Vitrinlerde ‘kadın gücü’ fabrikada düşük ücret, baskı, tehdit - Elif Turgut / EVRENSEL-

 Işıltılı vitrinlerin sömürü zinciri

Prada, Zara, Berska, Adidas, Nike… Küresel tekstil tekellerinin üretim zincirinin parçası olan Anadolu’da kadın işçiler esnek ve güvencesiz çalışıyor. Ucuz emek rejimi üzerine inşa edilen bu zincir, devletin baskı aygıtlarıyla destekleniyor ve işçi canı pahasına “rekabet avantajı” etiketiyle pazarlanıyor. Vitrinler ışıltılı, fabrikalar karanlık.

***

Tekstil ve hazır giyim sektöründe 944 bin 675 işçi çalışıyor. Toplam kadın istihdamı yüzde 44.5. Özellikle Güneydoğu Anadolu’daki yeni tekstil fabrikalarında kadın istihdam oranı ise daha fazla.

Birleşik Tekstil Dokuma ve Deri İşçileri Sendikası (BİRTEK-SEN), Urfa, Malatya, Adıyaman ve Adana’da toplam 116 kadın işçiyle yaptığı görüşmelerin ardından hazırladığı “Güneydoğu Tekstil Sektöründe Kadın Emeği ve Sendikal Algı Raporu”nu Urfa’da düzenlediği basın toplantısıyla kamuoyuna açıkladı.

Fotoğraf: Evrensel

Türkiye’de sık sık işten atma ve hak gasplarıyla gündeme gelen tekstil şirketleri, uluslararası tekeller için üretim yapıyor. Dünyanın en büyük tekstil markaları olan Nike, Adidas, Zara, Levis, Focus, Bershka, LCW, Focus ve Polo, Güneydoğu’da üretim yapıyor.

Rapor, “kadın gücü” ve “temiz üretim” söylemleriyle kendilerini pazarlayan Zara, Bershka, Levi’s, Prada ve Coach gibi uluslararası markaların tedarik zincirlerinde kadın işçilerin maruz kaldığı sömürü koşullarını gözler önüne seriyor. Bu çalışma, bölgedeki tekstil atölyelerinde kadın emeğinin ucuz, güvencesiz ve sendikasız biçimlerde nasıl kullanıldığını çarpıcı biçimde ortaya koyuyor.

Anket katılımcıların yüzde 48.3’ü sendika üyesi, yüzde 51.7’si sendikasız kadın işçilerden oluştu. Sendikalı işçilerin yüzde 41’i TEKSİF üyesi iken yüzde 35.7’si Öz İplik-iş; yüzde 23,2’si ise BİRTEK-SEN üyesi.

Fotoğraf: BİRTEK-SEN

Bir işçinin ücreti ürettiği Prada marka bir denim pantolon etmiyor

Raporda, Türkiye’de sendikal hakların kısıtlanması ve esnek çalışma uygulamalarının yaygınlaştırılmasının, küresel pazarda bir “rekabet avantajı” unsuru olarak sunulduğuna dikkat çekildi. Ancak bu durumun, özellikle kadın işçiler açısından ağır hak kayıpları, düşük ücretler ve artan güvencesizlik anlamına geldiği vurgulandı.

Araştırma bulgularına göre, görüşülen 116 kadın işçinin tamamı prim ve fazla mesai ücretleri dahil olmak üzere net 30 bin TL’nin altında gelir elde ediyor. Kadın işçilerin yarısından fazlasının net ücreti ise asgari ücret düzeyinde. Yani, bir kadın işçinin bir aylık ücreti, ürettiği Prada marka bir denim pantolonun satış fiyatına dahi denk gelmiyor.

Kadın işçilerin yüzde 95.7’si, ürettikleri ürünlerin bir adedini satın alamadıklarını söyledi. Ürettiği ürüne ulaşabilen az sayıdaki işçinin ise Bonprix, Kiabi, Simply Be, MS Moda, Monor gibi düşük fiyat segmentindeki markalara üretim yaptığı belirtildi.

Düşük ücretlerin yanı sıra raporda, görüşülen her iki işçiden birinin ücret kesintisine maruz kaldığına dikkat çekildi. Bu kesintilere genellikle “işe gidememe”, “geç kalma”, “performans hedefini tutturamama” veya “hata” gibi gerekçeler gösterilirken görüşülen işçiler bu kesintilerin keyfi olduğunu ve asıl amacının üretim hızını artırmak için bir baskı aracı olarak kullanıldığını ifade etti.

Şiddeti şikayet edememe sebebi: İşsiz kalma korkusu

Raporda, kadın işçilere yönelik psikolojik, ekonomik ve cinsel şiddetin, üretim baskısını artırmak ve işçileri denetim altında tutmak için sistematik bir araç olarak kullanıldığı ortaya kondu. Görüşmelerde, kadın işçilerin en sık karşılaştığı durumun ustabaşı ve yöneticilerden gelen aşağılayıcı, cinsiyetçi ve küçük düşürücü ifadeler olduğu belirtildi.

Taciz, şiddet ve mobbinge maruz kaldığını belirten kadın işçilerin yüzde 54,2’si herhangi bir şikâyette bulunmadığını ifade etti. Raporda bu sessizliğin nedenleri arasında; şikâyet mekanizmalarına güvensizlik, damgalanma korkusu, dayanışma eksikliği ve işini kaybetme endişesi öne çıktı.

Fotoğraf: Evrensel

Hakaret ve tehdit ile 21 saat çalışma

Raporda, yasal sınırların çok ötesine geçen ağır ve uzun çalışma sürelerinin Güneydoğu’daki tekstil fabrikalarında yaygın bir uygulama haline geldiği vurgulandı. Malatya’dan bir kadın işçi, yaşadığı koşulları şu sözlerle anlattı:

“Sabah 8’de başladık, gece 4’e kadar çalıştık. Servisle eve gidiyorsun, uyuyorsun, tekrar aynı döngü. Ne zaman yemek, ne zaman hayat?​”

Bu tanıklığın münferit olmadığı, araştırmanın genelinde benzer örneklerin yaygın biçimde dile getirildiği belirtildi. Bulgulara göre, birçok fabrikada günlük çalışma süresi 10–12 saat, yoğun sipariş dönemlerinde ise 18–20 saate kadar uzuyor. Urfa’da çalışan bazı kadın işçiler, “iş yetiştirme” dönemlerinde 36 saat kesintisiz çalışmaya zorlandıklarını ifade etti.

Veriler, bu aşırı çalışma sürelerinin işçilerin tercihinden çok “işini kaybetme korkusu” nedeniyle bir zorunluluğa dönüştüğünü ortaya koyuyor. Kadın işçilerin yüzde 62’si fazla mesaiye zorlandığını, bu süreçte yüzde 40’ının tehdit edildiğini, yüzde 15’inin ise hakarete uğradığını belirtti.

Antep’ten bir kadın işçi, yaşadıkları baskıyı şöyle aktardı:

“Mesaiye kalmadıysan ertesi gün senden daha fazla üretim istiyorlar. Hatta bir kadının yüzüne kumaş fırlatıldı, ‘Dün mesaiye kalmadın, bugün çıkamayacaksın’ dediler.”

Urfa’dan başka bir kadın işçi ise şunları söyledi:

“Fazla mesaiye kalmazsan bedelini ödüyorsun. Bandı bıraktırıp temizliğe ya da ütüye gönderiyorlar. Dersini almazsan da işten atıyorlar.”

Rapora göre, işçilerin yüzde 96’sı fazla mesai ücreti aldığını ifade etse de, bu ücretlerin nasıl hesaplandığını bilmediklerini dile getirdi. Çoğu fabrikada fazla mesai ücretlerinin bir kısmının elden ödendiği, bazen ise mesainin normal çalışma süresi içinde gösterilerek düşük ücret ödendiği tespit edildi. Bu uygulamaların, eksik prim gün sayısı ve düşük prime dayalı kazanç nedeniyle kadın işçilerin emeklilik haklarını olumsuz etkilediğine dikkat çekildi.

Servisler güvenli ulaşımı sağlamıyor

Raporda, zorunlu mesailer sonrasında kadın işçilerin güvenli ulaşımının sağlanmadığı ve bu durumun ciddi bir güvenlik riski oluşturduğu vurgulandı. Kadın işçiler, özellikle gece vardiyalarında servis güzergâhlarının yetersizliği nedeniyle endişe duyduklarını ifade etti.

Araştırmaya göre, kadın işçilerin yüzde 62’si saat 22.00’den sonra işten çıktığını, ancak bu grubun yalnızca yüzde 14,3’ünün evinin kapısına kadar servisle bırakıldığını belirtti. Servislerin genellikle ana caddelerde veya kavşaklarda işçileri indirip, geri kalan mesafenin yürümek zorunda bırakıldığı aktarıldı.

Urfa’dan bir kadın işçi yaşadığı durumu şu sözlerle anlattı:

“Bazen gece 3’te çıkıyoruz işten. Servis beni evimin yakınındaki karanlık bir kavşağa bırakıyor. Oradan yürümek zorundayım. Çok korkuyorum ama mecburum.”

Antep’ten bir başka kadın işçi ise gece vardiyası sonrası yaşadığı mağduriyeti şöyle dile getirdi:

“Gece vardiyasından sonra servis gelmedi. Müdür ‘Taksiyle git’ dedi. Param yoktu. Üç saat fabrikada bekledim, sabah mesaisiyle birlikte döndüm.”

Raporda, bu tanıklıkların kadın işçilerin güvenli ulaşım hakkının sistematik biçimde ihlal edildiğini ve gece vardiyalarında kadınların fiziksel güvenliğinin işverenler tarafından göz ardı edildiğini ortaya koyduğu belirtildi.

Uzun mesailer meslek hastalıklarına dönüşüyor

Raporda, kadın işçilerin büyük çoğunluğunun aşırı mesai ve ağır çalışma koşullarının beden ve ruh sağlığı üzerinde yıkıcı etkiler yarattığını ifade ettiği belirtildi. Görüşmelerde en yaygın şikayetlerin kas-iskelet sistemi hastalıkları, kronik ağrılar ve kimyasal madde maruziyetine bağlı sağlık sorunları olduğu saptandı.

Araştırmaya katılan kadın işçilerin yüzde 60’ı çalışırken bir meslek hastalığı yaşadığını bildirdi. Bu grubun yüzde 58’i kas-iskelet sistemi rahatsızlıklarından, yüzde 30’u ise toz ve kimyasal madde maruziyeti nedeniyle sağlık sorunları yaşadığını belirtti.

Urfa’dan bir kadın işçi, uzun çalışma saatlerinin bedensel etkisini şu sözlerle dile getirdi:

“Mesainin sonunda artık elimi kapatamıyorum, sinir sıkıştığı için. Eve gittiğimde dinlenemiyorum. İşe gitmek için uyandığımda hâlâ önceki günden ağrılarım devam ediyor.”

Bir başka Urfalı kadın işçi ise yaşadığı durumu şöyle anlattı:

“Topuk dikeni oldu bende, raporum da var. Ama raporuma rağmen koltukta oturmam yasaklandı. Koltuğu bıraktım, masaya yaslanmamıza bile izin vermiyorlar.” ‘Altıma mı işeyeyim?​’

Tuvalet bile baskı aygıtı

Raporda, tuvalet kullanımının sınırlandırılmasının yalnızca bir yönetim uygulaması değil, kadın işçiler üzerinde kurulan aşağılayıcı bir baskı biçimi olduğu vurgulandı. Araştırmaya göre, kadın işçilerin yüzde 74’ü tuvalete gidişlerinin kısıtlandığını belirtti. Görüşmelerde, bu uygulamanın regl dönemlerinde dahi sürdüğü ve bazı kadınların bu nedenle işten ayrılmak zorunda kaldığı ortaya kondu.

BİRTEK-SEN Urfa İl Temsilcisi Funda Bakış, bu durumu şöyle ifade etti:

“Kadın işçiler regl olduklarında bile zorlanıyorlar. Regl oldum demek istemiyor, utanıyor. Ama başka türlü tuvalete gidemiyor.”

Urfa’dan bir kadın işçi ise yaşanan bir olayı şu sözlerle anlattı:

“Bir kadın arkadaş ustayla tartıştı. ‘Altıma mı işeyeyim yani, koca kadınım. Gitmem lazım’ dedi. Ertesi gün işi bıraktı, artık utandığı için.”

"Üst aramasını reddedersen tutanak tutuluyor"

Raporda, kadın işçilerin yoğun mesai sonrasında fabrikadan çıkarken “güvenlik kontrolü” adı altında zorunlu üst aramalarına maruz bırakıldıkları belirtildi. İşçiler, bu uygulamanın hem aşağılayıcı hem de mahremiyet ihlali niteliğinde olduğunu ifade etti.

Urfa’dan bir kadın işçi yaşadıklarını şöyle anlattı:

“Üst aramasını reddedersen hemen tutanak tutuluyor.”

Malatya’dan bir başka kadın işçi ise mahremiyet ihlallerinin yalnızca üst aramalarıyla sınırlı kalmadığını belirterek şu sözleri paylaştı:

“Dolaplara bakıyorlar, kadınların giyinme odalarına giriyorlar. Bir keresinde, güya çalınmış ürün ararken bir arkadaşımızın pedlerini karıştırdılar, ortalığa saçtılar. Olay çıktı. Biz utandık ama onlar hiç önemsemedi.”

Yasal haklar fiilen uygulanmıyor

Araştırma bulgularına göre, kadın işçilerin yalnızca yüzde 72’si doğum izni hakkını kullanabildiğini, yüzde 17’sinin ise bu haktan tamamen mahrum bırakıldığını belirtti. Raporda, süt izni hakkının da çoğu fabrikada mekânsal ve zamansal olarak fiilen kullanılamaz hale getirildiği tespit edildi.

Saha gözlemleri, hamile kadın işçilerin uzun süre ayakta çalıştırıldığını ve hamileliğin işten çıkarma gerekçesi olarak kullanıldığını ortaya koydu. Bu durum, kadın emeğinin üretim süreçlerinde tamamen “yerine konabilir” bir unsur olarak görüldüğünü açıkça gösteriyor.

Urfa’dan bir kadın işçi yaşadığı deneyimi şu sözlerle aktardı:

“Hamileyim dedim, kaldıramıyorum bu yükleri. ‘O zaman ne iş yapabiliyorsun sen?​’ dediler. Sonra da işten çıkardılar.”

Kreş hakkı doğmasın diye kadın işçi sayısı yasal sınırda tutuluyor

Araştırmaya göre kadın işçilerin yalnızca yüzde 27,.’si çalıştığı fabrikada kreş veya bakım evi olduğunu bildirdi; 33 fabrikanın yüzde 27’sinde bu imkânın olmadığı belirtildi. Anket kapsamındaki büyük ölçekli iş yerlerinde yalnızca yaklaşık üçte birinde çocuk bakım hizmeti sunuluyor. İş yerinde kreş olduğunu belirten işçilerin yüzde 74’ü sendikalı. “Kreş yok” diyen 81 işçinin yarısından fazlası sendikasız.

Raporda ayrıca, patronların 150’den fazla kadın çalışan olan iş yerlerinde kreş açma yasal yükümlülüğünden kaçmak için kadın çalışan sayısını 149’da tutma gibi uygulamaları bulunduğu saha tanıklıklarıyla aktarıldı.

Deprem dönemi patronun ‘yardımı’ borca dönüştü

2023 depremlerinin ardından, kadın işçilerin neredeyse tamamına yakını (%89.7) patronlarından destek görmedi. Yardım adı altında sağlanan küçük miktarlar dahi, çalışmaya başlanır başlanmaz ücretlerden kesilerek işçiler üzerinde yeni bir borç yükü oluşturdu. Bir işçinin ifadesiyle, “Verilen 3 bin 500 TL, maaşımızdan kesildi. Eylemimiz sonucu geri iade edilse de, bu kez taksitlerle kesilmeye başlandı." Dahası, deprem gibi olağanüstü bir dönemde işçilerin artan iş yüküne maruz bırakıldı ve çalışamadıkları günler için telafi zorlaması yapıldı.

Denetim öncesi göstermelik düzenlemeler yapılıyor

Rapor, iş güvenliği önlemlerinin büyük ölçüde kâğıt üzerinde kaldığını ortaya koydu. Kadın işçilerin yüzde 66’sı iş yerlerinde iş kazası yaşandığını söyledi.

Kadın işçilerin yüzde 44’ü, hiç iş güvenliği eğitimi almadığını belirtti. Fabrikalarındaki iş güvenliği önlemleri sorulduğunda, işçilerin yalnızca yüzde 15.7’si “önlem alınıyor” derken yüzde 49.1’i “önlem alınmıyor”, yüzde 35.2’si ise “kısmen alınıyor” yanıtını verdi. Bu dağılım, güvenlik tedbirlerinin bütünlüklü biçimde uygulanmadığını, bazı fabrikalarda belli bir alan veya bölümde kısmi tedbirler olsa bile iş yerinin geneline yayılmadığını gösterdi.

Bu fabrikaların yüzde 81’ine markadan ve devletten denetçi geldiği söylenirken denetim öncesi fabrikada düzenleme yapıldığını söyleyen kadın işçi oranı yüzde 83.5. Denetim sonrası fabrikada iş güvenliği önlemleri ve çalışma koşulları açısından bir değişim yaşanmadığını söyleyenlerin oranı ise yüzde 97.

Sendikal örgütlülük zorunluluk

BİRTEK-SEN, bu araştırmanın kadınların örgütlenme ihtiyacını daha da görünür kıldığını vurguladı. Kadınların sendikal örgütlenmeye dair umutları, hayal kırıklıkları ve çekincelerinin de yer aldığı raporda

Rapora göre sendikalı olma ve sendikayı sorunların çözümünde etkili görmeme konusundaki en yaygın kaygı, sendikaya üye olmanın işten atılmaya yol açacağı korkusu. Kadınların büyük bölümü, “Sendikaya güvensem bile, patron öğrenince işten atar” diyerek bu nedenle uzak durduğunu söyledi.

Aile baskısı ve toplumsal normların da kadınların sendikalaşmaya dair kararlarını doğrudan etkilediği de belirtildi. Bir kadın işçi şöyle ifade etti:

“Eşim, sendikaya girersem işsiz kalacağımı söylüyor. O yüzden cesaret edemiyorum.” Bir başka kadın işçi ise, “Cesaretim yok, korkuyorum. Hem millet ne der? Ne değişir?​”

İşçilerin sendikalara mesafeli durmalarının bir diğer nedeni ise, bazı sendikalara duydukları güvensizlik deneyimleri. Görüşülen işçilerden birinin ifadesi şöyle:

“Sendika var ama patronla iyi geçinmekten başka bir şey yapmıyorlar.”

Sendikalı kadın işçilerin sendikal çalışmalara aktif katılımını sınırlayan nedenler arasında işten atılma/patron baskısı, aile baskısı, bakım yükü ve zaman yetersizliği ve bilgi eksikliği öne çıktı. Sendikayı işçiler için önemli bir güvenlik olarak gören kimi kadın işçiler üye oldukları sendikalarda kadınların sözlerinin yeteri kadar dinlenmediğinden de bahsetti: “Sendika haklarımızı savunuyor ama kadın işçilerin sesini duymuyor. Kadın temsilciler olmadıkça güven duymuyorum.”

Yine de kadın işçilerin önemli bir kısmı sendikalı olmanın hak aramak için tek yol olduğunu düşünüyor. Sendikalaşırken kadın işçilerin en çok öne çıkan motivasyonları, haklarını korumak, işten kolay atılmamak ve yalnız kalmamak. Kadınlar, “Sendikalı olmak yalnız olmadığımızı hissettiriyor” ve “Patrona karşı tek başıma kalmamak için” sözleriyle sendikalaşmanın neden zorunlu olduğunu anlattılar.

***

Tekstil sektörü neden alarm veriyor?-Çağın Erbek-

Sektör için işçilik maliyetlerindeki artışın sebebi, ücretleri yükseltmesi değil, emeğin kendini yeniden üreteceği malların fiyatlarının, yüksek enflasyon ortamında ciddi biçimde artmasıdır.


Türkiye’de edebiyat ve emekle ilgilenen herkesin belki de ilk uğrağıdır Yaşar Kemal, Orhan Kemal ve onların Çukurova’sı. Toplumsal gerçeklik kurmaca ile o kadar çarpıcı ele alınır ki, hayranlıkla okur, bir daha okursunuz. Üzerine söz söylemek istersiniz, yavan kalır. Pamuğuyla, tarlasıyla, insanıyla Çukurova… Mevsimlik işçisiyle, toprak ağasıyla, ırgatbaşıyla, patoz ustasıyla… Kirli kozada çalışan İflahsızın Yusuf, sulu kozaya verilen Köse Hasan, kırma makinesindeki Pehlivan Ali[1]… Anlatılarda pamuğa, traktöre, pamuk beze, dokuma fabrikasına, yevmiyeli fabrika işçisine, tarım işçisine çarpar durursunuz. “Çukurova’nın bereketli topraklarından binler, on binlerce insanın çabası, alın teri, emeğiyle elde edilen ‘beyaz altın”[2] Beyaz altının dokuma/tekstil için gerekliliği, dönüştürücü gücü… Bu yazının konusu ne yazık ki ne Çukurova, ne edebiyat... Fakat yazıya böyle giriş yapmamın çok ironik bir sebebi var. Bugün Adana’nın en büyük firmasının bir polyester üreticisi olması…Dolayısıyla şu soru aklımdan çıkmıyor: Bugün Yaşar Kemal bize Çukurova’yı nasıl anlatırdı?

Türkiye’de tekstil sektörü uzunca bir süredir alarm veriyor. Konkordato ve iflas açıklayan firmaların sayısı artarken, tekstil işçilerinin düşük ücretler, kötü çalışma koşulları, işten çıkarmalar, tazminat gasbı, güvencesizlik gibi koşullarla emek piyasasına dahil oldukları düzenli biçimde konu ediliyor. Bu durum sermaye, sendikalar, politika yapıcılar ve araştırmacılar tarafından farklı yorumlanıyor. Teşvik eksikliği, enflasyon, üretim maliyetleri, ithalat bağımlılığı, rekabet avantajının yitirilmesi, sendikasızlık gibi özellikler, sektörün krize eğilimli yapısını niteleyen temel sebepler olarak sıralanıyor. Bunlar krizi kısmen açıklayabiliyor. Fakat önemli bir eksikle, tekstil sektörünün kendi içerisinde yaşadığı dönüşüm ve farklılaşmayı dışarıda bırakarak. Bu nedenle Türkiye’de tekstil sektörünün krize dönüşen yapısını anlamaya çalışırken, farklılaşma olarak nitelediğim sektörün geri bağlantısındaki yani girdi olarak kullanılan malzemedeki değişimi ele almamız gerekiyor.

Türkiye sanayisi için tekstilin lokomotif sektörlerden biri olarak kabul edilmesi özellikle ihracat odaklı kalkınma politikaları süresince ihracata katkısı, istihdam yaratabilmesi ve pamuğu girdi olarak kullanması ile geri bağlantı biçiminde tarım üretimiyle kurduğu ilişki üzerinden şekillenmiştir. Günümüzde tekstil ihracatının geçmiş yıllar göz önüne alındığında göreli olarak düştüğü, istihdam kayıplarının yaşandığı ve pamuk üretiminin tekstili besleyemediği görülmektedir. Özellikle 1980’li yıllarla imalat içinde özel önem atfedilen sektörün, 2000’lerden itibaren gerilemesini sanayi politikalarındaki değişimle açıklama eğilimi sıklıkla karşılaşılan bir durum. Türkiye’nin kalkınma sürecinde kapitalizmin mantığına uygun biçimde emek yoğun alanların terk edilerek yerine katma değeri yüksek sermaye yoğun alanlara yatırım yapma ihtiyacı sektördeki değişimi açıklamakta kullanılan bir argümandır. Tekstil sektörü de emek yoğun üretim olarak kabul edildiği için, sanayideki lokomotif pozisyonunun değişimi buna bağlanmaktadır. Türkiye’de ulusal sermaye gelişmiş, büyümüş ve katma değeri yüksek üretim alanlarına yatırım yapabilecek düzeye ulaşmıştır. Bu yorumu güçlendirecek şekilde Türkiye tekstil üretiminden birikim elde etmiş büyük sermaye gruplarının; enerji, finans, gayrimenkul, madencilik gibi üretim alanlarını da içerecek şekilde holding biçiminde örgütlenmeleri gösterilebilir.

Sanayideki yüksek katma değerli üretim vurgusu dışında, sektörü etkileyen diğer önemli gelişme Çok Elyaflılar Anlaşması’nın (Multi-Fiber Agreement –MFA) kaldırılması olmuştur.[3] 1974’teki anlaşmayla tekstil ve hazır giyim sektöründe, özellikle gelişmekte olan ülkelerin iç pazarlarını koruyabilmeleri adına ithalat kotaları getirilmiştir. İthalat kotaları; erken kapitalistleşmiş ülkelerle uluslararası rekabet şansı bulunmayan gelişmekte olan ülkelerdeki sermaye için sektörde tutunabilme ve birikim sağlayabilme olanağı yaratmıştır. Üretimin Avrupa ve Kuzey Amerika’dan, gelişmekte olan ülkelere doğru değiştiği görülmüş, Türkiye ve Meksika gibi ülkelerin sanayileşme süreçlerinde tekstilin önemli rolü bulunmuştur.[4] 2005 yılında MFA’nın sona ermesiyle birlikte uluslararası rekabet sektörde oldukça yoğunlaşmış, maliyetleri ve ihracatı etkileyen önemli faktör olmuş ve uluslararası iş bölümü farklılaşmıştır. Küresel tedarik zincirinde bu durumun etkisi, Çin’in sektördeki hakimiyetini artırması şeklinde gerçekleşmiştir.

‘Anadolu’ya gittiğinizde çalıştıracak kimse yok; başvuru olmuyor’

Sermaye temsilcileri çoğunlukla yüksek enflasyon ve ücretlerdeki artışın, sektörü krize sürüklediğinden yakınıyor. Enflasyonla birlikte girdi fiyatlarındaki ve asgari ücretteki artış üreticiler tarafından sıklıkla maliyetleri artıran en önemli etken olarak tarif ediliyor. TL’nin döviz karşısında değersizleşmesi, ithal girdi kullanan üreticilerin çıkmazı. Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanı Mustafa Gültepe’ye göre sektörde çalıştıracak işçi bulmak oldukça zor.[5] Belirtilen işçilik maliyetlerinin en iyi ihtimalle büyük oranda asgari ücreti ve altında bir düzeyi işaret ettiğini hatırlatmak gerekmektedir. İşçiler tarafından dile getiriliyor:

“Büyük fatura işçiye kesildi. Tekstilde boyahanelerde ortalama ücret kalifiye eleman için 30 bin lira bandında, konfeksiyonda daha da düşüktür. Denizli’de 40 bin lirayı gören nadirdir. Yüzde 95’i asgari ücret ile çalıştırılan, yıldan yıla ufak ufak zam yapılan çalışanlar...”[6]

Dolayısıyla sektör için işçilik maliyetlerindeki artışın sebebi, emeğin artı değerden daha fazla pay alacak şekilde ücretleri kontrollü biçimde yükseltmesi değil, emeğin kendini yeniden üreteceği malların fiyatlarının, yüksek enflasyon ortamında ciddi biçimde artmasıdır.

‘KOSGEB eliyle istihdamı koruma programı başlatıyoruz’

Sektöre destek ve teşviklerin yetersiz oluşu sermaye tarafından dile getirilen bir başka söylem. Çin, Mısır, Hindistan gibi ülkelerle rekabet olanağı kalmadığını söyleyen sermaye, devletin sektörü beslemesi konusunda hemfikir. Aksi durumda sektörün çöküşü ile daha sancılı bir süreci ortaya çıkaracağı belirtiliyor. Adana Giyim Sanayicileri Derneği Başkanı Murat Birkan Işık durumu şu ifadelerle ele alıyor: 

Yılın sonunda, birçok işletmenin işçi çıkartması muhtemel. Çalışanların başka bir sektörde istihdam edilmesi ise oldukça zor. Adana’da konfeksiyon sektöründe 50 binin üzerinde çalışan bulunuyor. Bu kadar kişiyi istihdam edebilecek başka sektör yok. Teşvik mekanizmalarının devreye alınmasını istiyoruz”.[7]

İstihdam kayıplarını önlemek için 2025 yılının ocak ayında, KOBİ ölçeğindeki işletmelere işçi başı 2 bin 500 liraya kadar destek ödemeyi gerçekleştirecek istihdamı koruma destekleri açıklandı. Program özellikle giyim eşyalarının imalatı, tekstil ürünlerinin imalatı, deri ve ilgili ürünlerin imalatı ve mobilya imalatında istihdamı korumak üzere yürürlüğe alındı. Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mehmet Fatih Kacır, programın oldukça yalın olduğunu ve teferruatlı bir program öngörmediklerini açıkladı.[8] Dolayısıyla bu teşvik ve desteklerin sermayenin talebini karşılamayacağı aşikar.

“Dünyanın en büyük PTA işletmesi Türkiye’de olacak”

Türkiye’nin en büyük sermaye gruplarını bugün sektör bazlı incelediğimizde, tekstil sektöründekiler; SASA Polyester, AKSA Akrilik, Gülsan Sentetik ve Korteks Tekstil. Holding biçiminde örgütlenmiş ve yapay, sentetik elyaf veya lif üreten büyük üreticiler. Türkiye’nin en büyük polyester üreticilerinden SASA Polyester’ in PET üretim tesisi yatırımına ek teşvik daha açıklandı. Tekstilde yapay elyaf olarak kullanılan kimyasal girdileri üreten tesisin, üretim kapasitesinin 400 bin ton olması bekleniyor. Düşünün ki pamuk coğrafyası Adana’nın en büyük firması, bugün SASA Polyester olarak karşımıza çıkıyor. Bu ironik durumun tekstildeki krizi açıklama noktasında özel bir önemi olduğu kanaatindeyim. Tekstil sektörü artık tarımdan çok, kimya sanayii tarafından besleniyor. Tekstilde polyester ve yapay/sentetik elyaf kullanım oranı, 2000’li yılların başından günümüze pamuk ve doğal elyaf kullanım oranını aşmış durumdadır. Sektöre içkin, sermaye birikim koşullarınca şekillenen malzemedeki değişim, günümüzde tekstil sektöründeki çalışma ilişkilerini, birikim koşullarını, uluslararası rekabet düzeyini belirler bir vaziyet almıştır. Polyester; sermaye ve teknoloji yoğun yatırım gerektiren, dolayısıyla katma değeri yüksek bir üretim girdisidir. Türkiye’de tekstil sektöründe faaliyet gösteren büyük sermaye grupları bu alana yatırım yapabildikleri ölçekte sektörde kalmakta, aksi durumda sektörden hızla çekilmektedir. Çünkü uluslararası tekstil üretiminde kârdan pay alabilmenin yolu katma değeri yüksek, kimya sanayisiyle bütünleşmiş malzeme üretimine sıkışmış durumdadır. Türkiye’deki makro iktisadi koşulların etkileri, üretim maliyetleri ve işçi ücretlerine yapılan vurgularla birlikte, sektöre içkin bu değişim gözden kaçırılmaktadır. Kacır’ın belirttiği gibi sektöre ilişkin “teferruatlı bir program” öngörülmemektedir. Fakat sanayileşme politikasının öncelikli sektörleri ile uyumlu bir biçimde polyester, yapay elyaf ve teknik tekstil üretimine ilişkin destek ve teşvikler planlama dahilindedir. Örneğin Küçükçalık Tekstil, polyester cips tesisi inşası için Uluslararası Finans Kurumu (IFC) tarafından 50 milyon dolarlık yatırım teşviki alıyor. IFC Türkiye ve Orta Asya Direktörü Wiebke Schloemer, “Bu yatırım, Türkiye ekonomisi için kritik öneme sahip olan sentetik kumaş üretiminde rekabeti artıracaktır”[9] diyor. Türkiye’nin ilk polimer geri dönüşüm tesisini kuran ve PET şişeden polyester iplik üreten Zorlu Holding iştiraki Korteks diğer örnek. Daha açık ifade etmek gerekirse tekstil sektörü emek yoğun yapısını koruyan ve sanayileşmenin çoğunlukla ilk evrelerine uygun olduğu için gözden çıkarılan bir sektör olmaktan öte; sermaye birikim sürecinin zorunlu uğrakları dahilinde özellikle malzeme, girdi üretiminde teknoloji yoğun bir yapıya erişmiş dolayısıyla sektördeki büyük sermaye grupları tarafından yatırım alanı olarak görülen bir sektördür.

Ancak sektörün geneli için bu girdiler çoğunlukla ithalat yoluyla temin edilmektedir. 2023 yılı verilerine göre Türkiye, Vietnam’dan sonra dünya genelinde en fazla kimyasal filament elyaf ithal eden ülke konumunda.[10] Bu teknoloji yoğun girdiyi temin edebilmek, küçük üreticiler için yüksek girdi maliyetler anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Türkiye’de tekstil sektöründeki kriz eğiliminin temel açıklayıcılarından biri de doğaya bağımlı, yüksek sermaye yatırımı gerektirmeyen pamuk malzemesine dayalı tekstil üretiminin; kimya sanayiine bağımlı, yüksek sermaye yatırımı gerektiren polyester malzemesine dönüşmüş olması ve Türkiye’nin bu dönüşümü üretimin gereksindiği nitelik ve nicelikte gerçekleştirememiş oluşudur. Bu dönüşümün devlet, sermaye, sınıf düzeylerinde farklı kırılımlarla analizi olanaklıdır ve daha geniş bir çalışmanın konusudur.

Son söz olarak Türkiye’de tekstildeki kriz eğiliminin; teşvik ve destek eksikliği, yüksek enflasyon, artan üretim maliyetleri, ithalata bağımlı üretim, uluslararası rekabet avantajının yitirilmesi gibi sektördeki dönemsel değişimler üzerinden, daha açık bir ifade ile yalnızca Türkiye’de sermaye birikim koşullarının tekil değişkenleri üzerinden değil, kapitalizmin uluslararası ölçekte gelişimini de beraberinde ele alarak tartışmamız gerekmektedir.

Dipnotlar:

  1. ^ Bereketli Topraklar Üzerinde romanının üç ana karakteri.
  2. ^ Kemal, O. (2018).Bereketli Topraklar Üzerinde, Everest.
  3. ^ “Textiles: back in the mainstream”, http://bit.ly/4osFAhM
  4. ^ Gökçü, S. “Tekstil ve Giyim Anlaşması Sonrasında Tekstil ve Konfeksiyon Sektörü”, http://bit.ly/3IT8Sap
  5. ^ “Türkiye’de Tekstil Krizi Derinleşiyor”, http://bit.ly/4986d79
  6. ^ “Tekstil Kentinde Tezgahlar Durdu: Tünelin Ucu Görünmüyor”, http://bit.ly/3Jf2z0H
  7. ^ “Tekstilde, mevcut durumu korumanın bir yolunu bulmak gerekiyor”, http://bit.ly/46YHelp
  8. ^ “Türkiye istihdamı korumak için yeni destek programı başlatıyor”, http://bit.ly/4o5beCm
  9. ^ “IFC, Türkiye'nin Tekstil Sektöründe Sürdürülebilir ve Kapsayıcı Büyümeyi Desteklemek İçin Küçükçalık Grubuna Yatırım Yapıyor”, http://bit.ly/3KVPUjY
  10. ^ http://bit.ly/3WK2xRB
      /././

     EVRENSEL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Vitrinlerde ‘kadın gücü’ fabrikada düşük ücret, baskı, tehdit - Elif Turgut / EVRENSEL-

  Işıltılı vitrinlerin sömürü zinciri Prada, Zara, Berska, Adidas, Nike… Küresel tekstil tekellerinin üretim zincirinin parçası olan Anadolu...