soL "Köşebaşı + Gündem" -20 Ekim 2025-

İmamoğlu-Koç operasyonu: Mesaj mı, tehdit mi?

Tutuklu İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’na yönelik soruşturmaya bugün ilginç bir ek yapıldı. Soruşturma kapsamında Koç Holding'e bağlı Divan Otel’in genel müdürü Murat Tomruk, şüpheli sıfatıyla ifadeye çağırıldı. Bu çağrı, Koç grubuna hem tehdit hem de bir mesaj olarak değerlendiriliyor. Peki, gerçekten neler oluyor?

AKP iktidarında en çok kazananlar listesinin açık ara ilk sırasında yer alan Koç Holding, bir operasyona mı konu olacak?

Tutuklu İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’na yönelik soruşturmaya bugün Koç Grubu’ndan “düşük profilli” de olsa bir ismin eklenmesi hemen akıllara bu soruyu getirdi.

Ancak Türkiye’de Koç Grubu'nun herhangi bir iktidar tarafından cepheden hedef alınması, düzenin kendi “bekası” için eğer “intihar noktasına gelinmediyse” pek de olası görünmüyor.

Bu nedenle atılan bu son adımın İmamoğlu başlığında güçlü bir mesaj olduğu iddiası güç kazandırken, akıllara operasyon öncesi ve sonrasındaki Koç-İmamoğlu ilişkileri geliyor.

Gelin kısaca o sürece ve AKP'nin bu başlıktaki süreklileşmiş hamlelerine hep birlikte göz atalım.

İBB seçimi öncesi ilk işareti Sabah verdi

Tartışmalar aslında İBB seçimleri öncesine dayanıyor.

İmamoğlu’nun Koç Grubu tarafından aday olarak öne çıkarıldığı iddiaları ilk olarak yandaş basın tarafından gündeme sokulmuştu.

Bu konuda ilk işareti veren isim Sabah yazarı Dilek Güngör olmuş, Koç’un isteğiyle İmamoğlu’nun aday yapıldığı iddia edilmişti.

2018 Aralık’ındaki yazıda şöyle diyordu Güngör:

"31 Mart'taki yerel seçimler için sufle veren oldu mu" diye düşünürken Kemal Kılıçdaroğlu'nun Koç ailesiyle görüşmesi açığa çıktı. Ondan sonra da İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığı için Ekrem İmamoğlu adı ortaya atıldı. CHP kulislerinde, bu kez sufleyi verenin 'sermaye' olduğu konuşuluyor.

Koç ile İmamoğlu arasındaki ilişki nereden geliyor derseniz…
Ekrem İmamoğlu'nun Koç ailesiyle uzun zamandır 'iyi' (!) ilişkileri olduğunu duymuştum. Onu, bir gün merhum Mustafa Koç'un yanında, diğer gün Rahmi Koç'un ofisinde, öteki gün Koç'un fabrika ya da vakıf açılışında görüyordum. Aileyle ilişkileri belediye başkanlığıyla iyice pekişmişti."

Güngör’ün bu yazısı sonrası Koç-İmamoğlu ilişkileri basının ilgi odağındaki konulardan biri haline geldi.

İmamoğlu'nun Mustafa Koç için "yakın arkadaşım" sözleri, seçim süreci boyunca Koç Ailesi'ni ziyaretleri ve paylaşılan fotoğraflar sürekli haber oldu.

Ülkenin en büyük patron grubunun CHP'li bir ilçe belediye başkanına yakın ilgisi ve desteği bir anda gündemin üst sıralarına çıkıyordu.

Seçim iptali tartışmaları ve Ömer Koç

Ancak bu tartışmaları asıl alevlendiren şey, AKP’nin İmamoğlu’na kaybettiği seçimi yenileme kararı alması ve bu süreçte Koç Grubu’nun attığı adımlar olmuştu.

31 Mart'tan sonra YSK'nin karar için toplanacağı gün Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Koç, İmamoğlu'nu ziyaret ediyordu.

Koç'un seçim başlığındaki tavrını açıkça ilan ettiği bu ziyaret AKP cephesinde büyük tepki konusu olacaktı.

Bu ziyaretin sonrasında seçim yenilense de İmamoğlu ezici zafer elde etmiş, bu zafer sonrasında Ömer Koç, İmamoğlu’nu bu kez Saraçhane’deki makamında ziyaret etmişti.

İmamoğlu’nun İBB Başkanı seçilmesi sonrası yaptığı ilk hamlelerden birinin TÜPRAŞ’ın özelleştirilerek Koç Holding'e devredilmesi sonrası 10 yıl boyunca şirketin genel müdürlüğünü yapan Yavuz Erkut’u İBB Genel Sekreterliğine ataması da bu ilişkilerin gücüne yorulmuştu.

Otel ve İmamoğlu işaretini ilk kez Soylu vermişti

“Koç’un özel uçağı altına tahsis edilmiş. Kusura bakmayın, ben bir şey görüyorum. Beni kim kınarsa kınasın. Gezi olaylarında otel tahsis edenler, Gezi olaylarında Taksim’deki otellerini tahsis edenler bugün uçaklarını tahsis ediyorlar. Gezi olaylarında Deutsche Welle’yi tahsis edenler – Alman televizyonu – bugün televizyonlarını tahsis ediyorlar. Gezi olaylarında BBC Türkçe’yi – İngiliz televizyonu – tahsis edenler bugün televizyonlarını tahsis ediyorlar. Gezi olaylarında Kandili harekete geçirenler bugün Kandili harekete geçiriyorlar.”

Bu sözler eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya ait.

Soylu, İmamoğlu’na Koç grubu tarafından özel uçak tahsis edildiğini söylüyor, söz konusu açıklamasında konuyu Gezi’ye ve Divan Otel’e getiriyordu.

Bugünkü operasyonun birleştiği noktayı ilk dile getiren isim Soylu olmuş…

Bu açıklamaya Koç Grubu yazılı bir yanıt verirken, şu ifadeleri kullanıyordu:

“Sayın Ekrem İmamoğlu’nun 19 Mayıs’ta Samsun, 4-5 Haziran’da Trabzon ve Ordu seyahatlerinde şirketimiz Setair uçakları ile yolculuklarını gerçekleştirmiş olmasına ilişkin son birkaç gündür sosyal medya üzerinden yayılan iftiraların, İçişleri Bakanı Sayın Süleyman Soylu’nun talihsiz açıklamaları ile yeniden gündeme gelmiş olmasını üzülerek takip etmekteyiz.

Müşterilerimizin ticari sır niteliği taşıyan bilgilerine duyduğumuz saygıyla, daha fazla detay paylaşmayı iş ahlakımıza uygun bulmuyoruz. Oluşan mevcut gündem itibariyle bu durumu izah ediyor olmaktan ötürü de hicap duyuyoruz.”

Koç'un Cumhurbaşkanı adayı İmamoğlu iddiası

Bu çıkışlar ve gerilimleri başka bir noktaya taşıyan gelişme ise İmamoğlu'nun cumhurbaşkanlığı adaylığı süreci oldu.

Gazeteci, yazar Enver Aysever, İmamoğlu'nun Koç grubunun gelecekti cumhurbaşkanı adayı olacağı yönündeki açıklamasına gruptan hızlı bir yanıt geldi.

Yapılan açıklamada bu iddialar yalanlanırken, şöyle deniliyordu:

"Dijital bir yayında dile getirilen “Koç Grubu’nun Ekrem İmamoğlu’nu gelecekte Cumhurbaşkanı yapacağı” iddiası vesilesiyle açıklama yapma gereği duyulmuştur.

Hiçbir somut delil gösterilmeden, ilgisiz olayları neden sonuç ilişkisi barındırmaksızın birbirine bağlayan bu iddialar tümüyle gerçek dışıdır. Ülkemizin ekonomik ve toplumsal kalkınması için 100 yıla yakın süredir var gücüyle çalışmakta olan Topluluğumuz, siyasetin bir parçası değildir.

Son dönemde Koç Topluluğu’nu ve Koç Ailesi'ni hedef alan asılsız iddiaların kamuoyunda kasıtlı bir şekilde yanlış algıya yol açmak için gündeme getirildiğini dikkatle gözlemliyoruz. Gerçek dışı iddialarla Topluluğumuzun hedef alınmasına asla izin vermeyeceğiz. Bu vesileyle, gazetecilik etiği ile bağdaşmayacak şekilde mesnetsiz bilgi yayan ve Topluluğumuzu zan altında bırakma sorumsuzluğunu sergileyen kişilere yönelik hukuki haklarımızı kullanacağımızı belirtmek isteriz."

Türkiye'de patronların ve özel olarak Koç grubunun Erdoğan'a çok şey borçlu olduğu kesin. 

El birliğiyle cumhuriyetin tasfiyesini gerçekleştirip, toplumu gericileştirmenin gazına hep birlikte bastılar.

Ancak bir noktada patronların Erdoğan'ı dizginlemesi ve alternatiflere de ihtiyaç duyması sonrası öne çıkan isimlerden biri oldu İmamoğlu.

Ancak bu başlığı Erdoğan bir kırmızı çizgi olarak algılayıp İmamoğlu'na yönelik bir operasyon hazırlığına girişince, bu adıma Koç grubu cephesinden güçlü bir yanıt gelmedi.

TÜSİAD'ın operasyondan önce yaptığı sert açıklama ve sonrasında TÜSİAD yöneticilerinin ifadeye gitmesi, AKP'nin bu konuda şimdilik "esnemeyeceğinin" işareti olarak okundu.

Peki neden bu hamle?

Ortada bir gerilim olduğu muhakkak. Ancak AKP'nin Koç Grubu'na ciddi bir müdahalede bulunacağı iddiaları Türkiye'deki kırılganlık ve yönetme sorununu da düşününce fazlasıyla güç görünüyor.

Ancak yine de AKP'de bir ekibin bu konu üzerinden bir kez daha Koç Grubu'na "bu dosyanın üzerini çizdik" mesajı verdiği iddiaları dile getiriliyor. Bu hamlenin AKP içindeki gerilimlerle ilişkili olup olmadığı, buradaki kontrolsüzlüğün bir sonucu olup olmadığını da sanıyoruz çok kısa süre içinde göreceğiz.

Ötesi için, yani Koç Grubu'nun Türkiye'de kapsamlı bir müdahaleye konu olması için çok daha büyük bir kırılmaya, büyük bir krize ihtiyaç duyulacağı ortada. Sabah gazetesinin konuya ilişkin haberindeki "Savcılık, Tomruk hakkında gözaltı kararı olmadığını emniyet aracılığıyla ifadeye davet edildiği belirtildi. Tomruk, şu sıralarda savcılığa ifade veriyor" tedbirliliği de bununla ilişkili olsa gerek.

Tam da bu noktada TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'ın Ortaklaşa Dergisi'ndeki yazısı akıllara geliyor.

O yazının bir bölümü şöyleydi:

"Koç’lara kimse dokunamazdı zaten, dokunmaya kimsenin niyeti de yoktu. Onlar ülkeye dokunmuş, semirmiş, büyümüş, kimsenin yutamayacağı bir cüsseye ulaşmıştı. İmamoğlu ise hızlı yükselişinin yol açtığı öngörüsüzlükle, tam dokunulmazlık kazandığını sandığı dönemde darbeyi yemişti. Hukuk değildi elbette devreye giren, kimse işin o kısmıyla ilgilenmiyordu, darbe siyasiydi ve hemen her kesimden CHP’li İmamoğlu’nun “devlet vetosu” yediğinde hemfikirdi. Yan ceplerine koydular vetoyu.

Peki ama oldukça popüler bir siyasetçiyi veto edecek “devlet” gerçekten var mı?

Hiç kuşkunuz olmasın, İmamoğlu’nun bir “milli güvenlik sorunu” olduğu iddiası her şeyin üstünde bir “devlet aklı”nın ürünü değildi. Bu algı birbiriyle rekabet halindeki bir dizi “akıl”ın “ortak icadı”ydı. Derin bir uyanıklıkla ilgisi olmayan, fazlasıyla pragmatik, hedefsiz, pusulasız bir ortaklık.

Okuyan'ın Ortaklaşa dergisindeki yazısını dijital olarak okumak için soL'a abone olabilirsiniz.

***

İBB soruşturması Koç'a mı uzanıyor: Divan Oteller Genel Müdürü Murat Tomruk ifade verdi

İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne yönelik "yolsuzluk" soruşturması kapsamında Koç Holding'e ait Divan Oteller Genel Müdürü Murat Tomruk, şüpheli sıfatıyla ifadeye çağırıldı.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne yönelik "yolsuzluk" soruşturmasında bir gelişme yaşandı.

Koç Holding'e ait Divan Oteller Genel Müdürü Murat Tomruk, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Örgütlü Suçlar Bürosu tarafından ifadeye çağrıldı. Tomruk'un ifadesine İBB'ye yönelik "yolsuzluk" soruşturması kapsamında başvurulacak.

Söz konusu gelişmeyle birlikte Tomruk'un önce gözaltına alındığı duyuruldu ancak sonrasında işlemin "polisler eşliğinde ifadeye götürüleceği" yani mevcutlu getirme olduğu ifade edildi. 

Savcılık, Tomruk’a “polis eşliğinde çağrı yapıldığını” belirtti. Murat Tomruk, polis eşliğinde adliyeye götürülecek.

İBB soruşturması kapsamında “şüpheli” sıfatıyla ifadeye çağırıldığı belirtildi.

İfadenin ardından adliyeden ayrıldı

Sabah gazetesinde yer alan habere göre, Murat Tomruk ifade işleminin ardından adliyeden ayrıldı.

Koç Holding hisselerinde düşüş

Koç Holding'e bağlı Divan Grubu Genel Müdürü'ne yönelik yaşanan gelişmelerin ardından Koç Holding'in hisseleri yüzde 4'ten fazla düştü. 

Haftayı 152,7 seviyesinden kapatan Koç Holding'in hissesi yüzde 4'ten fazla düşüş yaşayarak 146,2 seviyesine kadar geriledi. 

Murat Tomruk kimdir?

1988 yılında satış temsilcisi olarak girdiği Koç Sistem'de Endüstri ve Ticari Sektör'den Sorumlu Genel Müdür Yardımcılığı görevine kadar yükselen Tomruk, bu süreçte 1994-1995 yıllarında Koç Üniversitesi'nde İşletme Yüksek Lisansını tamamladı.

Tomruk, 2002 yılı itibarıyla üstlendiği Koç Bilgi Grubu'nun Pazarlama Direktörlüğü görevini 2005 yılına kadar sürdürdü.

2005-2015 tarihlerinde Koç Holding Stratejik Planlama Koordinatörlüğü görevini yürüten Tomruk, Divan Otelleri Genel Müdürü olarak atanmadan önce Setur'da Turizm'den Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı olarak görev alıyordu.

Tomruk, 2020'de Divan Otelleri Genel Müdürü olarak atanmıştı. 

***

Soykırım, propaganda ve NATO’culuğun sefaleti -Engin Solakoğlu-

Filistin halkına yaşatılanları, yaşatanları ve iktidarda kalmak veya iktidara gelmek için onların ellerine yapışanları unutturmak yok. 

ABD başkanı Trump’ın arkasına dizilen bir grup siyasetçinin topluca Filistin’e barış geldiği yalanını uydurmalarının üzerinden sadece altı gün geçti.

Bu noktada, “Yine mi Filistin?” diye soranlar olabilir. Evet yine ve daha çok Filistin yazacağız. Zira orada insanlık, kapitalizmin acımasızlığına, o düzenin terör ve ölüm örgütü NATO’ya, sermayenin daha çok kâr uğruna dünyayı ateşe atmasına ve her gün her saat utanmazca yalan söylemesine karşı direniyor. Görmeyenlerin, görmek istemeyenlerin, görüp de başka tarafa bakanlar içerisinde en azından vicdan sahibi olanların bu gerçeği anlamasını sağlayacağız.

Laikliğin, tam bağımsızlığın, sömürüsüz bir Türkiye’nin İsrail, ABD ve NATO’yu bu ülkeden ve zihinlerden kovmadan mümkün olamayacağını anlatmaya devam edeceğiz.

Batı’nın iktidara taşıdığı ve iktidarda tuttuğu bir zihniyetten kurtuluşu Batı kuyrukçuluğunda görenlere Filistin’de, bölgemizde ve dünyada Batı’nın neler yaptığını anımsatmaya devam edeceğiz.

Evet Filistin! Yine...

Ne diyorduk? Gazze’de taraflar arasında imzalanan ateşkes anlaşmasına dört ülke garantör sıfatıyla imza atmıştı. ABD, Türkiye, Mısır ve Katar.

Aradan geçen altı günde İsrail Gazze’de ateşkesi 47 kez ihlal etti, 100’den fazla saldırı gerçekleştirdi, 38 Filistinli’yi öldürdü, 147 Filistinli’yi yaraladı. Filistinliler BM’ye ve garantör ülkelere çağrı yaparak İsrail’in ateşkese uymaya zorlanmasını istediler.

Yanıt ABD’den geldi. ABD Dışişleri Bakanlığı  “Hamas’ın ateşkesi bozacak, büyük bir saldırıya hazırlandığının öğrenildiğini” ileri sürerek “böyle bir saldırı halinde gerekli önlemlerin alınacağını” duyurdu.

Yanlış okumadınız. İsrail ateşkesi 47 kez ihlal etti ama ABD Filistin direnişini “saldırı niyeti iddiası” üzerinden tehdit etti. Ben bu satırları yazarken garantör ülkelerden hiçbir tepki gelmemişti. 

O ülkelerden birinin Dışişleri Bakanı Hakan Fidan önceki gün anlaşmanın “faidelerini” sıralıyor, Erdoğan’ın ateşkes anlaşmasındaki rolünü anlatıyor ve “küresel lider” Erdoğan’ın İsrail’i kayıtsız koşulsuz destekleyen ABD’yi nasıl arabulucuya dönüştürdüğünü anlatıyordu. 

Kurtlar Vadisi’nde başrol oynamaktan bölge rejimlerinin ABD sevdasını konu alan bir romantik komedi dizisinde karakter oyunculuğuna geçiş yapan Fidan bunları anlatırken İsrail öldürmeye, ABD öldürülenleri tehdit etmeye devam ediyordu.

ABD’nin açıklaması aslında İsrail ve ABD’nin Gazze’nin geleceğine dair planlarına dair ipuçları içeriyor. Gelin birlikte bakalım.

Bu dehşet ikilisi Gazze’yi ikiye bölünmüş halde bırakmak niyetinde. Bölgenin İsrail işgali altında kalacak bölümünde göstermelik bir “kentsel dönüşüm”e şahit olacağız. İşgalci devlet orayı, maaşa bağladığı birtakım suç örgütleriyle birlikte yönetecek. İşgal Ordusunun çekildiği kesim ise öylece bırakılacak. Oradaki halkın yeniden inşa edilecek bölgelere geri dönüşüne izin verilmeyecek. 

Sahil bölgesinde Filistin direnişinin hayatı normale döndürmesine izin verilmeyecek. Nasıl mı? İsrail’in beslediği IŞİD bağlantılı çeteler sık sık o bölgede sabotaj ve saldırılar gerçekleştirecekler. Hamas ve diğer direniş örgütleri bunlarla mücadele ettiklerinde “ateşkes”i bozmuş olacaklar, İsrail de ABD bombalarıyla zaten yıkılmış bölgeyi tekrar tekrar tahrip edecek ve direnişin silahsızlandırılması için bahane üretmiş olacak.

İsrail/ABD IŞİD bağlantılı Ebu Şebab grubu eliyle yöneteceği Refah kentinde Murat Kurum usulü (Fikirtepe’yi gözünüzün önüne getirin) bir kentsel dönüşüm gerçekleştirecek. Bunu dünyaya radikalizmden arındırılmış bir Gazze örneği olarak pazarlayacak. Düzenli olarak bombalayacağı Gazze’nin geri kalanının görüntüleriyle karşılaştırıp direnişten arındırılan bölgelerin nasıl kalkındığı propagandasını yapacak.

Bu değerlendirme bana değil, Filistinli araştırmacı Muhammed Şehada’ya ait. Hamas veya diğer direnişleriyle hiçbir bağlantısı olmayan, AB tarafından fonlanan Avrupa Dış İlişkiler Konseyi (ECFR)’nde misafir araştırmacı olarak çalışan Filistinli bir akademisyen.

Şehada, İsrail ile Ebu Şebab grubu arasında tesis edilen işbirliğinin en az altı aylık bir geçmişi olduğu ve işgalci devletin bu grubu Gazze’yi Hamas’ı ve diğer diğer direniş örgütlerinin elinden almak için değil, tamamen propaganda amacıyla kullandığı saptamasını yapıyor.

Filistinli akademisyen, İsrail’in bu amaçla yaklaşık beş ay kadar önce Gazze bölgesinin Refah kentinde 300 kişilik bir yerleşim alanı kurulduğunun, Ebu Şebab militanları ve ailelerinin yerleştirildikleri bu kampta bir cami ve bir okul yapıldığının, Gazze’nin geri kalanını dümdüz ederken bu kampa dokunulmadığının da altını çiziyor.

Şehada, İsrail’in önümüzdeki günlerde, maaşa bağladığı kimi sosyal medya fenomenleri ve gazeteci görünümlü kimi Batılıları bu kampa getirip “Bakın bizimle barış içinde yaşayan Filistinliler ne kadar iyi koşullara sahipler, Hamas ve diğer direniş örgütleri de silah bırakırlarsa bütün Gazze bu koşullara kavuşabilir” şeklinde özetlenebilecek bir propaganda kampanyasına girişeceğini söylüyor.

Hamas’ın silah bırakmayı kabul etmesi halinde dahi İsrail’in “hala silahlı militanlar bulunduğu” gerekçesiyle saldırganlığına ara vermeyeceğini söyleyen Şehada, soykırımcı devletin iyi niyetten ne kadar yoksun olduğu konusunda kolay kolay reddedilemeyecek bir örnek de veriyor: Lübnan.

Lübnan’da geçen yıl, 27 Kasım 2024’te sözde bir ateşkes ilan edildiğini ancak bunun İsrail saldırılarını durdurmadığını hepimiz biliyoruz. İsrail, daha üç gün önce Lübnan’ın güneyi ve doğusundaki 5 farklı noktaya 10’dan fazla hava saldırısı gerçekleştirdi. Hizbullah’ı hedef aldık dedikleri saldırıda iş makinaları ve çimento fabrikaları tahrip edildi. 

Şehada, İsrail’in Gazze’yi yerle bir etmek için 100 milyar dolar harcadığını, 900 civarında asker kaybettiğini, bu nedenle bölgenin Hamas’lı veya Hamas’sız yeniden ayağa kalkmasına ve Filistin halkına ait kalmasına izin vereceğini düşünmenin hayalcilik olduğunu da söylüyor.

Çok da doğru söylüyor ama gelin görün ki Ortadoğu halklarının tepesine binmiş iktidarlar ve onların sözde muhalefetleri barış ve AB ve NATO masalları anlatmaya devam ediyorlar.

"Yine mi Filistin?” Evet yine ve daha çok Filistin çünkü sermayenin ve onun kuyruğundaki sözde liderlerin karşısında Filistin direnişi var, Güney Amerika’da, ABD’de ve Avrupa’da sokakları dolduran milyonlar var.

İsrail ordusunun terör örgütü ilan edilmesi için kampanya başlatan İngiliz Yeşiller Partisi’nin Yahudi lideri Zack Polanski var. İsrail parlamentosu Knesset’te sergilenen Trump müsameresine isyan eden Hadash Partisinin İsrailli milletvekilleri Ofer Cassif ve Eymen Avde var. Trilyonlarca dolarlık silaha, küresel sermayenin medyasına aldırmadan gerçeğin peşinden ayrılmayan komünistler var.

Bunlar olduğuna göre, direnmek için sebep de var, olanak da var. 

Filistin halkına yaşatılanları, yaşatanları ve iktidarda kalmak veya iktidara gelmek için onların ellerine yapışanları  unutturmak yok. 

/././

soL Haber, holding medyasında kimsenin ilgilenmediği halkın gerçek gündemlerine odaklanıyor. Bu haberleri desteklemek halkın gerçek gündemlere ulaşmasının da önemli bir yolu. Bu yüzden soL’a destek olun, abone olun!

Tornadan çıkma NATO milleti -Berkay Kemal Önoğlu-

Amerikan, İngiliz, Alman, İsrailli, Türk fark etmez. Yalan, iftira ve çarpıtmanın küresel ağız birliği NATO’culuk. Neyse ki bu topraklarda ideolojik sermayesini çoktan tüketti artık. Sırada siyaseten mahkum olması, fiilen başımızdan def edilmesi var. O günler de gelecek!

Geçtiğimiz günlerde NATO Parlamenterler Asamblesi’ne (NATO-PA) sunulan ve CHP Eskişehir Milletvekili Utku Çakırözer’in imzasını taşıyan “İran tehdidi” raporu kamuoyunda geniş yankı uyandırdı ve çok tepki topladı. Tepkiler haklıydı çünkü öyle uçuk bir rapordu ki bizzat CIA tarafından kaleme alınmış olsa herhalde bazı açılardan daha ayakları yere basan bir metin ortaya çıkabilirdi. Milli İstihbarat Akademisi’nin Ağustos’ta yayımladığı İsrail raporunu andırıyordu yani. Kalemi bizzat sahiplerine verseler, emin olun onlar daha temkinli olurlar.

Ertesi gün rapor gündemi meclis sıralarına da taşındı. “Nasıl taşındı? Meclis’te bu rapora itiraz edecek babayiğit var mı?” diyeceksiniz. Haklısınız, yok. Ama bu, “tencere dibin kara, seninki benden kara” türü bilindik atışmaların da yapılmayacağı anlamına gelmiyor. Sonuçta birbirlerine “Tamam ben NATO’cuyum da sen neci oluyorsun?” diye soruyor ve beraberce konuyu kapatıveriyorlar.

Zaten düzen partileri çoğunlukla kendilerine yönelen suçlama ya da eleştirilerle değil, diğer partilere yöneltecekleri suçlama ve eleştirilerle ilgilenirler. Böylece bir nebze bastırabilirler birbirlerinin seslerini. Olay da bu zaten. Herkesin boğazına kadar pisliğe battığı bir mecliste her durumda söyleyecek bir sözü olmanın yegane formülü bu! Hiçbir esaslı konu esastan görüşülmüyor. Hiçbir önemli siyasi ve ideolojik ayrım noktasından söz edilmiyor. Hele söz konusu NATO gibi düzen siyasetini tümüyle birleştiren bir konu olduğunda gerçek bir yankı odasına dönüşüyor TBMM.

Meclisteki piyes hikaye yani, kamuoyu baskısı sonuç verdi anlayacağınız. Skandal raporun altında imzası bulunan Çakırözer kendisine ve partisine yönelen eleştirilerden ve raporun sorumluluğundan sıyrılmak için yayımladığı açıklamada kısaca “beni ve partimi bağlamaz” ama “hepimizi ve bütün heyetimizi bağlıyor” dedi.

Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu.

Dahil olduğu heyetin resmi görüşlerini yansıtan ve kendi kaleme aldığı bir metin için bir kişinin çıkıp “fikrimi yansıtmıyor” demesi sizin için ne anlam ifade ediyor bilmiyorum. En başta gülünç…

Ama gülünç olmanın ötesinde acizlik bu! Turistler gibi gittikleri o toplantılardan aydınlık salonlarda birbirlerinin gülümseyen suratlarına iltifatlar edip sonra attıkları imzalardan bile sorumlu tutulmadan gezip tozup döneceklerini umuyorlar galiba. Her neyse…

Fakat asıl önemli ve bir nebze sevindirici olan imza sahibi ve partisinin geri adım atmalarını zorunlu kılacak bir kamuoyunun kısa sürede oluşturulabilmiş olması.

Yani her şeye rağmen, potansiyel olarak Amerikancılığı, Atlantikçiliği, savaş kışkırtıcılığını, emperyalizm uşaklığını dizginleyebilme ve onlara geri adım attırabilme yetisine sahip bir toplumumuz var. Bu çok iyi.

Gelelim rapora… İran’ı kuşatmak üzere Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve diğer Körfez Arap ülkelerinin pekâlâ NATO’ya alınabileceği teklifi ileri sürülüyor. İran, Çin, Rusya, Kore DHC ilişkisi ise “kargaşa ekseni” olarak tanımlanmış raporda.

Belki bir yerden kulağınız ısırıyordur bu “kargaşa ekseni” ifadesini.

Bush’un ürettiği “Axis of Evil” kavramı zamanında Türkçe kayıtlara “Şer Ekseni” ya da daha ateşli bir yorumla “Şeytan Ekseni” olarak geçmişti. Yirmi birinci yüzyıl başında, 11 Eylül’den aylar sonra ve Irak işgalinden bir yıl kadar önce ABD “medeni” dünyanın düşmanlarını işte böyle niteliyordu. Yoksulluk, savaş, kan ve gözyaşından başka hiçbir şey vadetmeyen yeni yüzyıl projeksiyonunu görücüye çıkarmışlardı artık.

Sözde şer eksenindeki ülkeler olan İran, Irak, Kore DHC’ye daha sonraları Suriye, Libya, Küba ve nihayet Çin ve Rusya da eklendi. Amaç Sovyetler Birliği’nin artık var olmadığı dünyada emperyalizmin yeni pazarlara açılabilmesi için bahane edilecek yeni düşmanlıklar ve savaş nedenleri üretebilmekti. Bunun için her türlü yalan, iftira, çarpıtma ile Amerikan halkı başta olmak üzere Batı toplumu yeni savaşların gerekliliğine inandırılmak isteniyordu. Ve bunda da görece başarılı olunmuştu. Batı toplumu ne yazık ki bugün bile, akıl sağlığını kaybetmesi pahasına çeşitli öcülerin varlığına inandırılmış vaziyette…

Aradan geçen yıllarda, her işgalin ardından işgalcinin yalan ve iftiraları da bir bir ortaya döküldü. Çok uluslu tekellerin yükselen karları dünya halklarının tepelerine bomba olup yağmış ve yağmaktaydı.

Neyse ki, bu buz gibi gerçekleri görmenin ve riyakâr Batı’nın asıl niyet ve hedeflerini anlamanın çok da zor olmadığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Bizim insanımız bu tablonun farkında olduğu için ABD ve NATO’ya dönük öfke ve antipatisini bir duygu halinde muhafaza etmeyi sürdürüyor. Kesinlikle Batı toplumlarından farklı bir noktadayız. Üstelik yalnız belleğimizdeki anti-emperyalist Kurtuluş Savaşı’ndan ileri gelmiyor bu uyanıklık. Ülkemizin Atlantik’in parçası değil, Atlantik için gerektiğinde seferber edilecek bir kuvvet sayıldığını çok iyi biliyoruz. Emin olun sokaktaki insan biliyor bunu.

Koca milletvekilleri bilmiyorlar mı peki? Hem de nasıl bilirler. Fakat aynı sözcüklerle, tek tornadan çıkmış gibi yazıp çizmeye devam ederler. Yalnız Türkiye’deki düzen partileri değil, bütün dünyadan NATO’cular aynı dili konuşurlar.

ABD’nin düşmanı benim de düşmanım(!) Kuzey Amerika ve Avrupa zayıflamasın gerekirse ben zayıflarım(!) 76 yıllık savaş, darbe, karşı-devrim ve terör örgütü NATO değil, dünyanın geri kalanı durmaksızın yayılma peşinde(!) Bütün ülkeler etki alanlarını genişletmek isterken yalnız NATO adil bir dünya sistemi için varlık gösteriyor(!) Kürecik’i ne iyi oldu da verdik. Vatan toprağına siz bizden daha layıksınız doğrusu(!)

Amerikan, İngiliz, Alman, İsrailli, Türk fark etmez. Yalan, iftira ve çarpıtmanın küresel ağız birliği NATO’culuk. Neyse ki bu topraklarda ideolojik sermayesini çoktan tüketti artık. Sırada siyaseten mahkum olması, fiilen başımızdan def edilmesi var. O günler de gelecek!

/././

Bir hilenin tanığı olmak -Fadime Uslu-


Hileye tanık olmak, siyaset sahnesinde her gün yeni hilelerin gerçekleştiğini görmek sorumluluk sahamızı genişletir böylece.

Kimi resimler hiç eskimez. İçerdiği anlam sürekli yenilenir, gündelik hayatımıza katılarak bize eşlik eder. Sanatçının insanlık sahnesinde görüp konu ettiği dramatik anlardaki büyük çelişkiler, insanın ortak eylemini anlatan açık hikâyeler gibidir. Eserde bir yanda sanatçının duyuşundaki benzersiz öz deneyim, bir yanda eseri bütünleyen kolektif bakış sergilenir. Michelangelo Merisi Caravaggio’nun Hilebazlar’ı böyle bir tablodur.

Caravaggio’nun bakışındaki görme iradesi kesinlikten doğar. Kendinden önceki resim geleneğinde işlenecek karakterlerin özellikleri, karakterlerin tuvale yerleştirilme planı belli bir şemaya, kilise protokolünün değerlerine göre biçimlenirken Caravaggio bu değerlerin dışına çıkmış, resimlerinde sokak çocuklarını, sıradan insanları, hayatın gerçekliğini işlemiştir. Yerleşik resim programındaki yüksek sınıfa ait eski hikâyeleri yoksul halka aktarır. Karakterlerinin her birini kendi içindeki aydınlıkla karanlığı karşı karşıya getirerek biçimler. Kişilerin yüzleri genellikle birbirlerine dönüktür ve karşıtlık ilişkilerini birbirleri içinde değerlendirir. Karşıtlıklardaki keskinliği ışık gölgenin keskinliğiyle ortaya çıkarır. 

Hilebazlar’ın dramatik etkisini de sahnedeki mizansenle, ışığın etkisiyle, yüzlerdeki canlılıkla kurar ressam. Diyagonal aks üzerine şekillenen resimde, ön ve arka kontrastı oluşturan iki figürü bağlayan cepheden verilen figürün yüzünün yarısı kapatılmıştır. Bu onun karanlık tarafını vurgular. Soldaki aydınlık yüzlü karakter hile yapıldığının farkında değildir. Karşısındaki gencin yüzüyle kendi yüzü biçim olarak aynı, anlam olarak tam karşıtıdır.

Ressam, izleyiciyi, hilenin tanığı olarak sahnenin bir parçası yapar. Masumiyeti temsil eden soldaki karakterin bilmediği hileyi izleyiciyle paylaşır. İzleyicinin bildiği ama sahnedeki kişilerin bilmediği bir hiledir bu.

Yılmaz Güney’in Seyyit Han filmindeki köy meyhanesi sahnesinin plan kuruluşu Caravaggio’nun ‘Hilebazlar’ tablosuna benzer. Seyyit Han’daki kumar masasının sol tarafındaki karakter, Hilebazlar tablosunun sol bölmesindeki karakter gibi hile yapıldığının farkında değildir. Filmde masanın sağ tarafındaki iki kişi ile ayaktaki, hilenin ortağıdır. Buradaki hilenin tanığı, meyhaneciyle filmin izleyicisidir.

Caravaggio, “Hilebazlar”

 

Yılmaz Güney, ‘Seyyit Han’ filmi (1968), köy meyhanesi sahnesi.

Yılmaz Güney edebiyatında da sinemasında da dramatik etkiyi varlığın doğasındaki karşıt noktaların kesişmesi ve çatışmasıyla kurar. Varlığın iç dünyasında barındırdığı töze yönelik bilgiyi, onun karanlığıyla yüzleşmesiyle aktarır. Karakterin bir yönünü aydınlatırken en az bir yönünü karanlıkta bırakır. Her türlü ayrıntı bu teknik çözülmeyle konuşmaya başlar. İşaret ettiği çelişkiler, dolaysız biçimde gerçekliğini gözler önüne serer böylece.

Caravaggio’nun da Güney’in de sanatlarının motivasyonu adaletsizliğin, sosyal eşitsizliğin gözler önüne serilmesi yönündedir. Hile karşımızdadır. Hileyle birlikte gerçeği bir türlü göremeyen kişi de oradadır. İzleyiciye “Artık görmezlikten gelmeyi bırak!” mesajıdır iletilen.

Hileye tanık olmak, siyaset sahnesinde her gün yeni hilelerin gerçekleştiğini görmek sorumluluk sahamızı genişletir böylece.

/././

soL Haber, Türkiye’de hiçbir haber mecrasında göremeyeceğiniz bu özel içerikleri daha fazla üretebilmek için okurunun, yani sizlerin desteğini talep ediyor. soL’daki özel içeriklerin artması, güçlenmesi için soL’a destek olun, abone olun!

Arjantin: Lepistes ekonomisi -Serdal Bahçe-

Şu sıralarda Şimşek programını (yani “program” diyoruz ama aslında bir program yok) eleştiren aklıselim liberal “eleştirel” iktisatçılarımız Milei aşığı oldular. Peki ama Milei gerçekten ne yaptı da bizim büyük eleştirel iktisatçılarımızın radarına takıldı?

Akvaryum garip bir dünyadır, akvaryumculuk da garip bir tutku. Bir zamanlar denemiştim. Bir cam ve arkasında yeniden üretilmiş, ya da kopyalanmış sahte bir doğal yaşam. Aslında doğallığı yok, filtreler, süzgeçler, pompalar, çakma bir kum, doğada gözlemlenemeyecek abuk subuk fosforlu ışıklar. Siz balığa bakarsınız, balık da size. Ancak bir fark var, siz onun doğal olmadığını bilirsiniz, balık ise onu doğal zanneder. Esaretin bedeli budur. Bu nedenle hayvanat bahçelerini hiç sevemedim. Hayvanların çoğu zaten bir hayvanat bahçesinde doğdukları için özgürlük genleri daha baştan alınmış duygusuz et yığını gibidirler. Hüzünlüdür.

Akvaryumculuk yapanlar bilir, yetiştirmesi en kolay balıklardan biri lepistestir. Küçük bir balıktır (en fazla 6-6,5 cm). Kolay ürer. Ama her akvaryum balığı gibi sudaki, ortamdaki en küçük bir değişiklik, veya beslenme rejimindeki en küçük dengesizlik lepistes için de kıyamet etkisi yaratır, ölüm gelir. Çabuk ölürler. Lepistesin, tıpkı pek çok diğer akvaryum balığı gibi, midesi pek küçük, pek minisküldür. Dolayısıyla çok beslendiğinde ölür. Doyma hissi yoktur, doyduğunu bilemez. Amerikan emperyalizmi bugün Arjantin ekonomisini bir tür lepistese çevirmiştir, sürekli ve mide kapasitesinin üstünde beslemektedir. Arjantin ise doymuşluğu bilemeyecek kadar iradesizdir. Ölüm yakındır.

2023 seçimlerinde aslında uzunca bir süredir ekranlarda ve gündemde kendine güzide bir yer edinmiş Javier Milei iktidara geldi. Gelirken, seçim propagandası sürecinde ortaya koyduğu vaatler akla hayale sığmıyordu. Örneğin Arjantin ekonomisinin bütüncül dolarizasyonunu vaat etti. Devletin boyutlarında olağanüstü küçülmeyi vaat etti. Bu kesintiyi bir tür kesme ve atma, temizleme olarak göstermek için siyasi toplantılarında ve konuşmalarında bir elektrikli testereyi teşhir etti. Bilenler bilir, Texas Chainsaw Massacre diye bir seri korku filmi vardır, testereyle öldüren sadist çılgın katiller fink atarlar. Milei, Sol Peronizmin yarattıklarını kesip atmak için gelmiş çılgın katil gibi. Bir önceki Peronist hükümetin sonunu getiren yüksek enflasyon onu iktidara taşıdı. Yaklaşık 2 yıllık iktidarı içinde Arjantin ekonomisi görünüşte kötü gidişata son verdi. Örneğin enflasyon oranları düştü (en azından son birkaç aydır). Büyüme oranı beklentisi 2025 ve 2026 için pozitife çıktı. Bütçe Arjantin’in tarihinde alışkın olmadığı bir şekilde birincil fazla verdi. Sayılara bakarsak pek güzel bir manzara değil mi?


Nasıl geldi iktidara? Aslında Latin Amerika ülkeleri garip bir rakkasa teslim olmuş durumdadır, Arjantin de istisna değil. İktidara gelen reformist sol yönetimlere (pek çok kişinin yaptığı gibi) “pembe”, sağ yönetimlere ise (bunu da biz uydurmuş olalım) “kara” dersek, bu rakkasın salınımının izlediği yol şöyle anlatılabilir: Pembe-kara-pembe-kara…Kısacası, son 30 yıldır böyle garip bir dizge işleyip duruyor. Nedeni? Bu ülkeler sermayenin karşı devrimci programlarını (yapısal uyum, istikrar ve dezenflasyon programları) istikrarlı bir şekilde ve hunharca uygulamaktadırlar. Ancak her defasında bu programlar ağır bir insani ve ekonomik maliyetle çökmektedir. Sonrasında bu programların verdiği toplumsal ve sınıfsal hasarı düzeltme vaadiyle pembe sol iktidara gelir. Ama hem bu ülkelerin küresel sermaye ile bağları, hem ekonominin sermayeye teslim edilmiş temel parametreleri pembe solun reform girişimlerini hem baltalar hem de sermaye kaçışları, spekülatif ataklar, ekonomik sabotaj gibi araçlarla ortaya makroekonomik bir çöküntü çıkarır. Böylece sıra “kara” bir iktidara, hem de daha “kara” bir iktidara gelir. Nitekim Brezilya’da çöküntü Bolsonaro gibi bir faşisti getirdi iktidara, Arjantin’de ise kapitalist saldırganlığın ve akıl dışılığın bedene gelmiş hali olarak Milei, Sol Peronist iktidarın ekonomik iflasından sonra yönetimi aldı. Neticede, Latin Amerika’daki pembe-kara-pembe-kara-… döngüsü sermayenin sisteminde, sermaye ve mülkiyet ilişkilerine dokunmadan hayata geçirilen “pembe” reformların bir tür çıkmaz sokakta yenildiklerinin en büyük kanıtıdır.

Şu sıralarda Şimşek programını (yani “program” diyoruz ama aslında bir program yok) eleştiren aklıselim liberal “eleştirel” iktisatçılarımız Milei aşığı oldular. Peki ama Milei gerçekten ne yaptı da bizim büyük eleştirel iktisatçılarımızın radarına takıldı? Şimdilerde Şimşek programına itiraz eden ve Arjantin’i örnek gösteren “eleştirel” iktisatçılarımız aslında Şimşek programının sermayenin bir örneği Milei tarafından uygulanan standart programına göre eksikliklerinden dertliler. Örneğin ağızlarına bakla ettikleri şu tez: “Sadece para politikası uygulanıyor. Oysa Milei hem sıkı para politikası uyguladı hem de bu politikayı uygun maliye politikasıyla destekledi”. Saçmasapan bir tespittir. İlginç olan buna inanıyorlar. Eksiklikler bir tamamlansa Şimşek programıyla bir dertleri kalmayacak.

Sorunun cevabına geri dönersek, aslında Milei çok bir şey yapmadı; Arjantin’in değişmeyen kaderi, ne yapıldı ise IMF ve Trump tarafından yapıldı. Ortaya çıkan sonuç ise bizdeki liberal “eleştirel” iktisatçıların gözlerini kamaştırdı. Örneğin yıllık ortalama enflasyon 2023’te %133 civarındaydı, 2024 yılında %220’ye yükseldi. 2025 sonu itibariyle %20-25 bandına düşmesi bekleniyor. Arjantin ekonomisi 2023’te %1,9 ve 2024’te ise %1,3 oranında küçüldü. 2025 için büyüme oranı önce %5,5 açıklandı, sonra %4,5 olarak revize edildi. Kısacası önce yüksekten attılar, şimdi makul seviyelere doğru çekiyorlar. Sermayenin küresel kuruluşları ve kurumları da Milei aşığı olmuşlar. Arjantin’i öve öve bitiremiyorlar. Dahası Arjantin ekonomisi (kimilerine göre son 123 yılda ilk defa) 2024 yılında %1,6’lık bir bütçe fazlası verdi. 2025 yılında özel tüketimin yaklaşık %9,6 oranında, yatırımın ise %30 oranında artması bekleniyor. Göz kamaştırıcı rakamlar değil mi? Bu rakamların hepsi beklentiyi gösteriyor, olmuş bir şey yok. Olmayacak şey ise çok.

Öncelikle Milei hükümeti Trump nezdinde Amerikan emperyalizminin özel korumasına mazhar olarak geldi iktidara. Bazı araştırmacılar, özellikle pembe rejimlerle birlikte artan Çin varlığı dolayısıyla Amerikan emperyalizminin Latin Amerika’da koç başları tutma yoluna girdiğini vurguluyorlar. Arjantin olası koç başlarından biri. Dahası Trump gerçekten özel bir önem veriyor olsa gerek; çünkü Milei iktidara geldiğinde onun için IMF başkanını arayıp verilecek desteğin miktarını arttırmaya çalışmıştı, Milei’nin herkese verilenden fazlasını almasını sağlamak istemişti. “Tanırım iyi çocuktur” demişti. Görünen o ki başarmış.

Neticede Milei iktidarı çok kötü bir makroekonomik panoramayla başladı. Ancak, ABD Milei ve çılgın kapitalizmine tam destek vermeye başladı. Döviz kurundaki değer kaybını önlemek için tüm SWAP kanallarını açtı. En son 20 milyar dolarlık bir SWAP olanağı daha devreye sokuldu (aklımıza daha yakın vakitte bizim Merkez Bankası’nın SWAP talebine olumsuz cevap vermeleri geldi, emperyalist sistemde bazıları daha değerlidir). Dahası Arjantin borçlanma kağıtlarına ve Pesoya Amerikan talebi sürekli olarak yüksek tutuldu. Peso değer kaybetmesin diye Amerikan hazinesi de oldukça eli müşfik davrandı, hala da davranıyor. Sonuç ilginç; Peso hala hızla değer kaybediyor. 2024’ün başından beri Peso, Dolar karşısında nominal olarak %85’e yakın değer kaybetti, ve hala da kaybediyor (bu yazı yazılırken Doların Arjantin Pesosu cinsinden değeri yükselmeye devam ediyordu).

Üstelik Milei’nin düşü de gerçek oluyor. Arjantin ekonomisine giren Amerikan ve IMF dolarları, dolara talebi düşürmek bir yana arttırıyor. Ülkenin zenginleri varlıklarını büyük bir hızla dolara kaydırıyorlar. Hükümetin dolar cinsinden varlık alımlarına getirdiği önlemler hiçbir işe yaramıyor. Ülke hızla ve tarihinde hiç olmadığı kadar dolarize oluyor. Lepistes gibi; dolar girdikçe yiyor ve şişiyor. Ölüme gidiyor.

Maliye politikası ayağında ise buna uygun adımlar atılıyor. Vergi reformu diye zenginlere daha az vergi ödetecek uygulamalar hayata geçirildi. İşgücünü kayıt dışılıktan kurtaracağız diye işvereni gözeten vergi ve sigorta indirimleri getirildi. Bunun emek verimliliğini arttıracağı bekleniyor, ama nafile, Arjantin’de emek verimliliği uzun yıllardan beri düşüş eğilimi gösteriyor. Dolayısıyla sorun kayıtlılık sorunu değil. Peki sermayeden aldığı vergiyi indirerek nasıl bütçe fazlası verdi Arjantin? Aslında sihirli bir formül yok; Milei söz verdiği gibi sosyal yardım programlarında hızla indirime gitti, hem kallavi bir indirime. Dahası 50 bin memuru işten attı böylece kamunun üstündeki personel ödemeleri yükünü hafifletti. Ancak bedeli Arjantin’de devletin sosyal sorumluluklarından hızla uzaklaşması oldu. Şimşek programıyla karşılaştırarak “doğrusunu Arjantin yapıyor, biz yapamıyoruz” diyen liberal “eleştirel” iktisatçıların görmedikleri budur. Aynı şeyler mi yapılsın istiyorlar acaba?

Merkez bankası tutucu, daraltıcı bir politika izleyerek faizleri yüksek tutmaya çalıştı başlarda ancak ortalık perşembe pazarına döndü. Dahası dolar girişiyle başlayarak nominal faizleri indirdiler ama kredi genişlemesini kontrol etmeye çalıştılar. Tüm kontrollere rağmen (anti-enflasyonist histeri), özel sektöre verilen kredilerde artış ortaya çıktı, çünkü gani Dolar girmeye başladı. Lepistesin karnı şişmekte hala. 

Diğer taraftan borçluluk her düzeyde artıyor. Geçtiğimiz Nisan’da IMF ile imzalanan yeni bir paket Arjantin ekonomisine 20 milyar dolarlık bir enjeksiyon sağlayacak. Ancak bu girişin kendisi de borç hanesine yazılacak. Bir hesaplamaya göre dış borç servisi yıllık 20 milyar Doları bulacak pek yakında. Bu durumda dolarizasyonun gırla işlemesi ve borçluluğu ağırlaştıran Dolar girişi Arjantin ekonomisini daha kırılgan hale getirmektedir. Arjantin ekonomisinde kapasite kullanım oranları %60'lara düşmüş durumdadır. Bu da aslında Milei iktisadının çaresizliğini göstermektedir (bu şekilde nasıl %4,5 büyüyeceği merak konusudur, gerçi önceki iki yılın küçülmesi bir seviye etkisi yaratacak ama). İlginç bir durum var, dolar girişi var sürekli, ama peso sürekli değer kaybediyor. Aslında bunun sınıfsal bir anlamı var; Arjantin’in sermaye ve mülk sahiplerinin şu anda ulusal paraya güvenleri yok.

Peso hala değer kaybederken, bunun eninde sonunda enflasyonist süreci yeniden tetikleyeceği de malum. Dahası pek tabii ki hem Amerikan emperyalizminin dolarları hem de IMF kredisi karşılıksız değil. Bu girişler, bahsedildiği gibi, mutlaka borç yükünü önemli ölçüde arttıracaktır. Nitekim 2023’te tepe yaptı sonra düştü diye seviniyorlardı; 2025’in ilk çeyreğiyle ikincisi arasında dış borç stokunda 20 milyar dolarlık bir artış var. Neticede Lepistes’in midesi dolmakta. 

Arjantin kapitalizmi, tıpkı Türkiye kapitalizmi gibi çürüyen bir yapıya sahiptir. Her ileri adım, geriye doğru iki adımı gerekli kılıyor. Amerikan emperyalizmi Dolar akıttıkça çürüme hızlanıyor. Şimşek programının “liberal” eleştirmenleri de anlık, kısa dönemli parlamaları bütüncül ve kesin iyileşme sanıyorlar. Oysa Arjantin ekonomisi lepistes gibi, şimdilik yiyor; doyduğunda yeni bir ölümle karşı karşıya kalacak. Sırada yeniden “pembe” var galiba. 

/././

Cumhuriyetçilerin mücadelesi -Atilla Özsever-

Dr. Selman Saç, “Fransa’nın Cumhuriyetçi Tarihi (1789-2025) ” isimli kitabında “halkçı bir cumhuriyet” için verilen mücadelenin önemine değiniyor, Türkiye’de ise o yöndeki çabaların yetersizliğine dikkati çekiyor. İlginç yaklaşımları olan kitap, “sosyalist cumhuriyet” için mücadele edenler açısından da incelemeye değer…

Siyaset bilimci Dr. Selman Saç, “Fransa’nın Cumhuriyetçi Tarihi, Kuruluştan Uyuşmazlığa (1789-2025)” isimli kitabında (Metis Yayınları, Eylül 2025) ağırlıklı olarak bu ülkedeki cumhuriyetçi gelişimi inceliyor.

Dr. Selman Saç, kitabının son bölümünde de “Macroncu Cumhuriyeti” incelediği gibi Fransa ve Türkiye’deki cumhuriyetçi gelişimi, benzerlikleri, benzemezlikleri, yeni bir cumhuriyet için arayışları dile getiriyor.

Halen Kütahya Dumlupınar Üniversitesi’nde Dr. Öğretim Üyesi olarak görev yapan Saç, Fransa’da “halkçı bir cumhuriyet” için mücadelenin daha ağırlıklı olduğunu belirtirken Türkiye’de ise bu yöndeki mücadelenin yetersizliğini öne sürüyor.

Paris Sorbonne Üniversitesi’nde de araştırmacı olarak çalışan Saç, 1789 Devrimi’nden günümüze kadar gelen beş cumhuriyetçi süreci detaylı bir şekilde inceliyor. Bu kısa girişten sonra öncelikle Fransa’daki son siyasal gelişmelere değinelim.

Fransa’da siyasal kriz

Siyasal çalkantıların sürdüğü Fransa’da Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, geçen hafta istifa eden Başbakan Sebastien Lecornu’yu yeniden hükümeti kurmakla görevlendirdi. 

Başbakan Lecornu, özellikle sendikaların tepki gösterdiği emeklilik yaşının 64’e yükselmesini öngören yasanın uygulanmasını 2028’e erteledi. Bunu üzerine sosyal demokrat eğilimli Sosyalist Parti, 16 Ekim 2025 günü yapılan oylamada hükümete destek vererek güvenoyu almasına sağladı.

Radikal sol parti Boyun Eğmeyen Fransa (LFI) ile aşırı sağcı, faşist Marine Le Pen’in partisi Ulusal Birlik (RN), Lecornu hükümetine ayrı ayrı gensoru verdi, hükümet, sosyalistlerin desteği ile kıl payı da olsa güvenoyu alabildi.

Ancak siyasal kriz devam ediyor, çünkü kamu harcamalarını kısıtlayan 2026 bütçe görüşülmesi sırasında da sorun çıkabilir ve yenilenen kriz bir erken genel seçime de yol açabilir.  

1 yılda üç başbakan 

Fransa'da merkez sağcı Michel Barnier hükümeti, üç aylık görev süresinin ardından 2025 bütçe görüşmelerinde yaşanan uzlaşmazlık nedeniyle 4 Aralık 2024'te muhalefetin verdiği gensoru önergesiyle düşmüştü.

Fransa Cumhurbaşkanı Macron, François Bayrou'yu 13 Aralık 2024'te başbakan atadı. Kamu borçları nedeniyle zor durumda olan ülkede yeni bütçe görüşmeleri, hükümet ile muhalefet arasındaki temel anlaşmazlık konularından birini oluşturuyor.

Bayrou hükümetinin kamudaki sosyal harcamaların kısıtlanmasıyla 43 milyar avro civarında tasarruf yapılmasını içeren 2026 bütçesi, muhalefetin verdiği güvensizlik oyu nedeniyle 8 Eylül 2025’te hükümetin düşmesine neden oldu.

Macron, 9 Eylül'de Sebastien Lecornu'yu başbakan atadı. Fransa'da 5 Ekim'de yeni hükümeti kuran Lecornu, gelen tepkiler üzerine bir gün sonra istifa etti. Macron 10 Ekim'de Lecornu'yu yeniden başbakan olarak atadı.

Fransız parlamentosu halen sol partilerin oluşturduğu Yeni Halk Cephesi (NFP), Marine Le Pen’ın Ulusal Cephe’si (RN) liderliğindeki aşırı sağ ve Macron’un merkez sağ ittifakı arasında bölünmüş durumda bulunuyor. Fransa parlamentosunun üç parçalı yapısında hiçbir blok çoğunluğu sağlayamıyor. 

Genel grevin etkisi

Barnier ve Bayrou hükümetlerinin kamu borcunu kapatmak amacıyla parlamentoya sundukları kemer sıkma bütçeleri güvensizlik oyuyla sonuçlanmıştı. Macron’un kemer sıkma politikaları, 10 Eylül ve 2 Ekim’de de sendikaların destek verdiği ülke çapındaki “Her Şeyi Durdur” eylemlerine yol açmıştı.

Genel grev niteliği taşıyan bu eylemler, özellikle emekli aylıklarının ve sosyal yardımların dondurulması, kamu hizmetlerinde ciddi bütçe kesintilerinin öngörülmesi üzerine gerçekleştirildi. Genel grev, aynı zamanda emeklilik yaşını yükseltilmesinden vazgeçilmesi, kamuda işten çıkarma planlarının uygulanmaması amacını da taşıyordu.

Neoliberal otoriter rejim

Dr. Selman Saç, “Fransa’nın Cumhuriyetçi Tarihi” isimli kitabında Macron yönetimini neoliberal otoriter bir deneyim rejimi olarak değerlendiriyor. Saç, Macron’un 2014-2016 yılları arasında sosyal demokrat eğilimli Sosyalist Parti’nin iktidarı döneminde ekonomi bakanlığı görevini yürütmesine rağmen daha öncesinde büyük finans kuruluşlarında uzman olarak çalıştığına dikkati çekiyor.

Cumhurbaşkanı Macron’un sekiz yıllık iktidarı döneminde (2017-2025) daha fazla piyasa ve daha fazla otoriterliği yaşama geçirmek istediği belirtiliyor. 2018-2019 yıllarındaki “Sarı Yelekliler” isyanına karşı Macron’un her türlü protesto ve direnişi kolluk güçleriyle bastırarak otoriter uygulamalara ağırlık verdiği gözlemleniyor.

Selman Saç’ın “neoliberal otoritarizm” olarak nitelediği rejim, ciddi siyasal krizlere gebe olurken eski haliyle değil toplumun daha “halkçı” bir cumhuriyete dönüşmesi arzusuyla şekillenmeye çalışıyor. Yine Saç’ın deyimi ile “Macron’un nefes verdiği ‘yenilenmiş eski’ ölüyor, doğmakta olan yeninin neye tekabül edeceği ise meçhul…”

Cumhuriyet karşılaştırması

Dr. Selman Saç, Fransa’daki cumhuriyet deneyiminin uzun erimli, çatışmalı, ağır aksak ilerlediğini, 18. yüzyıl sonlarından 19. Yüzyılın yarısına kadar bir dizi devrim ve birçok farklı rejimle büyük gelgitler yaşadığını belirtiyor.

Saç, “Türkiye’deki uluslaşma ve cumhuriyetleşme süreci bütün sancılarına rağmen daha kısa bir zamana sıkışmıştır” diyor.

Dr. Öğretim Üyesi Saç, Türkiye’deki “Cumhuriyet, antiemperyalist savaşın bütün ağırlığıyla hem içeriye (saray, siyasi muhalifler, karşı ayaklanmalar) hem de dışarıya (işgalciler) karşı verilen çifte bir mücadelenin sonucunda varılan bir duraktır” değerlendirmesi yapıyor.

Saç, Türk Devrimi’nin Fransız Devrimi’nin laiklik ve Batıcılık anlayışından ziyade ulusal bağımsızlık, monarşi karşıtlığı, halk egemenliği ve kısmen de insan hakları bağlamından etkilendiğini öne sürüyor.

Nasıl bir cumhuriyet?

Selman Saç, Türkiye’de AKP iktidarına karşı olan memnuniyetsizliğin “yeni bir cumhuriyet arzusuna kanalize” olmadığını ve halkçı bir cumhuriyet hareketinden söz etmenin güç olabileceğini iddia ediyor. Fransa’daki toplumun memnuniyetsizliğinde ise, halkçı bir cumhuriyet arzusunun daha net olduğunu belirtiyor.

Dr. Saç’ın bu son görüşleri tartışmaya açık. Ülkemizde de ciddi bir “cumhuriyetçi damar” bulunuyor. Kuşkusuz bunun daha örgütlü, birleşik ve sonuç alıcı bir mücadele içinde gelişmesi, keza bizde de artık “eski cumhuriyet” anlayışına dönülmeyip yeni hedefin özellikle devrimciler ve komünistler açısından “sosyalist bir cumhuriyet” olması yolunda çaba gösterilmesi önem kazanıyor, diyebiliriz… 

/././

Türkiye büyük bir gerici karanlığın pençesi altındayken tarikat ve cemaat ağları ülkenin dört bir yanını sarmaya devam ediyor. Bu gerici abluka Türkiye’de medyayı da büyük oranda belirliyor, bu yapıların suçları medyada kendisine yer bulamıyor. soL, önümüzdeki dönemde bu haberleri güçlendirmek, karanlığın üstüne daha fazla gitmek için de okurunun dayanışmasını talep ediyor. soL’a destek olun, abone olun!

Narsisizm çağı ve Hataylı Barış -Ayşe Şule Süzük-

Trump, türünün en kaba ve pervasız örneği ama ya onun izleyicisi olan milyonlar? İnsan, içine doğduğu toplumdan, o toplumun ilişkilerinden, kültüründen etkilenerek orada yeşerir, orada olgunlaşır.

“Bugün ne yemek yapsam?” gündemi evde yemek zorunda olanlar için gerçekten zorlayıcı bir sorudur. Üstelik çok da zaman alıcıdır ancak yapacak bir şey yok. Ucuzu ve sağlıklıyı arıyorsak evde yemek yapmaktan kaçış yok biz emekçiler ve orta sınıflar için. Evde yemek yapmak ha deyince de olmaz; plan yapmak, buna göre evde malzeme bulundurmak ya da malzemeye göre yemek kurgulamak gerekir. Nereden baksan zahmetli, düşünsel ve pratik olarak yoğun bir süreçtir bu. Nihayetinde bir öğün yemektir bu ve insan sürekli acıkır.

Yazı yazma işi de bir nevi yemek yapmaya benzer. Bu analoji zannederim benim ruh hâlime ve gündelik pratiğime iyi bir tercüman oldu. Buradan devam edeyim. Yazı, yi bir yazı için plan, malzeme, üzerine düşünmek ve elbette baharat niyetine heyecan ve anlatma isteği gerekir. Her yazı anlatma isteğinden mi doğar emin değilim onun için hakiki bir anlatma isteği diğer tüm bileşenlerin yanında yazıyı lezzetlendiren bir çeşni niteliğindedir desem yalan olmaz. Dolayısıyla her zaman sevgili okur, elimde malzeme olmayabiliyor. Üstelik bol malzeme varsa dahi kimi zaman istek eksik, kimi zaman enerji yok, kimi zaman odaklanılmış ve düşünülmüş konu tatmin edici değil. Bütün bunlara ek olarak zaman, evet en önemlisi zaman da yaratılamayabiliyor. Ancak her şeye rağmen olur da başarırsam bir şeyler çiziktirerek merhabalaşmak, seslerimizin ve sözlerimizin birbirine karışması beni sevindiriyor. Çünkü hakiki bir şeylere tutunduğumu, bundan dolayı da güçlendiğimi ve derinleştiğimi hissediyorum.  

Hakikatsiz bir çağda yaşıyoruz oysa… Gerçek sözcüğü tam karşılamıyor “hakikat”i… Kötü bir çağdayız. Bu çağa tüy diken liderlerle iyice yaşanmaz ve can sıkıcı bir hâle geldi hakikat. Kaba saba Donald Trump ile sembolleşen kapitalizmin geldiği en dehşetli nokta İsrail Parlamentosu’ndaki utanç verici Trump şovuydu. Filistin halkının acıları üzerinden espri yapılabilen o mekânın adi bir “stand up” gösteri kulübüne dönüşmesi, bileşenlerinin yılış yılış gülüşlerine eşlik eden empati yoksunluğu, kibir ve paçalarından akan riya ile bir kez daha başkaları adına ya da insanlığımız adına utandık, en çok da öfkelendik. Sanki öldürülen, her türlü öldürülen (bombalarla, aç bırakılarak, tutsak edilerek), geleceksizleştirilen bir halk hiç olmamış, sanki bütün bunlar bir sanal oyunmuş gibi o parlamentoda gerçekliği ters yüz ettiler ve mekânı filtreleyerek 21. yüzyılın utanç anlarına bir yenisini eklediler. Ya da şöyle diyebiliriz: Bu filtrelenmiş gerçeklik balonuna, kibir şovuna, büyüklenme gösterisine insanlığın vicdanı adına müdahale eden, neyse ki balona iğne batıran birkaç iyi adam vardı. Varlıkları dünyanın vicdanlılarına umut oldu. 

Nedir bu türden zevatın büyüklenme durumları? Yazının adında da olduğu gibi. Bu insanlar tüm yaşadıklarımızın sorumlusu mu? Yoksa kapitalizm son deminde bunların dışındakilerin sivrilip çıkmasına izin vermiyor mu sistem? Dünyayı kendilerinin uzantısı gibi algılayan bir tür otoriterlikleri, herkesten üstün olduklarına inançları, kendini beğenmişlikleri, utanmazlıkları, hadsizlikleri, sömürücülükleri, empati yoksunlukları ile hemen her şeye hakları olduğuna inanıyorlar ve akıllarımızla alay edebileceklerini sanıyorlar. Dehşet içinde izliyoruz öte yandan. Aslında bir nevi gözüne ışık tutulmuş tavşanlar gibi inanılmaz sahneler karşısında afallıyoruz. Şaşırma ve kalakalma hâlimiz bitmiyor ve eşiğimiz sürekli yükseliyor. Onlar kötü adamlar ve dünyayı yönetiyorlar. Kötü bir bilimkurgu filminin neresindeyiz tam olarak emin değilim ancak film akıyor ve bizler de izlemeye devam ediyoruz. 

Kapitalist toplum kendini yönetmesi için narsistik bireyleri seçer, diyorlar. Doğru. Peki, ya bizler?  Kapitalist toplum içinde gözleri kamaşmış bireylerin durumu nedir? Tek tek bizlerin empati yoksunluğu, kendinden başka hiçbir şeyi düşünüp değer vermeme, kendini haddinden fazla önemseme olarak kabaca ifade edilebilecek narsisimle arası nasıl?  Kapitalist toplumun rekabet üzerine kurulu çarkından kişilere süzülüp gelen ise elbette her türlü başlıkta ölümüne rekabet içinde olmayı salık vermesi. Giderek göstermek için yaşamaya dönüşen yeni teknolojik gelişmelerin sağladığı iletişim biçimleri ile her şeyi hemen şimdi yapmak, hemen şimdi öğrenmek, hemen şimdi orada olmak ve hemen şimdi tüketmek inanılmaz bir çılgınlığa evriliyor. Hep son dakika haberlerine ayarlanmış saatli bombalar gibi bugünün insanı. Son dakikalara ayarlanmış akan bir ritmi var gündelik hayatın. Her türlü ürün ile birlikte her türden ilişki de metalaşıyor ve sığlaşıyor.

Trump, türünün en kaba ve pervasız örneği ama ya onun izleyicisi olan milyonlar? İnsan toplumsal bir varlık evet. Kapitalist toplum narsistik bireyleri üretir ve onları seçer ve onları piramidin en tepesine oturtur. İnsan, içine doğduğu toplumdan, o toplumun ilişkilerinden, kültüründen etkilenerek orada yeşerir, orada olgunlaşır. Tam da böyle olduğu için psikoloji disiplini eğer yalnızca bireye odaklanıyorsa çuvallıyor demektir. Bir anketten söz etmek istiyorum, okuduğum kitaptan.1 Alman psikiyatr Stefan Röpke ve ekibi 2015’te patolojik narsisizm envanterini Almanya’ya uyarlamak için bir anket yapmışlar. Anketin bir bölümünde Doğu Alman kökenli kişilerle Batı Almanları karşılaştırırlar. Çocukluklarını ve gençliklerini Batı Almanya’da geçirmiş olanlar Doğu Almanya’da sosyalleşmiş olanlara göre daha yüksek bir narsisizm oranına sahipmiş. İki Almanya’nın birleşmesinden sonra bu oran yavaş yavaş birbirine yaklaşmış. 

Şaşırdık mı? Elbette hayır.

Öte yandan birkaç gündür bütün bu şaşalı ve gösterişli ancak başkalarına karşı aşırı duyarsız, “Hepimiz buna layığız” korosunun fazla tüketmek hastalığına tutulmuş, sonsuz mutluluk hayal eden kralları arasından biri sıyrıldı geldi. Üç yıldır, depremden beri, evden dışarı çıkmamış Hataylı Barış… Muhtemelen Barış derin bir depresyon içinde. Fakat bir seçenek olarak günümüzün Oblomov’u böyle mi olur acaba sorusu aklıma takılmıyor değil. Sonsuz yarışın, sonsuz “like” almanın, sonsuz egoportrenin (selfie\özçekim), sonsuz başarının ve tüketmenin eşiğindeki biz 21. yüzyıl insanının kurtuluşu nerede? Hiçbir şey yapmamakla çok şey yapmak\olmak arasında bir yer var mı gideceğimiz?

1Marie-France Hirigoyen (2021) Narsistler İktidarda, İletişim Yayınları.

/././

Medusa’nın Salı ve romantizme geçiş -Fide Lale Durak-

Medusa’nın Salı, İmparatorluk rejimlerinin halk üzerindeki yıkımını gösterdiği kadar, o halkın öfkesini politize ettiğinde trajedisini anıtsallaştırarak kurtuluşunu da anlatır.

Fransa 1789 devriminin ardından Birinci Cumhuriyet'ini kurdu ve 1804'e kadar süren bu ilk cumhuriyete 1792-1794 arasında Robespierre'in başkanlık ettiği Ulusal Meclis damga vurdu. Napolyon 1799'da geri gelerek imparatorluğunu ilan edeceği 1804 yılına kadar Cumhuriyet’i tırpanlayarak kendi rejimini kurmak üzere adımlar attı. 1804 tarihinde ise Fransa artık bir Cumhuriyet değildi. Bu kısa sayılabilecek zaman diliminde yaşananların toplum üzerindeki etkileri taraflaştırıcıydı. Cumhuriyetini kaybeden bir halkın üzerindeki baskılar giderek artıyordu.

Geçen hafta ele aldığımız1 Fransız Devrimi’nin ressamı David, 1804'te Napolyon'un taç giyme törenini resmetme siparişini ve peşine saray ressamı unvanını alır. Baş ressam olmak David’e sahip olduğundan daha fazla saygınlık vermez ama rahat bir yaşam sunar. Muhtemelen David’in arzu ettiği de artık budur zira seferlerinde saray ressamı olarak Napolyon’a eşlik etme tekliflerini reddedecektir. David, modern sanatın başlangıcına yapabileceği katkıyı yapmış ve öğrenci yetiştirmeye odaklanacağı bir köşeye çekilmiştir.

1815’te iktidar, Napolyon’dan Bourbon Hanedanlığı’na geçer. Fransa yeni bir Cumhuriyet’e kadar geçiş aşamasındadır. 1830 Temmuz Devrimi’yle el konulacak taht özlenen Cumhuriyet’i getirecek ve sanatta da romantizmi doruğa taşıyacaktır.

David’in öncüsü olduğu neoklasisizm ile Delacroix’nın en etkileyici örneklerini verdiği romantizm arasında köprü olacak kişi Géricault’dur. Géricault Fransız Devrimi gerçekleştiğinde iki ve Medusa'nın Salı resmini yaptığında sadece 26 yaşındadır. Zaten ömrü kronik tüberküloz ve çok sevdiği binicilik faaliyetlerinden birinde düşmesi sonucu 36 yıl sürmüştür. Ömrünün kısa olacağını bilirmiş gibi hep sabırsızca yaşamış ve bu aceleciliği onu çağdaşlarından ayırt eden fırça vuruşlarındaki tuşlara yansımıştır.

Géricault avukat olan ve aynı zamanda tütün ticaretiyle uğraşan bir baba ve Normandiyalı bir annenin çocuğu olarak 1791'de, Fransa’nın Rouen kentinde dünyaya gelir. Henüz dokuz yaşındayken annesi ölür. Bakımını üstlenen babası ile sevgi dolu bir ilişkisi olur, bu açıdan şanslıdır. Liseyi bitirip ressam olmak istediğinde her ne kadar babası karşı çıksa da yine de Carla Vernet'nin atölyesine gidebilir. Burada iki yıl rahat bir eğitim aldıktan sonra daha disiplinli bir öğrenime ihtiyaç duyarak Pierre-Narcisse Guerin'nın atölyesine geçer. Canlı modelden çalışmalarla yoğun geçirdiği bir yılın sonunda kendi kendini eğitmeye karar verir ve Louvre'daki ustaları hızla kopyalamaya başlar. Rubens, Rembrandt veTitian’ın resimlerini çalışır, çağdaşı Antoine-Jean Gros'a hayrandır. 

Solda: Théodore Géricault, 1812, Saldıran Süvari, Louvre Müzesi
Sağda: Théodore Géricault, 1814, Yaralı Süvari, Louvre Müzesi

21 yaşındayken alelacele 1812 Salon'una2 başvurmaya karar verir ve bunun için bir ay gibi kısa sürede Saldıran Süvari resmini tamamlar. Resimde dönemin etkin akımı neoklasisizmden ziyade Louvre’da geçirdiği yoğun mesailerde benimsediği Rubens’in etkisi hakimdir. Klasisizmden koptuğu ve başarı kazandığı ilk resim budur. Konu dönemin siyasetiyle de uyumludur. O sıralarda Napolyon’un ordusu Rusya’ya doğru ilerlemekte ve İmparatorluk şahlanmaktadır, resimdeki süvari ileri atılan bir Fransız askeridir.

Aynı resimle 1814 Salon'una da katılmayı düşünür ama tam o sıralar Napolyon için işler tersine dönmeye başlar ve siyasi atmosfer değişir. Napolyon ordusu Rusya’da istediği başarıyı kazanamaz. Bourbon Hanedanlığı Fransa’nın başına geçerek tahtı devralır, Napolyon’u da sürgüne gönderir. Bu arada David’in kaderine de Napolyon’un ressamı olarak sürgün düşer, o da yaşamının sonuna kadar kalacağı Belçika’ya yerleşir.

Tüm bunlar olurken Géricault yapacağı ikinci resmi bulmuştur: Yaralı Süvari. Şaha kalkarak giden asker bu defa kılıcı yerde sürüklenerek dönmektedir. Resmin adında geçen yara askerin görünen bir yerinde değil, içeride bir yerdedir. Yara kırılan gururdur. Fransa’nın kırılan gururunu doğrudan resmetmeye gönlü razı olmadığından olsa gerek askerin üniforması Fransız askerine değil muhtemelen Fransa’nın müttefiki olan bir ordunun askerine aittir. Yenilgi dolaylı anlatılır.

Géricault’nun resimleri Salon’da başarı kazanır. Yine aceleyle daha fazlasını yapma, kendini aşma arayışındadır. Aynı yıl, tıpkı David’in defalarca denediği gibi, Roma’ya gitmek için yarışmaya katılır. İlk denemesinde başarısız olur, tekrar bir yıl beklemek yerine kendi imkanlarıyla Roma’ya gider. Caravaggio ile anılan chiaroscuro (ışık gölge karşıtlığı) tekniğini çalışır. Michelangelo’yu yakından inceleyebilmek için Floransa’ya geçer, Medici Şapeli’nde uzun süre vakit geçirir. İtalya’da sadece bir yıl geçirmiştir ama Géricault için yeterlidir. Bıraktığı karmaşaya, Fransa’ya geri döner.

Fransa’ya döndüğünde, bir yıl önce yaşanan bir gemi kazasının etkilerinin büyümekte olduğunu görür. 1816 yılında Senegal’deki sömürge bölgesini devralmak için Fransa’dan yolan çıkan ve Moritanya açıklarında Medusa adında bir gemi batmıştır. Kazadan sağ kurtulanlar anılarını yazmış ve bu anı kitabı3 toplumda çok ses getirmiştir. Napolyon döneminde yaşanan kaza önemli bir politik konu haline gelir. Géricault kitabı okur, sağ kurtulanlarla konuşur ve Napolyon karşıtı arkadaşlarının da etkisiyle olayın resmini yapmaya karar verir. 

Théodore Géricault,1818-19, Medusa’nın Salı, Louvre Müzesi

Medusa’nın 400 civarında yolcusu vardır. Gemi karaya oturduğunda yolcu sayısına göre yetersiz olan filikalara ilk binenler sömürge bölgesine atanan vali ve üst düzey yöneticilerdir. 147 kişi ise geminin parçalarından yapılan bir sala sıkışır ve filikalardan birinin arkasına bağlanarak bağlanarak bir süre çekilir. Ancak bir sebeple aradaki bağ kopar ya da kesilir ve sal kaderiyle baş başa kalır. Dördüncü gün salda 67 kişi, on üçüncü güne gelindiğinde ise sadece 15 kişi sağ kalmıştır. Anılarını kitaplaştıranlar da Argus adlı geminin kurtardığı bu 15 kişiden ikisidir. Anılarında anlattıklarına göre gemiyi gördükleri anda son enerjilerini de fark edilmek için harcamışlardır. Géricault’nun resmini yapacağı tam da bu kurtuluş anıdır.

Devasa boyutlarıyla (491x716 cm) dikkat çeken ve Salon’da sergilendiğinde tartışmalı yorumlara sebep olan Medusa’nın Salı, Fransa’da güncel bir olayın anlatıldığı ilk resimdir. Géricault, sadece kazanın oluş ayrıntılarıyla ilgili değil, örneğin bir cesedin bozuluşunu incelemek için morgdan aldığı organlar üzerinde de çalışarak bir haberci gibi gerçeğin peşinden koşar. Geminin gerçek boyutlarına uygun bir maket yaptırır ve çevresindeki arkadaşları model olarak kullanarak sayısız çizim yapar.4

Théodore Géricault,1818-19, İşkence Kurbanlarının Başı (Medusa’nın Salı için kadavra çalışması), Beaux-Arts Müzesi

Géricault gerçekçi bir anlatım için elinden geleni yapar ama bir taraftan da belgesel değil resim yaptığı için, resmin ihtiyaç duyduklarıyla elindekileri birleştirebilmesi gerekir. Böylece Géricault, bir taraftan piramit bir kompozisyonla klasisizme gönderme yaparken diğer taraftan anlatısını insanlara odaklayarak yaşananları anıtlaştırır. Kadavralarla yaptığı çalışmaların da etkisiyle olsa gerek renkler de gerçekle mesafelenmiştir. Bu da resmi daha soyut bir düzleme taşır. 

Fransa’nın yeni bir Cumhuriyet’e kadar olan geçiş aşamasında, halkın biriken öfkesi bir gemi kazası vesilesiyle taşmıştı. Medusa’nın Salı, İmparatorluk rejimlerinin halk üzerindeki yıkımını gösterdiği kadar, o halkın öfkesini politize ettiğinde trajedisini anıtsallaştırarak kurtuluşunu da anlatır. Ve bu resimle Géricault, romantizme geçiş yolunu propagandif bir şekilde oluşturur.

1Fransız Devrimi’nin ressamı Jacques-Louis David ve Marat’nın Ölümü | soL haber

2Salon, 1725'ten itibaren Académie des Beaux-Arts'ın mezunlarının eserlerini sergilemek için açılan sergiydi. İlki Louvre’da düzenlenmiş ve bu yüzden adı Paris Salon’u olarak da anılmıştır. Zamanla Fransa'da başarı elde etmek isteyen tüm sanatçıların yer alması gereken bir etkinliğe dönüşmüştür. Salonda sergilenen eserlerin kraliyet tarafından da beğenildiği düşünülmüş, bu yüzden reddedilmek başarısızlık olarak algılanmıştır. 

3Kitabı kazadan sağ kurtulan doktor Jean Baptiste Henri Savigny (sala gönüllü binen üç subaydan biridir) ve mühendis ve coğrafyacı Alexandre Corréard birlikte yazarlar. İkisi de Medusa’nın Salı resmi için Géricault ile çalışmışlardır.  

4Gericault’nun Medusa’nın Salı ile ilgili çalışmalarını anlatan bir yazı daha önce yine soL’da yayımlanmıştı: 2020 yılının felaketlerinden Medusa’nın Salı’na sanatta gerçek | soL haber

/././

soL


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Vitrinlerde ‘kadın gücü’ fabrikada düşük ücret, baskı, tehdit - Elif Turgut / EVRENSEL-

  Işıltılı vitrinlerin sömürü zinciri Prada, Zara, Berska, Adidas, Nike… Küresel tekstil tekellerinin üretim zincirinin parçası olan Anadolu...