşı devrim cephesinin ülkeyi bunaltan saldırılarına dönük tepkinin mutlak etkisi vardır.

Bu koşullarda mecliste iktidar olan sağ, çok zor bir yolu arşınlamaktadır. Üstelik yine toplumsal dinamiklerin de etkisiyle oluşan bir karışıklık/parçalanmışlık belirmiştir sağda. Dinci parti bir yandan sağın sacayaklarından biridir ama bir yandan da kendi ideolojik özgünlükleri, tabanında ortaya çıkan popülist arayışları da sağ siyasete taşımaktadır. Faşist parti, mecliste iktidar ortağı, bakanlıklarda bürokrasinin bir kanadı durumundadır ama silahlı iç savaş örgütü, politikleşmiş kontrgerilla niteliğini de korumak zorundadır.

Bize göre, 1977 sonunda Ecevit’i başbakanlığa taşıyan Güneş Motel kabinesinin kuruluşu ne Ecevit ve çevresindekilerin becerisi ya da hırsıyla ne de Güneş Motel’de bakanlık karşılığında transfer edilen sağcı milletvekillerinin yalamalığıyla açıklanabilir.

Güneş Motel efsanesi

1978’e yaklaşırken elde ülkeyi kana bulamakta maharetli bir faşist hareket ve yönetme yeteneğini yitirmiş bir sağ koalisyon vardır.

Büyük sermayenin CHP iktidarıyla ilgili 1978 vizyonunu, 1979 yılında yayınlanan ve CHP iktidarını hedef alan TÜSİAD bildirisiyle bağdaştırmak bu nedenle doğru olmaz. 1978’de sermayenin MC’yi kenara çekip, CHP’li sol hükümete yol vermesi için çok neden vardır.

1978, sol için, halk için bir Güneş Motel cehennemidir. Sermaye sınıfı içinse devrimin güzelce hırpalanıp, 12 Eylül’de gelen sona hazırlandığı bir dönem.

Olaylara dönelim.

1977 yılının son gününde, Demirel-Türkeş-Erbakan kabinesi hakkında meclise gensoru verildi. Ülke siyasetinde uzun süredir yaşanmadığı için kısaca açıklayalım/hatırlatalım: Gensoru hükümetin tamamı ya da bir bakanı hakkında verilen bir soru önergesidir. Öte yandan sonuçları açısından bir tür güven oylaması talebidir. Gensoru tartışmalarının sonunda oylama yapılır ve sonuca göre hükümet ya da gensoruya konu olan bakan düşer. 31 Aralık 1977 günü verilen gensoru ve yapılan güven oylaması sonucunda Demirel-Türkeş-Erbakan hükümeti düşürülmüştür.

Meclis aritmetiği açısından buna yol açan Demirel’in Adalet Partisi’nden istifa eden 9 milletvekiliyle desteğini çektiğini açıklayan Elazığ milletvekili Septioğlu’nun oyları oldu. 1977 sonbaharında yapılan yerel seçimlerden CHP’nin gücünü artırarak çıkması sonrasında Adalet Partisi’nde ilk istifalar gelmiş, yılın sonuna yaklaşılırken ayrılan milletvekillerinin sayısı önce 9’a, sonra 11’e çıkmıştı. Ecevit, AP’nin bağımsız eski destekçisi Ali Rıza Septioğlu da dahil bu 12 vekille görüştü ve önce gensoruyla hükümeti düşürme, sonra da yeni hükümeti kurma kararı aldı.

5 Ocak 1978 tarihinde kurulan Ecevit hükümetine Güneş Motel kabinesi denmesinin nedeni, görüşmelerin Güneş Motel’de yapıldığı ve MC hükümetini düşüren oyların sahibi vekillerden 10’una buradaki pazarlıklarda bakanlık verilerek hükümetin kurulduğu iddialarıdır.

Ecevit, bu iddiaları reddetmiş, vekillerin bakanlık taleplerinin olmadığını, hükümeti benimsemeleri için bakanlıkların verildiğini söylemiştir.

AP’li vekillerden Ahmet Karaaslan da yıllar sonra yaptığı bir açıklamada şunları söylemiştir: "Bu ne bir alma ne de satmaydı. Ecevit'le yaptığımız görüşmede istifa eden milletvekilleri bağımsız kalacağı ve AP'yle CHP'nin bir araya getirilmeye çalışılacağı konusunda anlaştık, ancak Demirel buna yanaşmadı. İddia edildiği gibi Güneş Motel'de kalmadık. Sadece lokantasında bir toplantı yaptık. CHP'yi desteklemekle Milliyetçi Cephe hükûmeti döneminde hazırlanan askeri darbeyi iki yıl ertelemiş olduk. Satın alınmış olsaydık istifa edemezdik."

1978-1979 Ecevit hükümetinin kuruluşunda AP’den kopan bağımsızlara verilen bakanlıkların bir alış veriş ya da pazarlığı göstermediğine inanmak mümkün değil. Transfer edilen vekillerden Gümrük ve Tekel Bakanı olan Tuncay Mataracı örneği bile ciddiye alınır bir politik rüşvet olduğunu doğrulamaya yeter. Mataracı, darbe sonrasında rüşvet iddiaları nedeniyle Yüce Divan’da yargılanmış ve rekor cezalardan birini almıştır.

Öte yandan, Karaaslan’ın söylediklerinde doğruluk payı yine de var: Basitçe satın almak, bakanlık karşılığı hükümet devirmek de maddenin tabiatına pek uygun değil. Sonuçta politik sonuçlarından bağımsız olarak yapılacak her türlü pazarlık ve alış verişin, karşıtı da pek ala tasarlanabilir.

Gerçek şu ki, 1978 sonuna gelindiğinde Milliyetçi Cephe iktidarıyla devam etmek sermaye egemenliği için yararlı bir seçenek olmaktan çıkmıştır. 

Burada, sermayenin CHP ile kurduğu çok somut ilişkilerin, bu ilişkilerle CHP’ye verilen şeklin de dikkate alınması gerekir.

Büyük umutlar, büyük hayal kırıklıkları

En iyisi, 5 Ocak’ta kurulan hükümetin durumuna tekrar bir bakalım.

1977 sonbaharında yapılan yerel seçimden gücünü artırarak çıkmış bir CHP.

Ona meclis dışında da bir güç verdiği söylenebilecek bir halk tabanı.

Ve Adalet Partisi’nden istifa etmiş / desteğini çekmiş 10 milletvekiline verilen bakanlıklar.

Halkın ve sol hareketlerin büyük beklentileri ve bu beklentilerle pek de uyumlu olmayan üstyapı. Faşist çeteleri dağıtması beklenen Ecevit ve kendi iddiasına bakılırsa sözünü geçirmek bir yana kapısından içeri giremediği bir devlet yapılanması olarak kontrgerilla.

Giderek bir iç savaş tablosunu andırmaya başlayan “şiddet olayları” 1977 yılında tırmanışa geçmiş, 1 Mayıs katliamı aynı zamanda bu tırmanışın da psikolojik zirvesi olmuştur. 

Öte yandan 1978, ülkenin on yıllar boyunca tekrarlanan “her gün silahlı çatışma, saldırı ve siyasi cinayet haberleri” klişesinin başlangıç noktası oldu. 1979’da tırmanış sürdü.

Bundan tam 46 yıl önce yaşanan Bahçelievler Katliamı’nın da dahil olduğu siyasal cinayetler, katliamlar CHP’nin iktidarda olduğu bu iki yıla yakın uzunluktaki dönemde yaşandı.

Daha kötüsü, solun faşizme karşı hep birlikte sandıklara koşup iktidara taşıdığı CHP, faşist teröre tam da onun istediği şekilde yanıt verdi. 

1978 yılının kapanışında Maraş Katliamı vardı. Katliamın ardından CHP’li İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı olayların sebebinin sol örgütler olduğu açıklamasını yaptı! İstifaya zorlanan Özaydınlı’nın yerine Hasan Fehmi Güneş geçti, Ecevit katliamın arkasında hükümetin sıkıyönetim ilan etmesi için bastıranların ve onların hizmetindeki kontgerillanın olduğunu söyledi.

Ve CHP hükümeti 13 ilde sıkıyönetim ilan etti.

1979 yılının sonbahar aylarına gelindiğinde “mavi dalga” sönümlendirilmiş, halkçı Ecevit yıpranmıştı. 14 Ekim 1979’da yapılan ara seçimlerde CHP büyük bir başarısızlık yaşadı. Mecliste güvenoyu alacak çoğunluğa yine sahipti ama artık yolun sonuna gelinmişti. Ecevit istifa etti ve Demirel yine başbakan oldu.

MHP ve MSP dışarıdan desteklediği için “Üçüncü MC” olarak adlandırılmayan bu hükümet 24 Ocak kararlarını aldı, 12 Eylül darbesinden önceki son saldırıları (Fatsa’nın fethi, İzmir’de Tariş işçilerine yönelik polis harekatı gibi) yönetti.

CHP yenilince devrim de yenilmiş sayıldı

Baştaki meselemize dönebiliriz.

Görüldüğü kadarıyla, 1977 yılı sonuna gelindiğinde yönetme gücü çok yıpranmış sağ koalisyon düşürülmüş, meclis dışında geniş bir halk hareketini, meclisteyse sağcı milletvekillerini arkasına almış bir CHP hükümeti kurulmuştur.

CHP iktidarı boyunca, meclis çoğunluğunun sağcı bakan-vekillere bağlı olmasının da sağladığı olanaklarla sermaye sınıfı açısından çok önemli engeller aşılmıştır.

Sağ iktidarın halk direnişiyle karşılaşmadan yapamayacağı şeyler CHP’ye yaptırılmış üstelik bu sayede CHP çevresinde oluşmuş olan bir cepheleşme de dağıtılmıştır.

Güneş Motel kabinesi, yakın tarihimizde bir iş gördüyse o da ülkedeki devrimci dinamizmin CHP eliyle hem eritilmesi hem de sonunda duvara çarptırılarak dağıtılmasıdır. CHP, hükümet olup iktidar olamamış ama CHP yenildiğinde tüm sol yenilmiş sayılmıştır.

                                                               /././

Antalya’da 9 mahallenin HES isyanı -Yusuf Yavuz-

Yılın altı ayı kurumaya yüz tutan Doyran Deresi’nde HES yapılmak istenmesi yöre halkını ayağa kaldırdı. Doyran, Geyikbayırı ve civar yerleşimlerde halk yarınki ÇED toplantısında tepkisini gösterecek.

Antalya’nın Konyaaltı ilçesinde bulunan Doyran Deresi üzerinde kurulmak istenen Hidroelektrik Enerji Santrali (HES) Projesi için 8 Ekim’de (yarın) ÇED (Halkı bilgilendirme) Toplantısı yapılacak. Doyran (Merkez) Mahallesi’nde yapılacağı duyurulan toplantı öncesi yöre halkı ortak bir açıklama yaparak projenin sonlandırılmasını talep etti.

Doyran ve Geyikbayırı ile su kaynağı çevresindeki 9 mahalleden vatandaşlar adına ortak açıklama yapan Geyikbayırı Yaşam Platformu, enerji üretmek için yeterli su bulunmayan Doyran Deresi’ndeki projenin iptal edilmemesi durumunda hukuki süreç başlatılacağını duyurdu. 

Antalya’nın Konyaaltı ilçesi sınırlarındaki Doyran Deresi, bölgenin can damarlarından biri. İçme ve sulama suyu rezervlerinin bulunduğu bölgede yer alan Doyran Deresi’nde HES yapılmak istenmesi bölgede yaşayanları ayağa kaldırdı. Doyran bölgesine büyük zararlar veren mermer ve taş ocaklarının ardından şimdi de enerji bahanesiyle Doyran Deresi Vadisi’nin kilometrelerce tahrip edilmesine yöre halkı karşı çıkıyor. 

                                                        Doyran Deresi

DSİ geçen yıl teklif toplantısı yaptı

DSİ, 3 Ağustos 2023 tarihinde 6,61 MW kapasiteli Doyran Regülatörü ve HES projesi için Hidroelektirik Kaynak Katkı Payı Teklif Toplantısı yaptı. Toplantıda, projenin en yüksek teklifi veren Ankara merkezli Doyran Enerji A.Ş. adlı şirkete verildiği açıklandı. 

ÇED süreci başlatıldı

Doyran Deresi’nde projelendirilen HES için 27 Ağustos 2024 tarihinde ÇED süreci başlatıldığı duyuruldu. Ardından ise 9 Eylül 2024 tarihinde yayımlanan duyuru ile 8 Ekim’de projeyle ilgili halkı bilgilendirmek amacıyla ÇED toplantısı yapılacağı duyuruldu. Doyran Merkez Mahallesi’nde yapılacağı bildirilen toplantı öncesinde Geyikbayırı Yaşam Platformu’ndan yapılan açıklamada, projenin iptali istendi. 

              Doyran bölgesi kuraklık tehdidi altında. Doyran göleti kurumaya yüz tutmuş durumda.

‘Yılda yalnızca bir ay enerji üretebilecek suya sahip'

Doyran Deresi’nin yılın 6 ayı kurumaya yüz tuttuğuna dikkat çekilen açıklamada, “849 metre rakımdan bir noktadan sularımız boru içine alınmak isteniyor. Yaklaşık 9 km boyunca boru içine hapsedilmek istenen bu sularımızın, Doyran Göleti dibine kurulmak istenen santral binasına taşınması planlanmaktadır. Bu santral binasına yerleştirilmesi planlanan 8 MW’lık tribünü çevirmek ve bu yolla elektrik üretmek için, suyun saniyede 1.300 litre debi ile düşürülmesi planlanmış, ‘proje debisi’ olarak adlandırılmıştır. Fakat DSİ’nin verilerine göre Doyran Deresi yılın 7 ayı 1 m3/s den az bir debiyle akmakta, hatta neredeyse kuruyacak seviyede azalmaktadır. Oysa HES projesinde, elektrik üretebilmek için en az 1,34 m3/s miktarında suya ihtiyaç vardır. Hâlbuki Doyran Deresi yılda yalnızca 1 ay (Nisan veya Mart) bu kadar bol suya sahip olmaktadır. Bu bilgiyi DSİ’nin Doyran Regülatörü Akış Verileri tablosundan elde ediyoruz” ifadelerine yer verildi. 

Elektrik Mühendisleri Odası 'sürdürülebilir değil' dedi

DSİ verilerine göre Doyran Deresi’nde can suyu, tarımsal sulama suyu ve içme suyu gibi miktarlar ayrıldıktan sonra kalan suyun HES’e verileceği kaydedilen açıklamada, “Sonuçta HES’i çalıştırabilmek için can suyu ve halkın ihtiyacı olan sular verilemeyecektir. Su, günlerce-haftalarca kesilecek, dere yatağı haftalarca kurutulacaktır. Ancak bu şekilde şirketin kâr edebileceği miktarda elektrik üretilebilecektir. Bu arada bölgedeki haneler ve tarla-bahçeler susuz kalacaktır. TMMOB Elektrik Mühendisleri Antalya Şubesi de yakın zaman önce açıklama yapmış, kar sularıyla beslenen bir dere olan Doyran Deresi üzerine kurulacak böyle bir HES’in sürdürülebilir olmayacağını belirtmiştir” denildi.

'HES için ağaçlar kesilecek, arazi tahrip edilecek'

HES yapılmak istenen vadi boyunca sera ve bahçelerin bulunduğuna işaret edilen açıklamada, şu görüşlere yer verildi:

Bu tarım alanlarında kullanılan sular, Doyran Deresi’nin beslediği kaynak ve artezyen kuyularından gelmektedir. Doyran Deresinin boru içine hapsedilmesi, bölgedeki kaynak ve artezyen kuyularının kurumasına, tarımın bitmesine neden olacaktır. Aynı zamanda HES’i yapabilmeleri için ormanlık alanda ağaçlar kesilecek ve alanı düzlemek için toprak tahrifata uğratılacaktır. Bu da toprağın su tutmasını engelleyerek erozyon ve su baskınını arttıracak, ekosistemdeki yaban hayatının azalarak yok olmasını sağlayacaktır. Ayrıca dere suyunun 8-10 km boyunca boru içine alınarak toprakla temasının kesilmesi, dere etrafındaki ağaç ve bitkilerin kurumasına, ormanın yok olmasına ve kısa süre sonra da bölgenin yağmur düzeninin tamamen bozulmasına yol açmaktadır. Zaten yağış sıkıntısı ve su yokluğu yaşayan bir bölgede tam bir kuraklığa sebep olacaktır. 

'Proje belirsizliklerle dolu'

"ÇED başvurusu yapılmış olan Doyran HES projesi belirsizliklerle dolu bir projedir. Halkın Bilgilendirilmesi toplantısı yapılacaktır ancak, ortada hiçbir bilgi yoktur. HES projesi için hiçbir izin alınmamıştır. Daha EPDK enerji üretim lisansı bile yoktur. Projenin yüzde 95’i ormanlık alandadır ve 15 bin m2’yi bulan inşaat alanı için kaç ağaç kesileceği belli değildir. Bölgedeki canlıların bu inşaattan nasıl etkileneceği incelenmemiştir. Köylülerimizin topraklarına el konulacağı anlaşılmaktadır ancak bunların hangi araziler olduğu ve büyüklükleri projede belli değildir. Bu şartlar altında nasıl ‘Çevresel Etki Değerlendirmesi’ (ÇED) yapılacağı anlaşılamamaktadır.”

                               HES projesi geniş bir alanda tahribata neden olacak.

‘Bölgenin doğa sporları ve turizm potansiyeli yok edilecek'

Geyikbayırı Yaşam Platformu’nun açıklamasında, ayrıca bölgenin doğa sporları ve turizm potansiyeline de değinilerek şöyle denildi:

Geyikbayırı ve Doyran bölgesi, kaya tırmanıcılığı, doğa yürüyüşü ve piknik için yoğun olarak kullanılan, hem Antalya halkına hem de yerli yabancı turistlere doğa deneyimi sağlayan bir bölgedir. Yerel halk bu turistlere pazarlar ve küçük işletmeler yoluyla turizm hizmeti vermekte ve gelir elde etmektedir. HES projesi doğayı tahrip edecek, bölgenin turistik potansiyelini yok edecektir. Yapılmak istenen HES projesinin bu şartlar göz önüne alındığında halka ve kamuya yararı olmadığı açıkça görülmektedir. 

ÇED süreci sonlandırılmazsa hukuki süreç başlatılacak

"Düzenli elektrik üretmesi mümkün olmayan yetersiz bir HES için bölgenin doğası, tarımı, turizmi ve köy hayatı yok edilecektir. Biz Doyran, Geyikbayırı ve çevre köyler olarak bu projenin iptal edilmesini, ÇED sürecinin derhal sonlandırılmasını talep ediyoruz. Bu korkunç HES projesinin uygulanmasında ısrar edilmesi durumunda hukuki süreç başlatacağımızı ve yasal bütün platformlarda hakkımızı arayacağımızı ilan ederiz.”

                                                             ***

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 75. yılı ışığında 'kadın olmak' üzerine: Ya Sosyalizm ya bataklık!-Nazlı Cihan-

"Kadınların kişilik kazanması için ADC’de ortaya konulan çaba ve elde edilen başarıları ne kadar hatırlıyoruz ya da ne kadarını biliyoruz?"

Geride bıraktığımız birkaç haftada ülkemizde üst üste yaşanan kadın ve çocuk cinayetleri, istismar haberleri ve taciz görüntüleri, laikliğe ve bilime saldırmak için hiçbir fırsatı kaçırmayan siyasal İslam’ın borazanları tarafından malzeme yapıldı, özellikle sosyal medya platformlarında kadının toplumsal yaşam içeresindeki yeri, rolü ve modeli ile ilgili topyekûn taarruza geçildiği bile söylenebilir.

Örneğin profesör ünvanlı İslamcı yazar Ebubekir Sofuoğlu, katillerin en ağır şekilde cezalandırılması gerektiğini söylerken, asıl meramını yaygın bir deyimle dile getirdi: “Ama bu asıl çözüm değil, sivrisineği öldürmektir. Aslolan bataklığı kurutmaktır.” İçinde yaşadığımız bu düzenin bir bataklık olduğunu kabul ediyordu en azından. Ancak bu bataklığı yaratan koşulların sorumluluğunu ustaca bir manevrayla, sanki 12 Eylül darbesinden beri çeşitli görüntülere bürünerek ve elden ele kendi fikirleri iktidarda değilmişçesine üzerinden atarak “Batı'dan ithal edilen şeytani kanunlar” gibi alışıldık zırvalarla sözü laikliğe ve modern cumhuriyete getiriyordu.

Adı geçen kişiye, hayallerindeki düzenin kadınlar için ne anlama geldiğini pekâlâ bildiğimizi hatırlatarak yazının asıl konusuna, kadının kurtuluşu için çözüme giden yolu göstermiş, ülkeyi bataklıktan kurtararak yüz akı bir düzene kavuşturmuş Alman Demokratik Cumhuriyetine dönelim.

Nostaljiden fazlası: Övünç ve ders çıkarılacak bir tarih

Doğu ve Batı Almanya'nın ortak gelişiminin reddi anlamına gelen Federal Almanya’nın kuruluşundan sonra, 7 Ekim 1949'da Alman Demokratik Cumhuriyeti (ADC / DDR) ortaya çıktı. Kuruluşunun ve kurucu kuşağının en önemli hedeflerinden biri, bir görev olarak kadın-erkek eşitliğini somut bir çözüme kavuşturmak için kadın ve erkeklere eşit hakların anayasada yer almasıydı.

Buna uygun olarak Demokratik Almanya'nın ilk anayasasının 7. maddesinin ilk cümlesi şöyledir: "Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir." Bu önemli beyana ek olarak, 1949 yılında anayasanın 18. maddesi de kabul edilmiş ve eşit hakların hayata geçirilmesinin yolunu göstermiştir: “Cumhuriyet yasaları, kadınların vatandaş ve yaratıcı rolleri ile eş ve anne olarak görevlerini uzlaştırabilmelerini sağlayacak kurumlar yaratır.” Kadınların eşit haklara sahip olmasının önünde engel teşkil eden tüm yasa ve yönetmelikler yürürlükten kaldırıldı.

1952 yılında SED'in (Sozialistische Einheitspartei Deutschlands - Almanya Sosyalist Birlik Partisi) İkinci Parti Konferansı'nda Demokratik Almanya'da sosyalizmin kuruluşu ilan edildi ve bu kuruluşla birlikte sosyal güvenlik, tam istihdam, genel eğitim ve toplumsal cinsiyet eşitliği gibi yeni toplumsal değerler belirlenmiş oldu. Bu toplumsal değerler sürekli olarak geliştirilmeleri gerekse de, kadın ve erkeklerin ortak çabaları dahil olmak üzere sıkı bir çalışmayla tekrar tekrar uygulanabilecek ve uygulanması zorunlu yasal gereklilikler olarak hataya geçirildi.

Peki neden bugün hâlâ Demokratik Almanya'da, 1949'daki kuruluşundan 1990'da Federal Almanya tarafından ilhak edilmesiyle ortadan kalkmasına kadar geçen sürede kadınlar konusunda elde edilen sonuçlar veya ortaya çıkan sorunlarla ilgileniyoruz? Kadınların kişilik kazanması için ADC’de ortaya konulan çaba ve elde edilen başarıları ne kadar hatırlıyoruz ya da ne kadarını biliyoruz? Günlük yaşamın koşturmacası içinde unutuldular mı? Yoksa ADC’ye yönelik karalamalar arasında kaybolup gittiler mi?

Karşıdevrimcilerin tüm çabalarına rağmen ADC’deki kadınların ve erkeklerin, hedeflenen ancak her alanda tam anlamıyla sağlandığı söylenemeyen toplumsal cinsiyet eşitliği ile ilgili elde ettikleri kazanımları ve deneyimleri, hafızalardan öylece kazıyıp atmak mümkün olmuyor. Söyleşiler ve anketler bunu açıkça gösteriyor. Bugün Alman medyasında dönemle ilgili tanıklıklar büyük bir hevesle çarpıtılsa da yaşananların nostaljik bir şekilde romantikleştirilmesi şeklinde gösterilmeye çalışılsa da geçmişte takılı kalmanın mevcut zorlukların üstesinden gelmemize yardımcı olmadığını bilerek bu dönem tanıklıklarının ve aktarımların büyülü masallar değil, somut sorunlara somut çözümler getiren ve dersler çıkarılması gereken bir deneyimin gerçek ürünü olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.  

Gelişkinliğin bir ölçütü olarak kadının toplumdaki konumu

Karl Marx'ın toplumsal ilerlemenin bir ölçütü olarak kadınların konumuna yaptığı atıf, ADC’deki kadın politikası için bir kılavuz olarak kullanıldı ve bazı önlemlerle daha güçlü hale getirildi. Marx, 1868 yılında yakın dostlarından hekim ve sosyal demokrat düşünür Ludwig Kugelmann'a (1828-1902) yazdığı bir mektupta şöyle demiştir: “Az biraz tarih bilen herkes büyük sosyal devrimlerin kadınların katılımı olmadan gerçekleşemeyeceğini bilir. Toplumsal gelişim bizzat daha güzel olan bu cinsiyetin (çirkinler dahil) toplumsal konumuna bakılarak ölçülebilir.” (Marx, Engels 1965). Bu geçmişte de doğruydu, bugün de geçerli. Doğu Almanya'nın tarihine mal edilecek biricik ölçüt budur işte.

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde toplumsal cinsiyet eşitliğine giden yol uzun ve karmaşıktı. Tarih, buraya kadar başarılar ve gerilemeler biriktirerek ulaşmıştı. Her ne kadar ADC’nin tarihten devraldığı kadının ezilmesi, ayrımcılığa uğraması ve sömürülmesi mirası bir yandan yüzyıllar öncesine dayansa da dünyanın bazı yerlerinde ve eğitim, seçimler, kadın liyakatinin tanınması gibi bazı alanlarda ilerici güçlerin mücadeleleri sayesinde kısmen aşılmıştı. Yine de yapılması gereken çok şey vardı. 

Tarih boyunca cesur kadınlar, kendileri gibi düşünen erkekler tarafından desteklenerek haklarını savunmak için yola çıktılar. Siyasi kısıtlamalara ve devlet baskısına göğüs germek zorunda kaldılar. Kadın haklarının insan hakları olarak savunulmasına yönelik hareket, Dünya Emekçi Kadınlar Günü ile birlikte önemli bir ivme kazanmıştı. 1945'te Nazi diktatörlüğünden kurtulduktan sonra, kadınlara karşı yüzyıllardır süregelen adaletsizliği düzeltmenin zamanı gelmişti.

Ancak Almanya'da yollar kısa süre sonra ayrıldı. Sovyet işgal bölgesinde (SBZ), kendilerini zincirlerinden kurtaran kadınların belirleyici gelenekleri, eşitliğe giden yolda önemli adımlar atmak için teşvik edici olmuştu (Hörz, 2010). Ama hiç kolay bir yol değildi bu. ADC'nin eğitim sistemi, yasalar ve yönetmelikler aracılığıyla ADC'deki tüm kadınlar için kapsamlı yeni faaliyet alanları yarattı. Sosyalist iktidara siyasi katılımları, yasaların hazırlanmasında ve hatta uygulanmasında aktif olarak yer almalarının bir kanıtıydı zaten. Sonuçta, modası geçmiş rol klişelerinin üstesinden gelinmesi gerekiyordu. Erkeklerden ekonomik bağımsızlık, kendini gerçekleştirmeyi mümkün kılıyordu. Aynı zamanda, aile ve kariyerin uyumluluğunu teşvik etmek için yeni koşulların yaratılması gerekiyordu.

Gerçeklik daima, bir yanda güzel resimlerden oluşan bir dünya, diğer yanda ise sadece küçümseyici kötümserlik tarafından inandırıldığımız resimlerden çok daha çelişkilidir. Bu nedenle, ADC’ye karşı önyargı üretmek için bugünün Almanya’sında medya eliyle tahrif edilen ve düzen tarihçileri tarafından icat edilen Demokratik Almanya'daki aile ve kadın imgesine karşı çıkmak bir zorunluluktur. 

Doğu Almanya'da kadının toplumdaki, işteki ve ailedeki rolüne ilişkin hem teorik hem de pratik açıdan tarihsel olarak önemli tartışmalar yürütülmüştür (Aleksander, 2005). Öncelikle engellerin aşılması gerekiyordu. Amaç, gerçek insanların zihnindeki eski rol klişelerini yıkmaktı. Kadınlar kendi inisiyatifleriyle bu kalıpların üstesinden geldi ve başka kadınları da sürüklediler. Bunun için erkeklerin harekete geçirilmesi, kuşak farklılıklarının aşılması gerekiyordu. Doğu Almanya'nın 40 yıllık varlığı, yüzyıllardır süregelen adaletsizlikleri ortadan kaldırmak, hayata karşı yeni bir tutum geliştirmek, erkek egemenliğini ortadan kaldırmak ve kadınların özgüvenini artırmak için tarihsel açıdan çok kısa bir süreydi kuşkusuz. 

Doğu Almanya'da kadınların ilerlemesine, toplumsal taleplerle bağlantılı olarak uyanış evreleri ve büyüyen engeller, başarılar ve gerilemeler gibi çeşitli aşamalar eşlik etmişti. Tarih hiçbir zaman sadece ileriye giden bir yol değildir. Aşağıdan yukarıya doğru her gelişme, durgunluk ve gerileme ile ilişkilidir. Bu durum Doğu Almanya'da kadınlar için eşit hakların hayata geçirilmesi için de geçerlidir. ADC’nin toplumsal koşulları altında, kadınların çoğunun kendine güvenen ve kendini gerçekleştiren kişilikler haline geldiği söylenebilir. Birçoğu mesleklerinde tatmin bulmuş, iş ve aile hayatını uzlaştırabilmiş, yüksek eğitim seviyesine ulaşmış ve olgunlaşarak sorumlu ve kararlı öncüler haline gelmiştir.

Almanya'nın yeniden birleşmesinden sonra düzen siyaseti tarafından ADC’ye yöneltilen eleştirilerde, başlangıçtaki koşullar bilerek göz ardı edilmekte, ADC’nin kurucularının hedefleri ve ülkeyi yeniden inşa eden kuşağın muazzam çabaları karalanmakta. Ancak bugün Doğu Almanya'nın ekonomik, siyasi ve sosyal başarılarını değerlendirirken tüm bu etkenlerin arka plan bilgisi olarak dikkate alınması önemlidir. Eşit haklar açısından elde edilenler değerlendirilirken de bu koşullar göz önünde bulundurulmalıdır.  

Öncesine, Demokratik Almanya'nın 40 yılına ve Demokratik Almanya sonrası döneme bakıldığında, kadın haklarının insan hakları olarak hayata geçirilmesinde ne denli önemli adımlar atıldığı unutulmamalıdır (Hörz, 2009). Kadınlar ve erkekler için eşit haklara denk gelen davranış değişikliklerinin gerçekleştirilebilmesi için toplumsal koşulların yaratılması gerekmektedir. Ancak fırsatlar sunmak başka bir şeydir, bunları bireylerin eylemleriyle hayata geçirmek başka bir şeydir.

Doğu Almanya'daki kadınlar kendilerini gerçekleştirme fırsatlarını canla başla değerlendirmiş, tereddütlü olanları yanlarına çekmiş, sorunları gün yüzüne çıkarmış ve zorlukların üstesinden gelmişlerdir. Bu deneyim, gelecekte insana yaraşır toplumsal koşulların yaratılmasında üzerine düşünmek için iyi bir temel oluşturabilir. Günümüzde hayata karşı tutumlardaki geri(ci)leşme eğilimi, Doğu Almanya'nın var olduğu 40 yıl içinde davranışları değiştirme konusunda ne kadar büyük bir başarı elde ettiğini, sosyalizmin insan yaşamına kattığı değeri göstermektedir. 

Bugün sadece ülkemizi değil, tüm dünyayı bir bataklığa dönüştürenlerden kurtulmak için bir kez daha: Ya Sosyalizm ya barbarlık! 

*Bu yazı vesilesiyle, Alman Demokratik Cumhuriyetinin kurulusunun 75. yılına denk gelen tarihlerde Yazılama yayınevi tarafından yayımlanan “Avrupa’nın Kaderini Değiştiren Devlet – Alman Demokratik Cumhuriyeti” kitabını anımsatmak gerekiyor. Başarıları ve zayıflıklarıyla ADC’ye bütünlüklü bir bakış sunan, bu alanda büyük bir boşluğu dolduracak yolda bir ilk çalışma olan kitabın yazarları Cemil Fuat Hendek’e ve Osman Çutsay’a teşekkürle.

Kaynaklar

  • Marx, Karl, Engels, Friedrich (1965), Werke, Band 32, Berlin: Dietz Verlag 
  • Aleksander, Karin (Hrsg.) (2005), Frauen und Geschlechterverhältnisse in der DDR und in den neuen Bundesländern. Eine Bibliographie. Berlin: trafo Verlag 
  • Hörz, Helga E. (2009), Zwischen Uni und UNO. Erfahrungen einer Ekerin, Berlin: trafo Verlag 
  • Hörz, Helga E. (2010), Der lange Weg zur Gleichberechtigung: Die DDR und ihre Frauen, Berlin: trafo Verlag

                                                           /././

Hizbullah Tarihi (II): Ulussuz topraklarda ulusal direniş -Ali Örnek-

Hizbullah’ın bölgedeki diğer dini eğilimli hareketlerden farkını anlayabilmek için, Lübnan’ın bağımsız bir ülke olarak tarih sahnesine çıkışından ve sınıf savaşımlarının rolünden bahsetmek elzem. 

Ortadoğu’ya keskin bir mezhepçilik çerçevesinden bakan AKP yandaşlarının bölge hakkındaki cehaleti, Suriye veya Mısır’a vali tayin edebileceklerine ciddi ciddi inandıkları zaman şüpheye yer bırakmayacak derecede kanıtlanmıştı. 

Peki ya adeta “özgüvenin bu kadarı cehaletle mümkün” sözünü ispat etmek için canhıraş çabalayan liberallere ne demeli? Önce Hizbullah’ı “devlet içinde devlet olmakla” ardından “Metastazlı bir kanser gibi Lübnan toplumunu sarmakla” sonra “LGBT ve Kürt düşmanı olmakla” suçladılar. Ve en nihayetinde “Hizbullah’ın esasında Kamp Savaşları döneminde binlerce Filistinliyi katlederek ortaya çıktığı” gibi paralel evrenden tarih yazımına giriştiler. 

Bu ipe sapa gelmez iddiaları ortaya atarken, esasında AKP cenahı ile benzer bir motivasyona sahipler: İsrail’in düşmanını, yani Hizbullah’ı itibarsızlaştırma… Böylelikle zahiri bir “tarafsızlık” görüntüsü ortaya çıkıyor ki, bu da İsrail’in hız kesmeden sürdürdüğü soykırım ve işgaline kayıtsızlığı beraberinde getiriyor.

Canlarım, siz tutsakları ve topraklarımızı özgürleştirecek olanlarsınız. Sizin yumruğunuz ve öfkenizle yurdumuzun onuru korunacak. (…) Canlarım, sizler tepelerimizi süsleyen sedir ağaçları gibi ölümsüzsünüz.” 

Hizbullah lideri Hasan Nasrallah bu satırları, İsrail’le 2006 savaşının başladığı günlerde cephedeki Hizbullah savaşçılarına seslenmek için kaleme almıştı. İnsan, İran’da din eğitimi almış ve halihazırda Lübnan Şiilerinin içinden çıkan bir hareketin liderinin belki de son anlarını yaşayan savaşçılarına cihadın farz olduğunu hatırlatmasını, şehadetin faziletlerini ve cenneti müjdelemesini bekliyor. Ancak Nasrallah bunun yerine savaşçılarına Lübnan ulusunun ve direnişinin bir parçası olduklarını anımsatmayı seçiyordu. 

Kanımca mektup, Hasan Nasrallah’ın İsrail işgali ve buna karşı direnişi daha çok bir ulusal mesele olarak gördüğünün belki de en çarpıcı kanıtıdır. Üstelik bu mektup hiç de istisna değildi, 11 yıldır hemen her konuşmasını dinlediğim veya okuduğum Hasan Nasrallah, ülkesine, bölgeye veya dünyaya dair yorumlarında dini referanslara pek az başvuruyordu. “İzin verin şimdi bir Şii olarak konuşayım” diye söze başladığı etkinlikler genellikle Aşure Günü gibi zaten Şiiler için önemli dini günlerdi… 

Kimileri, yıllarca dini ve mezhebi kimlikler üzerinden savaş yaşamış bir ülkede, Hizbullah’ın da bu hususlara dikkat ettiğini ve hatta “takiyye yaptığını” düşünebilir, ancak bunlar bana kalırsa örgütü ve içinden geldiği Lübnan toplumunu anlamaktan uzak ve yavan yorumlardan ibaret…

                                                           Hasan Nasrallah

Ulusunu arayan ülke

Hizbullah’ın bölgedeki diğer dini eğilimli hareketlerden farkını anlayabilmek için, Lübnan’ın bağımsız bir ülke olarak tarih sahnesine çıkışından ve bugünkü siyasi konjonktürün oluşumunda sınıf savaşımlarının rolünden bahsetmek elzem. 

1943 yılında Fransız sömürgeciliğinin çekilmesinin ardından Lübnan, tarih sahnesine ulusu olmayan bir ülke olarak çıktı. Elbette ki Lübnan insan ayağı değmemiş çöller veya ıssız vadilerle kaplı değildi, bilakis verimli tarım arazilerine, Doğu Akdeniz’deki mühim limanlara sahipti. Ancak ülkedeki mülkiyet, önce Osmanlı, sonra Fransız sömürgeciliği döneminde dini veya mezhebi çizgilerle pay edilmişti. İşte Lübnan’ın gerçek trajedisi de, farklı mezhebi ve dini kimliklerin sınıfsal ayrımlarla mükemmel derecede örtüşmesinden ileri geliyordu. 

Manda döneminin sonuna gelindiğinde Lübnan toplumunda istisnaları olmakla birlikte büyük tüccarlar çoğunlukla Maruni Hıristiyan’dı, büyük toprak sahipleri de çoğunlukla Maruni veya Dürzi’ydi. Arap Ortodokslar ve Sünniler, şehirlerde genellikle esnaf veya zanaatkarlardı, taşradaysa orta ölçekli tarım mülkiyetleriyle küçük burjuvaziyi teşkil ediyordu. Güney Lübnan ve Bekaa Vadisi’ne dağılmış köylerde yaşayan Şiiler ise Lübnan toplumunun sosyo-ekonomik olarak en alt kesimiydi. Şiiler genellikle topraksız veya küçük toprak mülkiyetine sahip köylülerdi.

Modern Lübnan’ın ortaya çıkışına Marunilerin Osmanlı ve Fransız Mandası dönemden kalan ayrıcalıklarını ve mülkiyetlerini kaybetme korkusu damgasını vurdu. Bu kesim Lübnan’ın Arap kimliğini ısrarla inkar ediyordu, çünkü bu yeniden o dönemde Arap kimliğini güçlü bir şekilde dile getiren Suriye’yle birleşmek gibi “tehlikeli” fikirlerin hortlamasına yol açacaktı. Birleşme, Maruni zenginlerin, siyasi ayrıcalıklarını yitirmesi gibi sonuçlara kadar gidebilirdi. Bu yüzden Maruni milliyetçisi partiler, toplumsal etkilerini yitirene kadar nizamlarına yönelik her tehdidi, kendi icatları olan “Lübnan milliyetçiliğine tehdit” olarak yaftalamaya özel bir önem gösterdiler. Onların toplumsal düzenine itiraz, esasında Lübnan ulusuna yönelik bir sabotajdı!

Maruni Kilisesi'nin Antakya Patriği Elias Howayek (1899-1931). Howayek, Fransa'nın sömürgeci yönetimiyle iyi ilişkiler içerisindeydi.

Burada bir parantez açıp İsrail’e hizmet eden sözde “tarafsızlık” siyasetinin de benzer bir yönteme sahip olduğunu hatırlatmakta fayda var. Bu zahiri tarafsızlara göre de Hizbullah, “Lübnan toplumunu metastazlı bir kanser gibi sarmış, İran’ın bir vesayet aracı”dan ibaret.

Parantezi kapatalım…

'Yüzde 4’lük Taife'nin mutabakatı

Marunilere göre toplumlarının temeli Fenikelilere dayanıyordu ve Arap değillerdi… Maruni mülk sahipleri, iktidarı tek başlarına elde tutamayacaklarının da bilincindeydi ve diğer dini ve mezhebi kimliklerden mülk sahipleriyle bir ittifak sistemi kurmanın çıkarlarını korumanın en iyi yolu olduğunu görüyorlardı. 

İşte bu halet-i ruhiye, bugün hâlâ Lübnan’ın tam olarak uluslaşmasına ket vuran ve her fırsatta dini ve mezhebi kimliklerin hatırlanmasını sağlayan “Ulusal Mutabakat”ı ortaya çıkardı. 

“Ulusal Mutabakat”, siyasi erkin farklı dini veya mezhebi kimlikler arasında paylaşılmasını öngörüyordu. Buna göre cumhurbaşkanı Hıristiyan, Başbakan Sünni ve Meclis Sözcüsü Şii olmalıydı. Meclis sandalyeleri, bakanlıklar, devlet kadroları ve ordu gibi kurumlar Maruni, Dürzi, Şii veya Sünni zenginler arasında pay edildi. 

Bu kesim daha sonra “Yüzde 4’lük taife” olarak adlandırılacaktı. Zira 1960’larda yapılan bir çalışma, nüfusun yüzde 4’ünü oluşturdukları halde Lübnan’da üretilen tüm zenginliğin üçte birine el koyduklarını ortaya çıkarmıştı.

Lübnanlı sermaye sahiplerinin, uluslaşmayı baltalayan bir siyasi sistem kurması, rejimlerine yönelik tepkilerin, yeni bir mutabakat ekseninde yeni bir uluslaşma çabasını da beraberinde getirdi. 1970’li yıllarda bu çabanın toplumsal tabanı, sistemin en altına itilmiş olan Lübnanlı Şiiler oldu. 1960’larla başlayan şehirleşme, topraksız veya küçük mülkiyete sahip çoğunlukla Şii köylülerin büyük şehirlere akınını başlattı. Ayrıca 1970’lerle birlikte artan İsrail saldırıları da bu insanların daha güvenli bölgelere yani başkent Beyrut’a dolmasına neden oldu. Kentlere akın eden bu insanlar, 1948’de İsrail tarafından topraklarından edilmiş Filistinlilerin kamplarıyla iç içe bir yaşam kurdu. 

Örneğin bugün Hizbullah’ın kalesi olarak görülen Dahiye Banliyösü’nde bu toplumsal alt üst oluşun izlerini sürmek hala mümkün. Bu banliyönün Lübnanlı sakinleri, güney Lübnan’dan ekonomik veya savaş nedeniyle kaçıp gelenlerin torunları ve bugün hâlâ semtin bir mahallesi gibi duran Filistin kampı Burc el Barajne’yle iç içe bir yaşam sürüyorlar.

Beyrut'un güneyindeki Filistin kampı Burc el Barajne, Hizbullah’ın kalesi olarak görülen Dahiye Banliyösü’nün yakınında bulunuyor.

Lübnanlı Şiilerin sosyo-ekonomik sistemin en alt tabakasını oluşturmaları, Filistinliler gibi gündelik veya güvencesiz işlerle yaşam mücadelesi verişi iki toplum arasındaki siyasi etkileşimi artırdı. Şiiler Filistinlilerin ulusal kimliklerine sıkı sıkıya bağlı olmaları ve solcu duruşlarından derinden etkilendiler. Bu sayede de Lübnan Komünist Partisi, banliyölerdeki yoksul Şiilerin partisi haline geldi ve Lübnan siyasetinde önemli bir aktöre dönüştü.

Aynı dönemde varlıkları daha da görünür hale gelen Sünni ve Arap-Ortodokslar da özellikle Mısır’daki sosyalizan Nasır hareketinin veya başka bazı Pan-Arap düşüncelerin etkisi altına girdi. Zira bu kesimler de siyasi sistemde temsil edilmiyorlardı. Bu sayede farklı din veya mezhep kimliklerine sahip bu toplumsal dinamikler “Yüzde 4’lük Taife”nin nizamına yönelik tepki etrafında ilk kez bir araya geldi. Bunun en somut ifadesiyse Lübnan Komünist Partisi’yle Nasırcı veya diğer Pan-Arap hareketlerin yeni bir toplumsal mutabakat talebiyle 1975’te Lübnan Ulusal Hareketi’ni ilan etmeleri oldu.

Tanıdık bir taktik

Lübnanlı yoksullar ve orta sınıflardan gelen bu tepki dalgası, Maruni mülk sahipleri için alarm zillerinin çalmasına yol açtı. Farklı fraksiyonlara sahip olsalar da mevcut düzeni korumak isteyen Maruni hareketleri içinde 1936’da Pierre Cemayel tarafından kurulan Falanjist Parti öne çıkıyordu. 1970’lerde bu parti ikinci kuşak Cemayellerden Beşir ve Emin adlı iki kardeş tarafından yönetiliyordu. 

Sağcı Maruniler, özellikle sol eğilimli ve “çıbanın başı” olarak gördükleri Filistinlileri hedef tahtasına oturtuyordu. Filistinlilerin güvenlik sorunu yarattığı ve İsrail saldırganlığını Lübnan’a çektiğini belirten Falanjistler, hızla silahlanarak milis güçleri oluşturdular. Bu milis güçleri, Lübnan Ordusu’ndan gelen ve zaten Maruni ailelere mensup subaylar tarafından komuta edilecekti. 

Falanjistler 1975’le birlikte Filistinlilere yönelik silahlı saldırılarıyla 1990’a kadar süren Lübnan İç Savaşı’nın fitilini de ateşlemiş oldu. Falanjistler ayrıca İsrail’in Lübnan’ı işgali için de uygun bir işbirlikçi güçtü ve bu sayede İsrail uluslararası kamuoyunda kendisine karşı tepkileri “Müslüman zulmü altındaki Hıristiyanları korumak” gibi “ulvi” bir propagandayla gerekçelendirme fırsatını yakaladı. Benzer bir şekilde, İsrail bugün de kendisini “Hıristiyan dünyasını radikal İslam tehdidinden koruyan bir bariyer” olarak göstermeye, destekçileri de bu ölçüde Hizbullah ve Hamas’ın ulusal kimlikleri yerine İslami kimliklerini öne çıkarmaya özel bir önem sarf ediyor.

Falanjizm'in kurucusu Pierre Geyamel'in Lübnan'ın Cezzin kentinde sergilenen posteri (1985).

Lübnan İç Savaşı ve Hizbullah’ın ortaya çıkışı ile devam edeceğiz…

                                                           /././

                                            sol-GÜNDEM

Dinciler kadın cinayetleri üzerinden nefret kustu: Tarikatlarda işlenen suçları savunup, şeriat istiyorlar

İstanbul’da yaşanan kadın katliamlarının ardından şeriat isteyen gericiler, konuyu bağlamından kopartarak kadın sorunu üzerinden dinci propaganda yapmaya çalışıyor. (https://haber.sol.org.tr/haber/dinciler-kadin-cinayetleri-uzerinden-nefret-kustu-tarikatlarda-islenen-suclari-savunup-seriat)

                                                               ***

Koca ve Medipol bu cüreti nereden buluyor? Acıbadem'de direnen mahalleliye saldırı

Acıbadem Sakinleri Dayanışması'nın Medipol'ün yeni hastane projesi için kaçak otopark inşaatına karşı direnişi sürüyor. Basın açıklamasına hastane görevlileri saldırdı, bir kişinin bileği kırıldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/koca-ve-medipol-bu-cureti-nereden-buluyor-acibademde-direnen-mahalleliye-saldiri-395405

                                                       ***

Yeni Osmanlıcılığın son keşfi: 'Amin Alayı'

AKP, "Duşkabinoğulları"yla zirveye taşıdığı gelenek arayışında son olarak "Duşakabintorunları"na ulaştı. "Osmanlı geleneği" denilerek 6 yaşındaki çocuklara fes giydirildi, mehter marşı söyletildi.(https://haber.sol.org.tr/haber/yeni-osmanliciligin-son-kesfi-amin-alayi-395403)                                                                       ***                           

Slovakya Başbakanı: Ukrayna'nın NATO üyeliği Üçüncü Dünya Savaşı'na temel oluşturur

Ukrayna'nın NATO üyeliği tartışmaları devam ediyor. Slovakya Ukrayna'nın üyeliğinin veto edileceğini açıklarken, eski NATO Genel Sekreteri ise Batı Almanya'yı örnek gösterdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/slovakya-basbakani-ukraynanin-nato-uyeligi-ucuncu-dunya-savasina-temel-olusturur-395412)

                                                            ***

Ahmet Hakan'ın 'psikiyatri servisleri' çarpıtması: 'Ölçüsüz, bencil, tipik bir fanatizm örneği'

Ahmet Hakan, baştan sona ihmallere dayalı, cezasızlıkla şişirilen bu şiddet sarmalının suçlulularını ilan etti: psikiyatri servisleri. Psikiyatrist Dr. Endam Köybaşı, Hakan'ın sözlerini değerlendirdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/ahmet-hakanin-psikiyatri-servisleri-carpitmasi-olcusuz-bencil-tipik-bir-fanatizm-ornegi)

                                                             ***

Yeni kavram 'incel' nedir? Şiddetin esas sebebinin üstünün örtülmesi için kullanılabilir mi?

Son cinayetlerin ardından tanıştığımız "incel" kavramı gençlerin yalnızlaşması, zayıf sosyal bağlar, geleceksizlik, umutsuzluk ve şiddetin sebeplerinin tartışılması yerine "cadı avı" sebebi olabilir.(https://haber.sol.org.tr/haber/yeni-kavram-incel-nedir-siddetin-esas-sebebinin-ustunun-ortulmesi-icin-kullanilabilir-mi)

(soL)





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder