Yenidoğan skandalında “Galatasaray maçı” yüzsüzlüğü ve yeni perde: Denetim ve dinleme yapılırken bebekler öldü, müdahale edilmedi!-Gökçer Tahincioğlu-
Elde dinleme kayıtları var, İl Sağlık Müdürlüğü çetenin eylemlerinden bebek ölmeden önce de haberdar ve denetimde vahim sonuçlara da ulaşılıyor ancak hastaneye karşı bir yaptırım uygulanmıyor. Sadece bu bilgiler, bebek Karakoç ve bebek Kırçiçek Helvacı'nın göz göre göre öldüğünü gösteriyor
Bir başka ülkede yaşansa yıllarca konuşulacak, üzerine filmler çekilecek “Yenidoğan çetesi” ile ilgili yargılama 18 Kasım’da başlayacak.
Ancak skandal öylesine büyük ki yaşananları bebekleri para için öldüren çete üyeleriyle sınırlı konuşmak, bir başka noktayı eksik bırakıyor.
Neresini tutarsanız eksik kalıyor.
Ancak duruşmalar başlarken yanıtlanması gereken vahim sorular var. Bu soruları artık kamuya açık bilgilere bakarak, oradan dosyaya saklanmış bilgi ve belgeleri araştırarak sorabilmek mümkün.
* * *
Artık sürecin nasıl geliştiği biliniyor.
Polis, soruşturma kapsamında 20 Haziran 2023’te fiziki takip, telefon dinlemesi için gerekli izinleri aldı ve çalışmaya başladı. Bu tarihi aklımızda tutalım.
Bu kapsamda dinlenen kişi sayısının 300’ü bulduğu belirtiliyor.
Aklımızda tutmamız gereken bir tarih daha var: 25 Eylül 2023
İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü, o tarihte, iddiaların odağında yer alan, bir bölümü skandal patladıktan, iddianame hazırlandıktan sonra kapatılan hastanelere habersiz, büyük bir denetim yaptı. İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü koltuğunda o dönemde oturan isim, şimdiki Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu’ydu.
Üç gün sonra, il genelindeki tüm yenidoğan yoğun bakım ünitelerine yönelik inceleme yapılması, elde edilen belgelerin incelenmesi için komisyon kurulması istendi.
* * *
Devam edelim…
24 Ekim 2023’te Büyükçekmece Savcılığı, Sağlık Bakanlığı’nı soruşturma konusunda bilgilendirdi. Sağlık Bakanlığı nedense bir müddet bekledi, 5 Aralık 2023’te müfettiş görevlendirdi. Denetim 16 Şubat 2024’e kadar sürdü.
Savcılık, 26 Nisan 2024’te harekete geçti. Eşzamanlı operasyonlarda 47 kişi gözaltına alındı, 22’si tutuklandı. Mayıs ayında da iddianame daha hazırlanmadan söz konusu özel hastanelerden Medilife Sağlık Hizmetleri Hastanesi’nin faaliyeti askıya alındı. Bunu da anımsayalım…
* * *
Sağlık Bakanlığı müfettişleri, 23 Ağustos’ta, ölen bebeklerin yüzde 90’ının yenidoğan çetesinin eylemleri nedeniyle hayatlarını kaybettiklerine dair bilgi verdi.
30 Ağustos’ta ise soruşturmayı yürüten savcı, makamında tehdit edildi. Eylül ayında da Bağcılar Özel Şafak Hastanesi’nin faaliyetleri askıya alındı.
28 Eylül 2024’te, adı geçen diğer hastanelerin kapatılması için müfettiş önerisi geldi. Bakanlık aynı tarihte kapatma talimatı verdi.
9 Ekim’de, tehdit edilen savcı fezlekesini tamamladı. Pasif ötanazi ile bebeklerin öldürüldüğü bilgisi burada yer aldı.
16 Ekim’de Bakırköy Başsavcılığı, fezlekeyi iddianameye dönüştürdü. İddianamede, ölen 10 bebek "maktul", 5 kişi "müşteki", Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) İstanbul İl Müdürlüğü "suçtan zarar gören", 19 hastane ve sağlık şirketi "malen sorumlu", 47 kişi de "şüpheli" olarak yer aldı.
Doktor şüpheli Fırat Sarı'nın bir numaralı sanık olduğu iddianamede, çetenin 19 ayrı hastanede faaliyeti olduğu belirtildi. SGK ödemesi almak için bebeklerin yoğun bakıma yatırıldığı vurgulandı.
* * *
18 Kasım’daki yargılamada, şüpheliler Fırat Sarı ve İlker Gönen'in 10 kez "kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi", "nitelikli dolandırıcılık", "suç işlemek amacıyla örgüt kurma", 11 kez "resmi belgede sahtecilik" suçlarından toplamda 177 yıl 6'şar aydan 582 yıl 9'ar aya kadar hapsi isteniyor. Diğer sanıklar için de vahim cezalar talep ediliyor.
* * *
Bu bilgilerden sonra artık sorulara geçebiliriz.
Savcının işini titiz biçimde yapmak için bütün gayreti gösterdiğine kuşku yok.
Ancak her aşamayı izleyen emniyetin vasıtasıyla her aşamadan haberdar edilen Sağlık Bakanlığı ve İl Sağlık Müdürlüğü ile ilgili sorular var.
28 Eylül’de hastanelerin kapatılması uygun bulundu ancak hastaneler 18 Ekim 2024’te kapatılabildi. Peki neden iddianame beklendi, beklenmesi nelere yol açtı?
* * *
Dinlemelerin başladığı tarihe dönelim: 20 Haziran 2023
Buradan iddianame ve eklerindeki bilgilere bakalım sonra…
Dinlemeler sürerken, Bağcılar Medilife Hastanesi’ne Yalova’dan bebek Karakoç sevk ediliyor. 19 Ekim 2023’te ise bebek Karakoç ölüyor.
Hastane çalışanı bile olmayan İlker Gönen’i arayan hemşire, bebeğin ölüm nedenine ne yazacaklarını soruyor. Ardından kaç gündür yoğun bakımda olduğuna yönelik sahte evrak düzenleniyor ve SGK’dan ne kadar alınacağı hesaplanıyor.
Anne, polis merkezine gidip şikayetçi oluyor.
Bunun üzerine panikleyen çete üyeleri, bebekle ilgili düzenlenecek rapor konusunda tartışıyor, ortak karar varmaya çalışıyor.
Bu bebek hayatını kaybetmeden önce aslında dinlemeler yapılmaya başlanmış, çetenin ne yaptığı konusunda bilgiler edinilmiş durumda.
Ancak harekete geçilmiyor. Bebek, hayatını kaybediyor.
* * *
Daha vahimi, bu bebek ölmeden kısa süre önce, İl Sağlık Müdürlüğü 25 Eylül 2023’te hastanelere habersiz büyük denetim yapıyor.
Bu denetim sonunda, bebeğin öldüğü hastaneyle ilgili yapılan tespite bakalım:
“Özellikle Bağcılar Medilife Hastanesinde ex olan hastaların ileri derecede prematüre olması ve çoğunun intrakranial kanama ile hayatlarını kaybetmesi dikkat çekicidir. Hastaların birçoğunun güncel ve çoğu merkezde (eğitim araştırma hastaneleri ve üniversite hastaneleri yenidoğan üniteleri) uygulanmayan, tek tip rutin tedaviler uygulandığı görülmüştür.”
* * *
Elde dinleme kayıtları var. İl Sağlık Müdürlüğü çetenin eylemlerinden bebek ölmeden önce de haberdar ve denetimde vahim sonuçlara da ulaşılıyor ancak hastaneye karşı bir yaptırım uygulanmıyor.
Yalova’dan getirilen bebek, göz göre göre hayatını kaybediyor.
Ve bunlar ölürken hastanede altı hasta bebek daha var.
* * *
Bir bebek göz göre ölmüş, annesi şikayetçi olmuş, zaten dinleme yapılıyor ve İl Sağlık Müdürlüğü vahim nitelikteki bulgulara ulaşmış…
Ne yapılması beklenir?
Hastanenin kapatılması değil mi, çetenin ortaya çıkartılması amacı bir yana, en azından bu hastanedeki ölümlerin engellenmesi beklenir.
“Bebekler ölsün de suç açığa çıksın” denilemez…
Ama hastane kapatılmıyor, Mayıs 2024’e kadar hasta kabul etmeyi sürdürüyor.
Ve bu neye mal oluyor, bakalım…
* * *
28 Kasım 2023’te, hastanede doğan bebek Kırçiçek Helvacı, yenidoğan servisine alınıyor ve 24 saat sonra ölüyor.
İl Sağlık Müdürlüğü, bir gün sonra yaptığı denetimde bebek hastanın uygun tedavi yöntemleri uygulanmadığı için öldüğünü değerlendiriyor.
* * *
Aynı sırada dinlemeye bebeğin ölümüyle ilgili konuşmalar yansıyor.
Örgüt lideri Dr. İlker Gönen, hemşire Çağla Durmuş’a, “Ya ex oluyosa şu dursun, çıkmadan ex olsun...” diyor ve ardından büyük bir kalpsizlikle tamamlıyor:
“Bu akşam bir Galatasaray maçım var yani…”
Denetime gelen İl Sağlık Müdürlüğü ekiplerini yanıltmak için bebeğin ölüm saati değiştiriliyor.
* * *
Ortada bir soru duruyor…
Bebeklerin öldüğü, çetenin neler yaptığı daha o dönemde saptanmış. Savcılık elbette çetenin bütün unsurlarıyla açığa çıkartılması için çalışacak.
Ancak defalarca İl Sağlık Müdürlüğü ile Sağlık Bakanlığı ile yazışmalar yapılıyor.
Suç iyice açığa çıksın diye ölüm beklenebilir mi?
Bakanlık, kendi denetiminde milyon tane vahim eksik tespit ettiği bu hastaneleri nasıl kapatmaz?
Çete üyelerinin konuşmaları bile bilinirken, bu konuda bilgilendirme yapılmışken nasıl harekete geçilmez.
Sadece bu bilgiler, iki bebeğin göz göre göre öldüğünü gösteriyor.
Sağlık Bakanlığı ve İl Sağlık Müdürlüğü’nün de şu soruya net yanıt vermesi, gerekiyorsa yargı önünde bunun hesabını vermesi gerekiyor:
* Yapılan büyük denetimdeki saptamalara rağmen neden harekete geçilmedi?
* Savcılıktan bağımsız, şikayetlere, denetim raporlarına rağmen neden bu hastaneler kapatılmadı ya da yenidoğan servislerine müdahalede bulunulmadı?
* Sadece bir hastanenin yenidoğan ünitesindeki eksiklerden dolayı bebeklerin öldüğü tespiti yapılmışken ne beklendi?
Belli ki hastanelerde yaşananlar bu çeteyle sınırlı değil, umalım ki bakanlık diğer servislerde olan bitenler için de beklemeyi seçmesin.
/././
Farklı bir Atina ziyareti -Hasan Göğüş-
İlki 2010 yılında düzenlenmeye başlayan Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyinin müteakip toplantısının ocak ayının ikinci yarısı içerisinde Türkiye’de yapılması öngörülüyor. Amaç bu tarihe kadar adına ister “istikşafi” deyin, ister “istişari” deyin görüşmelerin başlatılıp başlatılamayacağını ortaya çıkarmak.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, geçen hafta cuma günü (8 Kasım) Yunan karşıtı Giorgos Gerapetritis’in davetine icabetle, Atina’ya günübirlik bir çalışma ziyaretinde bulundu. Her iki Bakan göreve geldikleri 1 yılı aşkın süre içerisinde çeşitli vesilelerle bir düzine görüşme yaptılar. Ancak, 8 Kasım’daki görüşme ayrı bir anlam taşıyordu. Türk-Yunan ilişkilerinde temel sorunların bir kenara bırakılarak, suya sabuna dokunmayan iş birliği alanlarına odaklanılmasını öngören pozitif gündemden bu yana bakanlar ilk kez Ege ve Kıbrıs’ı konuştular, ne konuştuklarını da kamuoyu önünde açıkladılar. Eskilerin deyimiyle “esasa müteallik” konulara girdiler. Fidan’ın ve Gerapetritis’in ziyaretten önce gerek “Tanea” ve “Hürriyet” gazetelerinde yayınlanan mülakatlarına, gerek görüşmelerden sonra yapılan ortak basın toplantısındaki ifadelerine bakılacak olursa, her iki ülkenin sorunlara yaklaşımlarında bir farklılık olmadı. Diplomaside buna, “mutabık olmamakta mutabık kalmak” deniliyor. Tabii baş başa görüşmelerde herhangi bir gelişme kaydedilip edilmediğini bilemiyoruz.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve Yunanistan Dışişleri Bakanı Giorgos Gerapetritis (Fotoğraf: Anadolu Ajansı)
Sorunların aşılmasında karşılaşılan darboğazlar
Her şeye rağmen 8 Kasım’dan sonra fotoğrafın biraz daha berraklaştığı söylenebilir. Gelinen aşamada iki düğümlenme noktası bulunuyor. Birincisi Ege’de hangi sorunların var olduğu. Yunanistan sadece kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgenin sınırlandırılması sorunu olduğunu iddia ediyor. Türkiye ise birbirleriyle bağlantılı birden fazla ihtilaf bulunduğu görüşünde. İkinci görüş ayrılığı ise, Kıbrıs’ta nihai çözümün nasıl sağlanacağından kaynaklanıyor. Kıbrıslı Rumlar iki kesimli, iki toplumlu Federasyon’da ısrar ederken, Türk tarafı iki devletli çözümü tercih ediyor. Yukarıda kayıtlı başlangıç pozisyonlarında ortak bir zemine ulaşılması halinde, Ege ve Kıbrıs için yeniden masaların kurulması mümkün olabilecek gibi görünüyor.
Ege’de sadece tek bir sorun olmadığı apaçık ortada. Karasularının genişliği ve aidiyeti belli olmayan coğrafi formasyonlar sorunlarını çözmeden kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge üzerindeki anlaşmazlığı tartışmak bile mümkün değil. Uluslararası Adalet Divanı’na gidilmesi için de ortak bir tahkimname üzerinde mutabık kalınması gerekiyor.
Kıbrıs sorununda ise Türk tarafının işi daha zor. Egemen eşitlik ve uluslararası eşit statü gibi yeni parametrelere dayanan farklı bir müzakere pozisyonu var. Kıbrıslı Rumların yanında 30 AB ülkesine ek olarak bu kere son gelişmelerle stratejik ortağı haline gelen ABD’nin de yer alması yüksek bir ihtimal.
Her iki ülkede de hükümetler zemin kaybediyor
Geçtiğimiz yıla göre Yunanistan’ın ve Türkiye’nin muhtemel bir uzlaşma için ödün vermesi siyasi açıdan daha zor bir hale geldi. Ülkeler arasında özellikle egemenlikle ilgili ihtilafları çözümlemek, ancak siyasi riskleri göze alabilecek güçlü hükümetlerle mümkün olur. 2023 yılı ortalarında yapılan seçimlerden gerek Cumhurbaşkanı Erdoğan gerek Başbakan Mitsotakis arkalarına geniş birer halk desteği alarak çıkmışlardı. Oysa bu yıl Türkiye’de, 30 Mart’taki yerel seçimlerde Adalet ve Kalkınma Partisi ikinci Parti konumuna geriledi. Yunanistan’da da Haziran Ayında gerçekleşen Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Başbakan Mitsotakis’in Partisi Yeni Demokrasinin oylarında yüzde 13’lük bir düşüş yaşandı. Üstelik Mitsotakis’in başı parti içi muhalefetle de fena halde dertte. Seleflerinden ikisi Karamanlis ve Samaris güçlerini birleştirerek Türkiye ile diyaloğa karşı çıkıyorlar. Bir yanda da gözünü başbakanlık hedefine dikmiş olan Mitsotakis’in yeni hükümette Dışişlerinden Savunma Bakanlığına kaydırdığı Dendias var. Allah’tan her iki ülke de ciddi muhalefet yapabilen partiler yok. Yunanistan’da ana muhalefet SYRİZA liderlik sorunu yaşıyor. Bir takım Bizans oyunlarıyla genel başkanlıktan uzaklaştırılan Kassselakis, geçtiğimiz hafta sonunda yeni bir parti kuracağını açıkladı. Cumhuriyet Halk Partisi ise dış politikayı tamamen unutmuş, kürt açılımı, normalizasyon, partinin cumhurbaşkanı adayı kim olacak gibi konularla uğraşıyor.
Bu seferki Türk-Yunan yakınlaşması şoklara daha dayanaklı olacak gibi görünüyor
2022 yılında yaşadığımız çifte deprem felaketi ile başlayan Türk-Yunan yakınlaşmasının şoklara daha dayanaklı bir hale gelmiş olması sevindirici. İki ülke arasındaki tüm iletişim kanalları işliyor. Yunan basınında belirtildiğine göre, son Atina toplantısında mevcut siyasi diyaloğa, pozitif gündeme ve güven artırıcı önlemlere ilaveten özellikle kriz dönemlerinde gerilimi azaltmak için devreye girecek yeni bir mekanizma üzerinde mutabık kalındığı anlaşılıyor.
İlki 2010 yılında düzenlenmeye başlayan Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyinin müteakip toplantısının ocak ayının ikinci yarısı içerisinde Türkiye’de yapılması öngörülüyor. Amaç bu tarihe kadar adına ister “istikşafi” deyin, ister “istişari” deyin görüşmelerin başlatılıp başlatılamayacağını ortaya çıkarmak.
Eminim Ege sorunlarına ilişkin müzakerelerin yeniden başlatılması için ortak bir zeminin tespit edilememesi halinde gelinen aşamadan geri gidilmemesi için neler yapılacağı üzerinde de çalışılıyordur.
/././
Fiberde ortak altyapı mı geliyormuş... muş…-Füsun Sarp Nebil-
Siz en iyisi ortak altyapıdan vazgeçin ve altyapı yapmanın önünü açın. Altyapı şirketleri artık istedikleri yatırımları yapabilsinler
T24'ün ekim başında düzenlediği yıllık etkinliğinin açılış konuşmasında, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, "fiber altyapıyı artık telekom firmalarından ayıracaklarını" söylemişti. Konuşması sonrasında soru sorma imkanı verilmediği için, biz de sorularımızı bir yazı ile iletmiştik.
Şimdi bu konuda ismi belirtilmeyen -herhalde yüksek- bir yetkili Reuters'a açıklama yapmış. Yazıda özetle, Türkiye'nin telekomünikasyon fiber altyapısını tek bir varlıkta birleştirmeyi düşündüğü kaydediliyor ve paragraf paragraf şunlar belirtiliyor:
(her bir paragrafın altına yorumlarımızı ve duyduklarımızı ekleyerek veriyoruz)
"Türkiye, ağını genişletmek için birleşik bir fiber optik telekomünikasyon kuruluşu kurmayı düşünüyor. Bu, pahalı altyapı yatırımları için ayrı bir yönetici oluşturulabileceği sinyalini veriyor. Türk yetkili, çalışmanın henüz erken bir aşamada olduğunu ve tüm seçeneklerin masada olduğunu söyledi.” |
11 eylül 2024'te böyle bir toplantı yapıldığını biliyoruz. Ancak bu toplantıdan sonuç çıkmadığını ve katılımcıların ortak bir altyapı fikrine yanaşmadıklarını, o günden bugüne kadar da bir başka gelişme olmadığını, bu haberi yazmadan önce sektörün üst yöneticilerinden doğrulattık.
“Telekom altyapısının böyle bir şekilde konsolide edilmesi, Türkiye'nin geniş bant internet kullanımını ve hızını artırmaya yardımcı olabilir, daha küçük servis sağlayıcılarına fayda sağlayabilir ve ağın en büyük paydaşı olan Türk Telekom için bir zorluk oluşturabilir.” |
Ulaştırma Bakanlığı, 2012 yılında aldığı kararla (ki tasarruf diyerek almışlardı) altyapı yapacak olanların (ki her birisi bölgeye göre 200 bin, 300 bin dolar düzeyinde para ödeyerek lisans alan 11 firma vardı) önce gidip Türk Telekom'a "Senin o bölgede fiber yatırımın var mı?" diye sorması gerektiğini belirtti. Türk Telekom ise o günden bu yana bu konuda zorluk çıkarmakla ve hatta bazı operatörlerce, soruya çok uzun süre (Hatta bir operatör 800 gün iddia etmişti) cevap vermemekle suçlanıyor. (Tabii bu arada hiçbir operatörün, hiçbir müşterisi hat bağlansın diye bu kadar süre beklemez)
"Ankara yıllardır telekom operatörlerinin fiber ağ genişlemesini hızlandırmak için daha fazla yatırım yapmasını talep ediyor. Şirketler ağı son on yılda yılda %3'ten biraz fazla büyüttüler ve yavaş ilerlemenin sebebini kısmen karmaşık izinler ve yüksek maliyetler olarak gösterdiler.” |
Bu cümle gerçekten çok komik. Bu cümle ile Ankara (elindeki BTK isimli yüksek cezalar kesmeyi bilen, hatta lisans iptal edebilen regülatöre rağmen) yıllardır telekom operatörlerine daha fazla fiber yatırım yaptırtmayı beceremediğini mi ifade ediyor? Konuyu yakından bilmesek, "Ankara beceriksizliğini itiraf ediyor" diyeceğiz. Ama bize göre, bu altyapıyı bizzat engelleyen zaten Ankara.
“Türk Telekom, 2026 yılında sona ermesi planlanan imtiyaz sözleşmesiyle Türkiye'nin 577 bin kilometrelik (359 bin mil) ulusal fiber şebekesinin yüzde 78'inin sahibi ve bakımını üstleniyor. Türk Telekom ve Turkcell ülkenin varlık fonu tarafından kontrol ediliyor.” |
Evet bu paragrafta “yukarıda kastettiğimiz konu” belirtilmiş. Bir tanesi fiber altyapının yüzde 78'ine sahip, diğeri ile de neredeyse yüzde 90'a ulaşan fiber altyapıya ulaşan 2 büyük şirket, bizzat devletin elinde. Yani Varlık Fonu kontrol ediyor. O zaman bir önceki paragrafta bahsedilen Ankara neden bu yatırımları bu şirketlere kendisi yaptırmıyor?
Türk Telekom'dan şikayetimiz sadece fiber kablolar da değil. "İnternet Değişim Noktası" denilen altyapı da engellendi. Bu bizim bölgesel güç olmamızı sağlayabilecek bir altyapıydı. Maalesef fırsat kaçtı.
“Daha küçük hizmet sağlayıcıları uzun zamandır yatırımların büyük ölçüde telekom hizmetleri de satan Türk Telekom tarafından değil, ortak mülkiyetli bir kuruluş tarafından yapılması gerektiğini savunuyor. 2010'ların ortalarında böyle bir kuruluş kurma çabası başarısızlıkla sonuçlandı.” |
Binali Yıldırım, 2018'de Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde, cafcaflı bir Ankara imza toplantısı yapmış ve küçük-büyük tüm operatörler "ortak altyapı" için imza atmışlardı. Aşağıda bu imza törenine dair fotoğrafı görüyorsunuz. En ortada o zaman başbakan olan Yıldırım ile Ulaştırma Bakanı olan Ahmet Arslan gururla duruyorlar.
Sonra ne mi oldu? hiçççç... Her şey "aynı tas, aynı hamam" formunda devam etti. Anlayacağınız bu, seçim öncesi bir propaganda etkinliği idi. Herkes birbiri ile görüştü, el sıkıştı, sohbet etti. Nokta.
Tamam da, o günden bu yana geçen 6 yılda fiber ne kadar arttı diye sorarsanız da, söyleyeyim, 150-200 bin km artmadı.
O nedenle, şimdi yeniden "Ortak Altyapı" denildiğinde, ben etrafıma bakıp, yeni bir propaganda çalışması kokusu alıyorum ve soruyorum: "Seçim mi yakın?"
“Türk Telekom'un Genel Müdürü, Eylül ayında bu öneriyi reddederek, bunun, imtiyaz süresi sona erdiğinde hükümete geri dönecek olan altyapı varlıklarını elden çıkarmayı amaçladığını söyledi." |
Reuters haberindeki en akla yatkın konu bu; yani Türk Telekom bu ortak altyapı fikrinden oldum olası hoşlanmadı. AKP ise zaten hiç hoşlanmadı. Sonuçta internetin gelişmesini istemediklerini "Ayinesi iştir kişinin" atasözü eşliğinde görüyoruz.
Aşağıda da göreceğiniz internet hızları raporu bunun diğer bir delili. İnternet hız sıralamasında, eylül 2024 sonuçların göre dünyanın en hızlı sıralamasında, mobilde 108 ülke arasında 59. ve sabitte 159 ülke arasında 102. sıradayız.
Üstelik bu hızlar aylardır-yıllardır yerinde sayarken, kullanıcı başına gelirler, 2,5 yılda TL bazında 4 kat, dolar bazında yüzde 72 artmış.
Zaten Reuters haberi üzerine görüştüğüm kişiler de, bu konuda bir gelişme olmadığını ve olmayacağını ya da belki 2018’deki benzeri “bir amaç” olduğu için başlangıç gibi bir şey yapılabileceğini ama arkasının gelmeyeceğini söylüyorlar. Biz de "yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır" diyen siyasetçileri hatırlayarak, bu ifadenin daha doğru olduğunu düşünüyoruz.
Yine de yetkililere şunu söyleyelim; iyi bir şey yapmak istiyorsanız, ortak altyapı filan bırakın. Kimsenin anlaşacağı yok çünkü. O yolda “Kim ne kadar alacak, kim yatırım yapacak, kim elindekini nasıl verecek?” vs vs çok soru var. Siz en iyisi ortak altyapıdan vazgeçin ve altyapı yapmanın önünü açın. Altyapı şirketleri artık istedikleri yatırımları yapabilsinler.
/././
Türkiye’de en ucuz şey, çocuk hayatı: Çocuğun bütçedeki yeri -Binhan Elif Yılmaz-
Bakanlığın bütçedeki payı düşük; korunması gereken çocuklar için ayrılan bütçe payı ise minimumda. Korunması gereken çocukların bütçedeki yerini büyüteçle arayıp bulabilirsiniz
İzmir’in Selçuk ilçesinde evde çıkan yangında 5 küçük masum çocuğun ölümü hepimizin yüreğini dağladı. Bu olayda ilk görüşler, ihmal olduğu yönünde. Ama kimin ihmali? Ailenin mi, yoksa devletin mi? Bir başka görüş, çocukların öldüğü evin derme çatma oluşuna ve ailenin gelir düzeyine bakarak yoksulluğun çocukların ölümüne yol açtığı yönünde.
Ülkemizde yoksullukta artış, gelir dağılımında bozulma gözle görülür halde zaten. 2003 yılında nüfusun en zengin yüzde 20’sinin gelirden aldığı pay yüzde 48,3’tü, 2023’te yüzde 49,8’e çıktı. En yoksulun gelirden aldığı pay da yüzde 6,1’den yüzde 5,9’a geriledi.
Nereden bakarsak bakalım, çocukların hali bu ülkede içler acısı olmaya başladı. Çocuk ölümü, istismarı gibi haberleri duymadığımız gün neredeyse yok. Türkiye'de toplam ölümlerin yaş dağılımında 0-14 yaş grubu oldukça yüksek. 2019-2022 ortalaması yüzde 2,8. 2023’te ise Maraş depremleriyle maalesef yüzde 4,5'e yükseldi. (Kaynak: TÜİK Ölüm İstatistikleri)
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı, iki gün önce Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde “Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi Koordinasyon Kurulu 1. Toplantısı”nda doğurganlık hızının 2023 yılında tarihin en düşük oranı olan yüzde 1,51'e kadar gerilediğini ifade etti. Bu oranın nasıl arttırılacağına ilişkin çözüm önerilerinden de bahsetti.
Acaba şu anda mevcut çocuk nüfusu yeterince korunabiliyor mu ki? Çocuklar güvende mi sizce? Sadece yaşamını korumak da değil, beslenme, eğitim, geleceğe yönelik olumlu bekleyişler açısından da güvende mi?
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın 2024-2028 yıllarını kapsayan Stratejik Planında (sayfa 93) yazdığı şekliyle, çocukların korunmasında sorumlu birim Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğü.
Bu müdürlük, çocukları korumak (çocukları korumak şu anlama geliyor: çocuklara yönelik koruyucu ve önleyici sosyal hizmet faaliyetleriyle çocukların her türlü riskten korunması ve sağlıklı gelişiminin sağlanması, bakıma ihtiyacı olan çocukların ailelerinin yanında yetiştirilmesi, koruma altına alınan çocuklara yönelik ihtisaslaşmış bakım kuruluşlarında hizmet verilmesi) için, üç ayrı Genel Müdürlük ile iş birliği yapmak durumunda. Bunlar; Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü ve Sosyal Yardımlar Genel Müdürlüğü.
Ancak bu görev ve koordinasyonda riskler fazla olacak ki Stratejik Planda şöyle yazıyor:
* Sosyal yardım ile desteklenen ailelere sosyal hizmet sunumunda istenen düzeye ulaşılamaması,
* Sokakta risk altındaki çocukların tespiti, uygun hizmete yönlendirilmesi ve hizmet sunumunda koordine sorunları yaşanması ve uygun araç/mekanizma eksiklikleri nedeniyle gerekli sosyal hizmet müdahalesi ve takibinin yapılamaması,
* Çocuk koruma sisteminde sorumluluğu olan pek çok kamu kurumu arasında koordinasyonun yetersiz olması,
* Risk alanlarına göre müdahale yöntemlerinin uygulayıcı kurumlar tarafından benimsenmesi ve hayata geçirilmesinin uzun sürebilmesi.
Böyle büyük sorumluluğa sahip olması gereken Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğünün temelinde 1983 yılında kurulan Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) var. Ancak SHÇEK o dönemde bakanlığa değil, başbakanlığa bağlıydı, daha bağımsızdı. 2011 yılında Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı kurulunca bu kurumun görevleri, yetkileri ve bütçesi, bakanlığa devredildi. Uzman personeli ve bütçesi ne oldu bilmiyoruz.
Bakanlığın tek görev alanı çocuklar olmayıp aile, engelliler, yaşlılar da var elbette. İşte o nedenle SHÇEK’in yeri, çok ayrıydı.
Çocuğun bütçedeki yeri için önce Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının bütçesine, sonra da çocuklarla ilgili program ve performansına bakalım:
Bakanlığın 2025 yılı bütçesi için ödenek teklifi 407 milyar TL. Bu bütçeden sosyal yardım ve hizmetlere 397,1 milyar TL ayrılacak. Zaten sosyal yardım ve hizmetler, bu bakanlığın var oluş gerekçesi.
Aile ve Sosyal Hizmetler bakanlığının bütçesine toplam bütçe harcamalarından ayrılan pay, 2025 yılı için yüzde 2,8, 2026 yılı için yüzde 3,8 ve 2027 yılı için de yüzde 3,6 olacak.
Bakanlıkların bütçeleri 5018 sayılı KMYKK gereği performans esaslı program bütçeye göre yapıldığından şimdi de MY bütçe ödeneklerinin çocuklarla ilgili programlara göre dağılımına ve performansına bakalım:
Programın amacı: Çocukların üstün yararı temelinde iyi olma hallerinin desteklenmesi, potansiyellerini gerçekleştirmeye yönelik imkanların ve fırsat eşitliğinin artırılması. Bu bağlamda çocukların korunması ve gelişiminin sağlanması programına 2024 yılında 26,6 milyar TL bütçe ayrılmış. 2025 bütçe teklifi ise 41 milyar TL. 2025 yılındaki bakanlık bütçesinin yüzde 10’u, 2025 toplam bütçesinin binde 2’si.
Bu programın bir de performans göstergesi var ki hayatını kaybeden 5 çocuk bu performans göstergesinde yer almalıydı. Çünkü buradaki performans göstergesi ailesi yanında desteklenen çocuk sayısını arttırmak…
Bakanlık, ailesi yanında desteklenen çocuk sayısını her yıl arttırıp 2024’te 163 bin 995 çocuktan 2025’te 190 bine ve 2028’de 230 bine çıkarmayı planlıyor. Ama bir yandan da kayıpları yazması gerekmiyor mu?
Sonuçta ilgili bakanlığın bütçedeki payı zaten düşük; korunması gereken çocuklar için ayrılan bütçe payı ise minimumda. Üstelik giderek daha fazla sayıda çocuğun bu desteklerden, yardımlardan yararlandırılması planlanıyor. Özetle korunması gereken çocukların bütçedeki yerini büyüteçle arayıp bulabilirsiniz.
/././
Okurlara açık mektup -Tuğçe Tatari-
Önce kendi çocuğum için, sonra da benim gibi bu meselelerle derdi olan anne babaların/aile mensuplarının çocukları için ülkenin en sorunlu beş konusunu ele aldım. Çocuklarımızın aydın, açık fikirli, barışçıl, ayrımcılığı ayıp sayarak, şiddeti reddederek, yaşamı kutsayarak, farklılıklardan beslenerek, toplumsal duyarlılıklar konusunda dünyanın gerisinde kalmayarak ve bir diğerine düşman olmadan yetişmeleri için taşın altına elimizi birlikte koyalım istiyorum…
24 yıllık gazeteciyim. Altı yıl önce kimliklerim arasına annelik de eklendi. Bir oğlum var. Ona taşıyabileceği hâliyle dünyayı, ülkesini, hayatta karşılaşabileceği sorunları anlatmayı, bu konularda onu bilinçlendirmeyi hedeflerken aslında yazarlık yolunda da yeni bir yolculuğa çıktığımın farkında değildim.
Dünyada hem iç hem dış şiddet almış başını giderken, sokaklarda ve hatta okullarda çocuklar birbirini boğazlarken -gerçek anlamda- oğlumu yalan bir dünya algısıyla, pamuklara sararak, hep mutlu sonlu hikâyelerle yaşatmaktansa, anlayabileceği düzeyde hayatın siyahını da beyazını da bilmesine olanak sağlamam gerektiğine inandım.
Bu alanı fazlasıyla araştırdım, birçok okuma yaptım, terapist ve pedagogla bizzat seanslar yaptım, hâlâ daha yapıyorum.
Bu esnada da Batı’nın çocukla iletişimi bizlerden çok daha farklı, başka bir yerden kurduğunu gördüm. Burada bir ‘Batı özentiliği’ yaftasını hak ettim, gerçekten çocuk kitaplarında muazzam bir ilerilikteler, ben büyülendim. Özellikle de kitapları kullanarak günümüz dünyasını olabildiğince net, korku ve endişeden uzak bir yerden, küçük yaştan itibaren çocuklara aktarabildiklerini, onları önce bilgi, sonra fikir sahibi yapabildiklerini gözlemledim. Bu beni çok etkiledi.
Önce kendi çocuğum için sonra da benim gibi bu meselelerle derdi olan anne babaların/aile mensuplarının çocukları için ülkenin en sorunlu beş konusunu ele aldım. (Henüz serinin birinci kitabı olan ‘Biri ve Diğeri’ raflarda yerini almışken, yayınevi şimdi ‘he’ dese hızla ‘ana dilde eğitim’ ve ‘faşizm’i de ekleyerek seriyi yedi kitaba çıkarmayı hayalliyorum ben.) Türkiye için çok yeni olan bu ‘projeye’ hep beraber sahip çıkarsak benim beş diye girdiğim bu iş olur 105!
Biz bu kitapları düşünürken Literatür Çocuk yayınlarıyla çok kafa patlattık. Bu gerçek bir ekip işi de oldu aynı zamanda gerçekten. Ve dedik ki, farklı dertlerin farklı renkleri olsun.
Bu kitaplarla ele aldığımız beş mesele eşliğinde; çocukların savaş mağduru çocuklarla empati yapmasını, kadın ve erkeğin eşit olduğunu kendi sorgu mekanizmasını kullanarak bulmasını, doğanın katlinin insanın sorumluluğunda olduğunu fark etmelerini, barışın emsalsiz bir seçenek olduğunu ve fırsat eşitliği olmadığında avantajlı ve dezavantajlı insan konumuna düşmenin ne demek olduğunu düşünmelerini hedefledim.
Toplumsal bir dönüşümün küçücük bir dişlisi olma amacı güden bu kitaplar için ey okur, senin de yürekten desteğini bekliyorum ve bunu rica ediyorum. Daha önce hiçbir ‘işim’de yapmadım bunu. Ama bu büyük çamurdan; çocuklarımızı düzgün, sağlıklı fikirler üretebilen birer birey olarak eğitmezsek, onları hayatın doğal akışında cereyan eden ‘kamusal meselelerden’den haberdar ederek yetiştirmezsek çıkamayız. Çocuklarımızın aydın, açık fikirli, barışçıl, ayrımcılığı ayıp sayarak, şiddeti -canlıların tümüne- seçenek kabul etmeyerek, yaşamı kutsayarak, farklılıklardan beslenerek, toplumsal duyarlılıklar konusunda dünyanın gerisinde kalmayarak ve bir diğerine düşman olmadan yetişmeleri için taşın altına elimizi birlikte koyalım istiyorum.
Ellerimizi taşın altına koyup da ne yapacağız demeyin, bu konuyu konuşmak, konuşulur kılmak, tartışmak da çok büyük bir kazanım yaratacak.
Bu tip kitapları basabilecek cesareti yayınevlerine verecek.
Hatta yabancı çocuk yayınlarını bir de bu gözle değerlendirmeye başlamalarına onları mecbur edebiliriz. Bir talep yaratılırsa arzı da arkasından gelmek zorunda kalacaktır.
Bu konuda bir miktar ’Türkiye’nin çocuklara bakış açısı’ sorunu var. “Bizim evlatlarımız üzülür, kırılır, incinir, kendini kötü hisseder” kaygısı yaygın.
İyi de bunların hepsi hayata dair duygular. Bunları hiç hissetmeden büyüyen çocuktan sonra ne bekleyeceksin, diye sormak gerekir.
Bu ‘somut’ anlatımlı yayınların azlığı da asla yazar, çizer, okur bulma sorunundan kaynaklanmıyor. Sorun o kitabı basacak cesarette, köhnememiş yayınevi bulmanın iğneyle kuyu kazmaya benzemiş olmasından dolayıdır.
Türkiye’de sadece çocuk yayınları basan 2 bin yayınevi varmış, duy da inanma! Hele gördüklerimi, duyduklarımı, yaşadığım hayal kırıklığını hiç sorma.
Neyse bu konuya ‘Tuğçe gibi’ sert girmeyeceğim, ama sorunun fotoğrafını da çekmeden geçemeyeceğim -üzgünüm Ebru sözümü yarım tutabildim- Ebru Akkaş Literatür Çocuk’un her şeyi, aynı zamanda da benim kitapların editörü. Beni sıklıkla ateşli beyanlardan uzak tutmak ister, buradan ona bir selam vermeden geçemezdim.
Yetişkinlerden umudumuzu hızla kaybettiğimiz bugünlerde çocuklarımızın, yani geleceğimizin doğru bir yerden şekillenmesi için onlara bir fırsat sunalım. Bu fırsatı sunmak, aynı zamanda, bu işi benden çok daha iyi yapacağına emin olduğum binlerce yazara, çizere de alan açmaktır.
Biz bu alanı açtıkça çocuklar zihnen beslenecek, ebeveynler nerelerde hata yaptıklarının, nerelerde eksik kaldıklarının yanıtlarını bulacak.
Neyse çok uzattım yine…
Özetle, biz yolu açalım önce diyorum.
Sonra gençler üretsin.
Çocuklar faydalansın.
Desteğin için şimdiden binlerce teşekkür…
/././
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder