Yine bir finansal krizin eşiğinde
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gerçekten de eski IMF Başkan Yardımcısı Gopinath, küresel finans sistemi, Amerikan hisse senetlerine “tehlikeli ölçüde bağımlı” diyor. On büyük teknoloji şirketinin büyüme hızını çıkarınca ABD ekonomik büyüme hızı resesyon alanında olduğu görülüyor. Moodys’e göre 22 eyalet resesyonda. Gopinath’a göre, yapay zekâ (YZ) bağlantılı hisselerde yüzde 30-50 arası bir düşüş (bir “düzeltme”), ABD GSYH’sinde 1-3 puan daralma gerçekleşebilir; küresel çapta servet kaybı 35 trilyon dolara ulaşabilir.
Analistler altını 4 bin dolara çıkaran etkenler üzerinde tartışa dursun, ABD borsasında 2025 verileri “aşırı değerlenme kaygısını” destekliyor. Warren Buffer indeksi de (Hisse senetlerinin toplam piyasa değeri/ GSMH) yüzde 200-230 düzeyinde. Bu indeks 2008 ve 1999 krizlerinin “açılışında” sırasıyla yüzde 143 ve yüzde 175 düzeyindeydi. IMF ve İngiltere Merkez Bankası, teknoloji hisselerinin, “dot.com dönemini hatırlatan” değerlenme seviyelerine ulaştığına işaret ediyorlar. Halen, S&P500 endeksinde yalnızca on teknoloji devinin ağırlığı yüzde 30- 40 aralığında ve YZ bağlantılı şirketler, yılın ilk yarısında ABD hisse senedi kazançlarının yüzde 80’ini oluşturdu. ABD piyasalarında getiri ve risk neredeyse tek bir sektörde yoğunlaşıyor.
Dün ve bugün Benzer bir tabloyu 1999-2000 dot. com döneminde de görmüştük. O dönemde “internet ekonomisi” hevesi, Nasdaq’ı iki yılda yüzde 200 yükseltmişti. Sonrasında yaşanan çöküş borsadan 6 trilyon dolar sildi.
Dün, internet firmalarının, beklenen karları gerçekleştiremeyeceği anlaşıldı. Fiber optik alanında büyük bir aşırı-üretim görülüyordu. Bugün “devler” hem birbirlerinin müşterisi hem yatırımcısı hem de tedarikçisi hem de borsada yatırımcıların beklediği karları gerçekleştiremiyorlar: Nvidia, kendisinden çip satın alan Open AI’ye 100 milyar dolarlık yatırım yapıyor. Microsoft, OpenAI’nin hem ana finansörü hem de ürünlerinin pazarlıyor. Goldman Sachs, BlackRock gibi fon devleri ise veri merkezi yatırımlarında doğrudan pay sahibi. Bu çapraz ilişkiler zinciri, bir noktada çıkacak bir “krizin” hızla yayılma riskini artırıyor.
Özel kredi (private-credit) piyasaları da bu döngüye dahil. 2 trilyon doları aşan bu piyasa teknoloji şirketlerinin de borçlanma kanallarını oluşturuyor. Bazı fonlarda, oto sektöründe “eşik-altı” kredilerde görülen temerrütler, bu sıkıntıların finans dışı sektörlere sıçrama riskini gösteriyor.
Dot.com döneminde, “İnternet her şeyi değiştirecek” deniyordu; bugün aynı cümlede “internet” yerine “YZ” geçiyor. Ancak bu kez “her şey” çok daha büyük, daha karmaşık ve daha birbirine dolanmış. Sermaye çok daha yoğun (organik bileşim yüksek), yatırımlar ve borçlar birbirine bağlı ve gerçek talep artışından kopuk (eksik tüketim); bir Massachusetts Institute of Technology raporu, YZ kullanan şirketlerin yüzde 95’inin verim alamamaktan yakındığını gösteriyor (verimlilik artışı yavaş): Tipik bir kâr oranlarına bağlı kriz denklemi bu...
Bu denklem, yine ABD ekonomisinde bir finansal krizle çözülmeye başlayacak, yine dünya ekonomisine yayılacak. Bu ortamda, risk algısı, ticaret savaşları, daralan ihracat piyasaları üzerinden “bağımlı ülkelerin”, paraları, borçlanma, borç ödeme kapasiteleri daha da zayıflayacak, ekonomileri, toplumsal-siyasi dengeleri sarsılacak. Merkezde ise finansal-ekonomik kriz, devletlerin, büyük borç yükünü enflasyona eritme çabaları, “süreç olarak faşizm”e ek bir ivme kazandıracak. Dot.com krizinden farklı olarak bugün, “büyük güçler” arası emperyalist paylaşım rekabetindeki sertleşme de bu resmi tamamlıyor.
/././
Gazze’de ateşkes
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu. Bombardımanların durması, rehinelerin serbest bırakılması, insani yardımın yeniden akmaya başlaması, Filistin halkının tükenmiş umutlarında belki bir anlık rahatlama yarattı. Fakat tarihin gösterdiği gibi, Filistin sorununda ateşkesler genellikle barışın başlangıcı değil, özellikle işgalci güç İsrail açısından, yeni bir savaşa hazırlık aşaması oluyor.
Mısır’ın Şarm el Şeyh kentinde yapılan barış zirvesi de planın ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi: ABD’nin ısrarına rağmen Suudi Arabistan ve BAE katılmadı; yalnızca dört ülke imzaladı. Barışın “finansmanı” bile belirsizken siyasi temeli nasıl kurulabilir? “Uluslararası istikrar gücü”nün kimlerden oluşacağı, ne kadar kalacağı, hangi kurallara tabi olacağı hâlâ belirsiz.
NE DEĞİŞTİ
ABD’nin yönlendirdiği bu “birinci aşama” plan, çatışmayı dondurmayı başardı ama barışın zeminini kuramadı. Çünkü anlaşmanın kalbinde, çözülmeden bırakılmış yapısal sorunlar var.
Birincisi, taraflar ateşkesi farklı okuyor. İsrail için bu bir “ara dönem”, Hamas için ise “kalıcı bir son”. İsrail, Hamas’ın silahsızlanmasını beklerken Hamas, bu süreci, varlığını sürdürmenin bir biçimi olarak görüyor.
İkincisi, İsrail’in resmi olarak açıklanmış arzusu “tam güvenlik”. Açıklanmayan ama halen yönetimdeki faşist kliğin pratikte peşinden gittiği arzusu ise Gazze’nin bir soykırımla Filistinlilerden arındırılarak “Büyük İsrail” projesine katılması. Filistin halkının arzusu ise onurunu ve özyönetimini korumak, işgalin kaldırılması, bir aşamada bir Filistin devletinin kurulması. “Tam silahsızlanma” talebi, Filistin halkının bütün arzularıyla çelişiyor.
Üçüncü sorun, Gazze’nin yönetim krizi. Uluslararası çevreler bir “teknokratik geçiş yönetimi” öneriyor. Bu, kâğıt üzerinde düzen sağlar gibi görünse de halkın gözünde dışarıdan atanmış bir vesayet anlamına gelecektir. Bu da Filistin siyasetinde zaten kırılgan olan meşruiyet sorununu daha da derinleştirir. Dayatılan her yönetim biçimi, halkın kendi kaderini tayin hakkını ertelemek anlamına geliyor.
Ekonomik boyut da bu çelişkilerin tam ortasında. İnsani yardımın artması elbette önemli ama yardım, ablukayı meşrulaştıran bir araç haline gelirse sürdürülebilir bir çözüm olamaz. Gazze’nin yeniden inşası için limanlarının, sınır geçişlerinin açılması, ekonomik entegrasyonun yeniden başlaması gerekiyor. Yoksa yardım kamyonları geçici bir vicdan rahatlamasından öteye gidemez.
Kısa vadede ateşkesin sürmesi muhtemel. Rehine takası ve uluslararası baskı, tarafları en azından birkaç ay boyunca temkinli olmaya zorlayacaktır. Ancak altı ay, bir yıl sonra tablo değişebilir. İsrail iç siyasetindeki süreç olarak faşizm, Hamas içindeki farklı hizipler, bölgedeki diğer aktörlerin (İran, Hizbullah) hesapları süreci kolayca sarsabilir.
BU ATEŞKES KALICI BİR BARIŞA DÖNÜŞEBİLİR Mİ?
Bu soruya olumlu bir cevap vermek zor. Çünkü anlaşma, barışın gerektirdiği “siyasi ve hukuki altyapıyı” içermiyor. Denetim mekanizması yok; ihlallere karşı bağlayıcı yaptırımlar belirlenmemiş; “silahsızlanma” ve “çekilme” kavramları ise muğlak. Kısacası, herkesin başka bir şey anladığı bir metin üzerinden kalıcı bir barış inşa edilemez.
Kalıcı “çözüm” için, teknik açıdan en az beş koşulun gerçekleşmesi gerekiyor.
1) Bağımsız bir izleme ve doğrulama kurulu kurulmalı.
2) Somut bir takvim açıklanmalı: Ne zaman çekilme, ne zaman yeniden inşa, ne zaman seçim?
3) Filistin’in kendi yönetimini oluşturmasına izin verilmeli.
4) Bölgesel garantörlük sistemi (Mısır, Türkiye, Katar, AB) kurumsallaşmalı.
5) Ekonomik yeniden entegrasyon, siyasi ilerleme göstergelerine bağlanmalı.
“Olmazsa olmaz” ahlaki, tarihsel bir koşullar da var: Gazze soykırımı kayıtlara geçmeli, sorumlular yargılanmalı. Soykırımı, silah, mali yardımla destekleyen, karşı çıkanları susturan, tutuklayan yargılayan Avrupa yönetimlerinin temsilcilerinden hesap sorulmalı. Nihayet, bu soykırımı arzulayan planlayan faşistlere, bu olanağı sunan Hamas’ın, siyasi ahlaki sorumluluğu de saptanmalıdır.
Kimse kendini ve özellikle de Filistin halkını kandırmasın. Barış ancak şeffaflık, hesap verebilirlik üzerinde yaşayabilir. Bu ateşkes, bu haliyle, yeni acılara zemin hazırlayacak bir “insani ara” olarak tarihe geçmeye aday görünüyor.
/././
‘Yapılamaz’ kültü (The cult of can’t)
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum. Yazar, her şeyin “artık bozulduğu” ve “hiçbir şeyin yapılamadığı” bu çağda, ilerleme inancının yerini “yapılamazlık kültü”nün aldığını savunuyor. Yazara göre bu, salt teknik bir sorun değil; bir medeniyetin kendine olan inancını kaybetmesidir.
Başarısız çevrimiçi ödemeler, donan web siteleri, ulaşılmaz çağrı merkezleri, yanlış fatura tahsilatları gibi küçük günlük aksaklıklar, aslında daha derin, sistemik bir çöküşün göstergeleri. Artık hiçbir kurum düzgün çalışmıyor, kimse sorumluluk almıyor. İnsanlar, işlemleri defalarca kontrol ederek kurumların işini üstleniyor. Bu yaygın güvensizlik, Batı’nın temel işleyiş mantığının çöktüğünü gösteriyor.
Toplumlar tarih boyunca “ilerleme mümkündür” veya “değişim boşunadır” inancıyla yaşadı. 19. ve 20. yüzyıllar boyunca Batı, ilerleme fikrini benimsedi: kamu sağlığı, eğitim, iş güvenliği ve sosyal reformlar hayatı gerçekten iyileştirdi. 21. yüzyılda bu inanç yerini yenilgi ve umutsuzluk kültürüne bıraktı. Artık yoksulluk, hastalık, evsizlik “kaçınılmaz” görülüyor.
Yazar, bu “yapılamaz” düşüncesinin iki biçimde ortaya çıktığını söylüyor. Dinsel/determinizm: Dünya olduğu gibi yaratılmıştır; sıradan insanların kaderini iyileştirmek küfürdür çünkü her şey ilahi planın parçasıdır, alın yazısıdır. Seküler/pragmatizm: Edmund Burke’ün Fransız Devrimi’ne tepkisinde görüldüğü gibi, toplumla uğraşmak (örneğin insanlara okuma öğretmek) devrimlere ve giyotinlere yol açabilir. Bu yaklaşım fakirleri aşağılar; “zaten yıkanmıyorlar” diyerek temiz suyu ya da banyoyu gereksiz sayardı. Daha iyi bir gelecek hayali alay konusuydu.
19. yüzyılın sonlarında, evrensel eğitim ve çalışma süresi kısıtlamaları gibi gelişmelerin toplumu zenginleştirdiği görülünce ilerlemenin mümkün olduğuna dair inanç yeniden canlandı. Bu inanç, bilimsel keşifler (Darwin, Lyell) ve teorik ilerlemeler (Marx, Freud, Keynes) ile güçlendi. 1960’larda, kademeli pozitif değişim olasılığı norm haline geldi.
Bu iyimserlik 1980’lerde neoliberalizmin yükselişiyle sarsıldı. Devlet toplumsal sorumluluklarını terk etti, kamusal alan daraldı. Yazara göre, “Sıradan insanların yaşamını iyileştirmek artık imkânsız” söylemi egemen oldu. Siyaset, “yapmamak sanatı”na dönüştü: “Böyle gelmiş böyle gider, idare edin.”
Yazar, bu dönemde solun çöküşünün iki nedeni olduğunu savunuyor. Birincisi sosyolojik: Solun, artık işçi sınıfından değil, orta sınıf profesyonellerden oluşan elitleri, kendi seçmenlerinden koptu. Küresel meselelerle ilgilenirken yerel adaletsizliklere kör kaldılar.
İkincisi de “Tarihin Sonu” teziyle gelen entelektüel teslimiyet: Kapitalizmin ve Amerikan hegemonyasının kalıcı olduğu varsayımı, solun reform iradesini felç etti.
Toplum artık bir bütün olarak değil, bireysel çıkarlar üzerinden işliyor. Eğitim, sağlık, konut gibi temel haklar birer rekabet alanına dönüştü; yurttaşlık “herkesin herkese karşı savaşı”na indirgendi. Kolektif eylem, sendikalar ve kamusal hizmet fikri “boşuna çabalar” sayılıyor. Geçmişteki refah ve dayanışma anıları Orwellvari (1984-E.Y) biçimde siliniyor.
Bu boşlukta kimlik politikaları yükseldi. Yazara göre “Kimlik siyaseti, eylem gerektirmeyen bir ahlaki konfor alanıdır.” Michel Foucault, Derrida ve Deleuze’ün fikirleri “Fransız teorisi” adıyla karikatürleştirilmiş, pratikte eylemsizlik ideolojisine dönüşmüştür. Her şeyin güç ilişkileri olarak açıklanması, ilerleme fikrini imkânsız kılar. Eğer her değişim sadece iktidarın biçim değiştirmesiyse, hiçbir çaba anlamlı değildir. Bu, sol görünüm altında muhafazakâr bir kaderciliktir. Yazar, bitirirken, Weimar Almanya’sı örneğiyle uyarıyor: Ekonomik kriz, siyasal felç ve elit kibri birleştiğinde “olağandışı” güçler sahneye çıkar. Günümüz Batı’sı da benzer bir eşiğe yaklaşmaktadır. Halk bir gün, “İdare edin” denmesini reddederse, değişim artık kimsenin denetleyemeyeceği biçimlerde patlayacaktır.
Osmanlı çökerken de “yapılamaz kültü” egemendi. Cumhuriyeti, bu külte, teslim olmayanlar kurdu. Bugün, bu “külte” karşı savaşan Cumhuriyet gazetesini yaşatmak bu külte karşı mücadele geleneğine sahip çıkmaktır. Cumhuriyet için el ele, omuz omuza.
Ergin Yıldızoğlu
/././
Garantörlük
Erdoğan’ın Şarm el Şeyh’te Trump bildirisine imza atmasının ardından, iktidara yakın medyada, Türkiye’nin Gazze’nin garantörü olduğu dile getirilmişti.
Gerçi “Trump’ın Kalıcı Barış ve Refah Bildirisi” ismini taşıyan bildiri, imzacı dört ülkeyi “güvence veren” diye niteliyordu ama bu elbette garantörlük anlamına gelmiyordu. Ama iktidara yakın kaynaklar, ya iktidarın rolünü abartma kaygısından ya da iktidarın gerçekten de bir garantörlük hevesi ve hesabı olduğu verisinden hareketle, “Türkiye garantör” propagandası yaptılar birkaç gün.
Ancak...
İKTİDARIN ‘ARABULUCU’ ROLÜ
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Ülke TV’de yaptığı kapsamlı dış politika değerlendirmelerinde, bu garantörlük meselesine de değindi.
Fidan, açık bir şekilde, “garantör” olmadıklarını belirtti: “Garantörlükle ilgili netleştirmeler yapmam gerekiyor kamuoyunun bilgisi için. Bizim şu ana kadar oynadığımız rol, arabulucu rolü.” (AA, 19.10.2025)
Peki arabuluculuk rolünü nasıl oynadılar? İsrail ile Hamas arasında bir arabuluculuk yapmadıkları ortada. O zaman?
ABD’nin talepleri ile Hamas arasında arabuluculuk yaptılar. Birincisi Hamas’ı Trump’ın Gazze Planına ikna etme rolünü yerine gitirdiler, ikincisi de Hamas’ın silahsızlandırılması rolünü yerine getirmeye çalışacaklar. Bunu Trump’ın açıklamalarından biliyoruz.
GARANTİCİ GARANTÖRLÜK
“Oynadığımız rol garantörlük değil, arabuluculuk” demeleri, garantör olmak istemediklerinden değil elbette. Nitekim Dışişleri Bakanı Fidan bu konuda şöyle dedi Ülke TV’de: “İki devletli çözüm hayata geçerse biz burada fiili garantör olma sorumluluğunu almaya hazırız.” (AA, 19.10.2025)
Gerçi Fidan, “Çünkü bu çok önemli bir şey. Bunun altına her devlet giremez” diyor ama iki devletli çözüm hayata geçtikten sonraki garantörlüğün, biraz “garantici” bir yaklaşım olduğu söylenebilir sanki.
İSRAİL ATEŞKESİ İHLAL ETTİ BİLE
Peki birkaç gündür süren “Erdoğan Gazze sözleşmesini imzaladı, Türkiye Gazze’de garantör” propagandasını neden kesmek istedi Fidan?
Çünkü İsrail’in “Gazze sözleşmesi”ni her an ihlal edebileceği ortada. Çünkü bildirinin sahibi olan ABD’nin de “ileri karakolu” İsrail için kendi bildirisini görmezden gelebileceği ortada.
Nitekim İsrail dün Gazze’ye havadan ve karadan topçu saldırıları düzenledi. Siyonist rejim, saldırısını Hamas’ın ateşkesi ihlal ettiği iddiasına dayandırdı. Nasıl ihlal etmiş Hamas? “İsrail hükümetine göre Hamas kafatasları hâlâ teslim edilmeyen rehineler ve ölü bedenler konusunda gecikti.” (Serbestiyet, 19.10.2025)
Öte yandan ABD Dışişleri Bakanlığı da İsrail’e gerekçe üretme peşinde: ABD Dışişleri Bakanlığı, elindeki istihbarat raporlarına göre Hamas’ın, Gazze’deki sivillere saldırı hazırlığında olduğunu açıkladı önceki gün. Oysa El Kassam Tugayları “Ateşkes başta anlaşmaya bağlılığımızı teyit ediyoruz” açıklaması yaptı ama İsrail buna rağmen saldırdı.
MESELE İSRAİL DEĞİL ABD
Bu şartlarda iktidar, “Erdoğan’ın küresel liderliği” propagandasına malzeme olsa bile garantörlük sorumluluğunu elbette alamaz, almamalı. Hele de Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri bile o bildiriye imza atmaktan kaçınmışken...
Çünkü mesele İsrail değil, ABD’dir aslında. Hep söyledik: Amerikancılık yapanların İsrail karşıtlığı gerçekçi değil, ABD’ye karşı çıkmadan İsrail’i durdurmanız olası değil.
Buna artık şunu da eklemeliyiz: Emperyalist ABD’ye güvenerek Gazze’de garantör olunmaz!
/././
İtibar
Bu köşe benim değil, kamunun. O nedenle bu köşede “ben” yokum, “kişisel meselelerim” yok, “siz” varsınız, “kamusal” meseleler var.
Dünkü bir haber, üzerine Erdoğan’ın “Türkiye çok değişti” açıklaması ve bir de “kişisel meselemin”, aslında herkesi ilgilendiren bir genel mesele olarak yaşandığını öğrenmem, bugün bu köşede bir “istisna” yapmamı sağladı.
Önce o haberlerle başlayayım:
ESKİ TÜRKİYE-YENİ TÜRKİYE
İstanbul Kongre Merkezi’nde düzenlenen Türkiye-Afrika 5. İş ve Ekonomi Forumu’nda konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan şöyle dedi: “Türkiye çok değişti, çok gelişti. Dünyanın en büyük 17. ekonomisiyiz. Kişi başı milli gelir 17 bin dolara yaklaştı.” (Cumhuriyet, 17.10.2025).
Erdoğan bu propagandayı çok sık yapıyor; kendisinden önce ile kendi dönemi arasında sürekli bir büyük değişim olduğunu iddia ediyor. Öyle ki bu bazen “ambulansı bile Türkiye’ye AKP iktidarının getirdiği”, bazen de yarım yüzyıl önce açılmış bir üniversiteyi, bir havalimanını dahi kendilerinin açtığı gerçeküstücülüğüne kadar uzanabiliyor.
İktidar, bunu bir “siyaset yapma” tarzı olarak sık sık uyguluyor. Çünkü Erdoğan, bakan damadının ifadesiyle, “Şuradan aya dört şeritli yol yapacağını iddia etse bile inanacak bir tabanı var” ne yazık ki.
MÜDÜR, ARABASI, İTİBARI
Özgür Cebe’nin haberiydi. Diyarbakır İl Sağlık müdürü, Ankara’da Sağlık Bakanlığı’nda yapılacak bir toplantı için Diyarbakır’dan Ankara’ya uçakla gitmişti.
Ancak müdür makam arabası ve şoförünü önden Ankara’ya göndermişti. Beş gün boyunca Ankara’da makam arabasını kullandı. Sonra Diyarbakır’a yine uçakla döndü. Şoför ve makam arabası da geldiği gibi yine karayoluyla Diyarbakır’a döndü. (Sözcü, 17.10.2025)
Sorsanız “devletin itibarı” diyecekler! Nasılsa iktidarda “Devletin itibarından tasarruf olmaz” anlayışı var!
Bu haberden hareketle, “kişisel” olmadığını üzülerek gördüğüm ve Türkiye’nin pek çok devlet hastanesinde yaşandığını gelen mesajlardan öğrendiğim o “kamu meselesine” geçebiliriz.
SAĞLIK SİSTEMİNİ DE BOZDULAR
Geçen hafta annemin bir ay önceden günü verilmiş ameliyatı için Adana’daydım. Ameliyat günü 9 Ekim’di ve 7 Ekim sabahı annem kayıt işlemleri için hastaneye gittiğinde öğrendi: Ameliyatı yapılamayacaktı, çünkü gerekli ameliyat malzemesi yoktu!
Araştırdık, doğruydu. Çukurova Devlet Hastanesi, malzeme eksikliği nedeniyle, hayati olanlar hariç, ameliyatları durdurmuştu! Hastane görevlileri, yeni ameliyat günü de veremiyordu, belirsiz bir tarih beklenecekti. Tarih, devletin medikal şirketlerlerle anlaşmasına bağlıydı.
Seyhan Devlet Hastanesi’nde ameliyat yaptırabilir miyiz diye soruşturduk, aynı durum orada da geçerliydi. Devlet ile medikal şirketler arasında fiyat anlaşmazlığı varmış, anlaşma yapılamamış.
Hastalar kadar hekimler de mağdur ve çaresiz bu durumdan. Tam bir “sistem” sorunu yaşanıyor kısacası.
EVDE EN UZUN KUYRUKTAYIZ
Oysa “Yeni Türkiye sayemizde uçuyor” diye propaganda yapıyorlar. “Eski Türkiye’de hastane kuyrukları vardı, kaldırdık” diye övünüyorlar.
Doğru, eski Türkiye’de hastane kuyrukları vardı, çocukluğumun kötü hatıralarıdır o kuyruklar. Çünkü işçi olan annem ile birlikte sabahın 6’sında hastaneye gider, o kuyruklarda yer tutardık tedavi ve tüm işlemler için. Ama öyle ama böyle, akşama kadar yorulsak da tedavi olurduk.
Şimdi mi? Evet, hastanede kuyrukta değiliz ama cep telefonundaki randevu alma uygulamasına baka baka, randevu için bir-iki ay bekliyoruz evdeki kuyrukta.
İTİBAR VERİLMEZ, ALINIR
Annem, annelerimiz, babalarımız, şu anda malzeme eksikliği nedeniyle ameliyat olamazken, Diyarbakır İl Sağlık müdürünün makam arabası haberi her zamankinden daha can sıkıcı oldu haliyle. Müdür, kaç hastanın malzeme masrafı kadar parayı Ankara’ya makam aracı göndererek harcayabilmişti kim bilir!
Bakınız bunun adı “itibar” değildir, “devletin itibarı”, “devletin üst düzey memurlarının makam araçlarıyla, şoförleriyle” ölçülmez.
İtibar devletin yoksul vatandaşının olmamasıdır, itibar çalışanların insanca ücret alabilmesidir, itibar emeklilerin muhtaç olmayacak aylık alabilmesidir, itibar gençlerin işsizlik sorunu yaşamamasıdır, itibar pasaportunuzun gücüdür.
Ve itibar da hak gibidir, verilmez, mücadeleyle alınır!
/././
Trump ‘barışı’: İran cephesi inşası
ABD, Ortadoğu’da yeni bir düzen inşa ediyor. ABD bu düzenin işlevselliği için “Türkiye-İsrail normalleşmesi” istiyor. Bu yeni düzenin ana hedefi İran.
ABD İran’a karşı bir cephe oluşturmaya çalışıyor. Kafkasya’daki Trump Koridoru da, Trump’ın Gazze “barışı” da Suriye’de Şam-SDG entegrasyonu da bir yönüyle Türkiye’deki açılım da o cepheye odun taşıyor.
Mesele şu ki hem iktidar hem de ana muhalefet partisi, ABD’nin bu yeni düzeninde rol almaya hevesli. İnceleyelim:
ABD’NİN TÜRKİYE-İSRAİL NORMALLEŞMESİ HEDEFİ
Trump’ın 20 maddelik Gazze planından sonra, Türkiye, Mısır ve Katar liderleriyle imzaladığı bildiri de gerçek bir barışı hedeflemiyor. Gerçek barışın tek yolu var: Filistin Devleti’nin 1967 sınırlarıyla kabulü. Bunu içermeyen her barış planı, Filistin’in Sevr barışıdır.
Trump’ın Kalıcı Barış ve Refah Bildirisi ismini taşıyan ve Trump’la birlikte Erdoğan, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ve Katar Emiri el Tani’nin imzaladığı bildiri, Gazze’deki ilerlemeden hareketle “İsrail’in bölgesel komşularıyla ilişkisinin” gelişmesini hedefliyor.
ABD’nin İsrail’le ilişkisini geliştirmesini istediği “bölgesel komşusu”, esas olarak Türkiye’dir.
ABD Kongresi Araştırma Merkezi’nin 15 Eylül 2025 tarihli, 26 sayfalık “Türkiye: Başlıca Sorunlar ve ABD ile İlişkiler” başlıklı raporu da Türkiye ile İsrail’in “İran’ın etkisini azaltmak şeklindeki ortak çıkarına” odaklanmasına ve iki ülkenin “bölgesel düzende üstleneceği rollere” işaret ediyor.
SURİYE’DE ADIM ADIM
Amerikan düzeni Hem Trump’ın bildirisi hem de ABD Kongresi raporu, Türkiye-İsrail normalleşmesinin Gazze ve Suriye sütunları üzerinde gelişebileceğine işaret ediyor.
Suriye’de Ankara’nın zorladığı “üniter” çözümü ABD adım adım rafa kaldırdı. Şara yaptırım üzerinden Barrack-CENTCOM planına razı edildi. ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack ile CENTCOM Komutanı Brad Cooper, Suriye Cumhurbaşkanı Şara ile SDG komutanı Abdi’yi uzlaştırdı: 1) SDG, kendi bölgesinde, üç tümen halinde Suriye ordusunun parçası olacak. 2) Suriye, Barrack’ın ifadesiyle “federasyon olmayan ama federasyona yakın bir yapı” olacak.
Bu durum Türkiye’deki açılımı ne oranda etkileyecek, göreceğiz. Ama açılımın “Türk-Kürt-Arap ittifakı” modeliyle ve tarafların Safevi’ye (İran’a) karşı Yavuz-Kürt İdris müttefikliği vurgusuyla, zaten Washington’ın istediği gibi İran karşıtı bir görünüm oluşturuyor.
Trump’ın Zengezur Koridoru’nu Trump Koridoru’na dönüştürerek 99 yıllığına ABD şirketi ile paralı askerlerinin kontrolüne alması, yine İran’ı kuzeyden baskılayacak bir mekanizmayı amaçlamasından.
İRAN’A KARŞI NATO RAPORU
Sorun şu ki iktidar da muhalefet de NATO’culuk ve Atlantikçilik zemininde, ABD’nin bu yeni düzeninde İran karşıtı cephede rol almaya hevesli.
Raportörlüğünü CHP’li Utku Çakırözer’in yaptığı NATO Akdeniz ve Ortadoğu Özel Grubu’nun hazırladığı 28 sayfalık “İran’ın Bölgesel ve AvrupaAtlantik Güvenliğine Tehdidi” başlıklı rapor, o hevesin göstergelerinden biridir. Ama raportörün kimliği nedeniyle bunun salt ana muhalefetin görüşü olduğu anlaşılmasın. Zira bu raporun ele alındığı NATO Parlamenter Asamblesi Siyasi Komisyonu ile NATO Akdeniz ve Ortadoğu Özel Grubu Ortak Toplantısı İstanbul’daydı ve katılımcı üyeleri elbette ağırlıkla AKP’lilerdi.
Sonuç olarak iktidar da ana muhalefet de “Amerikan Barışı” adıyla inşa edilen “yeni Ortadoğu düzeninde” rol almakta yarış halinde. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in CNN’e verdiği “Batı ile entegrasyonu ve NATO ile güçlü bir ittifakı biz destekliyoruz ama iktidar bunun önünde bir engel” mesajı, o yarışın tipik bir ifadesiydi ne acı ki...
Mehmet Ali Güller
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder