soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -9 Ocak 2025-

İzmir'de belediye işçilerinin eylemi sona erdi: DİSK anlaşma sağlandığını duyurdu

İzmir Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı İzenerji ve İzelman'da maaşların yatmaması nedeniyle başlayan eylemler sona erdi. Ödemelerin bugün ya da yarın yapılacağı duyuruldu.

İzmir Büyükşehir Belediyesi'ne (İZBB) bağlı İzenerji ve İzelman'da çalışan 6 binin üzerinde işçi maaşlarının geç ödenmesi ve alacakları nedeniyle iş bırakmıştı.

Önceki gün sabah saatlerinde iş bırakan Genel İş Sendikası üyesi işçiler, Basmane'deki DİSK binası önünde buluşarak, İZBB'nin çalışma ofislerinin bulunduğu Kültürpark önüne yürüdü. Basmane Meydanı'nda açıklama yapacak olan işçiler İZBB Başkanı Cemil Tugay'ın tehditlerini haber alınca hollere doğru yürüyüşe geçti. Tugay eyleme katılan işçileri "tutanak tutmakla" tehdit etti. İzmir Büyükşehir Belediyesi'nde yapılan açıklamada da eylemin "hukuksuz" olduğu öne sürüldü.

"Hakkımız olanı istiyoruz" sloganı atan işçiler dün sabah saat 06.00-07.00 arasında otobüsleri de durdurdu.

Bugün ya da yarın ödeme yapılacak

DİSK Genel İş Sendikası yaptığı açıklamayla İzmir Büyükşehir Belediyesi'nde devam eden iş bırakma eyleminin sonlandırıldığı duyurdu. Sendika yaptığı açıklamayla eylemi sonlandırdıklarını ilan etti:

"Değerli İzenerji ve İzelman emekçileri;

2 gündür vermiş olduğumuz mücadelemiz sonucunda ve Genel Başkanımız Remzi Çalışkan’ın işveren ile yapmış olduğu görüşme üzerine işverenin bölge temsilcimiz Memiş Sarı’yı arayarak maaşlarımızın Perşembe günü gün içerisinde yetiştirilememesi durumunda en geç kesin olmak kaydıyla Cuma günü hesaplarımıza geçeceği tarafımıza bildirilmiştir. Bu süreçte emeğine, ekmeğine ve mücadelesine sahip çıkan İzelman ve İzenerji emekçilerine  1,2,3 ve 9 no'lu şube yönetim kurulları ve işyeri temsilcileri olarak teşekkür ediyoruz."

Kesintideki personel gideri payı çok düşük

İZBB Başkanı Cemil Tugay, İller Bankası'ndan belediye bütçesine aktarılan paydan 1,6 milyar TL’lik kesinti yapıldığını duyurmuş, bu kesintinin öncelikli sonucu olarak işçilerin maaşı geciktirilmişti.

Ancak kesintinin içerisindeki personel giderinin payının oldukça düşük olduğu anlaşılmıştı.

soL, İller Bankası'ndan 2023 yılında İZBB'ye gelen paranın belediye gelirinin sadece yüzde 13'ü, personel giderininse aynı yıl toplam gelirlerin yalnızca yüzde 8,2'si olduğunu tespit etmişti.

                                                                 ***

Hatay'da bir gazeteci konteynerlerdeki depremzedeleri hedef gösterdi: 'Keyif çatıyorlar, ihtiyaç sahibi değiller'-Özkan Öztaş-

Hatay'da HRT TV sunucusu Ali Yolcu, konteyner kentte kalan depremzedeleri hedef gösterdi: "Çoğu ihtiyaç sahibi olmayan, konteynerde keyif çatan kişiler."

Hatay'da yayın yapan HRT TV'nin sunucusu Ali Yolcu, geçtiğimiz günlerde programı sırasında, elektrik kesintileri nedeniyle durumu protesto eden çoğu öğretmenlerden oluşan depremzedeleri hedef gösterdi.

Gazeteci Ali Yolcu'nun konteyner kentlerde yaşayan depremzedelere yönelik sert ifadeleri sosyal medyada ve çeşitli platformlarda gündem oldu. Yolcu, konteynerde kalanları “bedavacı” olarak nitelendirerek, yardımların suistimal edildiğini iddia etti. 

Yolcu’nun açıklamalarına göre, konteyner kentlerde kalanlar iki gruba ayrılıyor: “İhtiyaç sahipleri” ve “hiçbir ihtiyacı olmayanlar.” Yolcu, ihtiyaç sahibi olmayanların konteynerlerde kalmayı tercih ettiğini, çünkü “her şeyin bedava” olduğunu öne sürüyor. Gazeteci Yolcu, konteynerlerde klima ve ısıtıcıların sürekli çalıştırıldığını ve bunun "kaynak israfına neden olduğunu" söylüyor. 

“Türk gençleri konteynerlerde keyif yapıyor” diyen Ali Yolcu, depremzedelerin iş bulma ve normal hayata dönme çabalarını “keyif” olarak nitelendiriyor.

HRT TV sunucusu gazeteci Ali Yolcu, elektrik kesintileri eylemlerini eleştirirken, "Emekli, asgari ücretli ödüyorsa sen de ödeyeceksin" dedi, sorunun fatura ödemek istenmediğinden kaynaklandığını iddia etti.

'Depremzedelere bedavacı demek gerçeği çarpıtmaktır'

Ali Yolcu’ya, Defne Halk Temsilcileri Meclisi Sözcüsü Hizam Hasırcı’dan sert bir yanıt geldi. Hasırcı, Yolcu’nun konteyner kentlerde yaşayanları ve öğretmenleri hedef alan açıklamalarını eleştirerek, yapılan açıklamanın gerçeği yansıtmadığını vurguladı.

Hasırcı, soL’a yaptığı açıklamada konteyner kentte yaşayan öğretmenlerin herhangi bir bildirim yapılmadan elektriklerinin kesilmesine karşı eylem yaptığını belirtti. “Orada yaşayan öğretmenler sayaç takılmasın diye eylem yapmadılar. Doğrusu şu: Öğretmenlere herhangi bir ihtarname yapılmadan elektriklerinin kesilmesine karşı eylem yapıldı” diyen Hasırcı, öğretmenlerin mağduriyetine dikkat çekti.

'Sorun AFAD ile elektrik dağıtım şirketi arasında, sorunun kaynağını gizlemeyin'

Hasırcı, yaşanan sorunun konteynerdeki ailelerle ilgili olmadığını, AFAD ve Toroslar Elektrik A.Ş. arasındaki bir anlaşmazlıktan kaynaklandığını ifade etti. “Buradaki sorun AFAD ve Toroslar A.Ş. arasındadır. Öğretmenler ve orada kalan bütün aileler mağdur edilmiştir” dedi.

Hizam Hasırcı, Ali Yolcu’nun gazetecilik etiğine uygun davranmadığını vurguladı: “Araştırma yapmadan, olayı tam öğrenmeden birilerinin borazanlığını yapmak meslek etiğine sığar mı Sayın Yolcu?”

'Gazeteci olarak aileleri dinlemeliydiniz'

Hizam Hasırcı, gazeteci Ali Yolcu’nun konteyner kentte yaşayan ailelerle hiç görüşmeden genelleme yaptığını belirtti: “Sadece konteyner kentlerde kimse hak etmediği yerde olmamalı. Zahmet edip bir gazeteci olarak gelip oradaki aileleri dinleyebilirdiniz” diyen Hasırcı, bu tür girdilerin dayanışma ruhunu zedelediğine dikkat çekti. 

Hasırcı açıklamalarında, depremzedelerle dayanışmanın önemine dikkat çekerken, medyanın bu süreçte sorumluluk alması gerektiğini hatırlattı. Deprem mağdurlarını hedef almak yerine, mağduriyetlerin giderilmesi için çaba gösterilmesi gerektiğini altını çizen Hizam Hasırcı, özellikle soğuk kış aylarında temel ısınma ihtiyaçlarının karşılanması için yapılan eylemin "konfor arayışı" ya da "bedavacılık" olarak nitelendirilmesinin kabul edilemez olduğunu belirtti. 

Ne olmuştu?

Hatırlanacağı üzere, Hatay’ın Defne ilçesinde depremzede öğretmenlerin yaşadığı Şehit Öğretmen Necmettin Yılmaz Geçici Konaklama Merkezi’nde, elektrikler kesilmişti. Kesinti, İl Afet ve Acil Durum Müdürlüğü’nün (AFAD) elektrik faturalarını ödememesi nedeniyle gerçekleşmişti.

Konteyner kentte 210 ailenin yaşadığı ve tüm temel ihtiyaçların elektrikle karşılandığı belirtilmiş, Hizam Hasırcı, bu duruma tepki göstererek, “Bu zulmü kabul etmiyoruz” demişti.

Elektrik kesintisi, depremzedelerin yaşadığı barınma ve temel ihtiyaç sorunlarının devam ettiğini bir kez daha gözler önüne sermişti.

                                                                       /././

75 kişinin yaşamını yitirdiği Ebrar Sitesi K Blok davasında ilk tutuklama

Maraş'ta 6 Şubat depremlerinde yıkılan ve 75 kişinin yaşamını yitirdiği Ebrar Sitesi K Blok davasında ilk tutuklama kararı bugün alındı. İki müteahhit hakkında tutuklama kararı çıktı.

Kahramanmaraş'ta 6 Şubat 2023 depremlerinde yıkılan ve 75 kişinin yaşamını yitirdiği Ebrar Sitesi K Blok davasında ilk kez tutuklama kararı çıktı.

Bugün görülen duruşmada müteahhit sanıklar Tevfik Tepebaşı ve Ahmet Doğan'ın tutuklanmasına karar verildi. 

Depremzedelerin avukatı Av. Eren Selanik, bu dava kapsamındailk kez tutuklama kararları verildiğini, bunun dosya açısından önemli bir gelişme olduğunu söyledi.

Toplam 1400 kişinin yaşamını yitirdiği Ebrar Sitesi’nde yıkılan her bir blokla ilgili ayrı davalar açılmıştı.

Ebrar Sitesi K Blok’ta depremde 75 kişi yaşamını yitirmişti.

Duruşmaya katılmayan müteahhidin kaçmasından endişe ediliyor

K Blok davasında, katılan depremzedelerin avukatı Selanik, hali hazırda tutuksuz yargılanan müteahhit Ahmet Doğan’ın başka bir davadan tutukluyken yakın bir zamanda tahliye edildiğini söyledi.

Bugünkü duruşmaya katılmayan Doğan hakkında yakalama kararı çıkarıldı. Ancak depremzede aileleri Doğan’ın kaçmasından endişe ediyor.

Hakkında tutuklama kararı verilen diğer müteahhit Tevfik Tepebaşı ise halihazırda başka bir davadan tutuklu bulunuyor.

                                                            ***

Devlet Tiyatrosu'ndaki oyun Hüda-Par ve YRP’nin hedefinde: Valilik ‘Oyun İslam'a aykırı değil’ dedi

Diyarbakır'da Hüda-Par tarafından hedef alındıktan sonra adı değiştirilen DT oyunu şimdi de Elazığ'da Hüda-Par ve YRP'nin hedefinde. Valilikten "Oyun İslam'a aykırı değil" açıklaması yapıldı.

Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nca (DT) sahnelenen, Hırvat yazar Miro Gavran’ın “Karımın Kocası” adlı oyunu geçen ayın son günlerinde Diyarbakır’da Hüda-Par tarafından hedef alınmış, Hüda-Parlı grup oyunun oynandığı sahnenin önünde toplanarak provokasyon yapmıştı.

Devlet Tiyatroları ise tehditlerin ardından oyunun adını “Evlilik Komedisi” olarak değiştirmişti. 

Bu akşam Elazığ’da sahnelenecek olan oyun bir kez daha Hüda-Par’ın hedefinde. Yeniden Refah Partisi de oyunu hedef aldı. Kamuoyundan provokatif açıklamalara itibar etmemesini isteyen Elazığ Valiliği ise “Söz konusu oyunun İslam'a ve ahlaki değerlere aykırı olduğu yönündeki iddialar gerçeği yansıtmamaktadır” açıklaması yaptı.

Hüda-Par oyunu hedef göstermeye devam ediyor

Hüda-Par Elazığ İl Başkanı Metin Suiçer 6 Ocak’ta yaptığı yazılı açıklamada oyunu “ahlak dışı tiyatro oyunu” diyerek hedef aldı. Oyunun Elazığ’da sahnelenmesinin “halkın kutsallarına saldırı” olduğunu iddia eden Suiçer “Oyunun derhal iptal edilmesini talep ediyoruz” ifadelerini kullandı.(https://x.com/HudaParElazig/status/1876271440158429625)


                       Elazığ'da Hüda-Par Kadın Kolları Başkanı Mehtap Göksu da oyunu hedef aldı.

Hüda-Par Elazığ Kadın Kolları Başkanı Mehtap Göksu da "Bu ahlak dışı oyunun sahnelenmesine izin vermeyin" diyerek oyunu hedef gösterdi.

YRP 'Tümüyle yasaklansın' dedi

Yeniden Refah Partisi (YRP) Genel Başkan Yardımcısı ve Teşkilat Başkanı Nureddin Gül de yaptığı paylaşımda oyunun afişinin üzerine “Ahlaksızlığa sessiz kalmayacağız. Elazığ’da istemiyoruz” yazılmış bir görseli paylaşarak tiyatro oyununu hedef gösterdi.

Gül “ahlaki değerlere ve aile yapısına aykırı” olduğunu iddia ederek hedef gösterdiği oyunun “tümüyle yasaklanması ve sahnelenmesine hiçbir yerde müsaade edilmemesi” çağrısında da bulundu.https://x.com/nureddingul/status/1876697019558805625

Elazığ Valiliği'nden sağduyu çağrısı: 'Oyun İslam'a ve ahlaki değerlere aykırı değil'

Elazığ Valiliği ise yapılan açıklamaları “provokatif” diye nitelendirirken “Söz konusu oyunun İslam'a ve ahlaki değerlere aykırı olduğu yönündeki iddialar gerçeği yansıtmamaktadır" ifadelerini kullandı.

Valilikten yapılan açıklamada, bazı sosyal medya ve basın yayın organlarında, Devlet Tiyatroları tarafından kentte sahnelenecek "Evlilik Komedisi" adlı tiyatro oyununa ilişkin halkı provoke etmeyi amaçlayan ifadeler yer aldığı belirtildi.

Devlet Tiyatroları’nın kuruluşundan bu yana “Türk kültürünü, örf ve adetlerini koruma misyonuyla hareket ettiği ve sahnelediği eserlerde toplumun değerlerine saygıyı esas aldığı” vurgulanan açıklamada, şunlar kaydedildi:

"Sadakat ve evlilik kavramlarının önemini vurgulayan ve ahlaki değerlerdeki değişimi mizahi bir dille ele alan 'Evlilik Komedisi' adlı oyun, toplumsal değerlerimize uygun bir şekilde seyirciyle buluşmaktadır. Söz konusu oyunun İslam'a ve ahlaki değerlere aykırı olduğu yönündeki iddialar gerçeği yansıtmamaktadır. Bu tür iddialar hem oyunun içeriğini çarpıtmakta hem de kamuoyunda yanlış bir algı yaratmaya çalışmaktadır. Devlet Tiyatrolarının sahnelediği tüm eserler, toplumsal hassasiyetler dikkate alınarak hazırlanmakta ve halkımızın beğenisine sunulmaktadır.”

Devlet Tiyatrolarının, toplumun kültürel gelişimine katkıda bulunmayı ve sanatı halkla buluşturmayı sürdüreceği belirtilen açıklamada, şu ifadelere yer verildi:

"Bu bağlamda, kamuoyunun sağduyulu bir tutum sergilemesini, gerçeği yansıtmayan bu tür provokatif açıklamalara itibar etmemesini temenni ederiz. Sanat, toplumların birleştirici gücüdür ve tüm kesimleri kapsayan, hoşgörüye dayalı bir yaklaşımı esas alır. Devlet Tiyatroları, her zaman olduğu gibi kültürümüzü ve değerlerimizi yaşatmaya ve toplumumuzun sanatla buluşmasına öncülük etmeye devam edecektir."

Öte yandan "Evlilik Komedisi" adıyla bu akşam Elazığ'da sahnelenecek oyunun biletleri tükenmiş görünüyor:

                                                              ***

Emeklilerin düşmanları -Ali Rıza Aydın-

"Emeklilerin düşmanlarıyla işçi sınıfının düşmanları aynı. Ulusal ve uluslararası sermaye gericilikle ortaklaşarak emeklileri pazar alanı ve müşteri olarak görüyor."

Vazgeçilmezliği ve önemiyle “sosyal güvenlik hakkı” kapsamında anayasal güvence altına alınan emeklilik, “maddi ve manevi yaşam hakkı”nın, “sağlıklı yaşama hakkı”nın, bireysel ve toplumsal tüm hak ve özgürlüklerin olmazsa olmaz haklarından biri.  Herkesin “sosyal güvenlik hakkına” sahip olduğunu söyleyen Anayasa devlete de genel görevleri yanında “bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri” alma ve “teşkilatı kurma” özel görevi veriyor.  Daha da önemlisi, Anayasa bu hakkı sınırlandırıcı bir neden göstermiyor.  

Anayasal söz ve özle Anayasa Mahkemesi (AYM) yorumları bir arada değerlendirildiğinde “insan onuruna yaraşır asgari bir yaşam” düzeyinin sağlanmasının, aynı zamanda da “sosyal adaleti ve toplumsal dengeyi sağlama” yükümlülüğünün emekliler yönünden güvence altına alınması zorunluluğunu görüyoruz. Kuşkusuz bu kapsamda çıkarılacak yasaların da bu anayasal söz ve öze, buyruğa uygun olması gerekecek. 

Sosyal güvenlik insanların ve elbette toplumun yarınlarının güvencesi. Bu güvence için kaynak yetersizliği gibi gerekçeler de ileri sürülemez. Nitekim AYM bir kararında, Anayasa'nın 65. maddesinde, devletin sosyal ve ekonomik alanlarda belirtilen görevlerini, ekonomik istikrarın korunmasını gözeterek malî kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getireceğinin öngörüldüğünü, bu hükümle devletin görevlerine kimi sınırlamalar getirildiğini anımsatmış; ancak Anayasanın 60. madde ile “tanınan 'sosyal güvenlik hakkı' yine Anayasa'nın 17. maddesinde düzenlenen 'yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma hakkı' ile bağlantılıdır. Dolayısıyla Devlet, ekonomik ve sosyal alandaki görevlerini yerine getirirken yapacağı düzenlemelerde 'yaşama hakkı'nı ortadan kaldıran ya da kısıtlayan kurallar getiremeyecektir.” gerekçesiyle sosyal güvenlik hizmetlerinin “mali kaynakların yeterliliği ölçüsü” kapsamında değerlendirilemeyeceğini belirtmiştir. 

Bu genel giriş, emekliler yönünden bu ne perhiz bu ne lahana turşusu dedirtecek derecede kapsamlı. Özeti, Anayasanın uyulmayan, uygulanmayan hükümlerinden biriyle daha karşı karşıyayız.

Emeklilerin düşmanları diye başlıklandırdığımız konuları sıraladığımızda durum daha net anlaşılacak. Elbette bu sıralama tüm düşmanları sayan, tüketici bir liste olmayacak, köşe yazısı sınırları içinde temel konulara değinmeye çalışılacak. 

Başa yazılacak sorun, Anayasayla devlete verilen görevin kamusal yarar, hizmet ve gider kapsamında sürdürülmediği. Emeklilerin sigortalı, serbest, memur gibi ayrımlara, bağlı olarak farklı prim esaslarına ve kademelerine, farklı yaşlara, kişiye yüklenen kademeli prim ödemelerine bağlanması parçalayarak, esnekleştirerek hak ihlalini, gaspını daha baştan başlatıyor. Her ne kadar çalışılan statü ile emeklilik arasında bir ölçülülük gözetilme savı ileri sürülse de emekli aylıkları uçurumu çok açık. Bu uçurumda insan onuruna yaraşmayan yaşamaya terk edilen, gün geçtikçe de yaşamamaya terk edilen geniş bir kitleyi görüyoruz.  

Bu garabetin egemen ideoloji ve siyasetin yasalarıyla ve diğer hukuk belgeleriyle biçimlendirilmesi emeklilerin düşmanına karşı savaşımlarını kesen engellerden biri. Evet hak arama özgürlüğü yoluyla mahkemeler var ama, yasaya karşı dava açamama bir sorun, bireysel hak arama ayrı bir sorun. Yargının başlı başına sorun yumağı olduğunu, sömürücü hukuka göre karar vermesinin yanına sınıfsallığını anımsatmakla yetinelim.

Hukukla yaratılan garabetin yanına eklenecek bir başka sorun, ekonomi biliminden söz ederek, mali kaynak yetersizliğini ve enflasyonu artıracağını gerekçe göstererek yaşama hakkını ortadan kaldıracak ya da kısıtlayacak oranda, aylık artışı dedikleri ama emekliye azalış olarak yansıyan aylık sapmaları. 

Yeniden çalışmaya mecbur bırakılmaları, emekliler sorununun en belirgin göstergelerinden biri. Bu mecburiyet işsizler ve göç insanları yanında emeklilerin de yedek ve ucuz işgücü olarak kullanılmak istenmesinden kaynaklanıyor.

Emeklilikte güvenceyi kamusal içerik ve bütünlükte görmeyen kapitalizm bireyselliği öne çıkarıyor. Bireyselleşme güçsüzleştiriyor. On beş milyonu aşan sayısıyla emeklilerin birçok örgüt içinde dağınık biçimde hak aramaya girişmeleri, ekonomik ve siyasal olarak hak aramada ortak savaşım verememeleri parçalı örgütlenme, parçalı sosyal güvenlik sistemi ve bireyselleşmeyle bağlantılı. 

Devlet ve hukuk yönünden ortaya çıkan bu düşmanlar emeklilerin sorunlarını analiz etmeye ve çözüm yolları önermeye yetmiyor. Aslında yetmemesi de bir siyasal tercih. Kamusalın yetmemesi gerekiyor ki özele, sermaye sınıfına pazar açılsın. Kamunun emekli aylıkları geçimi sağlamamalı ki özele pazar açılsın. Yetersiz emekli aylıklarıyla özel sigorta primine kaynak ayıramama gerçek ama pazar özelin emeklilik sigortasıyla sınırlı değil. Sağlık gibi temel ve kaçınılmaz alanları da unutmamak gerekiyor. Piyasanın seçenekleri de unutulmamalı. Bankacılık ve diğer finans kapital parayı satmayı, sattığı parayı kendisine çevirmeyi beceriyor. 

Kapitalizm ve emperyalizm yeni liberalizm, serbest piyasa, özelleştirme adlandırmalarıyla yaptığı ideolojik ve siyasal saldırı alanına, kendi deyişleriyle piyasasına sosyal güvenliği de aldı. Emekliler de bunun dışında bırakılmadı. Yukarıda değindiğimiz devletin alandan çekilmesi ve bireyselleşme konuları piyasanın besleyicisi yapıldı. Bireysel sosyal güvence olarak nitelendirilen konu “bireysel emeklilik”, “tamamlayıcı emeklilik” gibi başlıklarla sermaye sınıfının önemli girişim alanı oldu. Öylesine önemli ve büyük bir pazar oldu ki uluslararası sermaye şirketleri Türkiye’de at oynatıyor. Sigortacılık kârlı ve büyük pazarlardan biri. Devlet de pozisyonunu bu yönde alıyor.

Emekliliğin düşmanları bütünsel olarak analiz edildiğinde bu temel insan hakkının sömürü aracı olarak kullanıldığı gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Sosyal güvenliğin vazgeçilmezliğinden sermaye sınıfı yararlanıyor, devlette sınıfsallığına uygun olarak bu yarara destek veriyor. Devlet, devlet içinde siyasal iktidar, Mehmet Şimşek ya da IMF, kaynak sorunu ya da enflasyon gibi gerekçeler düşmanı bütünsel ve sınıfsal olarak görmeyi, düşmana karşı bütünsel ve sınıfsal olarak savaşım vermeyi perdeliyor, engelliyor. 

Yaşam hakkı sorununun çaresiz gibi gösterilerek dinsel hayır işleri, zekat, yardım gibi girişimlerle giderilmeye girişilmesi bir yandan bu perdelemeye ve savaşım yoksunluğuna destek veriyor diğer yandan tarikat ve cemaatlere pazar açıyor.  

Emeklilerin düşmanlarıyla işçi sınıfının düşmanları aynı. Ulusal ve uluslararası sermaye gericilikle ortaklaşarak emeklileri pazar alanı ve müşteri olarak görüyor. Devlet de sigortacılık ve özel emeklilik sektörlerinin düzenlenmesi ve denetlenmesine dair görevleri yürütmek üzere “Sigortacılık ve Özel Emeklilik Düzenleme ve Denetleme Kurumu” eşgüdümünde kurumları ve hukukuyla bu piyasayı oluşturup emekli sömürüsünü derinleştiriyor.

Eşitsizlik içinde yaşam güvencesi olarak emeklilik, bireysel ve parçalı güvence anlayışından, özel girişimden ve piyasadan, gericilerin zekat kıskacından kurtarılarak bütünüyle devletleştirilmek, yasal ve toplumsal güvenceye kavuşturulmak zorunda. Bankalar, sigorta şirketleri, finans şirketleri devletleştirilmeden, çalışamayacak durumda olanlar, yaşlılar ve emekliler piyasa ve kâr alanından çıkarılarak devletin güvencesi altına alınmadan insanca bir yaşam düzeyi ve eşit olanaklar gelmez.

                                                               /././

Polonez işçilerini tehdit eden ilçe emniyet müdürüne ödül: Silivri'ye atandı, önce CHP ziyaret etti -Aslı İnanmışık-

Polonez işçilerini tehdit eden, bir işçinin boğazını sıkan Çatalca İlçe Emniyet Müdürü Ali Osman Turhan Silivri'ye atandı. Turhan'ın içerisindeki araç Mahmut Tanal'ın üzerine sürülmüştü.

Sendika üyesi oldukları için işten çıkarılan Polonez işçilerinin direnişi 6 ayın sonunda anlaşmayla sona erdi. Tekgıda-İş Sendikası ile patron arasında yapılan görüşmede işçilerin 6 aylık ücretlerinin, sendikal tazminat dahil tüm alacaklarının ödenmesi kararı çıktı.

Yaklaşık 360 kişinin çalıştığı Polonez fabrikasında işçiler düşük ücretlere karşı sendikada örgütlenmeye başlamıştı. Patronun yanıtı 146 kişiyi "güveni kötüye kullanmak", "hırsızlık yapmak" gibi sebeplere dayanan Kod-46 ile işten çıkarmak oldu. İşine son verilen emekçiler bu nedenle ihbar tazminatı, kıdem tazminatı gibi haklarını alamayacaktı.

Polonez işçileri işlerine geri dönmek, sendikal örgütlenme yapabilmek ve insan onuruna yaraşır bir ücret almak için 19 Temmuz 2024'te fabrika önünde direnişe geçti.

Direnişleriyle birlikte uğradıkları polis şiddeti ve baskı da gündem oldu.

İşçi düşmanı Polonez'i Çatalca'yı yönetenler korudu

Polonez işçilerine önce kolluk sert bir şekilde saldırdı. 

Polisler, işçilere yaralayacak düzeyde saldırdı. Bir işçinin iki kaburgası, bir işçinin de kolu ve bacağı kırıldı. 7 işçi hastaneye kaldırıldı. Polislerin emir aldığı Çatalca Emniyet Müdürü Ali Osman Turhan da Polonez direnişiyle "özel olarak" ilgilendi.

Direniş alanına giden Turhan, işçileri tehdit etti, "Çocuğunuz zekiyse bile bir işe giremez" dedi.

Yetmedi bizzat işçilere saldırdı. Bir işçinin boğazını sıktı.

İlçe Emniyet Müdürü'nün öfkesi dinmedi. Çatalca Emniyet Müdürü’nün de içinde bulunduğu araç, işçileri ziyarete gelen ve Polonez sucuklarının polislere yedirilmesine tepki gösteren CHP'li vekil Mahmut Tanal'ın üzerine sürüldü.

Tanal, Çatalca Emniyet Müdürü hakkında suç duyurusunda bulundu. Emniyet Müdürünü İçişleri Bakanlığı’na şikayet etti.

İlçe kaymakamı Erdoğan Turan Ermiş, Polonez direnişinden ilk rahatsız olanlardandı.

Çatalca Kaymakamlığı önüne gelen işçileri "şov yapmakla" suçladı. Sendika temsilcisine, "Ben geldim, size devletin kapısını açtım, dinlemek için. Burası gösteri yeri değil. Suistimal etmeyin. Şova döktün" dedi. Haklarını arayan işçileri "kanun dışı bir iş yapmakla" suçladı.

Ardından işçileri "susturmak" üzere ilçe müftüsü işçilerin yanına kaymakamlık önüne gönderildi. Çatalca Müftüsü müziğin sesinin kısılmasını istedi, işçiler müftüye "Hakim misin, polis misin, nesin?" diye tepki gösterdi.

                                            Çatalca Kaymakamı Erdoğan Turan Ermiş.

Ali Osman Turhan ödüllendirildi

Emekliye ayrılan İstanbul Emniyet Müdürü Zafer Aktaş'ın yerine 6 Aralık'ta Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Selami Yıldız atandı. Yıldız'ın atama kararı sonrası İstanbul Emniyeti içinde atamalar gerçekleştirdi. Polonez işçilerine saldıran Çatalca Emniyet Müdürü Ali Osman Turhan da Silivri'ye atandı.

Silivri Hür Haber'in verdiği bilgiye göre, Turhan'ın ilk ziyaretçileri Silivri Ülkü Ocakları oldu. 

Ardından da Silivri CHP İlçe Örgütü, Emniyet Müdürü'ne "hayırlı olsun" ziyareti yaptı. CHP İlçe Başkanı İbrahim Kömür, Turhan'a yeni görevinde başarılar diledi, "Silivri'mizin huzuru ve güvenliği için büyük bir özveriyle çalışan emniyet teşkilatımıza yeni görevinde başarılar diliyoruz. İyi bir işbirliği ve dayanışma içinde Silivri'miz için çalışmaya devam edeceğiz" dedi.

CHP İlçe Örgütü, Turhan'ı ziyaretleri sırasında "emniyetin çalışmalarına destek olma noktasında her zaman hazır olduklarını" ifade etti.

Turhan hakkındaki şikayet ve suç duyuruları ne olacak?

Fabrika önündeki direniş sürerken 12 Eylül 2024'te işçileri ziyaret eden CHP Şanlıurfa Milletvekili Mahmut Tanal, "Direniş alanında gördük ki, burada görevlendirilen polisler, Polonez fabrikası yerleşkesine giderek kahvaltı yapıyor, yemek yiyor, çay-kahve içiyor. Polisler ayrıca fabrika yerleşkesini dinlenme alanı olarak kullanıyor. Özetle: Ürdünlü Polonez’in ürettiği sucuğu yiyen Türk polisi, firma ile işten çıkarılan işçiler arasında tarafsızlığını koruyamaz!" demişti.

Ayrıca Tek Gıda-İş'in sosyal medya hesabından paylaşılan bilgiye göre, dönemin Çatalca Emniyet Müdürü Ali Osman Turhan'ın içerisinde bulunduğu araç Mahmut Tanal’ın üzerine sürülmüştü.

Polonez işçilerine yönelik olarak keyfi, ölçüsüz ve orantısız müdahalede bulunduğunu vurgulayan Tanal, Çatalca Emniyet Müdürü hakkında suç duyurusunda ve İçişleri Bakanlığı’na şikayette bulunduğunu duyurmuştu.

Partilerinin milletvekilinin üzerine araç süren Ali Osman Turhan'ı ziyaret eden CHP İlçe Örgütü bir yana Turhan hakkındaki şikayet ve suç duyurularının ne durumda olduğu bilgisi ise paylaşımadı.                                

                                                           /././

Suriye'de yıkım, katliam ve insanlık -Neval Oğan Balkız*-

Suriye’de 13 yıl süren savaşın etkileri, yaşamsal yıkıcılığıyla sürüyor; insanlar öldürülüyor, katliamlar gerçekleştikleri coğrafyanın adını tanımlayan bir isimden ibaret kalıyor.

Winston Churchill’in “Savaş zamanı hakikat o kadar kıymetlidir ki, yalanlardan bir duvarla korunur” saptaması, savaş tarihinin gerçeğini ortaya koyar!

Suriye’de cihatçı, selefi farklı birçok grubun oluşturduğu, ülkelerin çoğunun terör listesinde yer alan, fiilen ve hukuken terör örgütü niteliğindeki HTŞ’den "özgürlük savaşçıları"; işgal ve işledikleri insanlık suçlarından "demokratik halk devrimi"; yöneticisinden "devrim komutanı" çıkarmaya çalışmak, bu yüzyılın en büyük trajedilerinden biri!

Bu siyasal algı propagandaları; yaşanan katliamları, farklı inanç ve mezhepsel aidiyet (başta Arap Aleviler olmak üzere) taşıyanlara karşı süren öldürümleri, ev baskınlarını, yağmayı, kaybedilmeleri, ibadet yerlerinin yakılması ve din adamalarının öldürülmesi, kamusal alanda kadınlara, kız çocuklarına yönelik fiziksel baskıları, örtünme dayatmalarını, cinsel tehdit ve şiddeti, eğitimin dinselleştirilmesini, sistematik insan hakları ihlallerinin artarak devam ettiği gerçeğini örtemez! Örtmemeli! Örülen algı duvarları “hakikati” gözden ırak tutmaya, duvarlar ardında gizlemeye yetmiyor! Yetmeyecek!

Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği ve Türkiye’den siyasilerin sürekli ziyaret ettiği, “politik bir figür” kılmaya çalıştıkları HTŞ örgütünün başı Colani; siyasetin, siyaset biliminin, devlet teorisinin, felsefi, kurumsal, yapısal ve hukuksal olarak meşru bir aktörü, uluslararası ilişkiler kuramının bir uygulama aracı olabilir mi? Tarihsel ve güncel bağlamlar, insanlığın deneyim ve birikimleri, kısa erimli politik çıkarların inadına karşın, olmayacağı gerçeğini ortaya koyuyor!

Gidişat, tüm dünyanın gözü önünde, biz dahil, tüm bölge ülkelerine ve halklarına belirsizlik, istikrarsızlık getirecek, içinde sürekli çatışmaların olacağı, parçalanmış bir ülkede, etnik ve inanç azınlık gruplarının (Türkmenler, Arap Aleviler, Ermeniler, Suryaniler, Keldaniler, Kürtler, Dürziler, diğer Hıristiyan gruplar, seküler yaşam mensupları) büyük tehdit altında olduğu, hatta birbirine düşürüleceği, sistematik insanlık suçlarının yoğunlaşacağı bir döneme işaret ediyor. İsrail’in Golan Tepeleri ve Hermon Dağı'ndan dünyaya meydan okuması, bu gerçekliğin odak merkezini oluşturuyor!

Türkiye ve fetihçi, mezhepçi tutumlar

Türkiye’de, iktidar ve bileşenleri; yirmi üç yıllık süreçte yarattıkları "siyasal ve ekonomik yönetilemezlik" koşullarında, toplumsal alanda geniş halk kesimlerinin yaşamını sürdürebilecek (barınma, beslenme, eğitim, sağlık, güvenli ve sürekli çalışma koşulları, ulaşım olanakları, kişi güvenliği vb.) koşullarının giderek olanaksız hale geldiği bir yapıda; kendi iktidarını sürdürecek, yeni siyasal alan açma ve bu alanda yeni hamleler kurma arayışı içinde, sürekli gündemi değiştiriyor.

Halk olarak bizler; sürekli değişen bu yoğun gündem içinde, dağıtılmış algımızla, olayları ve olguları izleyemez, gerekli tavırları, haklı tepkileri geliştiremez, geleceği öngöremez, kaygılı bir durumda kalıyoruz.

İktidar sahipleri; bu koşullarda, kenilerini daimi şekilde, sınırsız yetki ile donatılmış olarak iktidarda tutacak bir anayasa değişikliğini gerçekleştirecek, toplumsal tüm dinamikleri ve her türden muhalefeti bu amaçta eritecek, bu amaçta susturacak hamleleri, örneğin; yeni bir Kürt açılımını -üstelik tüm toplum için sorunlara çözüm oluşturacak, siyasal, sosyoekonomik eşitsizlikleri giderecek, bir adalet demokrasi, özgürlük ve eşitlik programı, gerçek bir demokratik kurumsal yapılanma reformu önermeden, hatta bunu gündeme bile getirmeden- siyasetin merkezi haline getiriyor. Bu iç siyasal hamleleri, dış siyasette izlediği fetihçi, mezhepçi siyasetin uygulama araçları olarak, kendisini Ortadoğu’da, emperyal egemenlik savaşları içinde, 
"egemenlik alanı oluşturabilir unsur" görünümünde sahada tutacak girişimler olarak, birbirine eklemleyerek, eklektik bir yol sürdürüyor!

İnsanlık ve etik edim: Katliamlar, insan hakları ihlalleri derhal durdurulmalı!

Suriye’de on üç yıl süren savaşın tüm etkileri, yaşamsal yıkıcılığıyla sürüyor; insanlar öldürülüyor, katliamlar Humus, Halep, Şam, Lazkiye'de gerçekleştikleri coğrafyanın adını tanımlayan bir isimden ibaret kalıyor. Oysa “hatırlamak, ses çıkarmak, tüm insanlık için etik bir edimdir.” 

Hafıza da, olaylarla kuracağımız tek bağdır. Savaşın kendisine, yol açtığı kitlesel acılara karşı duyarlı olmak, bunlar üzerinde düşünmek, bunlardan ders çıkarmak ve bunları rasyonelleştirmeye yönelik çaba ve söylemleri irdeleyerek bunlara karşı, koşulların bilgisiyle davranış geliştirmek, kişisel ve toplumsal ahlaki iflastan kurulabilmenin tek yoludur.

Bu yolla ancak; soykırımları durdurma, savaş yasalarını ayaklar altına alıp çiğneyenleri adalet önüne çıkarma ve patlak vermesi muhtemel başka savaşlar için görüşmelere dayalı alternatiflerin denenmesi için baskı yaparak, bazı savaşları önleyebilme gücü gösterilebilir. Savaşın mantığına, sivil toplum üzerine dayatılan panik rejimine direnmek için öncelikle küresel sermayeye ve onun dünya düzenine direnmek gerektiği kavranabilir. Ve kalıcı bir barış koşullarına olanak yaratılabilir.

“Kitle imha silahı var” yalanına dayanılarak işgal edilen Irak’ta öldürülenler, eski ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın bu yalandan dolayı özür dilediğini duymadılar!

Suriye’de öldürülenler de, sonradan ortaya çıkacak gerçeklerden dolayı özür dileyenleri duymayacaklar. Ölüler, arkalarından dilenen özürleri duymazlar. Onları duyacak olanlar bizleriz, yaşayanlar!

Bizler, dünyada ve Türkiye’de; Suriye’de ve bölgede savaş koşullarında bulunanların çektikleri acılarla, uzaktan görüntüler şeklinde izleme ayrıcalığının dışına çıkmalıyız! Yaşananlarla, gerçekdışı bir bağ kurmaktan, (özellikle siyasal algı aygıtlarının yaratmakta olduğu Sünni/Alevi karşıtlığı üzerinden) mezhepsel, duygusal kışkırtmalara, taraftarlıklara kapılmaktan uzak durmalıyız! İdeolojik, inançsal, hatta mezhepsel aidiyetlerin sosyopsişik, sosyolojik, tarihsel örüntüleri ve taraftarlığı içinde (örneğin, “Onlar da Esad gibi Alevi” vb.) akılcılık, nesnellik ve gerçeklikten uzak, düşmanlaştırma amaçlı “kurgusal çıkarımlara” düşmemeliyiz. Bu tür söylem ve algılarla bağ  kurma ve düşsel bir yakınlık duyumsama kolaycılığına, saplantısına karşı durmalıyız! Bu kolaycılığın sürükleyeceği, "acılara yol açan gelişmelerde bir suç ortaklığımız bulunmadığı" duygusuna teslim olmak yerine; bizim sahip olduğumuz ayrıcalıklarla, onların çektikleri acılar arasında bir ilişki bulunduğunu, bunların aynı haritada gerçekleşmekte olduğunu açıkça kavramalıyız!

Yeni savaşların, yeni katliamların, insanlık suçlarının işlenmemesi bu kavrayışı geliştirmemize bağlı! Çünkü insanı, insan yaşamını ve güvenliğini savunmak, “hakikati savunmakla başlar”. “Hakikat ise politiktir”.

Akıl ve vicdana sahip çıkarak, “hakikate dikkat çekmek” katliamları durdurmak ve savaş üreten koşulları değiştirmek için, alanlarda birlikte ses vermeli!

Türkiye'de ve Suriye'de Alevileri ve farklı inanç mensubu kesimleri hedef gösteren provokasyonlar, derhal durdurulsun.

Suriye'de, HTŞ ve cihatçıların sistematik kötü muamele ve katliamları önlensin. Bunları önleyecek etkin ve sürdürülebilir önlemler alınsın! 

Devletler, uluslararası kurum ve kuruluşlar, özellikle de halklar ve insan hakları savunucuları etkin mekanizmalar oluştursun ve oluşturulması sağlansın.

Fetihçi, mezhepçi politikalara son verilisin.

İnsanlık suçlarını işleyenler derhal yargılansın. 

Bu istemler, halkın tüm kesimleri tarafından “insanlık çağrısı” olarak kabul edilmeli.

Yoksa, emperyalizm, tüm bölgede herkese acılar yaşatmaya devam edecek! 

*Hukukçu/Akademisyen 

                                                           /././

Cemil Tugay'ın yalanı: İzmir'de işçi düşmanlığı yapanlar bu tabloya bakmalı -Aslı İnanmışık-

İZBB'nin kesinti yapıldığını duyurduğu İller Bankası'ndan 2023 yılında gelen para belediye gelirinin sadece yüzde 13'ü. Personel giderinin gelirler içerisindeki payıysa daha az.

31 Mart 2024 yerel seçimleri sonrası İzmir Büyükşehir Belediyesi (İZBB) Başkanı seçilen Cemil Tugay, göreve gelir gelmez işçi düşmanlığı yapacağının sinyallerini vermişti. Hemen ardından da listeleri hazırladı ve ilk olarak İzenerji ile İzdoğa şirketlerinde çalışan işçiler işten çıkarıldı.

Şirket çalışanlarına kötü muamele işten çıkarmayla sınırlı kalmadı. Hakkını arayan işçinin ayağı Tugay’ın koruma aracı tarafından ezildi.

"Tasarruf" iddialarıyla yapılan işten çıkarmalar bir yandan devam ettirilen işe alımlara rağmen sürdü. Ardından belediye ile kamu emekçilerini temsil eden Tüm Bel-Sen arasındaki toplu sözleşme süreci tıkandı. Belediye yönetimi çalışanların eline geçen ücreti düşürecek bir teklifte bulunarak sosyal denge tazminatının yarıya düşürülmesini istemişti böylelikle kamu emekçileri eyleme başladı.

Tugay eyleme başlayan işçileri tehdit etti, "Toplu sözleşme imzalanmazsa kazanılmış haklar da tehlikeye girer" dedi.

Karşıyaka Belediye Başkanı olduğu dönemde de çalışanların hakları için eylem yaptığı Cemil Tugay'ın işçi düşmanlığı en son taşeron çalışanları tehdidiyle devam etti.

İzmir Büyükşehir Belediyesi'ne ait tuvalet ve bebek bakım merkezlerinin temizliğini ve bakımını yapan Eseray Temizlik Şirketi'ne bağlı taşeron işçiler yılın son günlerinde iş bırakarak “güvenceli iş” talebiyle direnişe geçmişti. Eylemlerinin 4. gününde İzmir Sanat binası önünde seslerini duyurmaya çalışan işçilere Tugay, "Burada durmaya devam ederseniz sizi orada da çalıştırmam" demişti. Dediğini yaptı, işçileri işten attırdı. Sonra da belediyeden "Bizi ilgilendirmez" açıklaması yapıldı.

Tugay'ın işçi düşmanlığındaki istikrarı

Cemil Tugay önceki gün bir açıklama yaparak İller Bankası’ndan belediyeye aktarılan paydan 1,6 milyar TL’lik kesinti yapıldığını duyurdu. Kesintiyi belediyenin acil ihtiyaçlarından ve emekçilerinden payından yapmayı tercih eden Tugay, "ödeme programlarının öngörülemeyen şekilde değiştiğini" söyledi: 

"Bu durum, iştirakimiz 32 şirketten 3’ünde 7 Ocak’ta yapılması gereken ücret ödemelerinin üç iş günü ertelenmesine yol açmıştır. 29 şirketimizde çalışma arkadaşlarımızın birikmiş ikramiye, aile yardımı ve diğer hakları ile Aralık ayı ücretlerine ilişkin 7 Ocak’taki ödemelerinin yapılması talimatı bankalara verilmiştir. Diğer 3 şirketteki çalışanlarımızın, eksik yatırılan 7 Ocak ücretleri takip eden üç iş günü içerisinde ödenecektir."

İşçiler bu karara hemen iş bırakmayla yanıt verdi.

Yaklaşık 6 bin işçi iş bıraktı. Maaşlarının geç ödenmesi ve alacakları nedeniyle iş bırakan işçiler, "Hakkımız olanı istiyoruz" sloganları atarken, İZBB Başkanı kendisinden beklendiği üzere eyleme katılanlar hakkında tutanak tutulmasını istedi. Ancak işçiler eyleme bugün de devam etme kararı aldı.

İZBB'ye bağlı İzenerji ve İzelman'da çalışan 6 binin üzerinde işçi maaşlarının geç ödenmesi ve alacakları nedeniyle dün iş bıraktı. Eylemler bugün de sürüyor.

Kesinti yapılan payda personel gideri yüzde kaçtı?

AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "silkeleme" talimatı sonrası atılan bu hukuksuz adımın karşılığında bir kriz oluştuğunu her fırsatta duyuran belediye, faturası emekçilere kesmeye çalışıyor.

Ancak İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin aldığı gelirlere ve bu gelirler içerisindeki dağılıma bakınca tablo başka bir şey anlatıyor.

Buna göre yönetimin 1,6 milyar TL’lik kesinti yapıldığını duyurduğu İller Bankası'ndan 2023 yılında gelen para belediye gelirinin sadece yüzde 13'ü.

Personel gideri ise aynı yıl toplam gelirlerin yalnızca yüzde 8,2'si. 

Yani kesintinin içerisindeki personel gideri payı oldukça düşük. Buna rağmen öncelikle işçilerin maaşları geciktiriliyor.

İZBB'nin 2018, 2022 ve 2023'te merkezi yönetimden aldığı paylar ve personel giderinin bu pay içerisindeki yeri.

Bu tablo aslında Cemil Tugay'ın emek düşmanlığının çarpıcı bir göstergesi.

Belediye bütçesinden hukuksuz kesinti yapılması bir yana, ortada çözülemeyen bir kriz var mı bilinmez ama kamu yararına ve emekçilerin çıkarına adımlar atılmadığı kesin.

Belediye CHP'li olsa da fark etmiyor, işçiler yine ilk önce gözden çıkarılan oluyor.

                                                              /././

İsrail işgal planlarını İncil’e dayandırdı: Haritaya Katar, Filistin ve Ürdün tepki gösterdi

İsrail, İncil’e dayandırdığı, Filistin, Ürdün, Lübnan ve Suriye topraklarını “İsrail’in tarihi sınırları” içinde gösteren bir harita paylaştı. İşgal planlarını yansıtan haritaya tepkiler geliyor.

İsrail Dışişleri Bakanlığı Arapça sosyal medya hesabından İncil’deki anlatımlara dayandırılan, Filistin, Ürdün, Lübnan ve Suriye topraklarını “İsrail’in tarihi sınırları” içinde gösteren bir harita paylaştı.

Bakanlığın paylaşımında “İsrail Krallığı'nın 3000 yıl önce kurulduğunu biliyor muydunuz?” ifadesine yer verildi.

Paylaşımda İncil’e göre milattan önce 1050’den itibaren bölgede Şaul, Davut ve Süleyman’ın krallıklarına, daha sonra kuzeyde İsrail ve güneyde Yahuda krallıkları olarak ikiye ayrılmasına ve bunların Asur ve Babil tarafından MÖ 8. ve 6. yüzyıllarda yıkılışına değinildi.

                         İsrail Dışişleri Bakanlığı'nın Arapça sosyal medya hesabından paylaştığı harita.

Filistin ve Suriye’de işgalini ve saldırılarını sürdüren, Lübnan’da ateşkese karşın saldırılarına devam eden İsrail’in yayılma planlarını yansıtan haritaya Katar, Ürdün, Filistin yönetimi ve Hamas’tan tepki geldi.

Katar: Uluslararası hukukun açık bir ihlali

Katar Dışişleri Bakanlığı, İsrail’in resmi hesaplarından yapılan bu paylaşımı “uluslararası meşruiyet kararlarının ve uluslararası hukukun açık bir ihlali” olarak değerlendirdi.

Söz konusu haritaların yayımlanmasının İsrail’in Gazze Şeridi’nde yürüttüğü "vahşi savaş" da göz önüne alındığında, bölgedeki barış fırsatlarını baltalayabileceği konusunda uyarıda bulunan bakanlık uluslararası topluma da bir çağrı yaptı. Çağrıda uluslararası toplumun, İsrail işgalini uluslararası meşruiyet kararlarına uymaya zorlamak ve Arap topraklarındaki genişlemeci emellerine karşı koymak için hukuki ve ahlaki sorumluluklarını üstlenmesi gerektiği kaydedildi.

Hamas: Filistin ve Arap topraklarını işgal etme niyetini gün yüzüne çıkarıyor

Hamas'tan yapılan yazılı açıklamada, söz konusu paylaşımla İsrail'in "Filistin ve Arap topraklarını işgal etme niyetini gün yüzüne çıkardığı" kaydedildi.

Açıklamada, yapılan paylaşımla İsrail'in "saldırgan, sömürgeci doğası, yayılmacı hırsları, bölge halklarını kontrol altına almak ve onların kaynaklarını yağmalama amacıyla saldırganlığını artırma niyetini gösterdiği" ifade edildi.

Filistin: Kınanması ve reddedilmesi gereken bir durum

Filistin Devlet Başkanlığı da İsrail’in resmi hesaplarından yapılan paylaşımı ve Batı Şeria’nın ilhakı yönündeki açıklamalarını kınadı.

Filistin resmi haber ajansı WAFA’ya göre, Devlet Başkanlığı Sözcüsü Nebil Ebu Rudeyne, "İşgal makamlarına bağlı resmi hesapların Filistin ve Arap topraklarını içeren haritalar yayımlaması ve Batı Şeria’nın ilhak edilmesi ile Gazze Şeridi’nde yerleşim yerleri kurulması çağrısı yapan ırkçı açıklamalar yayımlaması, kınanması ve reddedilmesi gereken bir durumdur" dedi.

Bu tutumun, “uluslararası meşruiyet kararlarının ve uluslararası hukukun açık bir ihlali” olduğunu belirten Rudeyne bölgedeki mevcut savaşların temelinde bu aşırı İsrail politikalarının yattığını vurguladı.

Ebu Rudeyne, önceliğin derhal bir ateşkes sağlanması, İsrail güçlerinin Gazze Şeridi'nden tamamen çekilmesi ve Gazze'nin yönetiminin tam anlamıyla Filistin Devleti'ne devredilmesi olduğunu ifade etti.

Filistin Devlet Başkanlığı Sözcüsü ayrıca gelecek ABD yönetimini, "bölgedeki güvenlik ve barışa hizmet etmeyen tüm İsrail politikalarını, eylemlerini ve uygulamalarını durdurmaya" çağırdı.

Ürdün: Bu tür iddia ve hayaller şiddet ve çatışma döngülerinin devamını teşvik ediyor

Ürdün Dışişleri Bakanlığı da İsrail resmi hesaplarının yayımladığı haritaya tepki göstererek söz konusu eylemi kınadı.

Ürdün Dışişleri Bakanlığı'ndan yapılan açıklamada, bu tür provokatif adımların, İsrail'in, Filistinlilerin, 4 Haziran 1967 sınırları üzerinde başkenti Kudüs olan bağımsız ve egemen bir devlet kurma haklarını inkar eden girişimlerinin bir parçası olduğu belirtildi.

Açıklamada, "İsrail hükümetindeki aşırılık yanlılarının benimsediği ve yaydığı bu tür iddialar ve hayallerin, şiddet ve çatışma döngülerinin devamını teşvik ettiği ve uluslararası normlara ve yasalara açıkça aykırı olduğu" ifade edildi.

Ürdün Dışişleri, "bunun, bölgenin güvenliği ve istikrarı üzerinde ciddi sonuçları olabileceği konusunda uluslararası toplumun net bir duruş sergileyerek bu tür davranışları kınaması gerektiğini" belirtti.

İsrail hükümetinden bu tür kışkırtıcı davranışları ve İsrailli yetkililerin yaptığı provokatif açıklamaları derhal durdurmasını talep eden Ürdün Dışişleri, “söz konusu açıklamaların sadece aşırılık yanlılarının zihinlerinde yer bulduğunu ve çatışmaları körüklediğini, uluslararası güvenlik ve barışı da tehdit ettiğini” vurguladı.

Netanyahu BM Genel Kurulu'nda ilhak haritasını göstermişti

Netanyahu BM Genel Kurulu’nda Filistin topraklarını İsrail sınırı içinde göstermişti.

İsrail Başbakanı Netanyahu Eylül ayında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda kürsüye Filistin toprağı Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ni İsrail sınırları içinde gösteren bir haritayla çıkmıştı.

Netanyahu aynı konuşmasında Suriye, Irak ve İran’ın siyaha boyandığı, üzerinde “lanet/(şer)” anlamlarına gelen İngilizce “Curse” yazılı bir haritayı, Hindistan, Suudi Arabistan, Mısır ve Sudan’ın yeşile boyandığı ve üzerinde “nimet / hayır” anlamlarına gelen “Blessing” yazılı bir haritayı da salonda kendisini dinleyen az sayıda katılımcıya göstermişti.

                                                          ***

Seray Şahiner romancılığına kısa bir bakış: Görünmez ilan edilen bir sınıfı görünür kılmak -Erkan Yıldız-

''Sınıfı, bütün çöpü ve ifrazatı ile birlikte ama onun içindeki cevheri, ışıltıyı karartmadan anlatıyor Seray Şahiner.''

Ülker Abla, Seray Şahiner, 160 syf., Everest Yayınları, 2021+Antabus, Seray Şahiner, 112 syf., Everest Yayınları, 2014.

Karakterin hikâyesini, o hikâyeyi oluşturan toplumsallıktan kopararak, o toplumsallığı görmezden gelerek ya da çarpıtarak anlatmak bizim edebiyatımızın en önemli ama üzerine en az tartışılan sorunu. Kuşkusuz bu sorun birdenbire oluşmuş bir sorun değil. 1980 kritik bir tarih olarak öne çıkıyor; ancak geldiğimiz nokta başlangıçta rol alanları kıskandıracak kadar ilerlemiş görünüyor. 

Konuşulmayan, edebiyat çevrelerinde bitmiş bir tartışma gözüyle bakılan bu mesele, varlığını edebi türler arasında en çok romanda gösteriyor. Gösteriyor diyerek iyimser bir ifade kullanmış oldum. Doğrusu “romanı bitiriyor” olsa gerek. Sadece nitel bir durum değil sözünü ettiğim. Nicel olarak da tablo bir bitişe işaret ediyor. 

Eleştiri yokluğu, yayıncılık dünyası, ödül sistemi, adamcılık, Türk/Türkçe/Türkiye edebiyatı vb. tartışmalar hem magazinsel içerikleri nedeniyle hem de daha yüzeyde yürütülebildiği için bu kadar yaygın ve popüler. Kimse bir diğerinin ayağına basmak istemiyor. Pek çok konuda olduğu gibi burada da kimsenin canının yanmadığı bir tür gölge boksu söz konusu olan.

Günümüzde az sayıda yazarın romanlarında bu sorunu dışarıda tutma becerisi gösterdiğine tanık oluyoruz. Bana göre o yazarlardan biri Seray Şahiner.

Şahiner, 1980 darbesinin ideolojik ve fiziksel şiddetinin devam ettiği 1984 yılında Bursa'da doğuyor. Hayatında muhabirlik de var, tekstil atölyelerinde işçilik de…

Öykülerinden oluşan “Gelin Başı” (2007) yazarın yayımlanan ilk kitabı. Yine öykülerinin yer aldığı “Hanımların Dikkatine” 2011 yılında ve “Hepyek” isimli öykü kitabı 2019 yılında okurla buluşuyor. 2017 yılında denemelerinin yer aldığı “Reklamı Atla” kitabevlerinde raflardaki yerini alıyor.

Şahiner'in yazma serüveninde romanlarının güçlü bir yeri var. İlk romanı “Antabus” 2014 yılında, ikinci romanı “Kul” 2017 ve son romanı “Ülker Abla” 2021 yılında yayımlanıyor. İlk romanı “Antabus” ve son romanı “Ülker Abla”nın yayımlanışları arasında 7 yıl var. Her üç roman birbirinden bağımsız birer kitap olsa da bir bütünlük taşıdıklarını, birbirini tamamlayan, birbirinin içinde genişleyen bir dünya sunduklarını söyleyebiliriz. 

'Ben: Ülker. Diriyim. Şimdilik.'

Ülker Abla’yı ilk kez “Antabus”un hemen başında hastanenin bahçesindeki masalardan birinde oturmuş, elindeki gazeteden dikkatli bir şekilde haber okurken görüyoruz.

“İstanbul’un Fatih ilçesinde yaşayan Leyla Taşçı (25) cinnet geçirerek kızıyla birlikte balkondan atladı.” s.11

“Antabus”ta Leyla’nın hikâyesi gazetedeki ölüm haberiyle başlarken Ülker Abla’nın hikâyesi henüz ilk sayfasında ölümü aklının kenarında saklayan birinin gün sonu raporunu iletiyor tüm okurlara.

“Ben: Ülker. Diriyim. Şimdilik.” s.9

Her iki romanın girişinde bizi karşılayan ve hikâyeler boyunca okurun ve karakterlerin peşini bırakmayan bir hal bu. İlkinde Leyla ikincisinde ise Ülker Abla ölümle yaşam arasında oldukça incelmiş, yokluğu an meselesi bir çizgide yürüyorlar. Tıpkı engelleri aşmak zorunda olan, engellere takıldıkça oyunun sonuna doğru geldiğini fark eden oyun kahramanları gibiler. Sadece anlatım biçimiyle değil hikâyenin ritmiyle de okura geçiyor bu. Hem “Ülker Abla”da hem “Antabus”ta bizi koştur koştur okumaya zorlayan, anlatıcıları nefes nefese bırakan şey tam olarak bu olsa gerek. Bizi saran gerçekliğin hikâyenin diline yansımasının iki iyi örneğini görüyoruz söz konusu romanlarda.

Sonuçta, Ülker Abla’nın roman boyunca ilettiği gün sonu raporlarında gündelik hayatımızın bir özetini görebiliriz: 
“Bir erkeğin saldırısına uğramadım.” 
“Kolumu makinaya kaptırmadım.” 
“İnşaatın 9. katından düşmedim.” 
“Faturaları ödeyebildim.” 
“Gasp edilmedim.” 
“Yolda yürürken elektrik akımına kapılmadım.”... Şimdilik.

Şahiner'in karakterleri hem içine doğdukları ailelerin, hem de parçası oldukları toplumsallığın saldırısı altındalar. Fiziksel ve duygusal bir saldırı. Aile içinde gördükleri şiddet, işyerinde, sokakta kendisini hissettirirken, toplum, yasalar ve devlet tarafından sürekli bir biçimde çıkmaya çalıştıkları cendereye doğru itiliyorlar. O cendereden çıkmak için ısrar ettiklerinde bir cezalandırma biçimi olarak yalnız bırakıldıklarını görüyoruz. Ahlayıp vahlayan komşunun atılan çığlıkları duymazdan gelmesi, merakla açılan kapıların ihtiyaç halinde yüze kapanması, ailelerinin sırtlarını dönmesi, ait oldukları sosyal çevrede bir türlü görünür olamamaları… Leyla’nın, Ülker Abla’nın ve Mercan’ın baş başa kaldığı bu davranışların tümü yalnızlaşmayı da  beraberinde getiriyor. Sadece kişisel değil aynı zamanda sınıfsal bir yalnızlık bu. Hiçbir zenginin yaşamının hiçbir anında tatmadığı türden…

Leyla, Mercan ve Ülker Abla’nın hikâyesi dramatik; şiddet, yalnızlık, parasızlık, çaresizlik… Şimdilerde çokça yapıldığı gibi umutsuz, yenik, vazgeçişi gerekçelendiren bir mağduriyet hikayesi anlatmak için tüm koşullar mevcut. Şahiner'in karakterlerinin gerçekliğini bir de burada sınıyoruz. Ne Leyla ne Mercan ne de Ülker Abla bir mağduriyet zırhı ile karşımıza çıkıyor. Karşılaştığımız şey tam tersine saldırı karşısında kararlı bir diklenme, ısrarla hayata tutunmanın yollarını bulma, yeniden ve yeniden deneme ve vazgeçmeme hali. Tanık olduğumuz bu davranış biçimi de sınıfsal. Sermaye sınıfının tüm saldırılarına rağmen emekçi karakterli insanların yaşamla bağı çok güçlü ve bu bağ belli ki birilerine dert olmaya devam edecek. 

Şahiner'in bunu hikâyeleştirme çabası övgüye değer. En az bunun kadar övgüyü hak eden bir diğer özelliği bunu yaparken kurduğu dil. 

Yukarıda da değindiğim gibi sizi hızla, soluk soluğa okumaya zorlayan bir anlatımı var Seray Şahiner'in. Okurken dişlerinizi sıkıp, yay gibi gerilmenizi sağlayan bir anlatım bu.

Kitaplarla ilgili kimi değerlendirmeler yazarın mizahı kullanımına da işaret ediyor. Bana kalırsa okur kendini iyi hissetsin diye değil bu mizah. Karakterlerin baş başa kaldıkları saldırı karşısındaki ruh halini yansıtmanın aracı. Tıpkı tehdit karşısında kamburunu çıkarıp, tüylerini kabartarak tıslayan bir kedi gibi Şahiner’in karakterleri de kimi zaman karşı karşıya kaldıkları durumu şakaya alarak, kimi zaman sinkafı bol cümleler kurarak savuşturmaya çalışıyor. Ülker Abla okurun “eğlenceli” bulduğu bu dilin farkında.

“Gülmek: 'Ulan felek anamı ağlattın ama beni ağlatamadın' demenin bir yolu. 'Acımadı ki' demek. İnadi. İradi. Gülmek, nefsi müdafaadır.” S.41

Bu dilin barındırdığı sarkazma biz Ot, Bavul, Kafa gibi dergilerden aşinayız aslında. Şahiner’in üslubu adını saydığım dergilerden aşina olduğumuz bu dili lümpenlikten, laubalilikten, samimiyet zırhına bürünmüş duygu istismarcılığından kurtarıyor. Sadece içerikle değil inşa ettiği dille de güncel bir edebiyat Şahiner'in edebiyatı. 

Zenginler ve yoksullar…

“Antabus” ve “Ülker Abla”da hikâyenin bütününde hissettiğimiz sınıf anlatısı “Kul”un hemen başında Mercan’ın adeta kimlik kartı olarak karşımıza çıkıyor.

“Mercan Hanım işsiz değildir lakin ustalık gerektiren bir mesleği de yoktur. Kalifiye eleman olmadığından kolayca diskalifiye edilir. Sigortası, güvencesi, bugünden yarına garantisi? Yoktur. Ama öyle düşünülmez hakkında…” s.9 

Mercan’ın işinin iş olduğu, rahatının yerinde olduğu düşünülür. Günde bir apartmandan şu kadar aldığına göre ayda şu kadar apartmandan şu kadar para aldığı düşünülür. Kim böyle düşünür peki? Elbette cebinde parası olanlar. Parası bol olanın aklı da, kibri de bol. Şahiner, sadece emekçi sınıfları anlatmıyor; aynı zamanda küçük burjuvaların emekçilere bakışını, onlarla ilişkisini de incelikli bir şekilde teşhir ediyor. 

Bu teşhiri Mercan’ın döne döne sildiği apartmanın her basamağında hissettiğimiz gibi Leyla’nın diğer velilerle temasında da görüyoruz.

“Ne desem, tuhafsayıp onlardan biri olmadığımı belli edecek şekilde bakıyorlar bana.” s.27 

Ayşe’yi okuldan her almaya gittiğinde çalışkan öğrencilerin kokoş velilerinin Leyla’ya bakışıdır bu bakışlar. Bakışlarıyla Leyla’ya ait olduğu yerin kendilerinin yanı olmadığını her gün yeniden ve yeniden hatırlatırlar.

Ülker Abla'nın bu üç karakter arasında zenginlere karşı öfkesini açıktan dile getiren karakter olarak belirdiğini söyleyebiliriz. Her üç karakterin de bir şekilde temas ettiği “Deva Eczanesi”ndeki bir sahnede bunu net olarak görüyoruz. Evden kaçtıktan sonra kalacak yer sorununu devlet hastanesinde refakatçilik yaparak gidermeye çalışan Ülker Abla hastanede içinin sıkıldığı birgün refakat ettiği hastaların ilaçlarını aldığı “Deva Eczanesi”nde tebdili mekân ferahlığı arar. Eczacının çay ikramı, açılan sohbet ve eczanın konuşmaları “Ülker Abla”yı şu düşüncelere taşır.

“Bunun anası da eczacıymış, duvarda kocaman siyah beyaz fotoğrafı asılı. İnci kolyeli, Türkân Şoray topuzlu bir kadın. Hadi inci kolyeyi geçtim, bizim yaşlarda birinin ailesinden bir kuşak öncesinde üniversite okumuş olması ne demek? Hele ki bir kadının? Zenginlik. Öyle parasız yatılı hemşirelik öğretmenlik de değil. Eczacılık! Bir gün yokluk çekmemişler, gelmiş bana diyor ki: 'Niye kocanın evinde kaldın?' Zengin pezevenkler. Susmuyor da…” s.22 

Ülker Abla ne kadar net ve ne kadar da haklı değil mi?

Şahiner’in sadece ana karakterleri değil yan karakterleri de gerçeklik testinden geçiyor. Buradaki “eczacı”yı küçük burjuvaların bir temsili olarak görebiliriz. Küçük burjuvalar kendilerinden yoksul olanlara akıl vermeyi onları küçümsemelerinin bir aracı olarak kullanırken, bilgiye sahip olmayı, itiraz geliştirmeyi, direnç göstermeyi, daha iyi bir hayat isteğini yoksullara yakıştıramıyor. Kitapla ilgili okur yorumlarında da benzer bir bakış görüyoruz. Ülker Abla'nın içinde bulunduğu koşullardaki özgüvenini, bilgisini, aklına yatmayanla didişmesini karakterin gerçekliğiyle uyumsuz buluyorlar. Ülker Abla’nın gerçekliğini buradan sorgulayan, yoksul, güçsüz gördüğünde mağduriyet, teslimiyet, rıza arayan bilmiş okurlara Ankara’nın orta yerinde tıpkı Ülker Abla gibi ördüklerini satarak ayakta kalmaya çalışan Zehra Canan’a bakmalarını öneriyorum.

Kesişen mekânlar: 'Barınmak bir nefsi müdafaymış'

“Antabus”“Kul” ve “Ülker Abla”da hikâyelerin aktığı mekânlar karakterlerin üzerinde belirginlik kazandığı bir fon olmaktan çok, karakterle bütünleşen, çelişki ve çatışmaları görünür kılan bir rol üstleniyor. Mekânın hikayelerdeki ağırlığı karakterlerin dertlerini bireysel alana sıkıştırmaktan kurtarıp Leyla, Mercan ve Ülker Abla’nın yaşadıkları sorunlarla birlikte toplumun bir parçası olduklarını ve bu sorunların kaynağında toplumsal ilişkilerin olduğunu gösteriyor.

Leyla ve Ülker Abla’nın çalıştığı tekstil atölyelerinde, Mercan’ın temizliğe gittiği ve temizlik için bile kapısından geçemediği apartmanların bilgisinde, yollarının düştüğü “Deva Eczanesi”nde, merdivenleri temizleyerek inerken her katın kendi içinde oluşturduğu hiyerarşide, yine “Ülker Abla”nın devlet ve özel hastane farkını ortaya koyan anlatımlarında ve her üç karakterin de kendi evleriyle ya da daha doğrusu evsizlikleriyle kurdukları ilişkide/verdikleri mücadelede bunu net bir şekilde görüyoruz. 

Üç romanın da muhiti, karakterlerin evleri, aile yapıları, alışkanlıkları ve ahlakları ile tam bir emekçi muhiti. Görünmezliği ilan edilmiş bir sınıfın insanlarını görünür kılan bir tercih bu.

Bitirirken…

Sınıfı, bütün çöpü ve ifrazatı ile birlikte ama onun içindeki cevheri, ışıltıyı karartmadan anlatıyor Seray Şahiner. Leyla’nın, Mercan’ın ve Ülker Abla’nın yaşama tutunma isteğinden ilham almamak ve bu üç romanı yer yer gözlerimiz dolmadan okumak mümkün değil. Bir de dişlerimizi ve yumruklarımızı sıktığımız yerlerde karakterlerin yalnızlığına çarpan anlarımız var. Bu yalnızlık kürek çektiğimiz akıntıyı daha güçlü gösteriyor. Bu yalnızlık, birlikte mücadele etme kültürünü, örgütlü mücadele etme kültürünü yitirmenin, örgütlü hayata mesafenin maliyeti maalesef.

Seray Şahiner yazdıklarıyla çokça Orhan Kemal’e benzetiliyor. Doğru. Zorluklar karşısında karakterlerin dili, sergiledikleri direnç ve inat, aynı zamanda hikâyeleri saran zengin anlatım bizi Orhan Kemal’e götürüyor. Ama tüm bunların yanında açığa çıkan o koyu yalnızlık biraz da Sabahattin Ali değil mi?

                                                                 /././

(soL)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -10 Ocak 2025-

Toprağın 2 bin yıl koruduğu tarih 2 yılda tahribata açık hale geldi -Yusuf Yavuz- Antalya’da toprağın 2 bin yıl koruduğu tarih, belediye eli...