Arabesk mutabakatı -Fatih Yaşlı-
"Halkın sanatçıları olmadan politik mücadele verilemez, bunların olmadığı yerde halka gidilemez, halk da zaten yüzünü size dönmez."
Ferdi Tayfur öldü. Muhtemelen iyi kalpli, vicdan sahibi, düzgün karakterli bir insandı. Yaptığı müziğin de (Orhan Gencebay ve Müslüm Gürses’le birlikte) üç büyük isminden biriydi. Tayfur’un ölümüyle birlikte arabesk yeniden konuşuldu, tartışıldı ama geçmiştekinden farklı olarak, hayli değişmiş bir zeminde, hayli değişmiş bir Türkiye’de söz konusu oldu bu.
Öyle ki Tayfur’un ölümünün ardından geniş toplum kesimlerinde bir yas havası ortaya çıktı, televizyon programları yapıldı, kimi ilkokullarda onun şarkıları çalındı, RTÜK Tayfur’un müziği için “ağlak” ifadesini kullanan TELE 1 programcısı Musa Özuğurlu hakkında inceleme başlattı, Bahçeli kendisini Meclis kürsüsünde andı ve cenazesine katıldı, Erdoğan da İslamcıların kültürel iktidar arayışının son halkası olan Gassal adlı diziye atıfla Tayfur’un şarkılarından bahsetti.
Bu koroya bir kısım solcu da bir tür arabesk güzellemesiyle dahil oldu; arabesk konusunda eski ezberlerden kurtulmak gerekiyordu, arabesk aslında halkın, yoksulların, ezilenlerin sesiydi, arabeski eleştirenler elitizmle malullerdi, halka tepeden bakıyorlardı, halkla kavga ederek bir yere varılamazdı vesaire vesaire.
Dolayısıyla bir zamanlar siyasal kutuplaşmanın bir çıktısı olarak kültürel taraflaşma ve kutuplaşmanın referans noktalarından birini teşkil eden ve üzerine ciddi tartışmalara, polemiklere girilen arabeske dair şimdi geniş bir toplumsal/siyasal mutabakat şekillenmiş durumdaydı. 44 yıllık Türk-İslam sentezinin ve 22 yıllık AKP iktidarının sonucu, nevzuhur solu da içine alacak şekilde, bir arabesk mutabakatına varılmasıydı.
Arabesk, Türkiye kapitalizminin 1960’lar boyunca yaşadığı dönüşüme paralel bir şekilde köyden kente göç eden kitlelerin müziği olarak ortaya çıktı. Yüz binler çalışmak için akın akın büyük şehirlere geliyorlardı ama kapitalizm onlara başlarını sokacak bir ev dahi veremiyordu. Gecekondulaşma bunun bir ürünüydü; proleterleşen köylü kitleleri hazine arazilerine bir gecede kondurulan evlerde yaşamaya başladılar. Her gelen kendisinden sonra gelenin elinden tutuyor, onun evini yapmasına ve iş bulmasına yardım ediyor, hemşeriliğe dayalı dayanışma ağları kuruluyordu.
Arabesk köyle kent arasındaki gri bölgede yaşayan ve daha çok enformel sektörlerde istihdam edilen, lümpen diye adlandırmakta beis görmeyeceğimiz geniş bir toplamın müziği olarak ortaya çıktı ama aslında “sahte”ydi; çünkü onlar tarafından icat edilmiş bir müzik türü değildi. Örneğin bluesla yoksul siyahlar, metal müzikle beyaz işçi sınıfı arasında doğrusal ilişkiler kurulabilir ama arabeskin temsilcileri bu göçmen yoksulların arasından çıkmadılar, arabesk dışarından icat edildi ve onların önüne konuldu.
Bunu elbette ki bir komplo teorisi olarak yazmıyorum, sadece şunu anlatıyorum: Türün kurucusu diyebileceğimiz Orhan Gencebay orta sınıf bir aileye mensuptu, hiç yoksulluk çekmedi, son derece iyi bir eğitim almıştı, batı müziğine hakimdi ve çok sayıda enstrümanı çok iyi bir şekilde çalabiliyordu. Ferdi Tayfur ve Müslüm Gürses görece daha alt sınıflardan geliyorlardı ama onlar da hiçbir zaman büyük şehirlerdeki göçmen emeğinin bir parçası olmadılar, dahası hayli erken bir yaşta şöhrete ve paraya kavuştular.
Köyden kente göçen ve gecekondu yaşamına, derme çatma ve elektrikten, sudan yoksun evlere, bozuk yollara, kanalizasyonsuz mahallelere, toplu taşımasızlığa mahkum edilmiş kitlelerin hepsinin değil ama önemlice bir kısmının tutkuyla sarıldığı arabesk, onlara hiçbir zaman hayatlarının hakikatini anlatmadı aslında. Arabesk şarkıların hiçbirinde o şarkıları tutkuyla dinleyen kitlelerin hakiki sorunları yer almadı, arabesk hiç hakiki sorular sormadı, hiç hakiki yanıtlar vermedi. “Batsın bu dünya” serzenişten öte bir şey değildi, “yakarsa bu dünyayı garipler yakar” bir tür içlenmeydi, “itirazım var”da ise itiraz edilen kaderdi, talihti, yani aslında hakiki bir itiraz söz konusu değildi. Cemal Süreya Orhan Gencebay’ı “of”, Ferdi Tayfur’u ise “ah”la özdeşleştirirken haklıydı; arabesk ezilenler adına bir serzeniş ve iç çekişti, daha ötesi değil.
Arabesk için yoksullar sevip de sevilmeyenler, yoksul olduğu için aşık olduğu kadın tarafından hor görülenler, aldatılanlar, çile çekenlerdi, yani onlar acı çektikleri, özellikle de aşk acısı çektikleri ölçüde ve bu acı onlara şarkı olarak satılabildiği, pazarlanabildiği ölçüde vardılar, gerisi arabeskçileri ilgilendirmiyordu. Bu haliyle arabesk açık bir şekilde bir erkek müziğiydi zaten, kadınların adı bile geçmiyordu. Kader yoksulların -yoksul erkeklerin- yanında değildi ve onlar bu dünyaya çile çekmek için gelmişlerdi, alınlarında bu yazıyordu. Arabesk, yoksulluğu sadece bu bağlamda, platonik aşk bağlamında dert edindi, yani yoksul erkeğin sevilip karşılık görememesi ya da aldatılması bağlamında, gerisi ise önemli değildi.
Arabeskin öznesi olan ve hikayesini anlattığı yoksul erkek figürü, “felsefe parçalıyor” denmesini göze alarak ve Nietzsche’ye ait bir kavrama atıfla yazalım, bir tür “köle ahlakı”nın taşıyıcısıydı. Sevgisi toksik, kendini ve karşısındakini tüketmeye, yok etmeye eğilimli, neşe ve sevinçten uzak, hayatı değil ölümü kutsayan, sinik, ağlak, hınç yüklü, çileci ve elbette ki acılarından haz alma anlamında mazoşist bir ahlaktı burada söz konusu olan.
Arabesk şarkıcıların çoğu ise böyle hayatlar yaşamadılar; yoksul olmadıkları gibi çileci bir yaşam da sürmediler. Aşklar yaşadılar, evlendiler, çocuk yaptılar, onları iyi okullarda okuttular, gayet iyi hayatlar yaşadılar. Yoksullar kendilerinin sesi olduğunu iddia ettikleri arabeskçilerin şarkıları eşliğine ahlayıp vahlarken, arabeskçiler albüm, konser, reklam paralarıyla, pazarladıkları hikayenin çok çok uzağında bir ömür geçirdiler.
Arabeskin ortaya çıktığı yıllar, yoksulların bir bölümünü yüzünü sola, sosyalizme, devrimcilere döndüğü dönemlerdi aynı zamanda. Diyalektiğe uygun bir şekilde proleterleşme bir yanda lümpenleşmeyi, bir yanda devrimcileşmeyi yaratıyordu. Devrimciler o dönemde düzenle kavga ederken arabeskle de kavga ettiler, kimilerinin şimdi yaptığı gibi arabesk şarkılarda boncuk aramak yerine, alternatif bir kültürün yaratılıp yaratılamayacağı üzerine kafa yordular. Cem Karaca’lar, Zülfü Livaneli’ler, Timur Selçuk’lar, Ruhi Su’lar bir büyük uyanışın, bir büyük değişimin ve bir büyük kavganın ürünüydüler, halkla birlikte büyüdüler ve halk da onlarla birlikte halk olmayı öğrendi.
Bugün Türkiye geçmişte neredeyse hiç görülmemiş ölçekte derin ve yaygın bir yoksullukla karşı karşıya. Üstelik bu yoksulluk yöneticilerin iş bilmezliğiyle, yeteneksizliğiyle ilgili değil; bilakis Türkiye kapitalizmi adına planlı programlı olarak işleyen bir program var karşımızda. Şimşek programı olarak da anılan bu program, enflasyonla mücadele adı altında üretilen zenginliği halkın cebinden alıp küçük bir azınlığın cebine koyuyor, halkı yoksullaştırırken o azınlığı zenginleştiriyor.
Buna rağmen bugün Türkiye geçmişte neredeyse hiç görülmemiş ölçekte derin ve yaygın bir suskunlukla karşı karşıya. Açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşamaya mahkum edilmiş kitleler, başı kesik tavuk gibi ne yapacağını bilmez bir halde ortalıkta dolanıyor, giderek daha da umutsuzlaşıyor, içine kapanıyor. Onlara siyaseten yol gösterecek bir siyaset henüz inşa edilemediği gibi, bu yoksulluğu dillendirecek romancıları, şarkıcıları, sanatçıları da yok şu an Türkiye’nin.
Dincilik, milliyetçilik, tarikat ve cemaatler, pop şarkılarına ve rap müziğe de sirayet etmiş, eskisiyle karşılaştırılamayacak ölçüde pespaye bir arabesk, lümpenlik, köşe dönmecilik, bahis ve kumar oyunlarına duyulan ilgi, astroloji, burç, fal vs. hepsi bir arada ve bir büyük mutabakatla, bu bezirgan saltanatı sürsün diye akla ve halka karşı büyük ve topyekun bir saldırıyı kesintisiz bir şekilde devam ettiriyorlar.
Buradan çıkılacaksa bu mutabakatın dağıtılması gerekiyor; bunun için de sadece halkın sesi olacak bir siyasete değil, sanata ve kültüre de ihtiyacımız var. Bugünün koşullarında lüks görülebilir ama roman, müzik, sinema, öykü, şiir vs. bunlar olmazsa politik mücadele de olmaz, halkın sanatçıları olmadan politik mücadele verilemez, bunların olmadığı yerde halka gidilemez, halk da zaten yüzünü size dönmez.
Bu yüzden sol içinde bulunduğu durumdan nasıl çıkacağına dair köklü bir düşünme ve değerlendirme sürecine girecekse ki bana göre girmeli, en başa bunu yazmak, kültür ve sanatın da dahil olduğu topyekun bir silkinişin nasıl olacağı konusunda kafa yormak zorunda.
/././
Devlet yurdunda kalan öğrencilere gerici dayatma: İslami içerik kabul etmeyene internet yok -Özkan Öztaş-
KYK'ya bağlı yurtlarda kalan ve internete bağlanmak isteyen öğrenciler dini içerikli etkinliklerden birini seçmek zorunda bırakılıyor.Gençlik ve Spor Bakanlığı'na bağlı Kredi Yurtlar Kurumu'nda (KYK) kalan öğrencilerin internete bağlanırken karşılaştıkları anket tepkilere neden oldu.
İnternete bağlanmak için çıkan listedeki bir dini etkinliği seçmek zorunda bırakılan öğrenciler, "Zaten doğru düzgün internet alamıyoruz, sürekli kesinti oluyor ve çok yavaş. Bir de bizi buna mecbur bırakırlarken dini etkinlik dayatıyorlar" diyor.
İnternet bağlantısında öğrencilerin doldurması gereken ve doldurmadıkları takdirde internete bağlanamadıkları anket.Dini etkinliği seçmeyen öğrenciye internet hakkı yok
KYK yurdunda internete girmek isteyen öğrencilerin, internet ara yüzünde bağlantı öncesi çıkan ankette çıkan sorular sadece dini etkinliklerden oluşuyor.
"Aşağıda yer alan Değerler Eğitimi Kursları arasından hangilerini tercih edersiniz?" sorusunun sorulduğu anket formundaki seçenekler ise şu şekilde:
- Esma-i Hüsna
- Fıkıh ve Güncel Hayat
- Hz. Peygamberin Hayatı
- Hz. Peygamberler ve Ehl-i Beyt Sevgisi
- Kur'an-ı Kerim
- Peygamber Duaları
- Temel Dini Bilgiler
Bu seçeneklerden birini dahi tercih etmeyen öğrenciler internete bağlanamıyor. KYK yurdunda kalan öğrenciler ise bu gerici dayatmaya tepki gösteriyor. İnternet kalitesinin kötü olmasıyla sık sık gündeme gelen öğrenci yurtlarındaki bu dayatma, çözülmesi gereken asıl sorunları da hatırlatıyor.
'Katılmadığımız etkinliklere katılmışız gibi gösteriyorlar'
soL'a konuşan bir yurt öğrencisi, sorunun bununla sınırlı kalmadığını aynı zamanda bu dayatılan seçeneklerden birini seçmek zorunda kalan çoğu öğrencinin ilgili bir etkinliğe katılmış gibi gösterildiğini ifade ediyor.
Geçtiğimiz gün katıldığı etkinlikleri kontrol eden bir öğrenci, daha önce hiç katılmadığı etkinliklerde kaydının olduğunu fark edince durumu yurt yönetimine taşımış. Yurt yönetimindense "Bir şey olmaz. Bunlar ilerde işinize yarar" cevabı gelmiş.
Öğrencilerin katılmadıkları halde katıldıkları etkinlikler listesinde yer alan bazı başlıklar.Yurt öğrencisi "Katılmadığım etkinliklerde gösterilmem bir tuhaf durum. Ama benim aklıma gelen bu etkinliklerin çoğunluğunun ben katılmasam da yurtta zaten hiç yapılmamış olması. Acaba bu etkinlikler yapıldı gibi gösterilip bir ödenek ya da bütçe alıyor mu bu yurtlar araştırılması gerekir" diyor.
Öğrencilere dayatılan gerici anketleri ve katılmadıkları dini etkinliklerin listede yer alması eğitimde gericileşmenin ve piyasalaşmanın geldiği boyutları tekrar gözler önüne seriyor.
/././
Sonsuzluğa uzanan yolun elçileri: İrfan Alış ve halk ozanlığı -Çağdaş Gökbel-
Bir gün kaptanları tepelediğimizde, sınırların anlamsızlığını herkese kabul ettirdiğimizde, İrfan ve ozanlarımız zafere ulaşacak…
“Kulak verin sözlerime iyice,
Herkes öldürebilir sevdiğini
Kimi bir bakışıyla yapar bunu,
Kimi dalkavukça sözlerle,
Korkaklar öpücük ile öldürür,
Yürekliler kılıç darbeleriyle!”1
Oscar Wilde, kim? İrlanda’nın karanlık, soğuk, umut vadetmeyen topraklarından süzülen bir halk ozanı. Yazıyla ve kâğıtla olan ilişki, şairi yoksul bir köylüden ve sözlü kültürden ayıran ve onu yüksekçe bir tahta yerleştirip, ruhunu öldüren tanımların ötesine geçmektir, halk ozanlığı. Herkes kolay kolay halk ozanı olamaz. Elbette bu yüce değerin peşinden gelen parlak kaftanı, yani şairliğin o ağır yükünü her insan kaldıramaz.
Peki, Oscar Wilde’yi ne öldürdü? Onu ölümsüz kılan tüm koruma kalkanlarını ne uğruna yok ettiler? Politikadan, işkenceden, açlık grevlerinden, ölüm oruçlarından, zalime karşı yiğitçe dövüşen adamdan şimdi geriye ne kaldı? Popüler kültür onu bizden almadan önce bu direngen halk ozanı, artık tüketimci aşk ilişkilerinin romantik bir objesi olarak, ruhsuz imajların sembolü oldu. Reading zindanının soğuk duvarlarında gördüğü küçücük elleri, gözyaşlarıyla ıslattığı yanaklarından geriye kala kala dudak boyalarıyla kirletilmiş bir mezar taşı kaldı. İnsanlık sömürü ve kraliyet uğruna Oscar Wilde’ın mezarına tükürdü. Vasiyeti niteliğinde yazdığı ve popüler kültüre lanetler savurduğu güçlü sözleri, karanlık dehlizlere kapatıldı. Bu yakışıklı halk ozanının son vasiyetine şuursuzca yüz çevirdi insanlık. Özel hayatıyla konuşulmak istemeyen adamın hayatı, adına gazeteci denen profesyonel halk düşmanları tarafından lime lime edildi. Yoksul halkın vicdanından fışkıran o çığlık sosyalizmin genç, yakışıklı ve zarif ruhu soğuk bıçak darbeleriyle acımasızca katledildi.
“Kimi gençken öldürür sevdiğiniKimileri yaşlı iken öldürür;
Şehvetli ellerle öldürür kimi
Kimi altından ellerle öldürür;
Merhametli kişi bıçak kullanır
Çünkü bıçakla ölen çabuk soğur.”
Halk ozanlarını ve onların hatıralarını layığıyla koruyamadığımız için geriye kocaman ve kesif bir karanlık kaldı. O karanlığın içinde yüzyıllar geçse de, halk ozanları üzerlerine atılan kara toprağa, zifte, asfalt denen modern ucubeliğe rağmen, inatçı yeşil kollarını çatlaklardan güneş ışığına doğru uzattı.
İrfan, işte böylesi bir sıkışmışlığın içerisinden fışkırıp gülümsedi yüzümüze. O, şiirden anlamayan, halk ozanı dendiğinde evrene rezilce boş gözlerle bakan, para hırsıyla yanıp tutuşan sermayenin kör ruhunun katliamlarından sıyrılıp gelen bir yiğitti. Nereye baksa para gören, fırsat gören, doymak bilmez bir canavar Gargantua olan burjuvalar acınası yaratıklardır. Bu yüzden erdem avamdır; bu yüzden erdemsizlik mülkiyet sahiplerinin karanlık kalplerinden fışkıran irin gibidir. Fışkıran bu irin, tüm toplumu hasta eder. Hasta olan toplum, harekete ve kamusal olanın selametine yabancılaşır. İlerlemeye, atılıma, bir iş bir eylem olmaya engel, sırtına kene gibi yapışan bu asalağı, sırtından söküp atmalıdır toplum. Söküp atamadığımız her gün Dorian Gray’in portresi gibi çirkin bir ucubeye dönüşüyor insanlık.
"İrfan gideli haftalar geçti, aylar geçti, yıllar geçecek; sen daha yazı masasına yeni mi oturuyorsun?" diye soruyorlar… Herkes onu unutmaya yüz tuttuğunda, hatırlatmak için ne kadar geç, o kadar iyi diye yanıt veriyorum. Hafızası bir balıkla yarışan günümüz insanının panzehri halk ozanlarının sözlerinde, ruhunda, gözlerinde ve kalbinde. Bu panzehri etkili bir biçimde kullanabilmek için duyacak kulaklara, görecek gözlere ve hissedecek kalplere ihtiyacımız var. Binlerce kilometre uzakta, İrlanda adasında İrfan’ın ve Peyk’in kolektif ezgileriyle yazı masasına oturan, Cobh Limanı'nda karardıkça kararan soğuk Atlantik sularına bakıp hüzünlenen bir zihin var. Hiç tanışmayan ama birbirini çok iyi tanıyan zihinler bunlar. İntihar oranlarının yüksek düzeylerden bir türlü aşağıya inmediği, insanın umudunu sulara karıştırıp hiç ettiği bir coğrafyada İrfan Alış’ın ezgileriyle tutunduk yaşama. Modern yaşamımızın en büyük ağıtlarından biri olan "Köleler ve Kilitler" sayesinde hatırladık dehümanize olan ve koca denizin dibine sürüklenen "kaçak" yaşamları.2 Bu ağıt, tüm dünyada insanlıktan çıkarılan ve katli vacip sayılanların aslında birer insan olduğunu hatırlatan bir isyandı. Bir gün kaptanları tepelediğimizde, sınırların anlamsızlığını herkese kabul ettirdiğimizde, İrfan ve ozanlarımız zafere ulaşacak…
Hiç tanışmadık; ama birbirimizi tanıdığımız insanlardan daha çok ve yakından tanıyorduk. Tıpkı bizden yüzlerce yıl önce yaşayan Oscar Wilde gibi. Tıpkı çağımızın bir diğer vicdanlı sesi olan Nihat Behram gibi. Birbirimizi yüz yüze tanımamamız gerekmiyor; sözümüzü dünyanın neresinde işitirsek işitelim yüzlerce yıl sürmüş bir dostluk hissine kapılırız.
Şiir yazmak çok zor bir iştir. Çünkü şiir, aslında müzikle doğrudan ilişkilidir. Şiir, dilin notalarını doğru yerde ve doğru zamanda kullanmaktır. Şair, bunu ustaca yapabilen kişidir. İrfan Alış, bana göre bir şarkı sözü yazarı değildir. Şarkı sözü demek stereotipleşmek, piyasa tanrısı denen zebaniye yenilmek demektir. Para kazanmayı, yoksul bir çocuğun acılarının önüne koyan yamyamların iyi bildiği işlerdir; bir makine gibi şarkı sözü yazmak. Ozanları öldürür, toplumu öldürür ve zihinleri öldürür bu popüler profesyonel katiller. İrfan, hiçbir zaman onlardan biri olmadı. O, Víctor Jara gibi bir halk ozanı olarak aramızdan ayrıldı. Gidişi aniden ve çok hızlı oldu. Hepimizi şok etti, tıpkı yazdığı şiirler gibi ölümü de yapıştı yakamıza ve son bir kez sarstı bedenimizi. Geriye ruhumuza bıraktığı izler ve o izleri koruma görevi kaldı. Bu görev hepimizin boynunun borcu. İrfan’ın ruhumuza bıraktıklarını İrlanda halkına anlatmak bir diğer görevimiz. Bu görev bizim üzerimizdedir; İrfan kardeşim gittiğin yerde müsterih ol ve hep o güzel yüzünle bize gülümsemeye devam et. Dorian Gray’in portresi, narsizme batmış bireyin trajedisini anlatırken ve kalbimizi bu karanlıkla yüzleşmeye teşvik ederken, senin portren tam tersi asla bozulmadan olduğu gibi kalacak. Hep aynı yaşta, hep aynı güzel yüzünle bize bakacaksın kardeşim. Adını ve sözlerini yad ettiğimiz eser tamamlandığında soluğu yanında alacağım…Böylece yıllar sonra tanışacak ve kimsesizlerin hikayelerini birlikte tartışacağız. Hiç bozulmadan, hiç değişmeden; diyalektiğe, bilime ve her şeye başkaldırarak birlikte başaracağız bunu. Ne mutlu ölümsüzlüğü kucaklayan ozanlarımıza, ne mutlu onların hatıralarını bozulmadan saklayabilen insanlığa!
“Gemiler eski balık için olan
Kaçak kim ki lan!
O da işin yalanı
Nere kaçarsan kaç felek bulur kaçanı
Kitlidir ambarlar sanki insan kapanı
Oysa sahiller öyle yakındı uzatsan değerdi ayağın
Bir gemi batıyor cani sulara
Kilitler var kapıları kapatır
Sınırlar var insanları kuşatır
Köleler var kilitleri üretir
İşte o kilit boğdu kaçakları
Çünkü kaptanlar korkar isyandan
Fırtınalardan bile fazla
Çocuklar sarıldı cani sulara
Çünkü kaptan korkar isyandan
Fırtınalardan bile fazla
Bir gemi batıyor cani sulara
Yalanı bol kilidi bol dünyanın
Çilesi bol kapısı bol gemisi
Alçak kaptan sırra kadem o anda
Keşke anlattıklarım yalan olsa
İşimiz var gücümüz var
Saçma sapan derdimiz var
Sözüm ona Tanrı'mız var
Merhamet yok
Sözde insanlar korkar Allah'tan
Galubela'dan bu yana
Bir gemi batıyor cani sulara
Yalanı bol kölesi bol dünyanın
Kapısı bol kilidi bol gemisi
Alçak kaptan sırra kadem o anda
Keşke anlattıklarım yalan olsa
İnsanın insana ettiğine bak!”3
- 1.Oscar Wilde / Reading Zindanı Baladı
- 2."Köleler ve Kilitler / Cep Hikayeleri No:92" https://www.youtube.com/watch?v=HIISbLy5dlw&t=98s Erişim Tarihi:05/01/2025
- 3.‘Göçmen trajedilerine değinen bir şarkı: 'Köleler ve Kilitler' https://haber.sol.org.tr/haber/gocmen-trajedilerine-deginen-bir-sarki-k… Erişim Tarihi: 05.01.2024
Yücel'e ulaşamayan arkadaşları, polis nezaretinde çilingirle kapıyı açtı. Olay yerine gelen sağlık ekipleri hareketsiz yatan Yücel'in hayatını kaybettiğini belirledi.
Yücel'in cenazesi, memleketi Isparta'ya getirilmesinin ardından dün Merkez ilçesine bağlı Sav'da ikindi namazını müteakiben defnedildi.
İHA’nın haberine göre, Yücel'in ise sodyum nitrat içerek intihar ettiği tespit edilirken olayla ilgili soruşturma devam ediyor.
ASELSAN’da 2006 yılından bu yana, F-16 savaş uçakları, milli tank, insansız hava araçları (İHA), uzun namlulu yeni nesil silahlar gibi önemli projelerde çalışan 8 mühendis hayatını kaybetti. Şüpheli ölümleri bugüne kadar 8 Cumhuriyet Savcısı soruşturdu.
***
Ülkü Ocakları eski yöneticisi çatışmaya gittiği Suriye’de öldürüldü, MHP’liler taziye diledi
Suriye’de SMO bünyesinde çatışmalara katıldığı belirtilen Gebze Ülkü Ocakları eski yöneticisi Muhittin Çukur’un Lazkiye’de “çatışmada” öldüğü duyuruldu. MHP’liler taziye diledi.(https://haber.sol.org.tr/haber/ulku-ocaklari-eski-yoneticisi-catismaya-gittigi-suriyede-olduruldu-mhpliler-taziye-diledi)***
Kobani’de yeni ABD üssü inşaatı: Emperyalizmin Kosova örneği Suriye'ye mi geliyor?-Ogün Eratalay-
Suriye’de Esad'ın devrilmesinin ardından yeni yönetim kurulmaya çalışılırken, ABD ordusu yoğun bir lojistik faaliyet içinde. Yerli ve yabancı sitelere konu olan gelişme artık saklanamayacak boyutta.
Suriye’de rejim değişikliğinin ardından hızlı gelişmeler yaşanıyor. Bugün artık hiç kimse bu gelişmelerin ABD, İngiltere ve İsrail önderliğinde, bölgedeki Arap sermayesinin desteğiyle gerçekleştirildiğini sorgulamıyor. Türkiye’deki AKP iktidarı da bu trene yetişmek için çaba gösterirken ana belirleyici unsur olma çabalarının ne ölçüde sonuç getireceği hâlâ belirsiz.Güncel gelişmeler
Gündem hızlı şekilde akıyor. Ülkede yönetimi ele alan Heyet Tahrir'uş Şam (HTŞ) lideri Ahmed Şara geçtiğimiz günlerde ülkeye gelen Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock ve Fransız Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot ile görüştü. Rejimin Dışişleri Bakanı Hasan eş Şibani ise Katar-Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün ziyaretlerine başladı.
Üs inşaatı için hareket halinde olan tırlarResmi seviyede bu gelişmeler yaşanırken, ABD Silahlı Kuvvetlerinin sahada büyük bir lojistik faaliyet içinde olduğu görülüyor. Halihazırda Suriye’de üsleri olan ABD, Kobani / Ayn el Arab kırsalında giriştiği inşaat faaliyetiyle bölgede önemli bir askeri tahkimat peşinde. CENTCOM bünyesinde IŞİD’e karşı güncel harekât haberleri eşliğinde1 ilginç gelişmeler yaşanıyor. CENTCOM açıklamasında askerî harekâtın Suriye Demokratik Güçleriyle (SDG) işbirliği halinde yapıldığı belirtilirken, SDG’nin önemli üssü konumundaki Kobani / Ayn el Arab kırsalında inşa edilmekte olan üs önemli işaretler barındırıyor. Öte yandan ABD Silahlı Kuvvetlerinin Orta Doğu, Asya ve Güneydoğu Asya bölgelerindeki askeri varlığının ilgili birimi olan CENTCOM komutanı Orgeneral Michael Kurilla’nın geçtiğimiz İsrail’i ziyaret ettiğini ve İsrail Genelkurmay Başkanı Korgeneral Herzi Halevi tarafından kabul edilip son duruma dair bilgilendirildiğini de hatırlatalım.
M4 karayolu üzerindeki eski ABD üssü Halep yolu üzerindeki inşaatEmperyalizmin Kosova örneği tekrarlanacak mı?
ABD’nin üs inşaatını nerede başlatmakta olduğu henüz resmî olarak açıklanmış değil. Kobani / Ayn el Arab ile Halep arasındaki otoyolda bir inşaat dikkat çekerken, aynı kenti Ayn İssa kentine bağlayan yoldaki eski Lafarge çimento üretim tesisinin de ABD tarafından bir dönem üs olarak kullanıldığını belirtelim.
Üssün yerinden bağımsız olarak varlığının ayrı bir değeri var. Yugoslavya’nın NATO saldırılarının ardından hedef alınarak parçalanmasının ardından emperyalizmin Kosova’da yaptıkları daha dün gibi akıllarda. Emperyalizme boyun eğse de egemen bir ülke olan Sırbistan topraklarında ayrılıkçı Arnavut milliyetçiliği desteklenerek çıkarılan olayların ardından Kosova adında bir ülke icat edilmişti. Bu ülkenin varlığının en büyük garantisinin de ABD’nin kendi toprakları dışındaki en büyük üslerinden Bondsteel Üssü olduğu biliniyor.
Bondsteel Üssü, KosovaTürkiye sermaye bağlantısı ve geçmiş işbirliği
Konunun bir de ilginç bir sermaye boyutu var. Geçmişte Irak’ın işgali sırasında binlerce ABD askeri Saddam rejimi tarafından terk edilen üslerde ve havaalanlarında kalmıştı. Bu askerlerin kaldıkları kamplar da Türkiye sermayesi tarafından inanılmaz kârlarla gerçekleştirildi. Emekçi halkın tepkisiyle yeterli çoğunluğa ulaşamayan Mart 2003 tezkeresiyle Türkiye topraklarına ABD askerinin konuşlanması engellense de Türkiyeli patronlar Irak’ın işgalinde ABD’ye tüm desteği sunmuştu. Savaş dönemi olduğu için ABD için para değil teslim süresi olduğu için bu kamp inşaatları sayesinde büyük holdingler o dönem ihya oldu. Bu kamplardan öne çıkan Umm Kasr veya El Esad bölgelerindeki askeri üslerin Türkiye sermayesi tarafından referans proje şeklinde gerçekleştirildi; kampların mobilyasından klimasına, jeneratöründen prefabrik inşaatına, konteynerlerinden beton duvarlarına kadar tüm ihtiyaçları Türk patronlar tarafından karşılandı.2
- 1.https://www.centcom.mil/MEDIA/PRESS-RELEASES/Press-Release-View/Article…
- 2.https://www.dorce.com.tr/projeler/b1-al-asad-lsa-askeri-kamplari-lsa-fa…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder