Şişecam patronu refah payını gasbetti -Andaç Aydın ARIDURU-
Şişecam işçilerin yüzde 3’lük refah payını gasbetti. İş yerinde örgütlü sendikanın yönetimi, Şişecam’ın dayatmasına boyun eğdi. Kârlara dikkat çeken işçiler, "Taviz tavizi doğurur" dedi.
2024 yılının ilk 9 ayını 6.5 milyar TL’lik net kârla kapatan Şişecam patronu, işlerin iyi gitmediği gerekçesiyle Kristal-İş’ten toplu iş sözleşmesiyle (TİS) bağıtlanan refah payından vazgeçilmesini istedi. Kristal-İş yönetimi bu dayatmayı kabul etti. İşçiler ise tepkili: “Kazanımlarımızdan vazgeçeceksek neden TİS imzalıyoruz?”
Şişecam patronuyla, işçilerinin örgütlü olduğu Kristal-İş yönetimi arasında yürütülen TİS görüşmeleri 2024 yılının nisan ayında imzalanmıştı. 2024-2026 yılları arasında geçerli olan 2 yıllık sözleşme kapsamında ücretlere ilk 6 ay yüzde 112.7’lik zamma, ikinci 6 ay; 2024 yılının ikinci 6 aylık enflasyonu artı enflasyonun yüzde 20’si kadar refah payına imza atılmıştı. Aralık ayının son bulmasıyla birlikte TÜİK’in verilerine göre 2024 yılında son 6 aylık enflasyon yüzde 15.75 oldu. Böylece enflasyon oranının yüzde 20’si olan refah payı zammı da yüzde 3.15 olmalıydı.
İşçiler bu oranlar üzerinden ücretlerinin ne kadar olacağını hesaplarken Şişecam yönetimi Kristal-İş Genel Merkez yöneticilerini görüşmeye çağırdı. Şişecam patronu bu görüşmede, 2024 yılında işlerin iyi gitmediğini ve ücretlere yapılacak zamlarla birlikte ‘Hat durdurmalar ve kapatmalar’ yaşanabileceğini öne sürdü. Şişecam yönetimi toplu sözleşme ile bağıtlanan refah payından vazgeçilmesini talep etti. Kristal-İş Genel Merkez yöneticileri bu talebi kabul ederken, Şişecam’ın Lüleburgaz, Eskişehir ve Bursa’daki fabrikalarında çalışan işçiler TİS’le güvence altına alınan zamdan mücadele dahi etmeden vazgeçilmesine tepkili.
"VAZGEÇECEKSEK NEDEN TİS İMZALIYORUZ?"
Lüleburgaz’dan bir işçi, “Sözleşmeden taviz vermek sendikayı boşa çıkarır. Bu kayıp, çalışma hayatımız boyunca bize eksi yazacak ve katlanarak büyüyecek” dedi. Gelecek sözleşmelerde bu kaybın telafi edileceğinden kuşku duyduğunu söyleyen işçi, “Şişecam’a milyarlar kazandırıyoruz, işçilerin bu kârdan aldığı pay ise yüzde 5’i geçmiyor” ifadelerini kullandı. Cam işçisi, “Sendikacılarımız bu kazanımı masada bırakmak yerine gelip üyelerine sorması, mücadele etmesi gerekirdi. Sendika taviz vermez mücadele eder” dedi.
Bursa’dan bir Şişecam işçisi de şunları söyledi: “Bize aktarılana göre Şişecam sendikaya ‘Bu sözleşmede ilk 6 ay için böyle yapalım, bir dahaki sözleşmede telafi ederiz’ diyor ve sendika da kabul ediyor. Şunu sormak lazım: Sözleşme bizim için anayasa gibi bir şey. Kazanılmış olan nasıl geri verilir? Yarın çıkıp ramazan erzağını vermiyoruz deseler, o zaman ne diyeceksin?”
“Sen dünya devisin. Koca İş Bankası, koca Şişecam, üç kuruşun hesabını mı yapıyorsun” diyen işçi şöyle devam etti: “Tüm işçilerin maaşı 3 günde çıkıyor zaten. Böyle küçük hesaplar insanın midesini bulandırıyor. Şişecam fabrika kapatacağız lafını önceden de yapıyordu. Birkaç yıl önce Mersin’deki fabrikayı kapatacağız demişlerdi işçileri baskılamak için. Bunu dedikten 6 ay sonra yeni fırın açtılar oraya.”
İşçi, Şişecam yönetiminin sendikayı işten çıkarmalarla korkutmaya çalıştığını ve bunun karşısında mücadeleyi tercih etmek gerektiğini ifade ediyor.
ÇETİNTAŞ: DURUŞLAR YERİNE FERAGATİ SEÇTİK
Konuyla ilgili görüştüğümüz Kristal-İş Genel Başkanı Bilal Çetintaş ise Şişecam yönetiminin 2024 yılı beklentilerini gerçekleştiremediği ve bu nedenle refah payını ödememe talebiyle görüşme talep ettiğini belirtti. Çetintaş, “Geçmiş dönemde iyiyken protokoller imzalamıştık. Şimdi de şirketin hedefleri tutmadı. Bize ‘Bazı bölümlerin kapanabileceği gündeme gelebilir’ denilince refah payından feragat etmeyi tercih ettik. Enflasyon zammıyla birlikte ücretler iyi seviyeye çıkacak” dedi.
KÂRLILIĞINI KORUDU, 18,6 MİLYAR TL’LİK YATIRIM YAPTI
2024 yılı Şişecam’ın net kâr marjının azaldığı bir yıl olsa da şirketin 2024’ün ilk 9 ayındaki net kârı 6.5 milyar TL oldu. Şirketin faaliyet raporlarında, bakım çalışmaları hariç üretimde düşüş olmadığı yer alıyor. Ayrıca 2023 yılında 20 milyar TL’lik yatırım gerçekleştiren şirket 2024 yılının ilk 9 ayında da 18.6 milyar TL’lik yatırım yaptı. Şirket kârlılığı düşen iş alanlarında ise yeni yatırımlarla verimi ve kârlılığı yeniden arttırma adımları atıldığını belirtiyor.
Şişecam’ın Türkiye’deki işletmelerinde 7 bine yakın işçi çalışıyor. Şişecam’ın yılın ilk 9 ayında işçi başına ettiği net kâr ise 930 bin TL. İşçilerin ortalama net ücretleri 62 bin 900 TL seviyesinde. İşçiler şubat ayı ücretlerini TİS ile belirlenmiş yüzde 15.75 ve yüzde 3.15’lik refah payı oranında zamlı alacak olsalardı net ücretler 74 bin 800 TL seviyesine çıkacaktı. Ancak Kristal-İş yönetiminin refah payından feragat etmesiyle ortalama ücretler 72 bin 800 TL düzeyinde olacak. Yani Şişecam işçilere ödemeyi taahhüt ettiği 2 bin TL’yi vermeyerek her ay 14 milyon TL’yi kasasında tutacak.
***
Ford Otosan fabrikada ısıtıcıları kapattı: Üretim yüzde 3 düştü, işçiler soğuğa terk edildi -Arzu Erkan-
2024 yılının ilk 9 ayında 25,6 milyar TL net kâr elde eden Ford, tasarruf gerekçesiyle fabrikada ısıtıcıları çalıştırmadı, işçiler soğukta çalışmak zorunda bırakıldı.(https://www.evrensel.net/haber/539306)
***
Verem değil yoksulluk ve yoksunluk öldürüyor -Zeki Gül-
Verem Farkındalık Haftası bize neyi hatırlatır?
Verem, sağlığın salt bedensel ve ruhsal değil aynı zamanda sosyal / siyasal iyilik hali olduğunu insanlığa belleten temel hastalıklardandır.
‘Yoksulların hastalığı’ der geçerseniz, zenginliğiniz beş para etmez. Zamanında ve etkin tedavi olamayan yoksullarda ilaçlara direnç gelişir, toplumda dirençli verem mikrobu artar, siz zenginler bu dirençli mikroplarla hasta olduğunuzda eyvallahlar olsun…
Sırça köşklerde sağlığın özelleştirilmesini savunursanız hayat verem ile gerçekliğinize ‘kan kusar’. Boşuna değil bizde sosyal güvencesi olmayanlar dahil ilacından hastanesine ücretsiz sağlık hizmeti sunulan belki de tek hastalığın verem olması.
Sosyal devletin sorumluluklarını hatırlatan, gereği yapılmadığında yeni salgınlar ile sistemi cezalandıran bir hastalık verem. Boşuna değil ‘verem maaşı’ vermesi devletin. Bu rakam 2024 yılı ikinci yarısı için aylık 9 bin 77 TL. idi.
Doksanlı yıllara kadar İzmir’in evsiz en yoksulları, yaz aylarında bankları mesken edinir, kış aylarını ise ücretsiz verem kliniklerinde uzun süre yatarak geçirirdi. Rivayet odur ki ilaçlarını kullanmayarak hayatta kalabilmek adına yoksulluğa karşı uzamış ve nükseden veremi tercih ederdiler. Bazılarının tek geçim kaynağı kanlarıydı. Sık sık para karşılığı kanlarını satardılar. Hastaneler onlar için kışın ayazında alternatifi olmayan sıcak bir yuva idi.
Yaşar Kemal’in Hüyükteki Nar Ağacı romanında; Memet ve arkadaşlarının verem salgınını bile bile, geçim derdine Çukurova’ya gitmeleri anlatılır: “Ölüm yokluktan iyi. Sıtma yokluktan iyi. Verem yokluktan iyi.”
Tüberküloz hastalığı koruyucu tedavi ile önlenebilen ve yine tedavi edilebilen bir hastalıktır. Ama erken tanı ve tedavi şart!
Yoksulluk ve yoksunluk çok az hastalıkta bu kadar iç içedir.
Verem, genellikle zayıflamış bağışıklık sistemine sahip bireylerde daha yaygın görülür.
Yoksulluk ve verem ilişkisi sosyal devlet varlık/yokluğunun özetidir:
* Ekonomik yoksulluk: Düşük gelirli bireylerde yetersiz beslenme, bağışıklık sistemini zayıflatır ve verem gibi hastalıklara karşı savunmasız hale getirir.
* Eğitim ve bilinç eksikliği: Yoksulların eğitime ulaşımı daha zor. Yetersiz eğitim, sağlık bilgisine erişimi kısıtlar. Bilgi eksikliği hastalık belirtilerini tanımakta ve tedaviye başvurmakta gecikebilirler.
* Sağlık hizmetlerine erişimde yoksullar dezavantajlıdır. Bu, teşhiste ve tedavide gecikmeye yol açar.
* Yaşam koşulları: Kalabalık ve hijyenik olmayan yaşam koşulları, bulaşıcı hastalıkların yayılma riskini artırır.
* Psikososyal faktörler: Yoksulluk, stres, kaygı ve depresyon gibi psikolojik sorunları da beraberinde getirebilir. Bu durumlar, bağışıklık sistemini daha da zayıflatabilir.
Görüldüğü üzere verem ve yoksulluk/yoksunluk arasındaki ilişki karmaşık ve çok boyutludur. Bu nedenle, veremle mücadelede yalnızca tıbbi tedavi değil, aynı zamanda sosyal ve ekonomik politikaların da geliştirilmesi önemlidir.
Müzik ve edebiyat ruhun gıdasıdır derler. Sahi bu hafta Chopin, Paganini ya da Felix Mendelsshon mu dinlesek! Üçü de verem hastası bestecilerdi. Ya verem tanısı ile üretmeye devam eden Kafka, Cahit Sıtkı Tarancı, Peyami Safa, Rıfat Ilgaz, Memet Fuat, Rüstü Onur okumaya ne dersiniz?
Verem ve hüzün sanatla iç içedir. Bunun klasik Türk müziğinde şaheseri sözleri Namık Kemal’e bestesi Hacı Arif Bey ait bir Segâh makamındaki meşhur şarkıdır:
“Olmaz ilaç sine-i sâd pâreme
Çâre bulunmaz bilirim, yâreme
Baksa tabîbân-ı cihan, çareme
Çâre bulunmaz bilirim, yâreme”
Bu eser hayat arkadaşı Zülf-i Nigâr hanımın vereme yakalanması üzerine Hacı Arif Bey tarafından bestelenmişti.
Yoksullarda daha sık görülmekle birlikte onlarla sınırlı değildir verem. Simon Bolivar, Francois Mitterrand, Winston Churchill, John F. Kennedy, Roosevelt gibi tanınır siyasetçiler de veremden muzdarip olmuşlardı.
Bu hafta Verem Farkındalık Haftası. Eğer iki-üç haftadan uzun süren öksürük, balgam çıkarma, kan tükürme, yüksek ateş, gece terlemesi, kilo kaybı şikayetlerinin bir veya birkaçı varsa ve verem hastası ile uzun süreli temas söz konusu ise muayene olmayı ertelemeyin.
Tüberküloz, COVID-19’dan sonra en fazla kişiyi etkileyen ikinci önemli bulaşıcı hastalık olup dünyada ölüm nedenleri içinde 13. sıradadır. 2020'de “1.5 milyon insan tüberkülozdan öldü” unutmayalım.
COVID-19 salgını temel tüberküloz hizmetlerine erişimi ciddi şekilde etkileyerek öncesine oranla çok daha az sayıda kişiye tanı konularak tedavi edilebildi. Pandeminin yaraları sarılamadan bizdeki ekonomik çöküş bu sorunu daha da artıracağa benziyor.
Denebilir ki bizdeki ekonomik kriz yakın gelecekte hepimizi tüberküloz ile sınayabilir: Ya sosyal devlet ya verem!
Sağlıcakla kalın.
/././
Öcalan görüşmeleri ve CHP -Mustafa Yalçıner-
Başında Erdoğan’la AKP, bilinir, iyi manevralar yapar.
Bu “iyi”, aynı zamanda olumsuz bir anlam ifade ederek, “Dün dündür bugün bugün” türünden işe gelen olağanüstü genişlik ve farklılıkları da kapsasa bile, sözcüğün gerçek anlamıyla ustaca taktik değişikliklerini de belirtiyor.
AKP söz konusu olduğunda, anlaşılacaktır ki, tutarlılık ya da tutarsızlık tartışma dışıdır. İzlenen şu ya da bu taktiğin halkın ve ülkenin çıkarına olup olmadığı da. İzlenen taktiklerde tutarlılık ve halkın çıkarlarına uygunluk aranmamalıdır.
Bu, Öcalan çağrılarıyla Kürt sorununu yeniden gündeme getiren Bahçeli ve MHP açısından da geçerlidir.
Şüphesiz Bahçeli ve MHP’siyle sonunda tamamen hesaplanıp kitaplanmış bir “süreç” yürüttüklerini ve “Terörü bitirmeyi hedeflediklerini” açıklayarak Öcalan çağrılarının ikisinin anlaşmasıyla yapıldığına açıklık getiren Erdoğan ve AKP’sinin amaçları hakkında beklenti içine girilemez. Bu ayrı şeydir ve “iyilik” amaçları kapsamamaktadır.
Sorun, amaçları bir yana Öcalan konulu son AKP-MHP manevrası karşısında nasıl bir tutum alınıp ne yapılacağıdır.
Dervişoğlu ve İyi Parti, Bahçeli’nin çağrısı karşısında Meclis kürsüsüne elinde iple çıkarak ve ardından bilgi için partilerle görüşmeler yapmaya başlayan “İmralı heyeti”ne randevu vermeyerek tutum aldı. MHP’ye yönelik muhtemel milliyetçi tepkileri İyi Partiye kanalize etmeye oynadığı görülüyor. Bir miktar başarabilse de iflah etmeyecektir.
Yerel seçimlerden bir süre sonra “Birinci partiyiz” vurgusuyla “erken seçim” çağrıları yapmakta olan Özel ve CHP son gelişmelere hazırlıksız yakalanmış görünüyor.
CHP’nin yerel seçimleri DEM Parti’nin örtülü desteğiyle kazandığı ve bir “erken seçimi” de yine DEM desteğiyle kazanabileceği açık. Bu nedenle Özel ve CHP Kürt sorununu yok sayamıyor. Ancak son Bahçeli-Erdoğan manevrası karşısında sınıfta kaldı, kalıyor!
Bahçeli ilk çağrısını ekim başında yapmıştı ve aslında düşünüp taşınıp uygun bir taktik geliştirebilmesi açısından CHP’nin en az 3 ayı vardı. Bu sürenin yetmediği anlaşılıyor.
İlk tepki olarak Özel, “Türkiye'de bir daha şehit gelmeyecekse… bir daha anaların gözünden yaş gelmeyecekse… bunun için söylenen her söze CHP olarak kıymet veriyoruz. Biz CHP olarak terörün bitmesine tam destek vereceğiz” demişti.
Eleştirisi vardı: “Ne yapılacaksa TBMM'de yapılmalıdır. Tam bir toplumsal mutabakat olmadan sonuç olmayacak. Bu iş çözülecekse bütün partilerin içinde olduğu bir masada konuşulmalı.” demişti Özel. Zaten öyle ve bu eleştiri yerine oturmadı.
Bir diğer eleştirisi “Kürtlerin Anayasa'ya uygun sorunlarını çözmeden bir kişiye uygun çözümle bu sorunu çözemezsiniz” olmuştu. Bu, tabii ki doğru. Sorun hak eşitliği sorunu ve Türklerin hangi hakkı varsa Kürtlerin de aynısı olmalı!
Eleştirilerini pekiştirerek kendisini sağlama almak amacıyla Özel “Şehit ailelerinin kabul edebileceği çözüme evet deme” şartını getirmişti. Aynı noktada duruyor ve herhangi bir inisiyatif geliştirerek Erdoğan-Bahçeli manevrasına yanıt verebilmiş değil. Hatta yazı yazılırken CHP’nin “İmralı heyeti”yle görüşüp görüşmeyeceği hâlâ belli değildi. CHP yandaşı TV kanallarıyla ekranlara çıkan CHP’li ve destekçilerine bakıldığındaysa görünen, olmazların oynandığı.
Başlangıçta CHP “Ülkenin ve halkın gündeminin ekonomi olduğu”, “Asgari ücretle emeklilerin maaşının kaç çeyrek altın ettiği” görüşündeydi ki bu kuşkusuz doğru. Ancak yanlış olan, başka her şeyin “Gündem saptırmak” olduğu!
Koca bir Suriye sorunu ve ötesinde tüm Ortadoğu’nun sınırların yenilenmesini de kapsayarak yeniden paylaşılması nasıl gündem dışı ve üstelik gündem saptırma olabilir? Dünyanın belli başlı emperyalistleri, iri kıyım gerici bölge devletlerinin katılımıyla Ortadoğu ve Suriye’ye üşüşmüş durumda. Türkiye’nin de bir eli Suriye’de ve Suriye’nin kuzey doğusunda Kürt özerk bölgesi bulunuyor. Bahçeli-Erdoğan manevrası asıl olarak kuzeyi başta olmak üzere Suriye ve Ortadoğu üzerine kurgulu. CHP ise, Kürt sorunu karşısında sessiz kalırken milliyetçiliğiyle manevraya yedeklenmiş görüntü veriyor!
“Birinci partiyiz” ve “Gelecek seçimi kazanacağız” iddiaları havada kalıyor! Manevralara atakla karşılık vermeden “umut” vermek ve seçim kazanmak olanağı yoktur!
/././
Pislik -Arif Nacaroğlu-
Ben en çok Metin Göktepe’yi döve döve katledenlerin bugün ne yaptıklarını merak ediyorum. Çok zaman geçti. Memurluktan emekli olmuşlardır. Mesela bu katiller o gün yaptıkları hizmet(?) için bugün ödüllendirilmişler midir? Yaptıkları pisliğin karşılığında kıyak ihale alıp çocuklarını Avrupa’da, Amerika’da okutmuşlar mıdır?
Mesela Ali İsmail’i tenhada korkakça tekmeleyerek öldürenler, Berkin Elvan’ı hedef gözeterek fişekle vuranlar, Hasan Ocak’ı beş gün işkence ederek katledenler, grevlerde, direnişlerde işçiye ters kelepçe takıp, yerlerde sürükleyenler bugün emekliliklerinin tadını bilmem ne adalarına kaçırdıkları dolarlarla Miami’de tatil yaparak geçirebiliyorlar mıdır?
Mesela Erdal’ı asan cellat Erdal’ı katletmesinin karşılığını Marmaris bilmem ne koyunda villasında içki yudumlayarak mutlulukla hatırlıyor mudur?
Acaba içlerinden en az biri, belki de hepsi, “Bu kadar pisliği sırf yukarıdakiler rahat uyusun, ülkeyi rahatça soysun, ormanları katledip gasbettikleri paralarla Londra’da, Zürih’te, New York’ta, Paris’te ev, sokak, cadde, şato, çiftlik alsın, çocuklarını, torunlarını Avusturya kolejlerinde okutsunlar diye neden yaptık? Bu kadar fedakar(??) emeğimize karşın neden şimdi üç kuruş emekli maaşına mahkum edildik?” diyorlar mıdır?
Bazıları, “Biz vatanı kurtarıyoruz sanmıştık, meğer vatanı yiyenlere meze olmuşuz” diyorlar mıdır?
Mesela Polonez işçisini dövdüğü, milletvekilinin üzerine araba sürdüğü için sucuk ekmekle ödüllendirilen zevat, Ürdünlü patron için yaptığı üstün hizmet karşılığında maaşına zam, madalya filan almış mıdır?
Yoksa hepsi, sırf patronlar özel jetleriyle üzerlerinde uçsun diye yaptıkları bu kadar aptallığın farkına vardıkları için pişman mıdırlar?
/././
Metinler daima yaşar -Nuray Sancar-
‘90’lar Beyaz Toroslara bindirilip götürülen insanlardan bir daha haber alınamadığı, yargısız infazların yapıldığı, gözaltında kayıplar, ölüm çukurları, işkence ile anılan, “Yeşil” kod adlı milisin terör estirdiği gayrinizami harp zamanlarıydı. Kürt basınının muhabirleri ve dağıtımcıları birer birer öldürülüyordu. Ülkenin bir bölümünde adı konulmuş olan OHAL diğer bölümünde adı konulmadan uygulanıyordu. Metin Göktepe gazeteciliğe böyle bir kaos ortamında başladı. Boynundan hiç çıkarmadığı fotoğraf makinesiyle ‘olay yeri’ gazeteciliği yapan hevesli ve heyecanlı genç gazeteci arkadaşımız, içinde yaşadığı bu toz duman ve şiddet ortamında işkenceyle öldürüldü. Sadece Evrensel’in içine değil, gerçekleri yazmanın bedel gerektirdiği halk haberciliğinin içine de bir bomba düşmüş gibi oldu, cenazesine katılan on binlerce kişi bu cinayeti lanetledi.
AKP iktidarı ilk yıllarında bütün bu şiddetin, hukuksuzluğun kendisiyle birlikte sona erdiğini ilan etmişti. Ancak başı sıkıştığında Beyaz Toros gibi simgeleri hatırlatarak ‘90’lı yılların hafızasını canlandırmaktan geri durmadı. Toroslar ve Yeşiller gibi ‘90’lı yılların bir tür halk terbiyesi avadanlığı raftan indirilebilecek, günümüzde ve geleceğimizde hep yaşatılacaktı.
Uğur Mumcu'nun otomobiline bomba koyularak öldürülmesinin üzerinden 31, Metin’in öldürülmesinin üzerinden ise 29 yıl geçti. Korkutarak yönetmeye çalışan siyasal iktidarın hafızasında gazeteci katliamları nasıl müstesna bir yere sahipse emek ve hak gazeteciliği için bir kalkan haline geldi. Mehmet Ağar, Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu’ya ‘Bir tuğla çekilirse bütün sistem çöker’ demişti. Metin Göktepe davası da cinayeti işleyen polisler üzerinden o sistemin yargılanmasına dönüştü. Halk bu sistemi tam da Aşil topuğundan yakaladı.
BASINDA SINIF MÜCADELESİ ŞİDDETİNİ YİTİRMEDİ
Bu Aşil topuğu hâlâ çıplak. Ancak bölgesel kaosun fay hattında bulunan ülkemizde basın havuz medyası ve diğerleri olmak üzere bölünmüş durumda. Birincisinde güdümlü, direktifli manşetler atılıyor. Diğerlerinde ise yıldırma, ev hapsi cezaları, bitmeyen yargılamalar, kayıplar ve öldürmeler devam ediyor. Dil sürçmelerinin bile affedilmediği bir ortamda işlerini yapmaya çalışıyor gazeteciler. Trol çetelerinin başlattığı kampanyalarla gazeteciler avlanıyor, ağır bir sansür mekanizması işliyor. Basında sınıf mücadelesi şiddetini yitirmedi.
Ekonomik krizin giderek ağırlaşmaya başladığı, emekçilerin açlıkla ama aynı zamanda hakları için mücadele etmeye çalıştığı ve her seferinde yine yasaklar ve baskılarla karşılaştığı bir dönem bu. Sendikalaşmaya çalışan, hakları için ücret mücadelesinde olan, iliklerine kadar sömürülmelerine karşı çıkan işçiler de fabrika önlerinde grev çadırları kuruyor, dişe diş bir mücadele yürütüyor. Halk evini, aşını, toprağını, ormanını korumak için gövdesini siper ediyor. Uğur Mumcu’nun ‘araştırmacı gazeteciliği’nden ve Metin Göktepe’nin ‘emek ve hak gazeteciliği’nden kalan miras tam da bu eylemlilik ortamında buluyor can suyunu.
GERÇEĞİN KAYNAĞINA TUTULAN MİKROFON
Metin’in gazetesi bu mirasa her zaman sahip çıktı ve üzerine her dönem yeni birikimler ekledi; organize yalanların içyüzünü, halktan süresiz sabır beklenirken sermayenin halkın cebini nasıl boşalttığını, Ortadoğu’daki gerilimlerin nasıl kışkırtıldığını, yağmayı, rantı gözünü kırpmadan faş etti. Türkiye’nin her yerindeki gönüllü muhabirleri ve mücadelelerin özneleri haberi grevlerin, direnişlerin içinden, yerinden yazdılar. Mikrofonlarını tumturaklı sözler arkasında gizlenen soyguna değil, dolaysız gerçeğin kaynağına tuttular.
Ne olursa olsun, hangi koşulda olursa olsun emek gazeteciliği baskıya ve sansüre, cezalara rağmen yaşatıldı. Yaşatılacak da.
Metin Göktepe öldürüleli 29 yıl oldu; onun sönmeyen gençliğinin parıltısı emekten ve halktan yana basın dünyasında kıvılcımlar çakmaya devam ediyor. Metin Göktepe böyle yaşatılıyor.
/././
Erdoğan Koza Altın’ın adını ‘Türk altın işletmeleri’ olarak değiştirdi -Özer Akdemir-
Varlık Fonu yönetimindeki Koza Altın İşletmelerinin adı Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile Türk Altın İşletmeleri olarak değiştirildi. Adı değişti ama tabiatı aynı!(https://www.evrensel.net/haber/539299)
Düdüklü tencere ekonomisi -Erkan Aydoğanoğlu-
Türkiye ekonomisi, çoğu zaman iç içe geçmiş ve birbiriyle bağlantılı ekonomik ve siyasi süreçlerin de etkisiyle, tıpkı bir düdüklü tencere gibi basınç altında biriken sorunların ağırlığıyla karşı karşıya. Yıllardır uygulanan sermaye yanlısı ekonomi politikalarının ve yapısal sorunlara (yüksek enflasyon, hayat pahalılığı, vergi adaletsizliği, gelir dağılımı eşitsizliği vb.) kalıcı çözümler üretilmemesi nedeniyle oluşan basınç giderek artıyor.
Ülke ekonomisi bir süredir düdüklü tencere gibi işliyor desek abartmış olmayız. Artan enflasyon, hayat pahalılığı, düşük ücretler ve peş peşe gelen zamların toplum üzerinde yarattığı basınç tehlikeli boyutlara ulaşmaya başladı. Son yıllarda satın alma gücü sürekli olarak düşerken, insanlar en temel fizyolojik ihtiyaçlarını (beslenme, barınma vb.) bile karşılayamaz hale getirildi. Market raflarındaki, çarşı pazardaki fiyat etiketleri sürekli değişiyor. Gıda, barınma, ulaşım ve fatura ödemeleri ücretlerin büyük kısmını yutuyor. Son yıllarda etkisini iyiden iyiye hissettiren hayat pahalılığı mutfağın ateşini hiç düşürmüyor.
2025’in ilk günlerinde hemen her şeye en az yüzde 44 zam gelirken, asgari ücrete yüzde 30, memur ve memur emeklilerine yüzde 11.54; işçi emeklilerine yüzde 15.75 zam yapılması tencerenin içindeki basıncı daha da artırdı. Erdoğan-Şimşek programının halkın sadece kemerini değil, aynı zamanda boğazını sıkmaya başlaması basıncı yükseltirken düdüğün çalışmaması halkın ve emekçilerin sabır ve tahammül sınırlarını ciddi anlamda zorlamaya başladı.
Halkın üzerindeki vergi yükü artarken, sermaye sahiplerine sağlanan vergi afları ve teşvikler, gelir adaletsizliğini daha da derinleştiriyor. Kamu harcamalarının önemli bir kısmı müşteri garantili projelere ayrılırken, kamu hizmetleri alanı son 22 yılda neredeyse yarı yarıya daraltıldı. Eğitimden sağlığa, ulaşımdan enerjiye kadar her alanda halkın sırtına gizli zamlar ve ek maliyetler yükleniyor. İşçi ve emekçilere resmi enflasyonun bile altında sefalet zamları yapılıp müşteri garantili ödemelere daha fazla kaynak aktaranlar, halka harcanması gereken paraları bir avuç kapitalistin kasasına aktarmak için taklalar atıyorlar.
Geçtiğimiz yıldan bu yıla birikerek artan sorunlardan hemen hiçbirine yönelik somut çözümler üretilememesi yüksek basınç altında kaynayan düdüklü tencereyi her an patlayacak hale getirmesi, sadece ekonomik değil, toplumsal ve psikolojik anlamda da büyük bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Bu yıl, özellikle asgari ücret zammının beklentilerin çok altında belirlenmesi, halkın sırtındaki vergi yükünün daha da artması, emeklilik haklarındaki yaşanan olumsuzluklar ve eşitsizlikler ile esnek ve güvencesiz çalışma uygulamasının artması gibi konular, emekçilerin gündeminde öne çıkan başlıklardan sadece bir bölümünü oluşturuyor. Bu durumun kaçınılmaz bir sonucu olarak önümüzdeki dönemde bireysel ve toplumsal huzursuzlukların artması, grevlerin ve protestoların yaygınlaşması, halkın taleplerini daha yüksek sesle dile getirmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
2025 yılı, düdüklü tencerenin kaynama noktasına en çok yaklaştığı dönemlerden biri olmaya aday bir yıl olacak gibi görünüyor. Ya tencerenin düdüğü açılacak ve halkın sorunlarına kulak verilecek ya da artan basınç büyük bir toplumsal patlama ile kendini gösterecek. Sonucun nasıl olacağını işçi ve emekçilerin ve onların örgütlü güçlerinin tutumları ve mücadele tarzları belirleyecek.
/././
ASO Başkanı işsizleri beceriksizlikle suçladı
ASO mesleki ve teknik eğitimde okul-sanayi iş birliklerini artırmak amacıyla toplantı düzenlendi. ASO Başkanı Seyit Ardıç, işsizlik sorununu işsizlerin “beceri eksikliği” ile açıklamaya girişti.(https://www.evrensel.net/haber/539281)
***
Türkiye-İsrail rekabeti ve Kürt sorunu -Yusuf Karadaş
Suriye’de Esad rejiminin devrilmesinden sonraki en dikkat çekici açıklamalardan birini İsrail Başbakanı Netanyahu yapmıştı. Netanyahu, “Esad rejiminin yıkılması, İsrail’in İran ve Hizbullah’a vurduğu darbelerin doğrudan bir sonucu” demişti. Öte yandan Dışişleri Bakanı Fidan da “yıllardır HTŞ (Heyet Tahrir el Şam) ile iş birliği yaptıklarını” açıklayarak Türkiye’yi “zafer”in arkasındaki güç ilan etmişti. Bu açıklamalar hem İsrail ve hem de Türkiye’nin Suriye’deki rejim değişikliğinde büyük bir paya sahip olan ve “kazananlar” hanesine adını yazdıran güçler olduğunu ortaya koyuyordu. Ancak Suriye’de rejim değişikliği gerçekleştiği halde Türkiye ve İsrail’in askeri müdahalelerini sürdürmeleri, “kazananlar” tarafında yer alan bu iki ülkenin aynı zamanda burada rekabet halinde bulunduklarını da gösteriyor. İsrail’in Suriye Kürtleri (Suriye Demokratik Güçleri-SDG) ile ilişki geliştirmeye yönelik hamleleri ve Erdoğan iktidarının bir yandan SMO (Suriye Milli Ordusu) üzerinden Rojava’ya yönelik kuşatma ve öte yandan Öcalan’la görüşme üzerinden süreci kontrol altında tutmaya yönelik girişimleri, Kürt sorununun bu iki güç arasındaki bölgesel rekabette önemli bir rol oynayacağına işaret ediyor.
İsrail Başbakanı Netanyahu, geçtiğimiz yılın eylül ayında yapılan Birleşmiş Milletler Genel Kurulundaki konuşmasına elinde iki harita ile çıkmıştı. Haritaların birinde Ortadoğu’da İsrail’le iş birliği yapan rejimler yeşil (Mısır, Ürdün, S. Arabistan, BAE, Sudan ve diğer körfez ülkeleri) ile ve diğerinde ise, İsrail’in düşman olarak tanımladığı rejimler siyah (Suriye, İran, Irak ve Lübnan) ile gösteriliyordu. Netanyahu’nun BM’deki konuşmasından birkaç gün sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan, TBMM’nin yeni yasama yılı açılış konuşmasında “İsrail’in Türkiye’nin topraklarına gözünü diktiğini” söylüyordu. Erdoğan’ın “İsrail tehdidi”nden söz ettiği gün iktidar ortağı Bahçeli, TBMM’de Dem Parti grubu ile tokalaşarak yeni bir sürecin ilk adımlarını atıyordu.
ABD emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), İran’ın başını çektiği ‘direniş ekseni’ gibi ABD çıkarları için sorun/tehdit yaratan rejimlerin yıkılmasını ve bölgenin ABD’nin çıkarları ve İsrail’in “güvenliği” temelinde yeniden dizayn edilmesini amaçlıyor. Son dönemlerde Hamas ve Hizbullah’a vurduğu darbeler ve Suriye’deki rejim değişikliğinde oynadığı rol, İsrail’i bu yeniden dizayn politikasının vurucu gücü olarak öne çıkardı. Bu yeni durum, zamanında kendisini “BOP’un eş başkanı” ilan eden ve “bölgesel liderlik” hevesiyle Suriye’ye müdahalenin öncülüğüne soyunan Erdoğan iktidarını kaygılandırıyor ve sözcülüğünü yaptığı tekelci burjuva gericiliğin yayılmacı emelleri önünde engeller yaratıyor. İşte Erdoğan’ın İsrail tehdidinden söz etmesinin nedeni de İsrail’in, Türkiye’nin bölgesel rolünü/pozisyonunu “çalması”ndan duyulan kaygıdan başka bir şey değildi!
ABD emperyalizminin öncülüğünde Çin’in ‘Yol-Kuşak projesi’ne karşı 2023’te açıklanan ‘Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomi Koridoru’nda (IMEC) Türkiye’nin Baypas edilmiş olması, Erdoğan iktidarı ve Türk burjuva gericiliğin kaygılarının kaynağı konusunda açıklayıcıdır.
ABD emperyalizminin bölgeyi yeniden dizayn etme politikasının vurucu gücü olarak öne çıkan İsrail’in bölgedeki yönelim ve rolünün anlaşılması bakımından dikkat çekici açıklamalardan birini de dışişleri bakanlığı görevini geçtiğimiz kasım ayında devralan Saar yapmıştı. Saar, İsrail’in bölgede Kürtler ve Dürzilerle ittifak halinde hareket etmesi gerektiğini söylüyordu. Suriye’de Esad rejiminin devrilmesinin ardından İsrail’in bu konudaki politikası daha görünür hale geldi. Bir yandan savaş uçaklarından hava savunma sistemlerine, silah fabrikalarından donanmaya kadar Suriye’nin askeri teçhizat ve altyapısını büyük oranda ortadan kaldırıp stratejik noktalarını işgal eden İsrail, öte yandan da Suriye’nin güneyindeki Dürziler ve kuzeyindeki Kürtlerle iş birliğini geliştirmeye çalışıyor. Bu nedenle İsrail, ABD’nin “IŞİD ile mücadele stratejisi” kapsamında Suriye Kürtleriyle yaptığı iş birliğini yeni dönemde de sürdürmesini istiyor.
İsrail Dışişleri Bakanı Saar, geçtiğimiz günlerde Rojava Özerk Yönetiminin Dışişleri Büro Eş Başkanı İlham Ahmed ile bir telefon görüşmesi yaparak iş birliğini geliştirme yönünde yeni bir adım atmış oldu.
Şurası açıktır ki, Kürtlerle iş birliği hem Suriye’deki yeni İslamcı yönetimin kontrol altında tutulması ve hem de Türkiye ve İran başta bölgesel aktörlerle rekabet bakımından İsrail için ‘kullanışlı’ bir politika olarak öne çıkıyor.
Tam bu noktada İsrail’in ittifak politikası üzerinden Kürtlere saldıranlara şu uyarıyı yapmak gerekiyor: Kürt sorunu, önemli bölgesel sorunlardan biri olarak duruyor ve Erdoğan iktidarı bugün bu sorunun çözümsüzlüğünde belirleyici bir rol oynuyor. Dolayısıyla İsrail ya da başka bir gerici gücün bu sorunu kendi çıkarları için kullanmasının önüne geçilebilmesinin yolu, her şeyden önce Erdoğan iktidarının sürdürdüğü politikaya karşı çıkmaktan; Suriye’de Kürtlerin ulusal varlıklarına ve kaderlerini tayin hakkına saygıdan ve ülke içinde de sorunun eşit haklar temelinde demokratik çözümünü savunmaktan geçiyor.
Başka bir deyişle sorunu yaratanlara bir şey demeden sorunu istismar etmek isteyenler üzerinden mağdurlara kin ve düşmanlık kusmak, çözümsüzlüğün ve sorunun istismarının devamını istemekten başka bir anlama gelmez.
Bahçeli’nin sözcülüğüne soyunduğu adı konulmamış süreci ve bu süreçte Öcalan’ın devreye girmesinin istenmesini de bu gelişmelerle bağlantılı olarak okumak gerekiyor. Türkiye egemenleri, bölgedeki yeniden dizayn ve paylaşım mücadelesinde karşı karşıya kaldıkları riskleri ortadan kaldırmaya ve bu süreci bir avantaja dönüştürmeye yönelik bir ‘ön alma’ politikası geliştirmeye çalışıyor.
Ancak burada da tartışmayı iki şeyi birbirine karıştırmadan sürdürmek gerekiyor: İktidarın bu sorun üzerinden dış politikada yayılmacı emellerine alan açmak ve iç politikada yeni anayasa üzerinden kendi ömrünü uzatmak gibi gerici hesaplar yapması, sorunun eşit haklar temelinde demokratik-barışçıl çözümünün ülke ve bölge için bir ihtiyaç olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu nedenle emek, barış ve demokrasi güçleri, iktidarın gerici emellerine karşı çıkarken ülkede demokrasi ve bölgede barış için sorunun tam hak eşitliği temelinde çözümü yönünde mücadeleyi de sürdürmelidir.
/././
(Evrensel)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder