Oscar ödüllü Amerikalı aktör Gene Hackman ve eşinin ölümü: Polise göre ölümler "soruşturulacak kadar şüpheli" -T24-


ABD'de New Mexico eyaleti polisi, Oscar ödüllü aktör Gene Hackman ve eşinin, çift ve köpekleri ölü bulunduğunda "bir süredir" ölü olduklarını açıkladı.

95 yaşındaki Hackman, Santa Fe'deki evlerinin mutfağının yanındaki bir odada , 65 yaşındaki klasik piyanist eşi de banyoda bulundu.

Yetkililer cesetlerde yaralanma izi olmadığını belirtirken olay "soruşturulacak kadar" şüpheli bulundu, ancak ölüm nedenleri açıklanmadı.

Basın toplantısı düzenleyen polis yetkilisi Adan Mendoza "Bir süredir ölmüş gibiler ama ne kadar süre olduğunu şu anda tahmin etmek istemiyorum. Herhangi bir şüpheli durum işareti yok ama bu ihtimal de değerlendiriliyor. Bu bir soruşturma ve tüm ihtimaller masada" dedi.

Hackman gri bir esofman altı, mavi bir uzun kollu tişört ve kahverengi terliklerle bulundu. Yanında da güneş gözlükleri ve bastonu vardı. Dedektifler, aktörün birden düşmüş olabileceğinden şüpheleniyor.

Eve herhangi bir zorla giriş izi de bulunamadı. İçeride de tüm eşyalar yerindeydi.

Evde ayrıca içeride dolaşan iki canlı köpek de bulundu.

Çiftin çiftlik evinin 1 milyon dolar dolayında olduğu kaydedildi.

Evde herhangi bir gaz sızıntısı da bulunamadı.

Dedektifler ihbarı iki bakım işçisinin yaptığını kaydetti.

Yaklaşık 60 yıllık kariyerinde Hackman, iki Akademi Ödülü, iki Bafta, dört Altın Küre ve bir Screen Actors Guild (Oyuncular Birliği) Ödülü kazandı.

Hackman, 1971 yapımı William Friedkin'in gerilim türündeki The French Connection (Kanunun Kuvveti) filminde Jimmy "Popeye" Doyle rolüyle en iyi erkek oyuncu Oscar'ını kazandı.

1992'de ise Clint Eastwood'un Western filmi Unforgiven'da (Affedilmeyen) canlandırdığı Little Bill Daggett karakteriyle en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar'ını aldı.

Hackman, ayrıca Bonnie ve Clyde (1967) filminde Buck Barrow rolüyle, I Never Sang for My Father (Babaya Ağıt-1970) ve Mississippi Burning (Mississippi Yanıyor-1988) filmlerindeki performanslarıyla da Oscar'a aday gösterilmişti.

Ünlü oyuncu Hackman, 1970'ler ve 1980'lerde Superman filmlerinde Lex Luthor karakterini canlandırdı.

Toplamda 100'den fazla rolde yer aldı.

Ayrıca Runaway Jury (Jüri), Francis Ford Coppola'nın The Conversation (Konuşma) ve Wes Anderson'ın The Royal Tenenbaums (Tenenbaum Ailesi) gibi dönemine damga vurmuş filmlerde de rol aldı.

Coppola, Perşembe günü Instagram'da paylaştığı taziye mesajında Hackman'in ölümünden dolayı yaşadığı üzüntüyü dile getirdi.

"Büyük bir sanatçı" olarak nitelendirdiği Hackman için "Harika bir aktördü; işinde ilham verici ve muazzam bir derinliğe sahipti" ifadelerini kullandı.

Star Trek oyuncusu George Takei de sosyal medya hesabında yaptığı paylaşımda, "Gerçek anlamda sinema devlerinden birini kaybettik" dedi.

Hackman'in beyaz perdedeki son rolü, 2004 yılında Welcome to Mooseport filminde Monroe Cole karakteriydi.

Bu filmden sonra Hollywood'dan çekilerek New Mexico'da daha sakin bir hayata başladı.

1930 yılında California'da doğan Hackman, 16 yaşında yaşını büyük göstererek ABD Deniz Piyadeleri'ne katıldı ve dört buçuk yıl görev yaptı.

Çin, Hawaii ve Japonya'da görev yaptıktan sonra 1951'de terhis oldu.

Askerlik hizmetinin ardından New York'ta yaşayıp çalıştı ve Illinois Üniversitesi'nde gazetecilik ile televizyon prodüksiyonu eğitimi aldı. Daha sonra oyunculuk hayalini gerçekleştirmek için tekrar California'ya taşınmaya karar verdi.

Hackman, California'daki Pasadena Playhouse tiyatro topluluğuna katıldı ve burada genç Dustin Hoffman ile arkadaş oldu.

Oyunculuk hayaliyle ilgili yaptığı bir konuşmada, "Sanırım oyuncu olmayı yaklaşık 10 yaşımdan itibaren istiyordum, belki daha da küçükken" dedi.

"Çocukken izlediğim filmler ve hayranlık duyduğum oyuncular, James Cagney, Errol Flynn gibi romantik aksiyon adamları hep aklımda kaldı."

"O aktörleri izlediğimde, 'Bunu ben de yapabilirim.' diye düşündüm. Ama New York'ta sekiz yıl boyunca iş bulamadım. Kadın ayakkabısı sattım, deri mobilyaları cilaladım, kamyon şoförlüğü yaptım."

"Sanırım eğer içten bir arzunuz varsa ve gerçekten çok istiyorsanız, bunu yapabilirsiniz."

Hackman, "Oyuncu olmak istiyordum ama her zaman aktörlerin yakışıklı olması gerektiğine inanıyordum" demiş ve şöyle devam etmişti:

"Bu düşünce, Errol Flynn'in idolüm olduğu dönemden kalma. Bir sinemadan çıkıp aynaya baktığımda şaşırıyordum çünkü Flynn'e benzemiyordum. Ama kendimi onun gibi hissediyordum."

1963'te yeniden New York'a taşınan Hackman, Off-Broadway yapımlarında ve küçük televizyon rolleriyle sahne almaya başladı.

1970'lerde adını duyurmaya başladı ve The French Connection (Kanunun Kuvveti) filminde New Yorklu dedektif Jimmy 'Popeye' Doyle rolüyle başrol oyuncusu haline geldi.

Bundan sonra, 1972 yapımı felaket filmi The Poseidon Adventure (Poseidon Macerası) gibi yapımlarla beyaz perdenin değişmez isimlerinden biri oldu.

Hackman, ilk eşi Faye Maltese ile 30 yıl boyunca evli kaldı. Çiftin bu beraberliklerinden üç çocukları oldu. Çift, 1986'da boşandı.

İlerleyen yıllarda Hackman ve ikinci eşi Betsy, gözlerden uzak bir yaşam sürdü. İkili, nadiren kamuoyunun karşısına çıktı ve birlikte görüldükleri son etkinliklerden biri 2003 Altın Küre Ödülleri oldu. Bu törende Hackman, Cecil B. deMille Ödülü'nü kazandı.

2008'de Reuters'a verdiği bir röportajda, "Resmi bir basın toplantısı düzenleyip emekliliğimi açıklamadım ama evet, artık oyunculuk yapmayacağım" dedi.

Hackman, beyaz perdeden uzaklaşarak roman yazmaya odaklandığını belirtti.

"Ben bir yıldız olmak için değil, oyuncu olmak için eğitildim. Roller oynamak için eğitildim, şöhretle, menajerlerle, avukatlarla ve basınla uğraşmak için değil" diye konuşan Hackman şunları söyledi:

"Kendimi ekranda izlemek bana duygusal olarak çok pahalıya mal oluyor. İçten içe kendimi hâlâ genç hissediyorum, ama sonra ekrana bakınca torbalanmış çeneyi, yorgun gözleri, dökülen saçlarıyla yaşlı bir adam görüyorum."

Paul Glynn-BBC News Kültür Muhabiri

TKP'den Öcalan değerlendirmesi: 'Silahlar sussun ama sürecin hedefi, zemini ve araçları sorgulanmalı' + Okuyan: Çatışmanın bitmesine itiraz edilmez ama sundukları çerçevede bir tuhaflık var -soL

TKP'den Öcalan değerlendirmesi: 'Silahlar sussun ama sürecin hedefi, zemini ve araçları sorgulanmalı' 

TKP açıklamasında, çatışmaların sona ermesine yönelik çağrılara olumlu bir anlam yüklendiği ancak asıl üzerinde durulması gerekenin, işlemekte olan sürecin hedefleri, zemini ve araçları olduğuna dikkat çekildi.

DEM Parti'nin İmralı Heyeti, PKK lideri Abdullah Öcalan ile gerçekleştirilen görüşme sonrasında düzenlenen basın toplantısında Öcalan’ın mesajını açıkladı. Öcalan PKK'ye kongreyi toplama, silah bırakma ve kendisini feshetme kararı alma çağrısında bulundu.

Türkiye Komünist Partisi, Öcalan'ın çağrısına ilişkin açıklamada bulundu. Açıklamada, çatışmaların sona ermesinin karşı çıkılması mümkün olmayan bir gelişme olduğu vurgulandı ve "TKP bu doğrultuda yapılan çağrılara, varılan ya da varılacak anlaşmalara olumlu bir anlam yüklemektedir" denildi.

Öte yandan açıklamada, asıl üzerinde durulması gerekenin, işlemekte olan sürecin hedefleri, zemini ve araçları olduğuna dikkat çekildi.

Süreçte söz sahiplerinin Cumhur İttifakı ile PKK ve ona bağlı oluşumlar olduğu, bu nedenle “Türk-Kürt kardeşliği” ifadesinin gerçeği yansıtmadığının altı çizildi. Sürecin muhatapları tarafından yeniden gündeme getirilen "Türkler ve Kürtler ittifak yaparsa Türkiye bölgenin en önemli gücü olur” tezine atıfla "Yeni Osmanlıcı" perspektife karşı uyarıda bulunuldu.

'Süreç bütün boyutlarıyla değerlendirilmekte'

Türkiye Komünist Partisi, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin açıklamalarıyla ivme kazanan, Suriye’de bir dizi ülke tarafından desteklenen cihatçı HTŞ’nin Şam’ı ele geçirmesiyle boyutlanan ve Öcalan’ın yolladığı yazılı çağrı ile yeni bir aşamaya geçen sürecin yakından takip edilmekte olduğunu ve yetkili kurulların konuyu bütün boyutlarıyla değerlendirmekte olduğunu açıkladı.

TKP tarafından yapılan açıklamada, "Bugün gelinen aşamada bu değerlendirmelerin bir bölümünü kamuoyu ile paylaşma ihtiyacı duyuyoruz" denildi ve şu değerlendirmelerde bulunuldu:

"1. Türkiye’de yurttaşlarımızın etnik kökenleri üzerinden birbirinden uzaklaşmasına, kanlı bir hesaplaşmanın içine sürüklenmesine, emekçi halkın bölünmesine, sorunların gerçek çözümünden uzaklaşmasına neden olan çatışmaların sona ermesi, kullanılan ifadeyle “silahların susması” karşı çıkılması mümkün olmayan bir gelişmedir. TKP bu doğrultuda yapılan çağrılara, varılan ya da varılacak anlaşmalara olumlu bir anlam yüklemektedir.

2. Bununla birlikte, asıl üzerinde durulması gereken, işlemekte olan sürecin hedefleri, zemini ve araçlarıdır. Bugüne kadar süreçle ilgili tarafların açıklamaları, aldıkları tutum ve sahadaki gözlemlerimizden çıkardığımız sonuç kimi çevrelerin iyimserliğini paylaşmamızı engellemektedir.

3. Her şeyden önce, bu sürecin öznesinin Türkler ve Kürtler olduğu iddiası doğru değildir. Süreçte söz sahibi olan, siyasi iktidar ya da Cumhur İttifakı ile feshedilmesi için çağrı yapılan PKK ve bağlı oluşumlardır. Sınıfsal, ideolojik ve siyasal tercihlerle yürütülmekte olan bir süreç bütün Türkleri ve Kürtleri içine alamaz. Bu bağlamda özellikle iktidar çevrelerinde dile getirilen “Türk-Kürt kardeşliği” ifadesi gerçeği yansıtmamaktadır.

4. Bundan on yıl kadar önce de dillendirilen “Türkler ve Kürtler ittifak yaparsa Türkiye bölgenin en önemli gücü olur” tezi bugün sürecin muhatabı olan taraflarca yine gündeme getiriliyor. Türkiye’nin sorunları, bölgesel rekabet ve çatışmalarda hamle yaparak çözülmez, tersine yeni sorunlar üretilir. TKP geçmişte olduğu gibi bugün de Yeni Osmanlıcı bir perspektifle Türkiye’nin bölgesel iddialarını artırmaya çalışmasının büyük maliyetleri olacağı konusunda halkımızı uyarmaktadır. Aylardır, kimi yayın organlarında açık bir biçimde savunulan yayılmacı, fetihçi stratejilerin ülkemiz ve halkımız için yıkımdan başka sonuç vermeyeceği ortadadır. Sınırlarının ötesinde hak iddia etmek yerine kendi topraklarımızda bağımsız, egemen, refah içinde bir ülke yaratmalı, yurttaşlarımızın eşitlik içinde özgürce yaşamasını sağlamalıyız. 

5. Bağlantılı olarak Türkiye’de “demokrasi ve kardeşliği” dinsel bir zeminde tesis etme arayışları da son derece tehlikelidir. Kamusal alanda hiçbir sorun dinsel referanslarla çözülemez. Tersine bugün Türkiye’de sorunların bir bölümü laikliğin ayaklar altına alınmasından ve tarikatların tıpkı holdingler gibi memleketin kanını emmesinden kaynaklanmaktadır. Partimiz inanç ve ibadet özgürlüğünün dokunulmaz bir insan hakkı olduğunu vurgularken dinin siyaset ve devlet işlerinin dışına çıkarılması gerektiğini tekrar belirtme ihtiyacı duymaktadır.

6. Sürecin Türkiye’de demokrasinin büyük bir kazanımı olduğuna ilişkin iktidar çevrelerinin iddialarını da şaşkınlıkla izliyoruz. Bugün Türkiye’ye baktığımızda gördüğümüz, derin bir yoksulluk ve muazzam bir toplumsal eşitsizliğin hüküm sürdüğü, adalet duygusunun tamamen yok olduğu, zorbalığın ve kuralsızlığın kural haline geldiği bir ülkedir.

7. Öcalan’ın açıklamasında ima edildiğinin ve yine iktidara yakın çevrelerin sık sık ileri sürdüğünün tersine, PKK Marksist bir örgüt değildir. Milliyetçi temellerde şekillenen bu örgütün kendini feshetmesinin gündemde olduğu bir sırada iktidarın geçmişin sorumluluğunu devrimcilere ve sosyalizme atma uyanıklığına kayıtsız kalmayacağız. Liberalizmle iç içe geçmiş bir milliyetçilikle ve ABD ya da İsrail ile müttefiklikle Marksizm hiçbir biçimde bağdaşmaz.

8. Türkiye Komünist Partisi, bu ülkede ezilenlerin, yoksulların, emekçilerin kardeşliğini emperyalizme, sömürüye, holding ve tarikat düzenine karşı mücadeleyle sağlamak konusunda kararlıdır. Türk, Kürt, hangi kökenden olursa olsun, bu ülkenin zenginliklerinden mahrum bırakılmış büyük çoğunluğunun birliğine bin yıl öncesine dönük hamasi atıflarla değil, bugünün gerçekleriyle ulaşacağız."

                                                    ***

Okuyan: Çatışmanın bitmesine itiraz edilmez ama sundukları çerçevede bir tuhaflık var

Yurttaşları karşı karşıya getiren bir çatışmanın bitmesine kimsenin itiraz edemeyeceğini belirten Okuyan "Türkiye'nin dış politikasına sıkıştırılan bir çerçevede bu meselenin ele alınmasında bir tuhaflık var" dedi.

PKK Lideri Abdullah Öcalan, PKK'ye silah bırakma ve kendini feshetme çağrısında bulundu.

Öcalan'ın çağrısını değerlendiren Türkiye Komünist Partisi (TKP) Genel Sekreteri Kemal Okuyan, “Türkiye'de insanları ikiye bölen, yurttaşlarımızı etnik kökenleri itibariyle karşı karşıya getiren çatışmanın bitmesine kimse itiraz edemez” dedi.

Öte yandan Okuyan, Öcalan'ın çağrısında ve iktidarın daha öncesinde yaptığı açıklamalarda yer alan "bölgede iddia taşımaya" ilişkin vurgulara dikkat çekti. 

'Yurttaşları karşı karşıya getiren çatışmanın bitmesine kimse itiraz edemez'

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, Öcalan'ın çağrısını değerlendirmek üzere CGTN Türk Radyo'nun canlı yayınına bağlandı.

Açıklamada şaşırtıcı bir taraf olmadığını, çünkü açıklamanın varılan anlaşma doğrultusunda yapıldığını belirten Okuyan, “Dolayısıyla bunun dışında herhangi bir şey olamazdı. Zaten izin verilmezdi” dedi. Okuyan, çağrıyla birlikte yeni bir sürecin başladığını ifade etti ve “Bundan sonra ne tür gelişmeler yaşanacağını hep beraber göreceğiz” dedi.

“Türkiye'de insanları ikiye bölen, yurttaşlarımızı etnik kökenleri itibariyle karşı karşıya getiren çatışmanın bitmesine kimse itiraz edemez” değerlendirmesinde bulunan Okuyan, “Biz Kürt siyasi hareketleri ile mesafeyi açan, AKP'ye de zaten karşı bir partiyiz. Buna rağmen diyoruz ki işin bu kısmı kesinlikle olumludur” ifadelerini kullandı.

Öte yandan sürecin arka planına bakmak gerektiğini vurgulayan Okuyan, sözlerine şöyle devam etti:

“İşte 1000 yıl öncesine referanslar veriliyor. Bu tür açıklamalarda tarihsel referanslara yer verilebilir ama bugünün gerçekliğinde bir karşılığı olduğunu düşünmüyoruz. Yani eğer 1000 yıllık bir kardeşlik varsa son 50 yılda, 100 yılda ya da 200 yılda yaşadığımız neydi?”

'Türkiye Kürtlerle anlaşırsa bölge gücü olur' dendi'

Dünyada ve bölgede önemli gelişmeler yaşandığına ve bu doğrultuda da haritaların değiştiğine dikkat çeken Okuyan, şu ifadeleri kullandı:

“İktidar diyor ki, "Uluslararası alanda son derece önemli gelişmeler olurken ve Türkiye'nin güvenliği tehlikedeyken Kürt halkını, İsrail ve ABD'ye teslim etmeyeceğim. Kürt-Türk kardeşliğini öreceğiz ve bir bölge gücü olacağız". Şimdi bu defalarca tekrar edildi iktidar partisi tarafından.

Aslında Öcalan'ın yaptığı açıklamada da bu doğrultuya uygun bir içerik var. Dendi ki, ‘Türkiye Kürtlerle anlaşırsa bölge gücü olur. Kürtlerle anlaşmazsa Türkiye'nin varlığı tehlikeye girer’.”

Okuyan, söz konusu açıklamaların, “Biz Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşayan insanlar olarak bu ülkede eşitlik, özgürlük, kardeşlik tesis edemedik ama bölgede bir iddia taşıyacağız” anlamına geldiğini vurguladı.

'Bu mesele bölgesel bir projeyle çözülemez'

Bölgesel bir gerekçeyle Türkiye’deki Kürt sorununun çözülemeyeceğini belirten Okuyan, “Bu mesele bölgesel bir projeyle çözülemez. Güvenlik meselesine ve Türkiye'nin dış politikasına sıkıştırılan bir çerçevede bu meselenin ele alınmasında bir tuhaflık var. Zaten Türkiye tarihinde siyaset alanının ve özgürlüklerin belki de en fazla daraltıldığı bir dönemde ‘Artık Türkiye’de demokrasi var’ denebilecek bir süreç gerçekçi ve dürüst olmaz” dedi.

Sürecin MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin çağrısıyla başladığını ve ardından Türkiye’nin katkılarıyla Suriye’de Beşar Esat yönetiminin devrildiğini hatırlatan Okuyan, “Şimdi bu rejim değişikliğinin ardından İsrail Suriye'ye yerleşiyor. Buna karşı kimsenin doğru düzgün sesi çıkmıyor. Deniyordu ki ‘İsrail bölgeyi tehdit ediyor, biz önlem almalıyız’. O önlemlerden bir tanesi Suriye'de rejim değişikliğiydi ama tam tersi sonuç verdi” dedi.

Okuyan, sözlerine “Dolayısıyla atılmakta olan adımların Türkiye'nin güvenliğine hizmet mi ediyor? Yoksa adım adım belki de bir Amerika Birleşik Devletleri İsrail planına doğru mu çekiliyoruz?” sorularını yönelterek devam etti ve “Bunu zaman içerisinde göreceğiz. Yani dolayısıyla böyle bugün yapılan açıklamayla Türk-Kürt kardeşliği tespit edildi, Türkiye bölge gücü oldu… Bunlar için çok erken” değerlendirmesinde bulundu.

‘PKK hiçbir zaman sosyalist bir örgüt olmadı’

Öcalan’ın çağrısında “PKK’nin Soğuk Savaş etkisinde kurulduğuna ve reel sosyalizmle ilişkisine” dair atıflar hakkında da konuşan Okuyan, PKK’nin hiçbir zaman sosyalist, Marksist bir örgüt olmadığını ifade etti.

Okuyan, PKK’nin her zaman milliyetçi bir örgüt olduğunu belirtti ve şöyle konuştu:

"Öcalan, eski Marksist kökenlerinden arındığına dair bir değerlendirme yaptı. Gerçeklerle bağdaşmıyor, çünkü bu örgüt başından ulusalcı çizgide bir örgüttü, Marksist bir örgüt değildi, sosyalist bir örgüt değildi. Dönemin ruhu nedeniyle bir etkileşim içerisine girdi ama Sovyetler Birliği'nin var olduğu dönemde dünyadaki aslında birçok örgüt sol jargon kullandı ve etkileşim içerisine girdi.

Türkiye'de de Kürt sorunun tartışılması sol tarafından, özellikle 1960’lı yıllarda Türkiye İşçi Partisi tarafından gündeme getirilen bir olguydu. Tabii ki bir etkileşim vardı ama bu örgütün Marksist bir örgüt olduğunu söylemek yanlış olur. Biz bunu yıllarca söyledik. Marksist örgüt sınıfsal bakar meselelere, oysa onlar milliyetçi, ulusal pencereden bakan bir örgüttür."

‘Halkların kardeşliği iyi bir şeydir’

Okuyan, çağrının olumlu sonuçlanıp sonuçlanmayacağına ilişkin soruya da cevap verdi.

“Halkların kardeşliği iyi bir şeydir. Etnik temellerde bir düşmanlığın kimseye faydası yoktur” diyen Okuyan, sözlerini şöyle noktaladı:

“Türk-Kürt kardeşliğini İslam temelinde tesis edeceğiz’ diyenler de var. Bu Türkiye'nin daha da dincileşmesi anlamına gelir. Yeni Osmanlıcı hayaller ya da bu stratejinin bir parçası olarak gündeme gelebilir.

Türkiye, ‘Biz Kürtlerle ittifak halindeyiz’ deyip bölgede başka hedefler yani bugünkü sınırların değişmesine ya da Türkiye'nin bazı ülkelerle karşı karşıya gelmesine hizmet edecek bir şeye de biz ‘Ne güzel anlaştılar’ diye alkış tutmayız.”

soL

Devrimci abide kadın! + İklim Kanunu’nda kömürün adı geçmiyor -BİRGÜN

 Devrimci abide kadın! -Nazım Alpman-

Hayatının tamamını (çocukluk ve öğrencilik yılları dışında) Türkiye devrimine adayan çok değerli büyük bir insan olan Sevim Belli’yi 27 Şubat 2025 Perşembe günü (bugün) sonsuzluğa uğurluyoruz. Belli ve yakın mücadele arkadaşlarının büyük çoğunluğu “kendilerini halkları için feda etmek” üzere yola çıkmışlardı.  Sevim Belli (Tarı) bu kuşağın en parlak temsilcilerindendi. Sosyalizme gönül verip Türkiye Komünist Partisi’ne (TKP) girmesi sınıfsal değil tamamen “ahlaki” sebeplerden kaynaklanıyordu. Kapitalizmin ahlaksız sömürü düzeninde emekçilerin acımasızca ezilmelerine razı olmadığı için mücadeleye girişti. Tanımadığı insanların kurtuluşu adına kendisini feda etmek erdeminin nasıl olabileceğini gösterdi, adeta şöyle dedi:

-Sosyalist, komünist olabilmek işte böyle bir şeydir!

Sevim Belli’nin yaşamı varlıklı bir aile içinde İstanbul’da başladı. Yıl 1925, Türkiye Cumhuriyeti henüz iki yaşında. Babası İsmail Hakkı Bey, emniyet teşkilatında üst düzey makamlara çıkmış bir bürokrat, annesi Rizeli ünlü armatör Rıza Beyin kızı Ayşe Kalkavan’dı. Beylerbeyi’nde Nazım Kalkavan yalısında büyüdü Sevim Belli.

1949 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirip Amerika’ya gidiyor. Uzmanlık içinse Paris’te eğitime başlıyor. Görüldüğü gibi İngilizce ve Fransızcayı son derece iyi biçimde konuşabiliyor.

Bu özel yeteneğini inanılmaz bir çalışma ile Türkiye’ye armağan ediyor. Neredeyse sol klasiklerin tamamı onun elinden geçiyor. Şu isimlere bakar mısınız? Karl Marx, Fredrich Engels, Vladimir İlyiç Lenin, Charles Darwin, George Politzer, İbn-i Haldun, Zubritski Mitropolski… Bu köşenin okurları, Sevim Belli’nin sevenleri yukarıdaki yazarların hangi kitapları yazdıklarını fazla zorlanmadan bilirler. Söz konusu kitapları okumuş bir doktor olmak bile başlı başına övgüyü hak ediyor. Ama Sevim Belli, oturmuş bir de çevirmiş!

Bırakın bir yabancı dili Türkçeyi bile doğru dürüst telaffuz edemeyen yüksek mevkilerdeki “önemli” adamların kararlarıyla bu nitelik abidesi insan 1951’de tarihe “Büyük komünist tevkifatı” adıyla geçen operasyon sonunda tutuklanıp hapse atıldı.

1957’de Türkiye solunun bir başka efsanesi olan Mihri Belli ile evlendi.

Cezası bitip de hapisten çıkınca doktorluk yapmasına izin verilmedi. Sevim Belli de çocukları Hayrettin ve Emre’yi alıp 1964’te Cezayir’e gitti. Yurda döndükten sonra düşünceleri hâlâ suçtu! 12 Mart 1971 Askeri Darbesi sırasında yeniden tutuklandı üç yıl hapishanelerde kaldı.

12 Eylül 1980 Darbesinden sonra bu sefer de eşi Mihri Belli ile Stockholm’e gitti mesleğine orada devam etti.

Sevim Belli’ye çektirilen çileler kendisi ile sınırlı kalmadı.

Küçük oğlu Emre Belli 12 Mart dönemi sırasında ilkokulu bitirmişti. Bütün zor girilen okulları kazandı. Annesi onu Galatasaray Lisesine yazdırmak için okula götürdü. Baba Mihri Belli yoktu çünkü, hakkında yakalama kararı olduğu için kaçak durumdaydı!

Lisenin müdür yardımcısı “mabat” korkusundan Emre’yi okula kaydetmek istemedi.  Babası yakalanırsa Milli Eğitim Bakanlığı bizden hesap sorar, bazı öğretmenler sağcıdır katiyen geçer not vermezler sizin çocuğunuza, arkadaşları onu döver solcu çocuğu olduğu için gibi Galatasaray Lisesinin tarihine karşı da zedeleyici ifadelerle uzaklaşmalarını sağladı. Bunun üzerine Sevim Belli çocuğunu aldı ve Saint-Joseph Lisesine kaydını yaptırdı.

Bitti mi? Hayır! Hasan Pulur ağabeyimiz 12 Mayıs 2006’da Milliyet’teki köşesinde bir gazete haberini kendine konu olarak seçmişti:

"Sakıncalı doktor, mucize yarattı. "İkinci başlık da şu: ‘Türk solunun ünlü isimleri Mihri Belli ve Sevim Belli’nin oğlu olan ve sakıncalı bulunduğu için Türkiye’de ihtisas yapamayan Dr. Emre Belli, Fransa’da bir mucizeye imza attı.’

Doğan Haber Ajansı’nın (DHA) muhabiri Saadet Oruç’un Paris’ten bildirdiğine göre Dr. Emre Belli ‘Doğuştan kalp anomalisi nedeniyle Türkiye’de ameliyat edilememiş 4 aylık bebeği ailesi Fransa’ya götürmüş, orada çocuk, kalp cerrahisi uzmanı Dr. Emre Belli tarafından ameliyat edilmiş ve yaşama dönmüş...’

Görüldüğü gibi bizim ülkede devletin “devamlılık ilkesi” katiyen intikamcı çizgisinden sapmıyor!  Emre Belli’nin de ihtisasını devletin güvenlik birimleri sakıncalı buluyor. Adam parlak bir doktor olmuş, sen hangi zekâ ile bunu sakıncalı buluyorsun? Bu soruları kimseler sormadı.

Sevim Belli bu ülkede 100 yıl insanlara faydalı olmak için elinden geleni yaptı. İyilikleriyse her dönemde “hapis cezalarıyla” ödüllendirildi!

Sevim Belli’yi gençlik yıllarımdan uzaktan tanıdım, saygı duydum. Son yıllarda ise yakınında olma şansını elde ettim, çok sevdim. Akın Birdal ile Vedat Türkali belgeseli için Cihangir’deki evinde çokça zaman geçirdik. Vedat Ağabeyin doğum günlerini Sevim Belli ile birlikte kutladık. Türkali’yi uğurlarken mezarı başında yan yanaydık. Sonra Vedat Türkali gecesinde birlikte kürsüye çıkmamız istenince sahneye ele ele yürüdük. Bu son yıllar da benim ödülüm oldu.

Türkiye’de sağ, siyaseti zenginleşme aracı olarak görürken, sosyalistler/komünistler özveri ile halkı bilinçlendirmek uğruna kendilerini feda etme sanatı olarak kabul ettiler. Bu gelenek birinci kuşak solcuların armağanı oldu sonradan gelenlere… O geleneğin ön sırasında da Sevim Belli vardı:

-Devrimci abide kadın!

(Nazım Alpman)

                                                       /././

İklim Kanunu’nda kömürün adı geçmiyor-Özgür Gürbüz-

Uzun zamandır beklenen “İklim Kanunu” en sonunda Meclis’te görüşülmeye başlandı. Komisyonlardan geçip Genel Kurul’da kabul edilirse Türkiye’nin ilk İklim Yasası olacak. Türkiye’nin iklim kriziyle mücadelesinin kurallarını koyması beklenen yasanın ambalajı güzel ama içi boş.

İklim yasasından haliyle iklimi değiştiren seragazı emisyonlarını azaltacak önlemleri belirlemesini, kurallar ve yasaklarla petrol, kömür ve gaz kaynaklı fosil yakıtlarla mücadele etmesini beklersiniz. Beklemeye devam çünkü yasanın içinde böyle bir madde yok. Emisyon azaltımı yok, kömür santrallarının kapatılması yok. İklim krizinden etkilenen dezavantajlı gruplara, olası bir adil geçiş sürecinde bu süreçten etkilenecek işçilere nasıl destek olunacağına dair somut bir düzenleme de yok. Ne var? “Yeşil büyüme” var, taslak metinde 12 ayrı yerde bahsi geçiyor. “Emisyon ticareti” var; 11 kez uzun haliyle, 54 defa da kısa adı olan “ETS” şeklinde yazılmış. Fosil yakıt (kömür, petrol ve gaz) yok ama ticaret var. Gönüllü karbon piyasaları bile metinde var ama sorunun kaynağı yok.

Doğa koruma mücadelelerinden tanıdığımız 100’e yakın kuruluş change.org üzerinden bir imza kampanyası başlattı. “İklim krizine neden olan tarım, enerji, sanayi ve madencilik politikalarında hiçbir değişiklik getirmeyen, iklim krizinin yol açtığı seller, fırtınalar, yangınlar gibi afetler için hiçbir önlem öngörmeyen, işçilerin haklarını güvence altına almayan, kadınların ve dezavantajlı grupların iklim krizi nedeniyle uğrayabileceği ayrımcılığı gözetmeyen, bir kanun gerçek bir İklim Kanunu değildir” diyorlar. Polen Ekoloji, söz konusu yasaya, “emeği ve doğayı konu dışı tutarak sömürü ve tahribatın devam etmesi için AB’nin “Yeşil Yeni Düzeni” çerçevesinde alternatif bir saha yaratmak istiyor” diyerek itiraz ediyor. Yasa hazırlanırken muhataplarına sorulmadığı ortada. Hükümet yine bildiğini okumuş.

İklim Kanunu’na bakınca, iklim sorununun doğayla ya da fosil yakıtlarla ilgili olmadığını, bir ticari mesele olduğunu bile düşünebilirsiniz. Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması ve Yeşil Taksonomi’ye girişi hazırlayan, emisyon ticareti ile de fosil yakıt üreticilerine kurtuluş reçetesi sunan bir yasadan bahsediyoruz. Emisyon ticareti itirazlara rağmen tüm dünyada kullanılan ancak karbon vergisi gibi önlemlere göre arkadan dolanmaya uygun bir mekanizma.

Basitçe tarif edersek, ETS (Emisyon Ticaret Sistemi) kapsamında enerji üretimi yapan bir şirkete o yıl atmosfere bırakabileceği seragazı emisyonu miktarını belirleyen bir kota verilecek. 100 birim diyelim. Şirket 80 birim emisyon üretirse, kullanmadığı 20 birimlik hakkını başka bir şirkete para karşılığı satabilecek. 110 birim emisyon üretirse, cezalı duruma düşmemek için 10 birim karbon kredisini başka bir yerden satın almak zorunda kalacak. Karbon kredilerinin fiyatını, ETS içinde yer alan firmaların performansı belirleyecek. Herkes kotanın üzerine çıkarsa temiz karbon kredisi bulmak için ödenecek bedel artacak. Herkes emisyonlarını azaltırsa piyasada çok sayıda temiz karbon kredisi olacağı için bu kredilerin değeri düşecek. Arz talep meselesi, borsa gibi.

Burada tuzak şu. Şirketlere kredi toplamak için çokça seçenek veriliyor. Yenilenebilir enerji santralları üretim yaparken kömürlü termik santrallara göre çok az seragazı emisyonu ürettiği için aradaki fark kadar temiz karbon kredisi kazanıp, bunları piyasada satabiliyorlar. Kömür santralı olan bir şirket de iklimi değiştiren santralını kapatmak yerine bu kredileri toplayarak işine devam edebiliyorlar.

Daha da kötüsü, fidan dikmek gibi etkisi çok tartışılan yöntemlerle bile karbon kredisi toplayabiliyorlar. Türkiye’deki enerji şirketlerinin çoğunun hem fosil yakıtla hem de yenilenebilir enerjiyle üretim yapan santralları var. Birinden alıp ötekine verebilirler. Kotaları belirleyen hükümet ipin ucunu sıkı tutmaz, kotaları bol keseden dağıtırsa aynı tas aynı hamam yola devam ederiz. Hükümetin ipin ucunu sıkı tutması da onun emisyon hedefine bağlı. Türkiye’nin ne seragazı emisyonlarını azaltma hedefi var ne de taraf olduğu Paris Anlaşması’nın bir bağlayıcılığı. Avrupa Birliği gibi emisyon ticaretinin uygulandığı yerlerde, o birlik ve ülkelerin emisyon azaltım hedefleri var. Bu hedeflere ulaşmak için ülkeler kota işini sıkı tutmak, emisyon azaltımı yapmasını istediği sektörlere buna göre kota vermek zorunda.

Türkiye’de emisyon azaltım hedefi yok. Termik santralları kapatma kararı yok. Ulaşımda petrolden kaçma politikası yok. Bunların hiçbiri yok ama yasa geçerse emisyon ticareti olacak. Bol bol ticaret yapacağız, ucuza topladığımız krediler sayesinde iklimin canına okumaya devam edeceğiz.

(Özgür Gürbüz)

                                  


BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -26 Şubat 2025-

Siz önce çalınan soruların hesabını verin -Berkant Gültekin-

Türkiye siyasetinde yıllardır gündemde olan “diploma” konusunun Erdoğan’ı değil de onun karşısına çıkacak bir aktörü sıkıştırmak için kullanılacağını herhalde kimse tahmin edemezdi.

Erdoğan’a rakip olacağı anlaşıldıktan sonra bir anda geçmişi didik didik edilmeye başlanan Ekrem İmamoğlu’nun 1990 yılında yaptığı yatay geçiş, ülkenin en önemli meselelerinden biri haline getirildi.

Dün İmamoğlu’nun avukatları Prof. Dr. Adem Sözüer ve Mehmet Pehlivan, bir basın toplantısı düzenleyerek ortalıkta dolaşan iddialara yanıt verdi. Avukatlar gayet anlaşılır bir şekilde, İmamoğlu’nun Girne Amerikan Üniversitesi’nden İstanbul Üniversitesi’ne geçişinde hukuka aykırı bir durumun bulunmadığını izah etti.

Avukatların da aktardığı gibi olay kısaca şöyle; İmamoğlu 1988’de Girne’de İngilizce İşletme bölümüne kaydoluyor, bir sene hazırlık ve ardından bölümün birinci sınıfını okuyor, 1990 yılında İÜ’nün Milliyet gazetesine verdiği ve yatay geçişe imkân tanıyan bir ilanı görüyor, başvurusunu yapıyor, belirlenen akademik kriterlere uyduğu için üniversite yönetimi tarafından diğer 51 kişiyle birlikte başvurusu onaylanıyor ve 1990’da İÜ öğrencisi oluyor.

Yani özetle ortada İmamoğlu’na özel bir geçiş imkânı tanınması, İmamoğlu ailesinin araya birilerini sokması ya da hiç öyle bir hak yokken bireysel ilişkilerini kullanarak yönetmeliklere aykırı şekilde okul değiştirmesi gibi bir durum yok. Aynı durumdaki her öğreniciye tanınan bir hak söz konusu ve İmamoğlu da bundan faydalanıyor.

İmamoğlu hakkındaki iddialar hem siyasi ayarlı hem de basit bir “çamur at izi kalsın” kampanyasının ürünü. Son günlerde iktidar medyasının manşetlerini İmamoğlu’nun diploması süslemeye başladı. Açıkça karakter suikastı yapılıyor. İmamoğlu, ona sempati duyan bir kesimin gözünde itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor. Geçmişte kurgu videolarla algı yaratan iktidar, şimdi benzer bir deneyi yeni rakibi üzerinde uyguluyor.

Kurnaz diploma manevrasının ötesinde işin ironik tarafı, eğitimde bunca haksızlığın sorumlusu olan iktidar ile destekçilerinin, sanki adalete çok önem veriyorlarmış ve bu konuda sicilleri çok temizmiş gibi dedektifliğe soyunması, siyasi çıkarları için 35 yıl önceki bir olayın peşine düşmesi...

Türkiye tarihindeki en büyük eğitim skandalları, AKP iktidarında yaşandı. Fethullahçı çete yıllarca soruları sızdırıp milyonlarca gencin emeğini çalarken, sorumlular seyrediyor, seyretmenin de ötesinde Cemaat’e uzanan elleri kırıyorlardı. Gençler ülkenin dört bir yanında Fethullahçı hırsızları protesto ederken, karşılarında polisi buluyordu. Ne zaman ki “Hizmet Hareketi” dedikleri yapı Fetö oldu, o zaman suç da kabul edildi. Ama "siyasi ayak" bu suçtan sıyrıldı.

Yaşananlar, hesabı sorulmayan her suçun, iktidarın elinde muhalefeti yıldırmak için kullanılan bir sopaya dönüşebildiğini gösteriyor. Bu gerçeklik aynı zamanda mücadelenin ana hatlarının ne olması gerektiğine dair de fikir veriyor. Muhalefetin, tek adam rejimine karşı mücadele yürütürken, düzeni ve onun neden olduğu çürümüşlüğü karşısına alarak toplumsal tepkiyi politize etmesi ve böylece kendisini de ‘tek adam muhalefeti’nin sınırlarından çıkarması gerekiyor.

Aksi durumda muhalefetin savunma pozisyonundan uzaklaşarak kurucu bir siyaseti büyütmesi mümkün görünmüyor. Siyasetin daralan sahnesi 23 yıldır Erdoğan’ı besledi ve muhalefetin başarılı olamamasının temel sebebi de buydu. Mesele o sahneyi genişletebilmek ve teslim olmayan milyonları siyaseten aktör haline getirebilmektir. Tersi durumda bu saldırıların sonu gelmez.

                                                                   /././

‘Başka Bir Sağlık Sistemi’ için yürüyoruz -Osman Öztürk-


“Ağzına kadar dolu poliklinikler… Beş dakikaya inmiş muayene süreleri… Günlerce randevu düşürmeye çalışan vatandaşlar… Mahşer yerini andıran aciller… AKP döneminin eseri Yenidoğan Çetesi. Türkiye sağlık sistemi kelimenin tam anlamıyla çöktü. Altında kalan hekimler, sağlık çalışanları, hastalar; kazananlar ise özel hastane patronları oldu. Oysa bugünkünden çok daha iyi, çok daha nitelikli sağlık hizmeti sunacak… Başka Bir Sağlık Sistemi Mümkün! Kamucu-Toplumcu  bir sağlık sistemi için gelin birlikte mücadele edelim.

Hasta-Hekim El Ele!”

∗∗∗

Hekimler için 14 Mart Sağlık Haftası/Tıp Bayramı taleplerini kamuoyuyla paylaşacakları günlerdir.

TTB geçmiş yıllarda 14 Mart haftasında daha çok sağlıkta şiddet, özlük hakları, çalışma koşulları gibi konuları öne çıkarırdı. Bu sene ise ‘Sağlık sistemi çöktü’  tespitinden yola çıkarak ‘Başka Bir Sağlık Sistemi Başka Bir Hekimlik Ortamı  Mücadele Programı’ oluşturdu.

Çok da doğru yaptı.

Çünkü bu sağlık sistemi öylesine çöktü ki kim ne yaparsa yapsın çıkış mümkün değil. Sağlık öyle bir hale geldi ki neresinden tutsanız elinizde kalıyor, neresini yamamaya çalışsanız öbür tarafından patlıyor. Nitekim görüyoruz, AKP’nin altı yıldır Bakanlık koltuğunda oturan, pandemi dönemindeki performansıyla muhaliflerin bile gözünü boyamayı başaran Fahrettin Koca’yı değiştirmesi bir işe yaramadı. Yeni Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu koltukta daha altı ayını doldurmadan altı yıllıktan fazla yıprandı.

AKP’nin sağlık politikası öyle kökten iflas etti ki, ne yapsa dikiş tutmuyor. AKP’nin kurduğu sağlık sistemini baştan aşağı yıkıp yepyeni bir sistem kurmadıkça işler daha da kötüye gidecek.

∗∗∗

TTB’nin mücadele programı 1 Şubat’ta başladı, bir buçuk ay boyunca, Mart ortasına kadar sürecek. Program boyunca İstanbul’dan Urfa’ya, Mersin’den  Trabzon’a bir dizi ilde bir dizi panel, sempozyum, çalıştay etkinliği gerçekleşiyor. Bu etkinliklerde sağlık sistemi finansmandan hizmet sunumuna, sağlık emek gücünden sağlık hizmet sunumuna kadar bir dizi konu masaya yatırılıyor.

Bir yandan da TTB’nin alternatif sağlık sistemi önerisi için raporlar hazırlanıyor. Nihai rapor 14 Mart haftasında kamuoyuna açıklanacak.

∗∗∗

Program kapsamında İstanbul’dan Ankara’ya Beyaz Yürüyüşe bugün başlıyoruz.  Yürüyüş bu akşam saat 19.00’da Kadıköy İskele meydanından kitlesel uğurlama ile başlayacak.

Çarşamba günü 10.30’da Gebze, 12.30’da İzmit kent meydanlarında basın açıklamaları ve yürüyüşler, akşam da Mimarlar Odası’nda hekimlerle buluşma var.

Perşembe günü Balıkesir şehir merkezindeki yürüyüş ve basın açıklamasının adresi Ali Hikmet Paşa Meydanı. Aynı gün Bandırma’ya geçiyor, saat 14.30’da Bandırma Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde hekimlerle birlikte basın açıklaması yapacağız.

Bandırma’daki işimizi bitirir bitirmez Bursa’ya geçeceğiz. Perşembe akşamı Bursa Tabip Odası toplantı salonunda hekimlerle buluşacağız.

Cuma günkü Bursa programı Küçükbalıklı Aile Sağlığı Merkezi ziyaretiyle başlıyor. Öğleyin 12.30’da Bursa Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ndeki basın açıklamasından sonra da Eskişehir’e geçeceğiz.

Eskişehir’deki buluşma COVID 19 salgınında yitirdiğimiz sağlıkçıların anısına Tepebaşı Belediyesi tarafından yaptırılan Varlığımız Sağlığımız Anıtı, yürüyüş ve basın açıklaması ise Eskişehir Tabip Odası önünde olacak. Akşam da Yunus Emre Kültür Merkezi’nde hekimler ve Eskişehir Emek Demokrasi Platformu ile buluşma var.

∗∗∗

Beyaz Yürüyüşün sonunda, Cumartesi günü saat 13.00’te Ankara’da Makina Mühendisleri Odası’nın Selanik Caddesi’ndeki Eğitim ve Kültür Merkezi’nde Büyük Hekim Buluşması var.

O gün Türkiye’nin dört bir yanından gelecek yüzlerce hekim hem ‘Başka Bir Sağlık Sistemi’ni konuşacak, tartışacak, hem de TTB’nin 14 Mart programına hep birlikte  karar verecek.

TTB ve hekimler için yoğun bir hafta olacak. Çöken sağlık sisteminin altında kalan herkesin katkısına, katılımına, desteğine ihtiyaç var.

TTB’nin çağrısındaki gibi; Hasta-Hekim El Ele!

                                                                /././

Zorbanın sahasında oynayanlar -Selçuk Candansayar-

İktidarın (RTE) son altı aydır yapıp ettiklerini “korkutma- ayıklama- mıntıka temizliği” programı olarak görebiliriz. Programın itici gücü hakkında ise iki ana grupta toplanabilecek yorumlar var. Kimilerine göre çökmek üzere olduğu için panik içinde bütün tuşlara basıyor; kimilerine göre ise son derece iyi planlanmış bir stratejiyi uygulayarak, rejim değişikliği (sivil darbe) sürecini “dertsiz tasasız” sürdürüyor.

İki yorumun farkı iktidarın “gücü ve etkisinin” değerlendirilmesindeki farkta yatıyor. İktidar köşeye sıkışmış ve dağılmak üzere olduğu için mi, yoksa iç ve dış dinamiklerin sağladığı olanaklarla (Allah’ın lütfu) kendisini her zamankinden daha da güçlü hissettiği için mi bu programı yürütüyor? İlki, zayıflayan iktidarın tepkisel (edilgen) davrandığını; ikincisi ise, gücüne güç katmak için istemli- planlı (etkin) bir program yürüttüğünü varsayıyor.

İki farklı siyasi figürün, “politik karakteri” üzerinden düşünmek yararlı olabilir. İlki Trump, ikincisi ise HTŞ lideri, Colani. Trump’ın ilk dönem ve henüz başlayan ikinci dönem başkanlığı arasında ne gibi bir fark var? Trump, aslında “Amerikan demokrasisi ve devlet yapısının işleyişine” inanan biriydi ama ilk döneminde yaşayıp gördükleriyle değişti mi? ilk dönem başkanlığı onu değiştirdi mi?  Yoksa Trump ilk döneminde de şimdiki gibi yönetmek istiyordu ama “sistem” izin vermeyince sistemi kendisine mi uydurmaya karar verdi? Colani, El Kaide’de başlayan siyasal pratiğinde zaman içinde görüşleri değişen biri mi, yoksa ilk baştaki siyasal hedeflerini koruyarak “pragmatik” ve “oportünist” bir siyaset mi uyguluyor?

Bu iki siyasi figür için yanıt vermek kolay. Trump hep aynı Trump, Ahmet Eş-Şara da aslında hala “Colani” diyebiliriz. İkisi de “siyasi emellerini” hiç değiştirmeden stratejilerini ise sürekli değiştirerek siyaset yapıyorlar.

Bu tip “politik karakterlerin” kendilerini güçlü hissettiklerinde hoşgörülü demokratlığa meyil ettikleri, zayıf hissettiklerinde ise tepkisel olarak “otoriter zorbalara” dönüştükleri yanılgısı maalesef çok yaygın. Zorba, güçlü hissedince yumuşayan bir karakter değildir. Tam tersine zayıf hissettiğinde “uzlaşmacı” bir çizgiye hızla çekilen, ikna etmek için her türlü yalanı ardı ardına sıralayabilen, en olmadık, ondan en beklenmedik eylemleri gösterebilen bir karakterdir. Misal, gerçek düşüncesi eşcinselleri öldürmek olan bir zorba, kendisini zayıf hissettiğinde bir eşcinseli kendisine yardımcı olarak görevlendirebilir. Zorba, zayıfladığında ittifaklara açık hale gelir ve her türlü “ödünü” veriyor gibi yapabilir. Ta ki kendisini güçlü hissedene kadar ya da önündeki engeli aşana kadar. Zorbanın tepkisel eylemleri zayıflıktan, panikten değil, “nasıl olur da benim gücüme ikna olmazsın, bana biat etmezsin” öfkesinden kaynaklanır.

Meşhur kahvehane fıkrasında anlatılır zorbanın bu karakteri. Kahvehaneye dalıp, durup dururken nara atıp, “var mı bana yan bakan?” diye insanları sindiren kişidir zorba. Kahvehanedekilerden iri kıyım biri ayağa kalkıp, “var lan!” der ve zorba o kişinin koluna girip tekrar seslenir ya; “var mı abimle bana yan bakan!” diye, işte o kişidir zorba.

Zorba, paniğe kapıldığı için bütün tuşlara basarak strateji üretmez, kendisini o kadar güçlü hisseder ki stratejisinin orta ve uzun vadeli risklerini çok da değerlendirme gereği duymadan bir tür, “aklına eseni estiği gibi” yapar. Bu stratejinin başarıyla uygulanması için çok önemli bir koşul vardır. Zorba oyunu, bildiği sahada oynadığında yener. Bu yüzden de siyasal alanı, siyasetin konusunu hep kendisini en güçlü kılacak şekilde belirlemeye çalışır.

Yaşadığımız süreç bir tür “oksimoron” özellik taşıyor. Politik mücadele hukuk alanına kısıtlanmış durumda. Hukuk sisteminin eylemleri bir yandan hukuksuz olarak nitelenirken, diğer yandan bu eylemlere karşı mücadele yine hukuk temelli eylemlerle, hukuk sistemi içinde sürdürülmeye çalışılıyor. İktidar ise, bile isteye, muhalefetin mücadeleyi hukuka uygun, yasal düzlemde sürdürmesini imkansız kılıyor. Bu yolla da muhalefeti “yasa dışılığa” çıkmaya zorluyor. Muhalefetse bu “tuzağa düşmemek için” muhalefeti neredeyse sadece ve sadece mahkeme salonları içine, itiraz dilekçelerine, hukuki savunmalara indirgemiş halde sürdürmeye çalışıyor. Sanki bir mahkeme, örneğin bir belediye başkanını beraat ettirse ve başkan görevine dönse, iktidar kaybedecekmiş gibi davranıyor. “Tarihte mahkeme salonlarında kazanılmış ya da kaybedilmiş bir iktidar var mı?” sorusunun yanıtı belli değil mi?

İktidar, Gezi dahil, her şeyi mahkeme salonu içine sıkıştırıyor, muhalefet de bu tuzağa düşüp, hukuki alanın sadece mahkeme salonu olduğunu sanıyor. Örneğin sokağa çıkmayı aklına bile getiremiyor. Bu akıl tutulması sokağa çıkmayı hukuk dışına çıkmak, yasadışı mücadeleye savrulmak olarak görüyor.

Oysa sokak en güçlü, en kalabalık ve en şeffaf hukuk alanı olabilir, öyledir de. Üstelik iktidarın sandırdığı, muhalefetin de sandığının aksine sadece meşru değil yasaldır da.

                                                             /././

Katil çıkacak, Gezi kalacak mı?+Haykıracak nefesin kalmadıysa+Sahi, siyasi yasak nasıl geldi?-Barış Pehlivan/Cumhuriyet

 

Katil çıkacak, Gezi kalacak mı?

100 bin hükümlü var.

Özetle, cezaevinde olan ama yatacak yeri olmayan yaklaşık 100 bin insandan bahsediyoruz.

Şimdi...

Bu sayının daha da artması bekleniyor. Zira, 2 yıl altındaki suçlar için de tutuklama kararı verilmenin önü açılacak ve 1 ay dahi ceza alsanız bir süreliğine mutlaka cezaevine gireceksiniz.

Hal böyleyken af gibi yeni bir paketle cezaevinde bulunan tutuklu ve hükümlülerin tahliyesi planlanıyor. Peki, sadece yaralamadan hırsızlığa adi suçlar kapsamında cezaevinde olanlar mı bu hakka sahip olacak?

Mesela, Gezi davası kapsamında cezaevinde olanlar da tahliye olacak mı? İşte bu konuyu Tayfun Kahraman’ın eşi Meriç Demir Kahraman’a sordum.

- Şu an toplam kapasitenin 92 bin üstünde insanın cezaevinde olduğu biliniyor. Böylesi bir süreçte, yeni yargı paketiyle cezaevleri rahatlatılmaya çalışılacağa benziyor. Siz, eşi 3 yıldır cezaevinde olan birisi olarak bu tartışmalara nasıl bakıyorsunuz?

Meriç Demir Kahraman: Cinayet işlemiş ya da onlarca suç dosyalı insanların sürekli salıverilmesi, buna rağmen hayatı boyunca en ufak şiddet eylemi ve söylemi olmayan bir akademisyen, bürokrat ve şehir plancı olan eşim Tayfun Kahraman’ın “cebir ve şiddet kullanarak hükümeti devirmeye teşebbüs” gibi absürt bir suçlamayla içeride olması kabul edilemez. Gerçek suçluların dışarıda ve gerçek masumların cezaevinde olduğu bir düzeni bu ülkenin hiçbir ferdi hak etmiyor.

Eylül 2018 tarihinde Devlet Bahçeli’nin gündeme getirdiği af teklifi üzerine, Cumhurbaşkanı Erdoğan “Kader mahkûmları meselesini anlamış değilim. İlke şu; devlete karşı işlenenlerde devlet bu yetkiyi kullanabilir ama şahıslara karşı işlenen olduğunda orada devletin böyle bir af yetkisi kesinlikle yoktur” demişti.

Bu zamana kadar yapılan uygulamalar sayın cumhurbaşkanının bu yaklaşımıyla taban tabana tam tersi oldu. Hepimizin adalet duygusu örselendi.

Bu noktada; Tayfun’un “devlete karşı ve affedilecek” bir suç işlemediğini, masum olduğu gerçeğini hatırlatmak isterim. Cezaevlerinin doluluğunu ayrıca konuşmak gerekir ancak kısmi af benzetmesi ile anılan olası yeni bir düzenlemenin de bu çerçevede düşünülmesi gerekir.

- Bir paylaşımınızda, Tayfun Kahraman için “TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi başkanı olarak açtığı ve kazandığı davanın bedelini 3 yıla yaklaşan tutsaklıkla ödüyor” diyorsunuz. Ne demek istediğinizi açar mısınız?

Tayfun, Şehir Plancıları Odası’nın farklı yönetim kademelerinde görev yapmış, İstanbul Şube Yönetim Kurulu Başkanlığı görevinde bulunmuş, meslektaşlarının verdiği oylarla seçilmiş, şehir planlama ilkelerine son derece bağlı bir meslek insanıdır.

Gezi Parkı ile ilgili konuda Şubat 2012 tarihinde odaların beraber gerçekleştirdikleri bir plan itirazı var. 28 sayfalık bütünüyle teknik bir itiraz dilekçesi ve onun üzerine de açılan bir dava ve bunun üzerine de kısmen kabul kararı ile verilen yürütmeyi durdurma kararı var. Bahsettiğim dilekçenin itirazında Gezi’nin neden park olarak kalması gerektiği mesleki olarak açıklanıyor ve kabul görüyor.

Tayfun, o dönem bulunduğu görev gereği hükümetle muhatap olan ve eylemciler ile iktidar arasında arabuluculuk yapan isimlerden birisi. Davayı açan odanın başkanı olmasa, böyle bir pozisyonda olmayacaktı. Ya da hükümet davet ettiğinde “Hayır ben muhatap olmam, beni bulaştırmayın, ne haliniz varsa görün” dese yine bu davada olmayacaktı.

- Ayşe Barım’ın tutuklanması sonrasında Gezi soruşturmalarının genişleyeceğine dair haberler çıktı. Bu sizde nasıl bir etki bıraktı?

Ayşe Barım’ı tanımıyoruz. O da bizi tanımıyor. Hakkında yorum yapmak ya da meseleyi buradan ele almak doğru olmaz.

Gezi Parkı’na giden milyonlarca insan oldu. Kimin hangi gerekçeyle gittiğini bilmemiz elbette mümkün değil. Geçen günlerde Tamer Karadağlı Gezi’ye katılmasını “ağaçları korumak” olarak gerekçelendirdi.

Tayfun için mesele ağaçtı. Çünkü işi bu. Bir meslek insanı olarak Şehir Plancıları Odası başkanı olarak, yapması gereken ağacı ve parkı korumak. Çünkü o alan deprem toplanma alanı. Yani pek çok insan için protesto düzenlemek, sesini duyurmak gibi niyetler olsa da Tayfun’un rolü protesto eden değil, kamuoyu adına hukuki adımları atmak ve görüşmeler yapmak.

- Gezi davası için Anayasa Mahkemesi’ne sürekli çağrıda bulunuyorsunuz. Yüksek mahkemeden beklentiniz nedir tam olarak?

Çok açık bir şey söylüyoruz aslında. Ortada somut delil yok ve adil bir yargılama yapılmadı. AYM’nin adil yargılanma hakkımızın ihlal edildiğine dair karar vereceğinden eminiz. Ancak çok uzun süredir o dosya orada bekliyor. Kamuoyunun tüm detaylarına hâkim olduğu bir dosya, bir türlü karara bağlanmıyor. Beklenen her gün her an hayattan gidiyor. AYM’ye sürekli çağrı yapmamız bu yüzden.

Nasıl Mücella Yapıcı için Gezi ağaç ve çevre mücadelesi idi ise eksiksiz bizim için de öyle idi.

Nasıl Çarşı için Gezi ifade özgürlüğü ve protesto hakkı idi ise bizim için de öyle idi.

Kaldı ki Tayfun Kahraman için bu iki yaklaşımın da ötesinde müzakere idi, diyalog idi, ortak zemin bulma çabası idi.

                                               /././

Haykıracak nefesin kalmadıysa

Bundan 4 yıl önce, bu köşedeki başlıklardan biri şuydu: “14 mermilik saldırı raftan indi”

Hatırlatayım: Eray Kenanoğlu’nun Kıbrıs’ta vurulmasına dair dosyanın nasıl raftan indirildiğini yazdım.

Takip edenler bilir; Kenanoğlu bahis siteleri uzmanıydı. Girne’deki saldırıda 14 mermiden 8’i vücuduna isabet etti. O hastaneye yetiştirilirken tetikçiler Türkiye’ye kaçıyordu.

Kenanoğlu savcılıklara, Adalet Bakanlığı’na, Interpol’e başvuru üstüne başvuru yaptı. Tetikçilerin isimlerini, adreslerini ve kimler tarafından korunduklarını anlattı. Ama tüm çabalara rağmen yaprak kımıldamadı. Saldırıyı gerçekleştirenler yıllarca yakalanmadı.

Ne zamanki Sedat Peker 2021 yılında ifşa videolarını çekmeye başladı...

İşte o dönem savcılık, vurulan Kenanoğlu cephesine ulaştı. Kurşunlu saldırıya dair belgelerin hepsini istedi. Özetle, tozlu raflarda tutulan saldırı dosyasının kapağı açıldı. Eray Kenanoğlu kendisine yapılan silahlı saldırının azmettiricisinin Sedat Peker olduğunu anlatıyordu.

Murat Ağırel’in okurla yeni buluşan “Kirli Çark” (Kırmızı Kedi Yayınevi) kitabını okurken bu konuya da denk geldim. Murat, sanal bahis baronlarından Yaşam Ayavefe’nin öyküsünü anlatırken Sedat Peker’e de ulaşmış ve sorularını iletmişti.

İşte o sorulardan birisi ve Peker’in yanıtı...

“Murat Ağırel: Eray Kenanoğlu kendisine düzenlenen silahlı saldırıda saldırının azmettiricisi olarak sizi suçladı. Bu konuda bir şey söylemek ister misiniz?

Sedat Peker: Eray Kenanoğlu’nun Yaşam Ayavefe’yi yanıma getirdikten sonraki süreçte tabii ki Eray Kenanoğlu’na kızmıştım ve görüşmeyi kesmiştim. Bu süreçte silahlı saldırıya uğrayınca bu saldırıyı benim yaptırdığımı düşünmesi gayet normal. Ancak daha sonrasında kendisiyle görüştüm. Babasının hatırından dolayı ona karşı böyle bir şey yaptırmayacağımı söyledim. Şu an arada bir telefonla kendisiyle görüşüyorum (kendisi de benim öyle bir şey yaptırmayacağıma ikna oldu).

Evimin narkotik köpekleriyle aranması ve çocuklarıma silah çekilmesinden sonraki süreçte bazı yetkililerle yaşadığım problemler hepinizin malumudur. Eray Kenanoğlu isimli kardeşe ulaşıp benimle ilgili saçma sapan ifadeler vermesi yönünde kendisine telkinde bulunmuşlar. Bu yüzden böyle ifadeler vermiş. Eray Kenanoğlu kardeşim bunu samimi bir şekilde bana anlattı.”

Murat’ın Kirli Çark’ın son satırlarında yazdığı temennisiyle bitireyim:

Umarım bu kitap, haykıracak bir nefesi bile kalmayanların sesi olur...

                                                  /././

Sahi, siyasi yasak nasıl geldi?

Hegel’in sık sık aklıma gelen sözüdür: “Deneyim ve tarihin bize öğrettiği bir şey varsa o da halklar ve hükümetlerin tarihten hiçbir şey öğrenmediğidir.” 

Ne zaman siyasi bir operasyon yapılsa Recep Tayyip Erdoğan’ın zamanında cezalandırıldığı dava örnek veriliyor. Mağdurluktan mağrurluğa, zulmedilenden zalimliğe geçenler anımsatılıyor. Hatta “Yaşadıklarının aynısını şimdi kendisi yaşatıyor” eleştirisi yapılıyor.

Peki, sürekli konuştuğumuz olayı aslında ne kadar hatırlıyoruz?

Tarih: 6 Aralık 1997.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, eşi Emine Erdoğan’ın memleketi Siirt’teydi. Yanında 20 kişilik MÜSİAD işadamı grubu da vardı. Erdoğan, Siirt Cumhuriyet meydanında toplanmış yaklaşık 5 bin kişiye hitap etti. Bu hitap sırasında “Başbakan Tayyip”, “Memleket seninle gurur duyuyor” ve “Hoş geldin enişte” sloganları atıldı.

Erdoğan konuşmasında, “Minareler süngü, kubbeler miğfer, camiler kışla, müminler askerimizdir” dedi. (Erdoğan bugün dahi, o dizelerin Ziya Gökalp’ın “Asker Duası” adlı şiirinden bir bölüm olduğunu iddia ediyor. Ancak bu bilgi doğru değil. Zira Gökalp’ın Balkan Savaşı sırasında yayımladığı o şiirde Erdoğan’ın okuduğu dizeler yok. Erdoğan’ın avukatları, Türk Standartlar Enstitüsü’nün 1994’te çıkardığı “Türk ve Türklük” isimli kitabını kaynak veriyor. Doğru, ilgili kitapta Gökalp’a ithaf edilen ama gerçekte şaire ait olmayan o dizeler var.)

ASLINDA DAVA AÇILMAYACAKTI AMA…

Aradan 3 gün geçti… 

Siirt Cumhuriyet Başsavcılığı 1997/42 no’lu bir fezleke hazırladı. Fezlekede Erdoğan’ın konuşmasındaki dizelerin “halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçu” oluşturabileceği yazıldı. Konuşmaya ilişkin bant çözümlerini, Diyarbakır DGM Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderildi.

Açılan soruşturma üzerine Erdoğan, verdiği ilk ifadesinde özetle şunları söyledi: “Siirt’te yaptığım konuşma, halkı din ve ırk farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik niteliği taşımıyor. Aksine konuşma, düşünce açıklama özgürlüğünün anayasa ve yasalardaki sınırları çerçevesinde yapıldı. Konuşmada özetle, özgür iradeli bireyler olunmasının ve demokratik bir toplumun gerekliliğine işaret edildi.”

Pek bilinmez, aslında Erdoğan soruşturması kapatılmış ve takipsizlik kararı verildiği haberleri gazetelere dahi yansımıştı. Lakin ne olduysa bir hafta içinde devlet içindeki bazı klikler devreye girdi ve o karar değiştirildi.

Tarih: 11 Şubat 1998.

Diyarbakır DGM Cumhuriyet Başsavcılığı, Erdoğan hakkında iddianame hazırladı. Erdoğan’ın “halkı din ve ırk farklılığı gözeterek, kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek” suçu işlediği iddiasıyla TCK’nin 312/2. maddesi uyarınca cezalandırılması istendi.

Hazırlanan iddianamede, sadece “suç” görülen konuşma değil, Refah Partililerin yaptığı birtakım açıklamalar ve partinin hükümette olduğu dönemde Türkiye’nin içerisine sürüklendiği ortam da anlatılıyordu. Savcı Yılmaz Aktaş iddianamesini şöyle bitiyordu: “Sanığın bu konuşmasını, fikir ve düşünceleri, siyasi kanaatleri ifade ve dini kavramları açıklama hürriyeti içerisinde değerlendirmek mümkün olmadığı gibi, bu konuşması ile din ve ırk farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etme suçunu işlediği kanaati ve dava açma zarureti hasıl olmuştur.”

İBB Başkanı Erdoğan, hakkında açılan dava nedeniyle 1998’in mart ve nisan aylarında Diyarbakır 3 No’lu DGM’de yargılandı. Erdoğan sadece ilk duruşmaya katıldı.

SAVCININ MÜTALAASINDA HUKUKÇULARA SAYGI

Dava sürecinde, Erdoğan’ın avukatları önemli hukuk insanları olan Sulhi Dönmezer, Çetin Özek ve Uğur Alacakaptan’dan bilimsel görüş aldı.

Ve…

Sonunda savcı, Erdoğan’ın suçsuz olduğuna kanaat getirdi ve beraatini istedi. Öyle ki savcılık mütalaasında Erdoğan’ın dosyaya sunduğu bilirkişilere şöyle bir atıf dahi yapıldı: “Kendilerini kabul ettirmiş hukuk adamlarının mütalaaları karşısında aksine bir düşünce serdedilemez.

Gelin görün ki…

Tarih: 21 Nisan 1998.

Mahkeme İBB Başkanı Erdoğan’a indirim de uygulayarak 10 ay hapis ve para cezasıyla cezalandırdı. Oyçokluğuyla verilen kararda “sanığın geçmişteki hali ve suç işleme eğilimine göre verilen cezanın ertelenmesine yer olmadığına” da hüküm kuruldu. Üye hâkimlerden biri, heyetten farklı yani aynı savcı gibi “beraat” istiyordu.

Recep Tayyip Erdoğan DGM’de aldığı ceza sonrası şu açıklamayı yaptı: “Mütalaalar ile netice çatıştığına göre, demek ki farklı bir anlayış ortada. Ama Türkiye hukuk devleti olma mücadelesini sürdürmektedir. Halen hukuk devleti ne yazık ki olamamıştır. İşte o yüzden çeteler ortadadır. Yani milletini seven, milletine hizmette koşan, milletine aşık olmaktan başka hiçbir derdi olmayan insanlar ile çetelerin durumu ortadadır. Faili meçhuller ortadadır.

Sonrası…

Karar, Yargıtay 8’inci Ceza Dairesi tarafından 23 Eylül 1998’de bire karşı dört oyla onaylandı. Siyasi yasak getirilen Erdoğan, İBB Başkanlığı görevini bırakmak zorunda kaldı ve 26 Mart 1999 günü Pınarhisar Cezaevi’ne girdi. O dönem yüzlerce aydın, sivil toplum kuruluşu ve uluslararası örgütler Erdoğan’a destek verdi.

Dönemin Mazlumder yönetimi şu açıklamayı yapacaktı: “Erdoğan hakkında verilen karar, onun ömür boyu siyasetten yasaklanmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla bu kararın, Türkiye’deki siyasal hayatı yeniden düzenlemeyi amaçlayan bürokratik egemen güçlerin baskısıyla alındığı ve Erdoğan’ı, siyasal yaşamın dışına çıkarmayı hedeflediği düşünülmektedir. Böyle bir karar, sadece Erdoğan'ın değil, onun liderliklerini üstlenmesini isteyen on binlerce kişinin siyasal haklarını da kısıtladığı değerlendirilmektedir.”

                                                /././

Barış Pehlivan/Cumhuriyet

Öne Çıkan Yayın

Birgün "Köşebaşı + Gündem" -15 Nisan 2025 -

Durduğunda düşecek -Yaşar Aydın- Tek adam rejimi, durduğunda düşeceğinin ve bir daha kalkamayacağının farkında olarak ilerliyor. Kısa süre i...