Toprağın 2 bin yıl koruduğu tarih 2 yılda tahribata açık hale geldi -Yusuf Yavuz-
Antalya’da toprağın 2 bin yıl koruduğu tarih, belediye eliyle yürütülen kazı ve seyir terası projesiyle iki yılda tahribata açık hale geldi…Antalya’nın anıtsal simgelerinden biri olan tarihi Hıdırlık Kulesi’nde Büyükşehir Belediyesi tarafından Ekim 2023’te başlatılan arkeolojik kazı ve seyir terası projesi ihale sözleşmesine göre 180 günde tamamlanması gerekiyordu. Ancak yaklaşık 9 ay gecikmeli olarak devam eden çalışmalar halen tamamlanmazken, kazı alanında açığa çıkarılan tarihi dokunun yoğun yağışların olduğu kış mevsiminde su ve yosunlaşmadan etkilenerek zarar gördüğü kaydedildi. M.S I. ve II. yüzyıllarda Roma döneminde yapıldığı tahmin edilen bir mezar anıtı olan tarihi yapının çevresinde yaklaşık bin metrekarelik alanda kazı yapılırken, bu çalışmalar kapsamında bir hamam ve sütunlu yol açığa çıkarıldı, 75 kasa dolusu seramik elde edildi. Ancak yaklaşık 2 bin yıldır toprak altında korunan tarihi dokunun aylardır süren çalışmalar nedeniyle tahribata açık hale gelmesi uzmanların eleştirisine konu oldu. Hıdırlık Kulesi çevresinde açığa çıkarılan arkeolojik kalıntıların yağmur ve taban suyundan korunamadığına dikkati çeken uzmanlar, cam örtünün sera etkisi yaparak bitki ve yosunlanmayı artıracağı için yanlış bir seçim olduğunu savunuyor.
Antalya’nın simgesi olan anıtsal yapılar arasında yer alan tarihi Hıdırlık Kulesi, geçmişte kentin kale surlarının bir parçasıydı. 1930’lu yılların başında, "rüzgârı engelliyor" diye bu bölgedeki surların bir bölümü dönemin Belediye Başkanı Hüsnü Karakaş tarafından yıktırıldı.
Mausoleum’dan gözetleme kulesine, depodan seyir terasına
Geçmişi Roma dönemine uzanan Hıdırlık Kulesi’nin aslında bir mezar anıtı (mausoleum) olarak inşa edildiği belirtiliyor. Ancak Geç Roma (Bizans), Selçuklu, Beylikler, Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemlerinde gözetleme kulesi, depo ve başka amaçlarla kullanılan tarihi yapı büyük ölçüde korunarak günümüze kadar ulaştı.
Hıdırlık Kulesi son adını Antalya Sultanı Hıdır Bey'den mi aldı?
Antalya Falezleri üzerinde, Akdeniz’e bakan konumda inşa edilen Hıdırlık Kulesi’nin bu adı Beylikler döneminde 14. yüzyılda kentin yöneticisi olan Hamitoğulları’nın bir üyesi olan Hıdır (Hızır) Bey’den aldığına dair görüşler bulunuyor. Ünlü seyyah İbn Battuta’nın 1332’de başladığı Anadolu seyahatinde Alanya’dan sonra uğradığı Antalya’da dönemin Sultanı’nın Yusuf Bey oğlu Hıdır Bey olduğundan söz ediyor. İbn Battuta, ünlü seyahatnamesinde, Antalya ziyaretinde Ahilerin misafiri olduğunu, bu dönemde Hıdır Bey’in hasta olduğunu, iç kalede yer alan sarayına giderek ziyaret ettiğini ve yanından ayrıldıktan sonra Bey tarafından çeşitli hediyeler gönderilerek kendisine iltifat ettiğini not ediyor.
Batılı seyyahların çizimleriyle belgelendi
Hıdırlık Kulesi’nin, 18. yüzyıldan itibaren kenti ziyaret eden Batılı seyyahların çizimlerinde de Antalya surlarının bir parçası olarak kaydedildiği görülüyor. 1900’lü yılların başlarına tarihi yapı fotoğraf kareleriyle kayıt altına alınmış, zaman içinde çevresindeki değişime karşın, kozmopolit bir liman kenti olan Antalya’nın evrimine tanıklık eden Hıdırlık Kulesi günümüze kadar ayakta kalmayı başarmıştır.
18 yüzyılın ortalarına doğru Antalya Limanı ve kent surları. Corneille Le Bruyen (1728)Sahte mimar skandalından Hıdırlık Kulesi de payını aldı
Antalya’da turizm hareketi başlayınca, tarihi yapıları ‘turizme kazandırma’ girişimlerinden göz önündeki Hıdırlık Kulesi de etkilendi. 1990’lı yıllarda yenilenen çevre düzenlemesiyle turizm kenti Antalya’nın ziyaretçi çeken cazibe merkezlerinden biri olan Hıdırlık Kulesi ve çevresinde Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından 2021 yılında kazı ve restorasyon projesi başlatıldı. Ancak bu projede şantiye şefi olarak görev yapan Avni Tekinarslan’ın diplomasının sahte olduğu ortaya çıkınca, tarihi yapı bu kez bir skandalla gündeme gelmişti. Mimarlık diploması sahte olduğu belirlenen Tekinarslan’ın, Hıdırlık Kulesi dahil birçok restorasyon projesinde sahte diploma kullanarak görev yaptığı ortaya çıkmış, konu yargıya taşınmıştı.
Büyükşehir 2023’te kazı ve seyir terası projesi başlattı
Antalya Büyükşehir Belediyesi 2023 yılında Hıdırlık Kulesi ve çevresinde bu kez seyir terası projesi başlattı. Ekim 2023’te Büyükşehir Belediyesi’nin yaptığı ihaleyi, Ankara merkezli bir firma kazandı. 30 Ekim 2023 tarihinde yapılan ihale sözleşmesine göre, arkeolojik kazı ve cam seyir terasından oluşan proje, 65 milyon 942 bin 730 TL bedel ile Gökalp Proje Müşavirlik A.Ş adlı yükleniciye verildi. Kentin en çok ziyaret edilen tarihi Kaleiçi bölgesinde yer alan Hıdırlık Kulesi’nin çevresi yaklaşık iki yıldır şantiye görünümünde.
Başkan Böcek 100 milyona mal olacağını açıklamıştı
Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek, 11 Mart 2024 tarihinde seçim çalışması için ziyaret ettiği Kaleiçi’nde Hıdırlık Kulesi’ndeki çalışmaların yaklaşık 100 milyona mal olacağını belirterek çalışmalar tamamlandığında Kaleiçi’ne yaptığı katkıların görüleceğini dile getirmişti.
180 günde bitecekti, 9 ay geçti hâlâ bitmedi
İhale duyurusunda yer alan bilgilere göre ihaleye konu projenin süresi 180 gün olarak belirtilmişti ancak 31 Ekim 2023 tarihinde başlayan çalışmalar Nisan 2024’te bitirilmesi gerekirken hâlâ tamamlanabilmiş değil. Edinilen bilgilere göre kazılarda ortaya çıkan bulgular nedeniyle projenin revize edildiği, bu nedenle işin tamamlanmasının uzadığı öne sürüldü. İhale takvimine göre işin teslim süresinin üzerinden yaklaşık 9 aylık bir zaman geçmesine karşın Hıdırlık Kulesi’nin çevresindeki kazı alanı tahribata açık şekilde bekliyor.
Açığa çıkarılan tarih tahribata uğruyor
Antalya Büyükşehir Belediyesi geçtiğimiz günlerde Hıdırlık Kulesi’ndeki çalışmalarda sona yaklaşıldığını duyursa da yoğun yağışların olduğu kış döneminde açığa çıkarılan zemin mozaikleri ve mimari parçaların suya maruz kalması eleştiri konusu oluyor. Konuyla ilgili görüşlerine başvurduğumuz uzmanlar, Hıdırlık Kulesi’ndeki kazı ve çevre düzenlemesi projesinin uzamasının açığa çıkarılan kültür mirasının tahribatına neden olduğunu savunuyor.
Antalya'nın sıcak ve nemli ikliminde cam örtü yanlış uygulama
Açığa çıkarılan mozaiklerin üzerinin kapatılması gerektiğine işaret eden uzmanlar, konservasyonu yapılmadığı için tahribata açık hale geldiğini belirtiyor. Arkeolojik dokunun cam örtü ile kaplanmasının da Antalya’nın iklimi ve yüksek nem oranı dikkate alındığında yanlış bir uygulama olduğunu savunan uzmanlar, sera etkisiyle bitkilenme ve yosunlanmanın artacağını, nemin tarihi dokuya zarar vereceğini dile getiriyor.
Hıdırlık Kulesi'ndeki kazı alanının üzeri cam örtü ile kapatıldı ancak uzmanlar yüksek nemden dolayı oluşan ıslaklığın tarihi dokuya zarar vereceği uyarısında bulunuyor.'2 bin yıldır toprağın altında korunan tarih 2 yılda tahribata açık hale getirildi'
Halen tamamlanamayan projeyle ilgili dikkat çekilen bir başka nokta ise açığa çıkarılan tarihi dokunun suya maruz kalması. Sağlıklı bir drenaj çalışması yapılmadığının gözlendiğini dile getiren uzmanların görüşü özetle şöyle: “Her yağmurda açığa çıkarılan doku zarar görüyor. Yaklaşık 2 bin yıldır toprağın altında korunarak günümüze ulaşabilen Hıdırlık çevresi, yapılan kazı ile 2 yılda tahribata açık hale getirilmiştir. Korunamayacaksa keşke açılmasaydı. Üzerini camla örtmekle Antalya gibi sıcağı ve nemi yüksek bir kentte konservasyon yapılmış olmuyor. Ortaya çıkarılan taban mozaiklerinin suya maruz kaldığı görülüyor. Dışarıdan bakınca bile burada korumacılık adına hiç de iyi bir uygulama olmadığı anlaşılıyor. Günümüzde birçok sergileme ve tanıtma yöntemleri var. Burayı illaki kazmak gerekmiyordu. Animasyonlar, video teknikleri ve başka birçok yolla buradaki tarih anlatılabilirdi. Milyonlar harcanarak tahribata neden olundu. Milletin, kamunun parasına yazık oldu.”
'Tarihi yapı projenin gölgesinde kaldı'
Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin Doğu Garajı’ndaki Nekropol Alanının ardından Hıdırlık Kulesi’ndeki kazı ve cam seyir terası projesinde ikinci kez sınıfta kaldığı görüşünü dile getiren konunun uzmanlarına göre burada yapılan çevre düzenlemesi tarihi dokuyu da gölgeleyecek nitelikte. Çalışmanın öznesi olan Hıdırlık Kulesi, çelik, cam ve ahşap malzemenin ağırlıklı olduğu uygulamanın gölgesinde kalıyor. Ülkenin dört bir yanında moda haline gelen cam seyir terası projelerinden Antalya’nın tarihi ve doğal mirasının bir arada olduğu falezlerin ve Hıdırlık Kulesi’nin de nasibini almasının, gelecekte kullanım, bakım ve denetimsizlikten kaynaklı daha büyük sorunların yaşanacağının habercisi olarak görülüyor.
Kazı ve seyir terası projesi başladığı dönemlerde Hıdırlık Kulesi (2023)Belediye yetkilileri Roma'yı Hitit dönemine taşıdı
Tarihi yapının çevresinde Antalya Müzesi denetiminde Büyükşehir Belediyesi ekipleri tarafından yürütülen kazı çalışmaları sırasında ortaya çıkarılan sütunların olduğu bölüm, belediye yetkilileri tarafından “Roma dönemine ait 3500 yıllık sütunlu cadde bulundu” denilerek “büyük keşif” olarak basına servis edilmişti.
Akıl almaz tarihleme hatası: ‘3 bin 500 yıllık sütunlu bir cadde bulduk’
Antalya Büyükşehir Belediyesi Etüt Proje Şube Müdürü Ezgi Öz, çalışmalar sırasında Roma Dönemi’ne ait 3 bin 500 yıllık sütunlu bir cadde bulunduğunu savunarak, “Kaleiçi’nin önemli bulgularından biri. Üç Kapılara kadar uzanıyor. Burada da denize kadar olan bağlantısını bulduk. Aslında o caddeyi ayağa kaldırıyoruz. 3 bin 500 yıl önce Roma Dönemi’ne ait. Kültür Bakanlığımız devamının olduğunu öngörüyor, tahmini 800 metre olduğunu düşünüyoruz. Şu ana kadar yaklaşık 100 metrelik kısmına ulaştık” ifadelerini kullanmıştı.
“Bizim için koruyarak kullanmak çok önemli. Bu anlamda tarihe önem veren bir başkanla çalışmak bizim için çok güzel” diyerek Başkan Böcek’e de atıfta bulunan Öz’ün bu açıklaması arkeoloji camiasında şaşkınlık yarattı. Henüz Roma devletinin tarih sahnesine çıkmadığı, sütunlu cadde kavramının olmadığı, Anadolu’da Hititlerin hüküm sürdüğü bir döneme tarihlendirilen Hıdırlık Kulesi’ndeki buluntuların 3500 yıllık diyerek sunulması tepki çekti.
Hıdırlık Kulesi ve çevresi hâlâ sorular ve sırlarla dolu
Hıdırlık Kulesi’ndeki kazı alanında açığa çıkarılan sütunların olduğu duvar da aylardır tahribata açık şekilde bekliyor. Cadde olduğuna ilişkin henüz kesin bir bilgiye ulaşılamayan sütunlu alanın mezar anıtı ile aynı döneme tarihlendirilebileceği düşünülüyor. Kulenin güneyinde bir de villa kalıntıları bulundu. Falezlerin parçalanmasıyla bazı kalıntıların denize düştüğü belirtiliyor. Bu alanda bulunan anfora kalıntılarından yola çıkılarak, mezar anıtının hemen altındaki kıyıda antik döneme ait bir iskele olabileceği düşünülüyor. Ancak bu konuda kesin bir sonuca varmak için henüz erken olduğu belirtiliyor. Falezlerin üstünde, bugün de ziyaretçileri büyüleyen Akdeniz ve Beydağları’na bakan bu alanda pagan inancın yaygın olduğu dönemde dini törenler yapıldığı tahmin ediliyor.
Bütün bu öngörü ve tahminler, Hıdırlık Kulesi ve çevresinin geçmişiyle ilgili kesin yargılara ulaşabilmek için başka birçok bulgu ve belgelere ihtiyaç olduğunu ortaya koyuyor.
/././
ABD, Fransa ve Suudi destekli Joseph Avn Lübnan Cumhurbaşkanı seçildi
Lübnan Meclisi’nde oturumun ikinci turunda, Genelkurmay Başkanı Joseph Avn cumhurbaşkanı seçildi. Hizbullah'ın desteklediği aday ABD, Fransa ve Suudilerin bastırmasıyla adaylıktan çekilmişti.(https://haber.sol.org.tr/haber/abd-fransa-ve-suudi-destekli-joseph-avn-lubnan-cumhurbaskani-secildi-397303)***
İddia: 'İsrail, Suriye'nin kantonlara ayrılması için uluslararası konferans hazırlığında'
İsrail basını, İsrail hükümetinin Suriye'nin kantonlara ayrılması için uluslararası bir zirve hazırlığında olduğunu ve girişimin direnişle karşılaşması ihtimaline karşı gizli tutulacağını öne sürdü.(https://haber.sol.org.tr/haber/iddia-israil-suriyenin-kantonlara-ayrilmasi-icin-uluslararasi-konferans-hazirliginda-397305)***
Gidişat!-Rıfat Okçabol-
2025’in "Aile Yılı" olarak ilan edilmesi bile piyasacılık ve gericilikle ilişkilidir. Son zamanlardaki bu gelişmeler, rastgele olan gelişmeler değildir. Ülkenin nereye sürüklendiğini görmek gerekir.
Suriye’de laik rejimi deviren şeriatçı HTŞ-Culani, ilk iş olarak evrim konusunu müfredattan çıkarmıştır.
Çünkü evrim konusu, bilimsel anlayışın temel taşlarından biridir; insanla, doğayla ve yaşamla birebir ilişkilidir. İnsanın merak edip sorguladığında ve araştırdığında gerçeğe ulaştığını gösteren ve insana bilimsel anlayış kazandıran bir olaydır. Evrim anlayışı kişiyi, sorunların çözümünü kutsal kitabında aramak yerine, aklını kullanıp binlerce yılda üretilmiş bilgi ve deneyimlerden yararlanıp araştırma yapmaya yönlendirir.
İnsanlık tarihi bile evrim niteliğinde olan bir süreçtir. İlk insanlar, on binlerce yıl buldukları ve topladıklarıyla açlıklarını gidermişlerdir. Sonra taş ve sopalarla, keşfettikten sonra da madenleri kullanarak binlerce yıl avcılık yapmışlardır. Ardından bazı hayvanları evcilleştirmişler, tarımsal üretime başlamışlar, yazıyı ve tekerleği icat edip nehir ve deniz taşımacılığı yapmışlardır. İnsanlar, yaşadıkları sorunları gidermek ve yaşamlarını kolaylaştırmak için örneğin silah, iğne, iplik, müzik, ilaç, aşı, gözlük, elektrik, telefon, radyo, televizyon, organ nakli, bilgisayar ve uçak gibi araçları icat etmişlerdir. Günümüzde yaşamımızı yok eden silahlarla yaşamımızı kolaylaştıran tüm araçlar, inançlardan ya da dinlerden yararlanarak değil, yalnızca insan aklıyla emeğinin ürünü olarak icat edilmemiştir.
İnsanlar binlerce yıl dünyanın düz ve evrenin merkezi olduğunu düşünmüş ve buna inanmışlardır. Hatta dünyanın öküzün boynuzu üzerinde durduğuna inananlar olmuştur. Gözlem yapanlar, olayları sorgulayanlar ve araştırma yapanlar, dünyanın düz olmadığını, güneşin ve de kendi ekseni etrafında dönen bir gezegen olduğunu ortaya koymuştur. Bilim depremin, öküzün boynuzunu sallamasıyla ya da yörede yaşanan günahlarla ilişkili olmadığını fay hareketleri nedeniyle olduğunu ispatlamıştır. İnsan bilimsel yaklaşım sayesinde, neden yağmur ve kar yağdığını anlamış ve suni yağmur ile suni kar yağdırma başarısını göstermiştir. Bilime önem verenler, çöl niteliğindeki toprakları bile verimli araziye dönüştürebilmişlerdir.
Özellikle 1800’lerden itibaren bilimsel bulguları kullanarak gelişen kapitalizmin doğa ve emek sömürüsünü artırması, bize şu acı gerçeği göstermiştir: Bilimselliğe değil de inançlarına ağırlık veren toplumlar, kolaylıkla sömürülmektedir. Onun için ABD, üç çeyrek asırdır doğa ve emek sömürüsünü yaygınlaştırırken piyasacılığı ve gericiliği desteklemekte, Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde de şeriat anlayışını işlevsel kılmaya çalışmaktadır. Çünkü şeriatçı anlayışların yaygın olduğu ülke insanı, tüm olayları kadere bağlama eğilimindedir. Bir şeyleri merak etmekten, sorgulamaktan ve eleştirmekten kaçınmaktadır. İşin gerçeğini aramaktansa kendisine söylenenlere sorgusuz sualsiz inanmayı ve olayları kadere bağlamayı yeğlemektedir. Onlar için örneğin 7 şiddetindeki bir depremde Japonya’da pek bir hasar olmazken Türkiye’de 10 şehrin birden harabeye dönüşmesi kaderdir! Dere yatağına yapılan binanın ya da deniz kenarına yapılan otobanın çökmesi, bilimsel bir hata değil, kaderdir! Zenginler zenginliklerini katlarken asgari ücretle çalışanlarla en alt düzeyde emekli maaşı alanların açlığa mahkum edilmesi de kaderdir! Sorgulamayanlarla eleştirmeyenler, “Geçmişte CHP camileri yaktı; eşitsizlik kadının fıtratında var; Cumhuriyet kurulacağına Yunanlılar işgal etseydi” diyene de kolayca inanmaktadırlar.
İnsanların sorgulamasını, eleştirmesini, kısaca gerçeği araştırmasını istemeyenler, haklı olarak şeriatçı anlayışlardan medet ummaktadırlar. Bilimselliğe düşmanlık besledikleri gibi, “Laiklik dinsizliktir” ya da “Müslüman laik olmaz” gibi söylemleri sıklıkla kullanmaktadırlar. ABD ve AKP, laiklik anlayışını körelteceği beklentisiyle, düne kadar terörist dedikleri ve başına ödül konulan HTŞ lideri ile bugün kucaklaşmaktadırlar.
ABD’nin “Bizim oğlanlar başardı” dediği 12 Eylül 1980 darbesini yapanlar, ABD’nin taşeronluğunu benimseyip Sünni Hanefi anlayışını tüm topluma dayatmak için din kültürü ve ahlak bilgisi (DKAB) dersini zorunlu yapmışlardır. Üniversitede edineceği mesleğin niteliğine ve kurallarına değil de inancına göre davranma olasılığı yüksek olan imam hatip lisesi mezunlarına üniversiteye girme izni verilip imam-öğretmen, imam-hakim, imam-hekim… yetiştirilmesinin önü açılmıştır. Arkasından Anavatan Partisi’nin eğitim bakanı Vehbi Dinçerler, eğitimde evrim kuramı yerine yaratılış düşüncesine ağırlık vermiştir.
AKP’nin 2003’ten beri uyguladığı piyasacı ve gerici politikalar, AKP’li öğrenci yetiştirecek "Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli" ve öğretmen yetiştirecek Milli Eğitim Akademisi ile geçen yıl tavan yapmıştır. Gericileşme 2025’in ilk günlerinde de devam etmektedir.
* İstanbul’da bir ortaokulda, 7. sınıf öğrencilerine Kabe maketi tavaf ettirilmiştir.
* Eğitim bakanlığı tarikat niteliğindeki Peygamber Sevdalıları vakfı ve Ülkü Ocakları’yla protokol imzalamıştır.
* İçişleri Bakanlığı, İŞİD üyesi olduğu için "Aranan Teröristler" listesine koyduğu kişiyi, HTŞ lideri Culani tarafından generalliğe atanınca terörist listesinden çıkarmıştır.
22 yıllık AKP iktidarında, yoksulluk arttıkça tarikatlaşmanın yaygınlaştığı da unutulmamalıdır. 2025’in "Aile Yılı" olarak ilan edilmesi bile piyasacılık ve gericilikle ilişkilidir. Son zamanlardaki bu gelişmeler, rastgele olan gelişmeler değildir. Ülkenin nereye sürüklendiğini görmek gerekir.
/././
Birkaç güncel not -Mesut Odman-
Kimine göre bir süreç, kimine göre müzakere, kimine göre bunların hiçbiri olmayan, üstelik böyle diyenlerin suçlu değilse bile en azından şüpheli konumuna sokulacakları bir “şey”…
İlki son günlerin hemen her alanı kaplayan, en son magazin boyutları da eklenen konusu ile ilgili. Koalisyonun küçük ortağının başındaki kişinin kimlerle tokalaştığı ile başlayıp çok yakın zamanların “teröristbaşı”, “bebek katili” ve benzeri sıfatlar olmadan adı anılmazken şimdilerde neredeyse bu adlandırmalar için özer dilenecek hükümlüsünün örgütüne “dağılın” buyruğu vermek üzere parlamento kürsüsüne çağrılmasıyla devam eden, ardından nasıl seçildikleri bilinmeyenler arasında yer alan bir heyetin hâlâ ne konuşulduğu açıklanamaz ziyaretleriyle süregiden, kimine göre bir süreç, kimine göre müzakere, kimine göre bunların hiçbiri olmayan, üstelik böyle diyenlerin suçlu değilse bile en azından şüpheli konumuna sokulacakları bir “şey”…
Şu son sözcük olmasaymış dilimizde, ne her günkü konuşmalar, ne siyasal görüşmeler, ne de derin tartışmalar olabilirmiş herhalde. Yine de siz siz olun, onu çıkarın yazdıklarınızdan, konuştuklarınızdan, atın gitsin. Nasılsa, özellikle günlük konuşmalarınızda, bir kapı, pencere ya da bir delik bulup sızacaktır. O kadarının çok zararı olmaz, deyip geçebilirsiniz.
Geçenlerde, böyle deyip çok gerilere atmış olmayalım, iki gün önce bir arkadaşım bu konuda tartışırken bir söz etmişti, onu hatırladım şimdi. İznini almadığım için adını vermeyeceğim. Mesleki bir sapma denebilir mi bilmem ama, diye söze girerek kendisine haksızlık ettikten sonra şöyle sürdürmüştü: Bizim meslekte herhangi bir sorunla ilgili olarak tartışmaya başlarken önce sorunu tanımlamaya çalışırız. Ondan sonra çeşitli boyutlarını, başka sorunlarla bağlantılarını falan irdeleriz. Burada durmadan konuşanların bir sorundan söz ettikleri anlaşılıyor, ama sorunun ne olduğu belli bir açıklıkla ortaya çıkmıyor; çünkü tanımlanmış değil.
Bu belki de kasıtlı olarak göz yumulan ya da yol verilen belirsizliği pekiştiren şöyle bir saptama da kolayca yapılabiliyordu, bunu da konuştuk. Sürükleyici konumda bulunan politikacıların tümü değilse bile, onların iktidarda olanlarının hemen hemen tümü üç beş ayla anlatılabilecek kadar kısa bir süre önce “Kürt sorunu” diye bir sorun bulunmadığını ya da kalmadığını ileri sürüyor, hatta böyle düşünüp konuşanlara çeşitli ağırlıktaki suçlamalar yöneltiyorlardı. Ancak, ne olmuşsa olmuş, bu konu yeniden “sorun” mertebesine yükselmiş, ayrıca listenin başına yerleşmişti.
Az önceki “ne olmuşsa olmuş” anlatımı var olan bir belirsizliğin yansıması olmakla birlikte, biraz abartılı görünüyor. Eldeki verilerin ve bilgilerin yetersizliği yüzünden buradan yola çıkarak sözü uzatmak boş bir spekülasyon anlamına gelebilir. Dolayısıyla, yöntemsel sayılabilecek bir değinme yeterli olacaktır: İktidarın her yeni konu arayışını gündem saptırma olarak değerlendirmek yanlış olmakla birlikte, iç-dış etkenlerin zorlamasıyla başvurulan gündem değiştirme girişimlerinin bir ucunun iktidarın ömrünü uzatma çabalarına bağlandığını unutmamak gerekir. Nedeni oldukça basittir; her iktidar için ömrünü uzatmak en doğal reflekslerden biridir. Ayrıca, gündem belirlemek hem iktidar olmanın sağladığı bir imkândır hem de bu imkândan gereğince yararlanamamak, bir tür intihar ya da intihar girişimidir. Sonunda, “kendim ettim, kendim buldum” demek de “bir teselli ver” diye yakarmak da kâr etmez.
Şu son satır güncel notlarda bir başka havaya geçmek bakımında elverişli mi, bilmem. Ama pat diye geçiş eleştirisinden kaçınmak bakımından büsbütün yararsız da sayılmaz.
Ünlü arabesk müzikçimizin yeni yılın hemen başındaki ölümü, oldukça yaygın, bir o kadar da farklı etkilere yol açtı; güncel notlar arasında oraya da gelebiliriz. Farklılıklar arasında gerçekten üzülenler olduğu kadar tanınmış şarkıcının müziği konusunda görüş bildirenlere göz açtırmamaya hazır zaptiyeler de çıktı elbette. Bizim Fatih Yaşlı Çarşamba günkü yazısında serinkanlı bir değerlendirme yaptı. Orada ayrıntı düzeyindeki bir değinmenin aklıma getirdiğine işaret etmeden geçemeyeceğim.
“Devrimciler o dönemde düzenle kavga ederken arabeskle de kavga ettiler, kimilerinin şimdi yaptığı gibi arabesk şarkılarda boncuk aramak yerine, alternatif bir kültürün yaratılıp yaratılamayacağı üzerine kafa yordular. Cem Karaca’lar, Zülfü Livaneli’ler, Timur Selçuk’lar, Ruhi Su’lar bir büyük uyanışın, bir büyük değişimin ve bir büyük kavganın ürünüydüler, halkla birlikte büyüdüler ve halk da onlarla birlikte halk olmayı öğrendi.”
Bu satırlar bana bizim Yalçın Hoca’nın burada adı geçen Livaneli için yaptığı “teneke sesli” eleştirisini hatırlattı. Teknik anlamda bir görüş belirtecek durumda değilim, bu eleştiriye ne katılmam ne de karşı çıkmam doğru olur. İyi bir müzik dinleyicisi olduğumu söyleyebilirim sadece; hatta buradaki “iyi” sıfatını silsem kendime daha az iltimas geçmiş olacağım da söylenebilir. Ama doksanların başlarında yazdığım bazı dizeleri hatırlamadan edemiyorum:
“futbol oynamaktan gelmişim/ pırıl pırıl güneşli bir pazar sabahı/ bir ekmekle iki gazete alıyorum bakkaldan/ çıkarken gözüme ilişiyor o magazin başlığı/ kapı önüne tutturulmuş mandallarla/ kulakları çınlasın bizim hoca’nın/ teneke sesli türkücüsü/ şehr-i stanbul’un yufka yürek başkan adayı/ orduya küfür etti mi, diye”
Ayrıca, Ruhi Baba’nın adının orada bulunmasını da onaylamıyorum doğrusu. Bir zamanlar arkadaşımız olmuş, İşçi Kültür Derneği falan kurduğumuz Timur Selçuk’un da…
Derken, çok eski bir arkadaşımız düşüyor güçsüz belleğimden. Kardeşiyle yakın arkadaşız. Kendisi bizden altı yedi yaş kadar büyük. Mülkiye’li. Çok iyi bir klasik müzik dinleyicisi. Okul yıllığında lakabı “senfonik” diye geçiyor. İşte o abimiz, Maliye Bakanlığı bursu ile ABD’ye yüksek lisansa gönderilmiş. Oradan dönerken bayağı güzel ses veren bir makaralı teyp getirmiş; rafta dikey olarak dururdu, şimdiki gençler bilmezler. Oradayken radyodan kaydettiği bir program vardı. Şostakoviç’in Beşinci Senfonisini dinletiyor program sunucusu. Çalmadan önce de bilgilendirici bir duyuru yapıyor. Stalin’in ağır eleştirileri olmuş Dördüncü Senfoniden sonra. Şostakoviç de “Bir sanatçının haklı eleştirilere yanıtı” ithafıyla beşinciyi bestelemiş. Programcının “An artist’s reply to just criticism” diye boğuk bir sesle sunuşu, nedense, pek hoşumuza giderdi.
İşte o abimiz, üç beş yıl kadar sonra olmalı, İstanbul Boğazı’ndaki gemi seferlerinin yönetimiyle görevli genel müdürlüğün başına getirilmişti. Kuruluşun bağlı olduğu bakan, ulaştırma bakanlığı idi galiba, bizim abimizin Mülkiye’den sınıf arkadaşı imiş. Bizimkinin ilk işlerinden biri gemilerde çalınıp duran arabesk müziğin yasaklanması olmuştu. Onların yerine, işte, Beethoven, Şostakoviç, başkaları çalınmaya başlamış. Birkaç gazetede haber yapılmıştı. Bunu duyar duymaz bir telgraf çekmiştim kendisine: “Abi, senden de bu beklenirdi zaten. Tebrikler, sevgiler” Böyle yazmış olmalıyım.
Buraya kadarı iyi, güzel de, bizim dostumuzun saltanatı kısa sürdü. Bakan mı değişmişti, yoksa buna benzer bir değişiklik mi olmuştu, kendisini de görevden aldılar. Böylece, Boğaz seferlerinin benzersizliği kısa sürmüş oldu.
Arabeskçiler bayram etmiştir herhalde.
/././
Fransa ile gerilen, Çin'le yakınlaşan Çad'da Başkanlık Sarayı'na saldırı
Çin Dışişleri Bakanı Vang Yi, Çad'da Cumhurbaşkanı Muhammed İdris Debi İtno ile bir araya geldi.Çad'da Başkanlık Sarayı’na düzenlenen saldırıda 18 saldırgan ile bir hükümet görevlisinin öldüğü açıklandı. Fransa'yla askeri anlaşmalarını sonlandıran Çad'ı Çin Dışişleri Bakanı ziyaret etmişti.(https://haber.sol.org.tr/haber/fransa-ile-gerilen-cinle-yakinlasan-cadda-baskanlik-sarayina-saldiri-397294)
***
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder