soL "Köşebaşı + Gündem" -6 Mart 2025-

Hak almanın yolu eylemden geçer!-Atilla Özsever-

600 bin kamu işçisi adına Türk-İş ve Hak-İş’in ortak hazırladıkları teklif Çalışma Bakanlığı’na sunuldu. Hükümet teklifi inceliyor, konfederasyonlar beklemede. İşçi tabanı ise hazır ancak sendika yönetimlerden eylemlere sahip çıkmasını istiyor.

600 bin kamu işçisi adına Türk-İş ve Hak-İş tarafından ortak hazırlanan teklif, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na iletildi. Teklifte işçinin taban ücretinin brüt 54 bin liraya çıkarılması ardından da yüzde 50’lik zamla en düşük ücretin brüt 81 bin liraya yükseltilmesi talep edildi.

Şubat ayı sonunda iletilen bu teklife Çalışma Bakanlığı ve kamu işverenlerini temsil eden TÜHİS’in (Türk Ağır Sanayi ve Hizmet Sektörü Kamu İşveren Sendikası) yanıt vermesi bekleniyor.

Merkez Bankası, 2025 yılı enflasyon hedefini yüzde 24 olarak açıkladı. Öte yandan AKP Hükümeti, asgari ücrete yılbaşı itibariyle yüzde 30 zam yaptı. İşçi ve Bağ-Kur emeklilerine yüzde 15, memurlara ve emeklilerine de yüzde 11 oranında zam verildi.

Konfederasyonların teklifi ile hükümetin hedeflenen enflasyon ve diğer emek kesimlerine verdiği zam dikkate alındığında işçi kesimini zor bir süreç bekliyor. Zaten AKP’nin 2025 Orta Vadeli Programı’nda (OVP) ücretlerin baskılanması öngörülüyor.  

Sendikaların talebi ile hükümetin yaklaşımı arasında ciddi farklar var. Bu süreçte konfederasyon yönetimleri nasıl bir tavır alacak, uzlaşmacı bir tavır mı gösterecek ya da işçi tabanın tepkisi ne olacak, ciddi anlamda merak ediliyor.

'Yoksulluk sınırını aşmak'

AKP hükümeti ve kamu işveren sendikaları ile yapılacak görüşmelerde Türk-İş’i temsil eden Kamu Koordinasyon Kurulu’nda görevli Koop-İş Sendikası Genel Başkanı Eyüp Alemdar, “Müzakerelerde hedefimiz yoksulluk sınırının üstünde bir ücret artışı sağlamaktır” dedi.

Ayni zamanda Türk-İş Genel Başkan Yardımcısı olan Eyüp Alemdar, kamu sözleşmeleriyle ilgili görüşünü şöyle açıkladı:

“Teklifimizi verdik, hükümetin bir ay içinde cevap vermesi gerekiyor. Mevcut hükümetin asgari ücretliye, emekliye verdiği zam ortada. Böyle bir zam oranını kabul etmemiz mümkün değil. Masada çözmek istiyoruz, elimizden geleni yapacağız ancak anayasal haklarımızı kullanmaktan da çekinmeyiz”.

Türk-İş’in Şubat 2025 sonu itibariyle dört kişilik bir ailenin geçim maliyeti olan yoksulluk sınırı açıklaması, 75 bin 973 liradır. Kamu kesiminde farklı sektörlerde, farklı ücret düzeyleri olduğu için ortalama çıplak net ücretin 38-40 bin lira dolayında bulunduğu belirtiliyor. İlk altı ay için yüzde 50’lik zam teklifiyle bu ücret net 60 bin liraya dolayına gelmiş olacak.

Konfederasyonların 2025’in ilk altı ayı için önerdikleri brüt 81 bin liralık en düşük ücretin neti ise 56 bin lira dolayına geliyor. Sosyal haklar ve yan ödemeler, bu rakamın dışında bulunuyor.

Hak-İş: Masada bitirmek isteriz

Hak-İş’in Kamu Koordinasyon Kurulu üyesi ve Öz Sağlık-İş Sendikası Genel Başkanı Devlet Sert de, toplu sözleşme görüşmelerini masada çözümlemek istediklerini söyledi. Aynı zamanda Hak-İş Genel Başkan Yardımcısı da olan Devlet Sert, görüşünü şöyle açıkladı:

“Üyelerimizin taleplerinin karşılanması açısından toplu sözleşme sürecini masada bitirmek isteriz. Sokağa çıkıp kavga etmek gibi bir niyetimiz yok. Bu enflasyon ve hayat pahalılığı koşullarında taleplerimizin karşılanması en büyük temennimizdir. Kamu Çerçeve Protokolü’nün (KÇP) emek hareketini rahatlatacak düzenlemelerle 1 Mayıs’tan önce imzalanmasını bekliyoruz”.

Öz Sağlık-İş Genel Başkanı Sert, işçinin büyük kayba uğradığı vergi oranlarının da sabitlenmesini istediklerini ancak taleplerine kulak tıkanması halinde üretimden, hizmetten gelen gücü kullanmaktan da kaçınmayacaklarını ifade etti. Devlet Sert, Türk-İş’le birlikte mutabakat içersinde bu sözleşmeyi tamamlamak istediklerini tekrarladı.

Taşeron işçilerinin de kadroya geçirilmesiyle birlikte kamu kesiminde Hak-İş’in üyesi sayısı daha da arttı. Kesin rakam olmamakla birlikte 600 bin işçinin 380 bin dolayının Hak-İş’e, 220 binin de Türk-İş’e bağlı olduğu kaydediliyor.

Sendikaların talepleri

Karayolları, demiryolları, elektrik üretim santralleri, bakanlıklar, üniversiteler ve hastanelerin de aralarında olduğu kamu kurum ve kuruluşlarındaki 600 bine yakın işçiyi ilgilendiren 21 maddelik konfederasyon talep taslağında, öncelikle kamuda günlük en düşük ücretin 1.800 liraya yükseltilmesi teklif edildi. Bu ücret, aylık olarak brüt 54 bin liraya geliyor.

Günlük en düşük ücret artışının ardından işçilere kıdem zammı yapılması ve ortaya çıkacak bu rakamın da 2025'in ilk 6 ayı için yüzde 50 artırılması istendi. İki konfederasyon, 2025'in ikinci altı ayı ile 2026'nın ilk ve ikinci altı aylarında ücretlere yüzde 25 zam yapılması ve bu oranların üzerine de her dönem için yüzde 10 refah payı verilmesi talebinde bulundu.

Kamu Çerçeve Protokolü bağlamında, vergi dilimlerinin de düzenlenmesi, ilk yüzde 15’lik dilimin sabitlenmesi de teklifler arasında bulunuyor.

Taban hazır ancak güvence istiyor

Harb-İş Sendikası Eskişehir Şube Başkanı Hasan Atak, hayat pahalılığı, ekonomik zorluklar ve işyerlerindeki baskılar nedeniyle işçi tabanının mücadeleye hazır olduğunu ancak üst yönetimlerin de bu mücadeleye öncülük edecek konumda olması gerektiğini söyledi.

Eskişehir’de birçok eylem ve etkinliklere katılan mücadeleci şube başkanlarından Hasan Atak, görüşünü şöyle özetledi:

“İşçiler hem ekonomik hem de güvence açısından zor koşullarda çalışıyor ve yaşıyorlar. Aslında taban mücadeleye hazır ancak bu mücadelede işçinin önüne düşecek, önderlik edecek Türk-İş yönetimine tam anlamıyla güven duymuyor.

Daha önceki eylemlerde öncü işçilerin işten atılması söz konusu oldu. İşe iade için davaları kazandılar ama Türk-İş gereken desteği vermedi. İnsanlar isyan halinde fakat işyerlerinde baskı var, işten atılma korkusu var, soruşturma açılması söz konusu. Tüm bunları göğüsleyecek, işçiye güven verecek bir yönetimin olması lazım. İşçi ancak o güveni duyduğu zaman harekete geçebiliyor.”

Harb-İş Şube Başkanı Atak, CHP gibi muhalif partilerin de işçinin mücadelesine yeteri kadar sahip çıkmadığını, sadece Türk-İş ve üst yöneticilerin yanında saf tuttuğunu ifade etti.   

Eylem: Hak almanın yolu

Tüm bu görüşlerden sonra 600 bin kamu işçisini ilgilendiren kamu sözleşmelerinin zorlu bir süreç içinde geçebileceği ancak üst yönetimlerin yine AKP Hükümeti ile hak kayıplarına yol açacak tarzda bir anlaşmaya varması söz konusu olabilir.

İşçi tabanı, ne yazık ki Türk-İş ve diğer üst yönetimlere güven duymuyor. İşçinin sendikalardan umudu ve beklentisi çok düşük düzeyde. İşçi tepkili fakat hem işyerlerindeki baskılardan hem de üst sendika yönetimlerinden yeterli güveni görmediği için gücünü ortaya koyamıyor.

İşin doğrusu bu yılki kamu sözleşmelerinde 1989 Bahar Eylemleri’nin “ruhu ve dinamizmi”  yok gibi gözüküyor. Yine de hak almanın yolunun bilinçli bir eylemlilikten geçtiğini vurgulamakta yarar var…

                                                      /././

Bakanlık raporu: 3,6 milyon hane aşırı yoksulluk sınırının altında
     
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Göktaş dün Kırşehir'de "Büyük Aile İftarı"na katıldı (Foto: AA)

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın faaliyet raporuna göre Türkiye’de aşırı yoksulluk sınırının altında yaşayan hane sayısı 3 milyon 600 bin oldu.

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın faaliyet raporu, Türkiye'de geçen yıl "aşırı yoksulluk sınırının altında yaşayan hane sayısı"nın en az 3,6 milyon olduğunu ortaya koydu.

Bakanlığın raporunda 3,6 milyon tekil hanenin aşırı yoksulluk sınırının altında yaşayan vatandaşlar için yürütülen Aile Destek Programı'ndan yararlandığı kaydedildi.

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın 2024 yılına yönelik faaliyet raporu, 3 Mart’ta yayımlandı. Raporda “aşırı yoksulluk sınırı altında kalan vatandaşlara” nakdi destek sağlanması amacıyla başlatılan Türkiye Aile Destek Programı kapsamında 2024 yılında 3,6 milyon tekil haneye toplam 46,48 milyar TL tutarında yardım sağlandığı kaydedildi.

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş bu raporun yayımlanmasından bir gün sonra Kırşehir’de katıldığı “Büyük Aile İftarı” programında konuştu, "İnşallah hep birlikte 2025 Aile Yılı da sevgi, saygı ve dayanışmayla taçlandırdığımız bir yıl olacak" dedi.

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın raporunda 2024 yılında sosyal yardımlara ayrılan bütçenin 491,7 milyar TL’ye ulaştığı görülüyor. Ekonomim’in aktardığına göre bu miktar, 2023 yılına kıyasla yüzde 61’lik bir artış anlamına geliyor.

Sosyal desteklerin yüzde 96’sının nakdi olarak sağlandığı, yüzde 89’unun ise düzenli yapılan ödemelerden oluştuğu belirtildi.

Rapora göre, 2024 yılında toplam 4 milyon 574 bin 684 hane sosyal yardımlardan faydalandı. Öne çıkan bazı destek kalemleri ise şöyle:

  • Elektrik tüketim desteği: 4 milyon 87 bin 785 hane
  • Şartlı Eğitim Yardımı: 1 milyon 744 bin 442 kişi – toplam 1,3 milyar TL
  • Gıda yardımları: 4 milyon 262 bin 105 kişi
  • Barınma yardımları: 21 bin 380 hane
  • Doğalgaz tüketim desteği: 702 bin 253 hane
  • Genel Sağlık Sigortası (GSS) prim borçlusu kişi sayısı: 9 milyon 444 bin 458

300 bine yakın çocuğun temel ihtiyaçları karşılanmıyor

2024 yılında, ailesinin yanında en temel ihtiyaçları dahi karşılanamayan ve ailesinden alınma riski bulunan toplam 272 bin 348 çocuğa ulaşıldığı ifade edildi. 

Bu kapsamda, geçici yardımlarla birlikte 2024 yılında toplam 252 bin 348 çocuk, ailesinin yanında desteklenmesi amacıyla Sosyal ve Ekonomik Destek Programı kapsamına alındı.

                                                        ***

Laiklik ve sınıfsal savaşım: Her yerde her zaman Ali Rıza Aydın-

İnsanın insanı sömürmediği düzenin cumhuriyeti için savaşım bilimsel dünya görüşünün ve emekçilerin olmazsa olmazı…

Günlük, anlık olaylar, soruşturma ve kovuşturmalar, görevden almalar, baskılar, gözaltılar, tutuklamalar, siyasal faaliyeti yalnızca iktidarın sınırları ve çerçevesi içine sıkıştıran davranışlar, çözüm sürecinde yaşananlar “yapı” gerçeğini ve dinselliği perdeleyip sömürücüleri, siyasal iktidarı egemen kılmaya devam ettiriyor.

3 Mart “Ne tarikat ne şeriat: Laik cumhuriyet, laik eğitim” eylemleri bu kargaşa içinde yapıldı. Eylemler laik cumhuriyet savunucularının sindirilemediğini bir kez daha gösterdi. Ancak ne cumhuriyet ne de laiklik öyle özel günlerde anımsanıp konuşulmakla yaşatılabilir.  Cumhuriyetten günümüze ilericilik ve aydınlanmanın cumhuriyetten günümüze gericilik tarafından teslim alınması için ne gerekiyorsa yapıldığı bir ilişki ağında özel günlerde kenetlenmek yetmiyor.

Patronlar ve gericiler elbirliğiyle sömürüye kilitlenmişken “yıkıyorlar ama ele geçiremiyorlar”dan, teslim olmamaktan öte ilkeli, planlı, programlı bütünsel savaşıma gereksinim var.

Başlatılan adımlar toplumsallaştırılarak devam ettirilmedikçe egemen olan hep önde gidiyor.

“İmam Hatipleri istemiyoruz” denildi, İmam Hatipler çoğaldı. “Müfredat değişikliklerine karşıyız” denildi, değişiklikler uygulamada. “Diyanet İşleri Başkanlığı laiklik ilkesi doğrultusunda çalışmıyor, bir dinin bir mezhebinin başkanlığı oldu, kapatılmalıdır” denildi, değil frene basılması kurum devletin içinde her geçen gün daha fazla kök salmaya başladı.

“İdari işlem ve düzenlemeler yapılsa da, ÇEDES gibi protokoller imzalansa da, yasalar değiştirilse de Anayasa’ya göre hareket etmesi gereken yargı var, Anayasa Mahkemesi var” denildi, yargı ve AYM kendi ilke kararlarını yok sayarak “laiklik ihlali onay kurumları”na dönüştü. “Laik hukuk devletinde düşünce özgürlüğü esastır” denildi, din özgürlüğü hem laikliğin hem de diğer özgürlüklerin üstüne oturtuldu.

“‘Bir dinin eğitimi ve öğretimi’ ‘din kültürü ve ahlak öğretimi’ değildir, zorunlu dersler arasında yer alamaz. Kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de yasal temsilcisinin talebine bağlıdır” denildi, talep olmadığı halde İslam dininin bir mezhebinin eğitim ve öğretimi tüm eğitime yerleştirildi. “Özel okulların içinde laik eğitim var” denildi, laik eğitim piyasaya çıkarıldı ama o okullardaki din kültürü de diğerleri gibi gericileşti. “Eğitim birliği” denildi, eğitim paramparça edildi.

“Tarikat ve cemaatler” zaten yasak denildi, sivil toplum kuruluşu ilan edildi. Yasak olan tarikat ve cemaatlerin kurduğu dernek, vakıf ve şirketler meşru sayıldı.  

 “Devletin sosyal, ekonomik, siyasal veya hukuksal temel düzeni din kurallarına dayandırılamaz; siyasal veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, din veya din duyguları yahut dince kutsal sayılan şeyler istismar edilemez ve kötüye kullanılamaz” denildi, dinsellik her yerde kök saldı.

“Durmak yok yola devam” diyenlerin hedeflerinde neler yok ki… Tevhid-i Tedrisat Kanunu, eğitimde çeşitliliğin azalması, öğrenme özgürlüğünün kısıtlanması ve tek tip insan modeli yetiştirilmesi gibi sonuçları doğurmuş. Sanki müfredatla oynayan kendileri değilmiş gibi. Ülkemizde müfredat tekeli ve dayatması ağır/katı bir şekilde sürdürülmekteymiş ki ilkokullarda bile ders amacı ve konuların muhtevası anne-babaya, öğrenciye hatta öğretmene ve okula rağmen, tek merkezden belirleniyormuş. Birey, ebeveyn ve bölge ihtiyaçları dikkate alınmıyormuş, hatta köyde oturanla şehirde oturanlara aynı müfredat dayatılıyormuş. Zorunlu eğitim süresi kısaltılmalıymış. 12 yıllık zorunlu eğitim dayatması çocukların kabiliyeti, meslek edinmeleri ve yuva kurmaları önünde büyük bir engelmiş. Esnek öğrenme ve ev okulu modeline geçilmeliymiş.

Kapitalist/emperyalist dünyanın ellerini ovuşturarak beklediği serbestleştirme/sömürü araçları sürekli güçlendiriliyor yaygınlaştırılıyor.  24 Ocak 1980 eklemlenme kararları ve devamında 12 Eylül 1980 askeri darbesi ve Anayasası yetmedi. Siyasal iktidar değişiklikleri ve Anayasa değişiklikleri, AKP’nin yirmi iki yılı yeterli gelmedi.  Kapitalizmin çaresizliği ve doyumsuzluğu yeni uyumlaştırma istiyor, yeni anayasa istiyor, emekçileri susturacak uzlaşma istiyor.

1980’de darbe yönetimine biat eden sermaye sınıfı ile bugün bir sermaye örgütünün siyasal iktidara sözde uyarısı arasında sınıfsal olarak fark yok. Onlar, emekçilerin aktif olmadığı, emek gücünü kendi piyasa kurallarına göre satın aldıkları bir siyaset, devlet ve hukuk istiyor. “Yapı”yı, üretim güç, araç ve ilişkilerini yalnızca kendi egemenliklerinde tuttukları, emekçilerin “kul” olduğu bir düzen istiyor.

2008’de AKP’nin laik cumhuriyet ilkesine aykırı fiillerin odağı haline geldiğinin AYM tarafından onaylanması, aynı siyasal partinin o günden bugüne laik cumhuriyet ilkesini yok sayması sermaye sınıfını ilgilendirmiyor. Dinselliğin sınıfsal olarak sömürü düzeninin güvencesi olduğunu biliyorlar, memnunlar.

“Daha kötüsü olamaz” diyerek beklemeye koyulmak, ölmeye yatmaktır. Daha kötüsü olmaz dendikçe daha kötüsü geliyor.

Devletin şekline cumhuriyet denilmesi, cumhuriyetin niteliklerinin yaşatıldığı, özünün korunduğu ve uygulandığı anlamına gelmiyor. Laiklik, yaşam biçimi olarak benimsenmedikçe, sınıfsal savaşımla birlikte yürütülmedikçe hep eksikli kalacak ve zayıflayacak. Boşalan alanın gericilik tarafından nasıl doldurulduğu yıllardır herkesin gözü önünde yaşanıyor. Dinsel önyargılar var oldukça, zaten uyuşmaz olan “dinsel” ile “bilimsel dünya görüşü” ikilisinde dinsel olan baskın oluyor. Bu baskınlık bilimselin sermaye sınıfına bağımlılığını da perdeliyor. 

İnsanın insanı sömürmediği düzenin cumhuriyeti için savaşım bilimsel dünya görüşünün ve emekçilerin olmazsa olmazı…

                                                            /././

Çin'den ABD'nin tarifelerine yanıt: 'İstediğiniz savaşsa, sonuna kadar hazırız'

Çin Dışişleri Bakanlığı, ABD'nin ülkeye fentanil girişi bahanesiyle Çin ürünlerine gümrük vergisi getirmesine "ABD'nin istediği şey savaşsa, sonuna kadar savaşmaya hazırız" yanıtını verdi.

ABD'nin Çin'e dönük son gümrük vergisi uygulamasına Pekin'den resmi yanıt geldi.

Çin Dışişleri Bakanlığı, X hesabından açıklama yaparak, Donald Trump yönetiminin öne sürdüğü fentanil sorununa değindi ve bunun ABD'nin kendi iç sorunu olduğunu vurguladı.

Fentanil sorununun, Çin ithalatlarına uygulanan ABD tarifelerini artırmak için zayıf bir bahane olduğu kaydedilen açıklamada, Pekin'in haklarını ve çıkarlarını savunmak için aldığı karşı önlemlerin tamamen meşru ve gerekli olduğu belirtildi.

ABD içindeki fentanil krizinin sorumlusunun ABD'den başka hiç kimse olmadığının altı çizilen açıklamada şunlar kaydedildi:

"İnsanlık ve Amerikan halkına karşı iyiniyet ruhuyla, ABD'nin bu sorunla başa çıkmasına yardımcı olmak için sağlam adımlar attık. ABD, çabalarımızı kabul etmek yerine, Çin'i karalamaya ve suçlamayı Çin'e yüklemeye çalıştı ve tarife artışlarıyla Çin'e baskı yapmaya ve şantaj yapmaya çalışıyor. Onlara yardım ettiğimiz için bizi cezalandırıyorlar. Bu, ABD'nin sorununu çözmeyecek ve uyuşturucuyla mücadele diyaloğumuzu ve işbirliğimizi baltalayacak."

ABD'nin gözdağının ve zorbalığının Çin'i etkilemediği belirtilen açıklamada, "Baskı, zorlama veya tehditler Çin ile başa çıkmanın doğru yolu değildir. Çin'e maksimum baskı uygulayan herkes yanlış bir yolu seçiyor ve yanlış hesap yapıyor. ABD gerçekten fentanil sorununu çözmek istiyorsa, o zaman yapılması gereken doğru şey Çin'e danışarak birbirimizi eşit olarak görmektir" ifadeleri kullanıldı.

Açıklama şöyle sonlandı:

"ABD'nin istediği şey savaşsa, ister gümrük savaşı, ister ticaret savaşı veya başka bir savaş türü olsun, sonuna kadar savaşmaya hazırız."

ABD'nin son tarife kararı, Pekin'in misillemesi ve fentanil iddiası

Trump'ın son hamlesiyle, dün Çin'e karşı yüzde 20 gümrük vergileri yürürlüğe girmişti. Böylece Çin'e yönelik geçen ay başlatılan ek gümrük vergileri iki katına çıkmış oldu.

Çin, dün yaptığı açıklamada, ABD'ye dönük misilleme tedbirlerini duyurdu. Buna göre, Pekin tarafından önümüzdeki hafta ABD'den yapılan bir dizi tarımsal ithalata yeni gümrük vergileri uygulanacak. Çin Maliye Bakanlığı, ABD'den gelecek tavuk, buğday, mısır ve pamuğa yüzde 15 ek gümrük vergisi, sorgum, soya fasulyesi, domuz eti, sığır eti, su ürünleri, meyve, sebze ve süt ürünlerine ise yüzde 10 ek gümrük vergisi uygulanacağını duyurdu.

Trump, Çin'e uygulanan tarifelerin, hükümetin yasadışı fentanilin ABD'ye girmesini engelleyememesinden kaynaklandığını iddia ediyordu.

ABD Uyuşturucuyla Mücadele Kurumu’na (DEA) göre Çin’den getirilen fentanil gibi kimyasallar kullanılarak üretilen yasa dışı ilaçlar Meksika’dan ülke sınırlarına sokuluyor. 

(https://haber.sol.org.tr/haber/abd-uc-ulkeye-ek-gumruk-vergilerini-yururluge-koydu-cin-ve-kanadadan-misillemeler-geldi)

                                                             ***

Gizliliği kaldırılan belgeler, Şilili diktatör Pinochet'yle İngiltere'nin işbirliğini gözler önüne serdi -Murat Akad  

Erişime açılan dosyalar Pinochet’nin son döneminde İngiltere hükümetinden nasıl yardım gördüğünü ortaya koydu.

1973’te Şili’nin sosyalist başkanı Salvador Allende’yi deviren faşist askeri darbenin başında General Augusto Pinochet bulunuyordu. Pinochet, 1981 yılına dek askeri cunta hükümetinin başkanı olarak devlet başkanlığını yürüttü. 1981’den 1990’a dek de yalnızca devlet başkanı sıfatıyla ülkeyi yönetti. Başkanlık süresini daha da uzatmak isteyen Pinochet, 1988 yılında bir referandum düzenledi. Ancak referandumda "hayır" oyu daha fazla çıkınca başkanlığı 1990 yılında sona erdi.

Cunta hükümetinin özellikle ilk yıllarında binlerce kişi katledildi ya da kaybedildi. Bu sayıdan çok daha fazlası hapsedildi, işkence gördü ve yargılandı. Zaman içinde azalmakla birlikte ülkedeki insan hakları ihlalleri Pinochet’nin devlet başkanlığını yürüttüğü dönemin sonuna dek devam etti.

1998’de Şili’deki bir mahkemede insan hakları ihlalleri dolayısıyla Pinochet hakkında dava açıldı. Bu sırada İngiltere’de bulunan Pinochet, dava açılmasından altı gün sonra ev hapsine alındı. Bu sırada İspanya’da bir mahkemenin iade talebine karşın İngiltere Pinochet’yi iade etmedi. 2000 yılında salıverildi ve ülkesine dönmesine izin verildi. Hakkında açılan davaların sayısı ilerleyen yıllarda arttı. Ancak herhangi bir davadan ceza almadan 2006 yılında öldü.

'Arjantin'le savaşta bize destek ver, seni kollayalım'

Declassified UK’de yayımlanan habere göre, İngiltere’de kısa süre önce erişime açılan gizli dosyalar, Pinochet’nin İngiltere tarafından nasıl korunduğunu gözler önüne seriyor. İngiltere ile Şilili diktatör arasındaki ilk anlaşma 1980’li yıllara, Falkland Savaşı dönemine dayanıyor. Dönemin başbakanı Margaret Thatcher gizli bir anlaşma ile, savaşta yardım etmesi karşılığında Pinochet’ye tıbbi destek sağlama sözü verdi. Buna karşılık Şili, komşusu Arjantin'le savaşan İngiltere’ye hem askeri destek verdi hem de istihbarat sağladı. Ayrıca Şili’ye askeri uçaklar da satıldı.

Ev hapsinde olduğu dönemde de Pinochet’nin ciddi sağlık sorunları olduğu, yargılanmaya elverişli durumda olmadığı ve bir an önce ülkesine dönmesi gerektiği düşüncesi pompalandı. Dosyalarda yer alan bilgilere göre Pinochet’nin gözaltına alındığı gün, dönemin bakanları ve üst düzey bürokratları İspanya’ya iade gerçekleştiği durumda, diktatörle İngiliz hükümetinin işbirliği yaptığı bilgisinin açığa çıkmasından çok kaygılandılar.

Benzer bir kaygıyı dönemin Şili hükümeti de taşıyordu. İngiltere’ye gelen Şili dışişleri bakanı José Miguel Insulza, “83 yaşındaki yaşlı bir adamın, sağlık sorunları gerekçesiyle serbest bırakılması gerektiğini” söyledi. Insulza, iki ülkenin yaklaşık 150 yıldır çok yakın ilişkilere sahip olduğunu, kirli çamaşırların ortaya serilmesinin bu ilişkiye zarar vereceğini vurguladı.

Ayrıca Margaret Thatcher da başbakan Tony Blair’e bir mektup yazarak aynı kaygıları duyduğunu dile getirdi.

Pinochet’ye bir destek de Vatikan’dan geldi. Dışişleri Bakanı “yaşlı ve hasta bir adama jest yapılması gerektiğini” söyledi.

Şili’nin Falkland Savaşı sırasında İngiltere’ye verdiği desteği yansıtan bazı belgeler halen gizliliğini koruyor. Öte yandan ortaya yeni çıkan belgeler bir diktatörü korumak için uluslararası düzeyde çaba harcandığını gözler önüne seriyor. Ne yazık ki Pinochet, başka ülkelerdeki benzerleri gibi, işlediği suçların cezasını çekemeden öldü.

(https://haber.sol.org.tr/haber/cihatci-dostu-centilmen-emperyalizm-ingiltere-ve-mi6-396694)

                                                        /././

Naci İnci, Boğaziçi Üniversitesi’ni Avrupa Üniversiteler Birliği üyeliğinden çıkardı

Boğaziçi Üniversitesi'nin kayyım rektörü Prof. Dr. Naci İnci, Boğaziçi Üniversitesi’ni kurucu üyelerinden olduğu Avrupa Üniversiteler Birliği üyeliğinden çıkardı.

Boğaziçi Üniversitesi'nin kayyım rektörü Naci İnci, Boğaziçi Üniversitesi'ni kurucusu olduğu Avrupa Üniversiteler Birliği (European University Association – EUA) üyeliğinden çıkardı.

T24'te yer alan habere göre, Yükseköğretim Kurulu (YÖK) da halen “kolektif üye” kimliği ile Avrupa Üniversiteler Birliği’nin bir parçası. 2025 itibarıyla aralarında ODTÜ, İstanbul Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, Koç Üniversitesi, Sabancı Üniversitesi, İstinye Üniversitesi, Çağ Üniversitesi, Hitit Üniversitesi ve Kadir Has Üniversite’sinin yer aldığı 56 Türk üniversitesi, EUA’nın tam veya ortak üyesi olarak birliğin listesinde yer alıyor.

Üniversite bileşenlerinin tüm itirazlarına rağmen Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından 2021 yılında Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak atanan, öğretim üyeleri arasında düzenlenen ankette yüzde 95 güvensizlik oyu almış olan İnci’nin, 25 Ocak 2025 tarihinde bir yazıyla ayrılma kararını herhangi bir gerekçe göstermeden EUA’ya tebliğ ettiği ama üniversite kamusunu konu hakkında bilgilendirmediği biliniyor.

                                       ***

Barışın kaybedeni olmaz mı?-Fatih Yaşlı-

Tam da bu nedenle esas mücadele Türk ve Kürt emekçilerinin bu ülkenin asli sahipleri olarak, eşitlikçi ve adil bir düzeni hep beraber nasıl kuracakları üzerine olmalıdır, bizi bu karanlıktan çıkaracak olan sadece ve sadece bu mücadele olabilir.

Öcalan PKK’nin doğuşunu Soğuk Savaş ve reel sosyalizm zeminine yerleştirirken haklıydı. 2. Dünya Savaşı sonrasında dünyanın herhangi bir coğrafyasındaki herhangi bir ulusal kurtuluş mücadelesinin ya da sömürgeciliğe karşı verilen herhangi bir savaşın sosyalizmle ve Sovyetler’le dirsek teması içerisinde olmaması mümkün değildi çünkü.

1950’lerden itibaren Ortadoğu’dan Latin Amerika’ya, Afrika’dan Uzak Asya’ya uzanan bir genişlikte dünyanın her yerindeki bu tür mücadele ve savaşlar sosyalizme yaslandı, arkasında Sovyet desteğini gördü. Karşılarında ise bütün zorbalığı ve acımasızlığıyla ABD’nin başını çektiği Batı bloğu vardı; emperyalizm sömürgeciliğin mirasını devralmış durumdaydı çünkü.

PKK de 1970’lerin sonlarına doğru bu konjonktürün içine doğdu. Manifestosunun adını THKO’nun “Türkiye Devriminin Yolu” adlı metninden esinle “Kürdistan Devriminin Yolu” olarak koydu, hedefini de “bağımsız, birleşik, Marksist-Leninist Kürdistan” olarak belirledi. 

1990’ların başında reel sosyalizm yıkıldı, Sovyetler Birliği dağıldı; bu sadece Öcalan’ın bilinçli bir tercihle vurguladığı gibi “iç nedenlerle” söz konusu olmadı elbette. Kapitalist-emperyalist blok, sosyalizme karşı küresel ölçekte çok boyutlu bir yıkım savaşı verdi ve sosyalist blok içeride aşılamayan sorunlarla birlikte bu yıkım savaşına direnemedi.

Neyse, meselemiz reel sosyalizm tartışması değil. Öcalan’ın PKK üzerine yazdıklarını anlamaya çalışıyoruz. Öcalan’ın mektubu basitçe bir silah bırakma ve kendini feshetme çağrısının çok çok ötesine geçiyor, bizzat kurucusu olduğu ve hem teorisini hem pratiğini kendisinin yarattığı PKK’ye dair bir reddiye metni olma niteliği taşıyor; PKK’nin doğuşuyla ilgili söylediklerini de bu reddiye içerisine yerleştirerek anlamak gerekiyor.

Öcalan, PKK’nin doğuşunu anlatırken çizdiği dünya tablosuyla ve PKK için kullandığı “teori, program, strateji ve taktik olarak yüzyılın reel-sosyalist sistem gerçeğinin ağır etkisinde kalmıştır” ifadesiyle, aslında örgütün bir tür zorunluluğun eseri olarak ve daha baştan yanlış doğduğunu söylemiş oluyor.

Devamında söyledikleri ise başkaları tarafından söylense Kürt hareketinin asla kabul etmeyeceği ve söyleyenleri Kürt düşmanlığıyla, ulusalcılıkla, milliyetçilikle vs. suçlayacağı ağır ifadeler içeriyor. Öcalan PKK’nin reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte kendini aşırı tekrara düştüğünü ve varoluşsal bir anlam kaybına uğradığını öne sürüyor. Yani Öcalan’a göre PKK yaklaşık 35 yıldır varlığının anlamı olmayan ve kendini tekrardan öteye gidemeyen bir örgüt.

Devamında ve iç siyasetle ilgili söylenenler ise çok daha ilginç. Öcalan’a göre 90’lı yıllarda “ülkede kimlik inkârının çözülüşü” ve “ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler” de yine PKK açısından bir anlam kaybını ve kendini tekrarı beraberinde getiriyor. Oysa 90’lar, belki zaman zaman devlet yetkililerinin Kürtlerden ve Kürt sorunundan mecburen bahsettikleri ama esas olarak düşük yoğunluklu savaş konseptine uygun bir şekilde en yoğun yargısız infazların, faili meçhullerin yaşandığı, köylerin yakıldığı ve Kürt halkına en yoğun baskıların yapıldığı, siyasete bütünüyle şiddetin damgasını vurduğu bir dönem; Türkiye tarihinin en karanlık yılları belki de.

Ancak Öcalan PKK’nin “yanlış doğum”uyla ve kısa süre içerisinde bir “anlam kaybı”nın ve “kendini tekrar”ın içerisine düşmesiyle yetinmiyor; hiç beklenmeyecek bir şekilde, onun aşırı milliyetçiliğe savrulmuş bir örgüt olduğunu ve taleplerinin de bu savrulmadan kaynaklı olduğunu öne sürecek şekilde şöyle diyor:

“[PKK’nin] aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.”

Bu ise reddiyenin zirve noktası; çünkü Öcalan bu cümleyle hem Kürt sorununun özünden hem de Kürt milliyetçiliğinin PKK’den öncesine de uzanan tarihsel bütün taleplerinden vazgeçmiş oluyor. “Kürt sorununun özü” derken, Kürtlerin bir halk olarak kolektif bir statüye sahip olmamalarından bahsediyorum, sorunun özünü bu oluşturuyor. Öcalan ise ulus-devlet, federasyon, özerklik ve hatta kültürel haklar gibi taleplerin hiçbirinin artık bir karşılığı olmadığını, bunlardan vazgeçilmesi gerektiğini söylüyor ve dolayısıyla PKK tarihinin reddiyesinin de ötesine geçerek Kürt sorununun özünü de reddetmiş oluyor.

Peki sorunun özü reddedildiğinde çözüm olarak geriye ne kalıyor? Elde kalan şey soyut, içeriksiz, ne anlama geldiği bilinmeyen bir demokrasi nosyonu oluyor; burjuva demokrasinin asgari zemininin bile adım adım ortadan kaldırıldığı şu günlerde meseleyi demokrasi bağlamına yerleştirmek ise hem ironik hem de trajikomik görünüyor.

Doğrudan zikredilmeyen ama metne ruhunu veren çözümün ise 2013’tekine benzer bir şekilde “din kardeşliği” olduğunu görebiliyoruz. Öcalan Türklerle Kürtlerin 1000 yıllık kardeşliğinden ve bunun son 200 yıldır “kapitalist modernite” tarafından parçalanmaya çalışılmasından söz ediyor.

Kuşkusuz modernite ile kapitalizm birbirine iç içe geçmiş bir şekilde gelişti, kuşkusuz Marksizm modern bir ideoloji olmakla birlikte kapitalist modernitenin bir eleştirisiydi ve ona sunulmuş bir alternatifti ama Marksizm moderniteyi içererek aşmayı hedefledi. Öcalan ise geçmişte “demokratik modernite” adlı sol esinli bir alternatif sunmuş olmakla birlikte, mektubunda artık bu kavramı da kullanmıyor ve “günümüzde çok kırılgan hâl alan tarihsel ilişkiyi, kardeşlik ruhu içinde inançları da göz ardı etmeden yeniden düzenlemek esas görevdir” diyerek bir kez daha “İslam çatısı”na ve dolayısıyla modernite öncesine işaret ediyor.

Hem PKK’nin hem de Kürt sorununun özünün reddiyesi ve muğlak bir demokrasi nosyonu kaçınılmaz olarak silahların bırakılması ve örgütün kendini feshetmesine çıkıyor ve Öcalan da zaten PKK’ye kayıtsız, şartsız bir kendini lağvetme çağrısı yapıyor. PKK’nin buna nasıl bir yanıt vereceğini ve metinde yer almamakla birlikte Sırrı Süreyya Önder’in kendisine Öcalan tarafından sözlü olarak iletildiğini söylediği “demokratik ve hukuki düzenlemeler”i bir koşul olarak öne sürüp sürmeyeceğini henüz bilmiyoruz.

Bizim açımızdan, yani Türk ve Kürt emekçileri açısından esas mesele ise sürecin nereye doğru evrileceği. Elbette ki silahların susmasına, şiddetin Kürt sorununun ana belirleyeni olmaktan çıkmasına bir itirazımız yok. Ancak ortada kutsanacak bir “barış” olmadığını da görmek durumundayız. Bilakis iktidar cenahı açısından bütün bir süreç güvenlikçi bir dil üzerinden yürütülüyor, demokrasi ve hukuk ise kendisine söylemsel düzeyde dahi herhangi bir yer bulamıyor.

Üstelik tüm bu süreç rejimin “seçimsizleştirme” siyasetiyle birlikte yürüyor. Yani iktidar bütün hesabını Erdoğan’ın ömrü vefa edene kadar o koltukta oturması üzerine yapıyor ve bunun için muhalefetin en güçlü adayı İmamoğlu’nu tasfiye etmeye, karşı ittifakları dağıtmaya ve siyasi yelpazenin farklı kesimlerine yargı sopasını göstermeye uzanacak bir şekilde seçimlerin formaliteden ibaret hale gelmesinin zeminini hazırlıyor.

Bu esnada yeni rejimin yeni anayasasını yapmak da bir plan olarak masada duruyor ve Kürt siyasetinin Erdoğan’ın ömrü vefa edene kadar o koltukta oturmasına engel olmayacak ya da bunun da ötesine geçerek destek verecek bir pozisyona yerleşmesi murat ediliyor.

Peki durum böyleyken, yani Türkiye’de demokrasinin asgari zemini dahi ortadan kaldırılırken Kürt sorununa demokratik bir çözüm getirilebilir mi ve ikincisi, “barışın kaybedeni olmaz” sözü içinde bulunduğumuz konjonktürde hakikati tam olarak anlatıyor olabilir mi?

İlkinin yanıtı biliniyor olmalı, ikinciye geçelim ve önce tekrar söyleyelim: Silahların susması, kan dökülmemesi, insanların ölmemesi elbette ki iyidir.  Ancak apolitik bir barış söylemiyle varılacak olan yer pragmatist ittifaklar, dar çıkarlara dayalı uzlaşılar, iktidarın bekası, Erdoğan’ın siyasi ikbali ve inşa edilen rejime tepesindekiler şahsında “Allah’ın uzun ömürler vermesi” ise burada mutlaka kaybedenler olacaktır ve bu da Türk’üyle, Kürt’üyle Türkiye’nin bütün bir emekçi halkıdır, Türkiye’dir.

Tam da bu nedenle esas mücadele Türk ve Kürt emekçilerinin bu ülkenin asli sahipleri olarak, eşitlikçi ve adil bir düzeni hep beraber nasıl kuracakları üzerine olmalıdır, bizi bu karanlıktan çıkaracak olan sadece ve sadece bu mücadele olabilir. 

                                                        /././

Emperyalizmin İrlanda mucizesi Türkiye’deki sürece örnek olabilir mi?-Çağdaş Gökbel-

Emperyalizmin barışı, temelde sömürücü sınıfların çıkar birliğine dayanır ve gelecekte bu çıkarlar çatışırsa ya da ezilenler başını kaldırmaya kalkarsa, silahlar tekrar gömüldükleri yerden çıkabilir.

Kutsal Roma dini gelmeden önce paganların lanetli eşitlikçi toplumu, Keltleri çepeçevre sarmıştı. Roma ordusu, İskoçya düzlüklerine kadar ilerlemiş ve bu büyülü topraklarda bataklığa saplanıp kalmıştı. Beş iyi imparatordan biri olan Publius Aelius Traianus Hadrianus, insan öğüten bu cehennemin, ekonomik açıdan kendisine bir şey vadetmediğini görmüştü. Garip bir duvar ördürdü; duvar, sembolik bir çizgiydi. Bir tarafta medeni insanların dünyası, diğer tarafta barbarların dünyası vardı. Kelt kadınları savaşıyor, acımadan Romalı kelleleri düşürüyordu. Roma için bu şok ediciydi; çünkü Romalı kafası, kadını sadece damızlık hayvan olarak görüyordu. Barbar denen kabileler, eşitlikçi toplum yapısına tutunan savaşçı topluluklardı.1 Londra’daki Boudica anıtı, düşünme kabiliyetini yitirmemiş zihinlere çok şey anlatır. Güçlü imparatorların kudretli anıtlarından farklı olarak bu heykelde iktidarı ve askeri gücü ele geçirmiş barbar bir kadın görürüz. Tarihin ironisi, İngilizler özgürlüğünü borçlu olduğunu düşündüğü ve anıtını diktiği bu kadının yolundan gitmemiş ve krallık İngiltere’si medeni Roma’nın mirasını sahiplenmiştir. Tarihçi Tacitus’un söylediği gibi, togalarının içinde Britonlar rezil ve iğrenç görünmektedir. Roma medeniyetine öykünen, onun dilini konuşan ve onun gibi davranan kabile şefleri Tacitus’un gözünde karaktersizliği simgelemektedir. Direnmeyen, savaşmayan ve güçlüye boyun eğen halklar saygıyı hak etmezler.  

Bugün, bilinen İngiltere’nin yani Londra ve çevresinin ehlileştirilmesi (Romalılaştırılması) tesadüf değildir. Bu coğrafyanın tam karşısında İrlanda adasının vahşi kalması ve barbar akınlarının üssü olması binlerce yıla dayanacak bir onur mücadelesini muştulamaktadır. Büyük medenileştirici, Kelt kabilelerinin üzerine bir silindir gibi yürümüştür. İskoçya düzlüklerine ağır zırhlarla giren kibirli İngiliz kralları, kendi kuvvetlerinden kat be kat küçük olan barbar güçlere yenilmiştir. Tıpkı imparator Augustus’un ordusunun ormanın içinde yitip gitmesi gibi İngiltere kraliyet ordusu çamura saplanmış ve bataklığın içinde tıpkı bir domuz pisliği gibi kaybolmuştur. Tarih tam bu noktada bize bir Roma lanetini fısıldamaktadır. Roma’yı mucizevi kılan şey, yüzlerce bozguna dayanabilme kabiliyetidir. Kralın kellesini alsanız bile bu nihai zafer anlamına gelmemektedir. İşte bağımsızlığa yürüyemeyen İskoçya’nın ve sorunlu bir anlaşmayla (1921) bağımsızlığa kavuştuğunu düşünen İrlanda’nın trajedisi burada yatmaktadır. 

Binlerce yıl sonra Britanya’da ezilen ve inim inim inleyen halklar için bir umut doğmuştur. 1916 yılında yine dönemin barbarları olan İrlandalılar tarafından yakılan cumhuriyet ateşinin kıvılcımları Rusya’ya kadar ulaşmış ve orada tersine zafere ulaşmıştır. Sovyetlerin zaferi, ezilen ve ulusal kimlikleri için mücadele eden halklar için büyük bir umut olmuştur. Yine Sovyetlerin geriye çekilişi bu halklar için büyük bir trajediye dönüşmüştür. 

Tüm dünyada farklı tonlarda gibi görünse de benzer tarihsel süreçler işlemiştir. Çünkü üretim ilişkileri ve sınıf kavgaları paraleldir. Anadolu’ya bakıldığında da Britanya’daki halklara benzer bir yapı görülebilir. Bunun zorlama bir yakınlaştırma biçimi olduğu düşünülebilir ancak Anadolu tarihine bakıldığında öyle olmadığı görülecektir. Elbette yine ironik biçimde kendisini Roma ile özdeşleştiren Osmanlı hanedanlığının etki alanında çıkan isyanlar da tarihteki diğer isyanlarla paralellikler taşımaktadır. Burada artık karşı karşıya olduğumuz şey bir sınıf savaşıdır. Şeyh Bedreddin İsyanı, fakir köylünün koca Roma’ya karşı ayağa dikilmesidir. “Fatih merkeziyetçi bürokratik imparatorluğunu kurarken, karizmatik kişiliğiyle uc beylerinin bağımsız durumunu büyük ölçüde kısıtlayabilmiş; onların I.Mehmed ve II. Murad dönemlerinde devletin genel siyasetinde oynadıkları kesin role son vermiştir. Herhalde merkezin kontrolünden kaçmaya çalışan uc beyleriyle Otman Baba arasında geleneksel bir anlaşma ve dayanışma anlaşılır bir şeydir. Bölge, böylece merkeze karşı ayaklanmaların değişmez odak noktası olmuştur. Evvelce Şeyh Bedrettin’in bu bölgede, dünyayı adalete kavuşturmak iddiasıyla bir mehdi sıfatıyla uc beylerine, Yörüklere ve fakir uc sipahilerine dayanarak çıkardığı isyan, devleti temelinden sarsmış, onun idamından (1416) sonra Bedreddinliler, bölgedeki abdallar ve ışıklar arasında yüzyıllarca varlıklarını korumuşlardır”. (İnalcık, 2020: 603). 2

Kayser-i Rum Mehemmed (Fatih Sultan Mehmet), kendisini Roma imparatoru olarak görmüştür. Müslüman Romalı, bu unvanı fazlasıyla hakketmektedir; bunun için Bedreddinlileri, Anadolu’dan tamamen söküp atmak için kanlı mücadeleler vermiştir. Mehemmed, yerleşik mülk sahibi sınıfların temsilcisidir. Fetihlere çıkmadan önce kendisinden sonra gelecek Sultanlar gibi önce içeriyi fethetmek zorunda kalmıştır. İç sefer olmadan, dış sefer yapılamamaktadır. Anadolu, sömürüye karşı kaynayan bir kazan gibidir. Tıpkı Spartaküs gibi Şeyh Bedreddin, Anadolu’da ezilen halklar için önemli bir sembol olmuştur. Yörük Türkmenler, Kürtler ve nice halklar zorbanın iktidarına karşı her baş kaldırdığında Roma’yı tir tir titreten bu adamı hatırlamıştır. 

Neden bunca tarihi anekdotu aktardım? Çünkü, tarihe bakmayı bilmeyenler burnunun ucunu göremez. Artık bu tarih ezilenlerin hafızasından siliniyor. Destanlara konu olan Şeyh Bedreddin gelecek kuşaklara aktarılamıyor. Halklar ehlileştirildikçe, kolektif hafıza silikleşiyor ve zorbalar kahraman kılığında yeniden beliriyor. Sovyetler Birliği’nin kuruluşu, yüzyıllardır kolektif hafızasında zorbaya karşı direnişin destanını taşıyan halkları ayağa kaldırdı. Küresel emperyalist sistem büyük bir türbülansa girdi. Dünya halkları birleşmeye ve evrensel adaleti kurmaya çok yakındı. Devrim treni Berlin surlarına tosladığında, İrlandalı yoksullar kendi zorbalarıyla baş başa kaldı.

Liberallerin mucize barış olarak sunduğu Anglo-İrlanda paktı, kurşuna dizilen cumhuriyetçi ve sosyalistlerin kanıyla sulandı. İç savaş sonrası mücadele kesintisiz devam etti ve bugün insanların anlamakta zorlandığı bir gerçeklik ortaya çıktı. IRA olarak bilinen cumhuriyetçi ordu, sadece İngiltere ile değil İrlanda hükümetiyle de çatışmalara girdi. İrlanda trajedisinin boyutları çok katmanlıydı ve Friedrich Engels’in kehanetiyle ifade edecek olursak, İngiliz işçi sınıfından kopan İrlandalı yoksul, kendi acımasız sömürücü sınıfıyla yüzleşmek zorunda kalmıştı. Örneğin: İngilizler tarafından acımasızca katledilen devrimci James Connolly, işçileri ve ezilen İrlandalı yoksulları savunduğu için İrlandalı mülk sahiplerinin nefret ettiği bir isimdi. Anglo-İrlanda anlaşması sonrası yaşanan iç savaş bu nefretin açığa çıkmasına vesile oldu. İngiliz işgalinin üzerini örttüğü sınıfsal gerilimler örtü kalkınca ortaya çıkmıştı. Reel sosyalizmin insanlık için halen güçlü bir alternatif olduğu yıllarda IRA dağılmadı ve dünyadaki tüm ezilenlerin sembolü olacak önemli işlere imza attı. Günahı ve sevabıyla IRA efsanesi tıpkı Bedreddin destanında olduğu gibi yoksullar ve ezilen halklar için önemli bir moral kaynağı oldu. İngiliz emperyalizmi tarafından inim inim inletilen halklar (buna Kızılderililer dahil), İrlanda’nın bağımsızlık ve cumhuriyet için attığı her kurşunla moral buldular. Elbette bu gücün ve psikolojik üstünlüğün kaynağı SSCB idi. Reel sosyalizm dağıldığında büyük şok dalgaları tüm dünyayı vurdu ve sömürücü sınıflar artık yoksullara karşı silah kuşanmıştı. Böylesi bir küresel tabloda IRA’nın yoluna devam etmesi imkansızdı. Büyük güç ABD, artık Kuzey’de çatışma istemiyordu ve Belfast limanı önemli bir ticaret noktasıydı. Bu yüzden çatışmaların sonuna gelinmeliydi. 10 Nisan 1998 yılında imzalanan "Hayırlı Cuma" anlaşması Avrupa’da ezilen halklar ve anti emperyalizm cephesinde bir çağın kapandığını haber veriyordu. Anlaşma liberallerin pazarladığı gibi mucizevi, dahiyane ve demokrasinin zaferi falan değildi. Reel sosyalizmin tarih sahnesinden çekildiği bir evrede masaya oturtulan taraflar "akılcı" davranmaya davet edilmişti.

Şimdi, Türkiye’de bir söylence aldı başını gidiyor. Herkes akılcı olmaya davet ediliyor. Duygular işe karışmamalı, kapalı kapılar ardında yoksul halkların geleceğine, diplomasi denen sanatla yön verilmeliydi. Dünya bir satranç tahtası ve soğukkanlı hamleler yapan bu savaşı kazanır diyorlar. Bir yerde akılcılığa çok vurgu yapılıyorsa orada yoksul kitleler devre dışındadır. Kürt sorununu çözmede devlet ve Kürt tarafı ne gibi müzakereler yapıyor bilmiyoruz. “Bunun böyle olması, herkesin her şeyi bilmesi gerekmiyor” diyorlar…

Öyle ya İrlanda barışı mucizesinde neler olmuştu öyle? Sahi neler oldu? İrlandalı ve İngiliz yoksullar tam olarak neyi çözdüler? Bugün, İrlanda Cumhuriyeti’nde yapılan anketlerde insanlar adanın neden hala parçalı olduğunu ve birleşmesi gerektiğini söylüyor? İrlandaca (Gaelige) nasıl İngilizce’ye yenildi ve insanlar kendi diline yabancılaştı?  İrlanda anadilini, ruhunu ve geleceğini anlaşmalarla nasıl kaybetti? Neden yoksul İrlandalılar bu anlaşmayı "Hayırsız Cuma" olarak adlandırıyor? Tüm bu sorular liberallerin gürültüsü altında değersizleştiriliyor ve İrlanda barışı mucizevi bir çözüm gibi yoksul halklarımızın karşısına sunuluyor. İngiltere, tüm bu tozun dumanın arasında önemli deneyimlerini taraflarla paylaşıyor. Türkiye’de sürece dair yaşananları kavrayabilmek kolay değil, YouTube sağ olsun her kafadan bir ses çıkıyor. Kimsenin esaslı bir iş yapacağı da yok gibi görünüyor. Gazeteci Hasan Cemal, bir önceki süreçte Kandil’e gitmiş ve Murat Karayılan ile röportaj yapmıştı. Hasan Cemal’in görüşlerine katılıp katılmamak değil buradaki sorun. Şu anda gazetecilerin Kandil’e gidip sürece dair kamuoyunu bilgilendiremiyor oluşu çok büyük bir sorun. Hatta buna İmralı da dahil edilmeli. Ancak bu paradigma yoksulların cephesinden bakan birisi için olmazsa olmaz gibi görünüyor. Yoksulların, birbirine kırdırılan halkların bilgi edinme hakkı satrancın karşı iki cephesinde olanların pek umurunda değilmiş gibi görünüyor. Kamuoyunun böylesine karartıldığı bir ortamda Türkiye’ye ilişkin bir şeyler söylemek çok zor. Ancak İrlanda ekseninden bir şeyler söylemek gerekirse, liberallerin ağızlarından düşürmedikleri barış ve demokrasi mucizesine inanmayın. İnsanlar ölmüyor, kan dökülmüyor diye trajedi son bulmuyor ve halklar sonsuz özgürlüğe kavuşmuyor. Emperyalistlerin zorla getireceği barıştan kimseye hayır gelmeyeceğini mevcut örneklere bakarak akıldan çıkarmamak gerekiyor. Emperyalizmin barışı, temelde sömürücü sınıfların çıkar birliğine dayanır ve gelecekte bu çıkarlar çatışırsa ya da ezilenler başını kaldırmaya kalkarsa, silahlar tekrar gömüldükleri yerden çıkabilir.  

1Böylece Hazal Güven’in sunduğu ve Nevzat Evrim Önal’ın konuk olarak katıldığı “Herkes İçin Ekonomi” programına küçük bir katıda bulunabiliriz. Tarihte eşitlikçi toplum yapılarını henüz tam olarak terk etmemiş (barbar) kavimlerle, kölelik düzenine "profesyonel" olarak geçmiş olan sınıflı toplumlar çok sık karşı karşıya gelmişlerdir. Britanya adası bu bakımdan çok zengindir. Sınıflı toplumları barbarlarla yaşanılan karşılaşmada şok eden şey savaşçı kadınların varlığı olmuştur. Orta Çağ’a kadar uzanan bu korku cadı histerisinin yayılmasına ve paganizmle nihai hesaplaşmaya kadar varmıştır. “Medeniyetin” barbarlara karşı savaşı aynı zamanda kadının ev içinde tutsak alınması ve köleleştirilmesi savaşı da olmuştur. 

2İnalcık, Halil (2020). Fatih Sultan Mehemmed Han. İstanbul: İş Bankası Yayınları 

                                                    /././ 

TÜSİAD, AKP ve grev hakkı -Yusuf Yıldız-

İşçi sınıfının nazarında, AKP’nin TÜSİAD’a verdiği gözdağı kardeşler arasındaki bir yastık savaşından öteye gitmemeli, bunun ötesinde bir anlam yüklenmemelidir. Türkiye’de emekçilerin TÜSİAD’a değil, onu karşısına almaya ihtiyacı var.

Son günlerde gündemde olan AKP-TÜSİAD gerginliği, bazı kendini bilmezleri Türkiye’de “devrimci sınıfın” burjuvazi olduğunu söylemeye kadar götürdü. Daha kötüsü ise bu kadar radikal olmamakla birlikte pek çok kişinin iktidar ile TÜSİAD arasında taban tabana zıt, çözülmez çelişkiler bulunduğunu, TÜSİAD’ın veya içindeki bazı sermaye gruplarının laiklik gibi temel başlıklarda AKP’ye gerçek bir muhalefet sergilediğini düşünmesi.

İzlenecek yol haritasına dair kimi zaman oldukça sertleşen tartışmalar yaşanabilir. Yine de TÜSİAD’ın temsil ettiği sınıfsal çıkarlar ile AKP’nin ya da seleflerinin programları arasında esaslı bir çelişki yok. Brecht’in dediği, zaman zaman “itişseler, didişseler” de Türkiye’de on milyonlarca emekçinin haklarını gasp etme girişimlerine dair temel bir anlaşmazlık yaşamadılar, yaşamıyorlar. Geride kalan hafta boyunca soL Haber Portalı’nda söz konusu ortaklığın pek çok sacayağı anlatıldı. Bu yazıda, işçi sınıfının en temel haklarından biri olan grev hakkı bağlamında sermaye ile iktidar tarafından “beraber yürünen yolu” kısaca ortaya koyacağız.

1980’lere dek Türkiye'de grev hakkı

1925 tarihli Takrir-i Sükun yasası ile hali hazırda oldukça cılız olan grev ve diğer işçi örgütlenmeleri neredeyse tamamen durdu. 1931’de yapılan CHP Kongresi’nde “Türkiye Cumhuriyeti halkının ayrı ayrı sınıflardan mürekkep olmadığı” ve “sınıf mücadelesi yerine içtimai nizam ve tesanüt temin etmeyi amaçladığı” ileri sürülüyordu. Nitekim beş yıl sonrasında yasalaşan İş Kanunu, devlet tarafından ihya edilen ulusal burjuvazinin minnettar olduğu bu grev yasağını resmi hale getirecekti.

Türkiye’de işçi örgütlenmelerinin ve hak mücadelesinin yükselişi ile özdeşleşen 1960’lı yıllar, grev hakkının sıkça kullanımına da sahne olmuştur. Kavel Direnişi’nin de büyük etkisiyle, Sendikalar Kanunu ile 1963 yılında grev hakkı resmen tanınmıştır. Sermaye sınıfının temsilcileri ve kimi zaman doğrudan patronlarınca bu “işçi mezalimini” bitirmesi adına devletin üst kademelerine yazılan mektupların damgasını vurduğu bu dönemde, işçi örgütlenmeleri toplumun kılcal damarlarına doğru yayılmakta ve her geçen yıl güçlenerek devam etmekteydi. Biraz netleştirmek gerekirse, 1972 yılında Maliye Bakanlığı verilerine göre Türkiye’de 122 grev yaşanmış ve toplam 660 bin iş günü grevde geçmişti. 1980 yılında ise yine aynı kaynak uyarınca 220 kez greve gidilmiş, bu kez yaklaşık 4,3 milyon iş günü greve “kurban gitmişti”.

Yazının devamında grev hakkına yapılan müdahalelerin kimi noktaları açıklanmaya çalışılırken akılda tutulması gereken husus, tüm bu patron dostu yasaların 12 Eylül ile başlayıp AKP ile arşa çıktığı ve sürecin tamamında TÜSİAD ile iktidarların kol kola yürümüş olduğudur.

Toplu İş Sözleşmesi ve grev hakkı

6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nda, grev hakkının da temelini teşkil eden Toplu İş Sözleşmesi (TİS) için hangi sendikaların yetkili olacağına dair hükümler bulunmaktadır. 41. madde doğrultusunda, ilgili işkolunun ülke çapında yüzde 1’ine denk gelen sayıda üyesi olmayan sendikalar, diğer kriterlere bakılmaksızın bu haktan yoksun bırakılmaktadır. Bunu sağlayan sendikaların, işyerinde başvuru tarihinde çalışan işçilerin yarıdan fazlasını, işletmede ise yüzde kırkını üye yapması gerekiyor ki TİS imzalama hakkını haiz olsun. Geçtiğimiz ay yayınlanan verilere göre yüzlerce, hatta binlerce üyesi olan pek çok sendikanın yüzde 1’i sağlayamadığı görülüyor.

Pek çok işkolunun kendi içinde de farklı meslek gruplarına ve sektörlere ayrılmasına rağmen bütünsel bir oranlama yapılarak limitin yükseltilmesi, Ali Cengiz oyunlarından bir tanesi. En önemlisi ise spesifik bir işyerinde gerekli örgütlülüğü sağlayan sendikanın neden aynı zamanda ulusal çapta yüzde 1 gibi yüksek bir orana ulaşması gerektiği muğlak. Örgütlenme özgürlüğüne, sendikal haklara ve TİS olanağına, burjuva hukukunun normlarını dahi hiçe sayarak el atan bu uygulamaları mahkum eden pek çok yargı kararı da bulunuyor. AİHM tarafından TİS hakkının vurgulandığı Demir ve Baykara v. Türkiye kararı bunların en önemlilerinden bir tanesi. Fakat kararın üzerinden onlarca yıl geçse de Türkiye’de milyonlarca işçi TİS hakkına sahip değil.

Anayasa’nın “Grev Hakkı ve Lokavt” başlıklı 54. maddesi şöyle başlamaktadır: “Toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında, uyuşmazlık çıkması halinde işçiler grev hakkına sahiptirler. Bu hakkın kullanılmasının ve işverenin lokavta başvurmasının usul ve şartları ile kapsam ve istisnaları kanunla düzenlenir.”

Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nda grev hakkı, TİS görüşmelerinde uyuşmazlık yaşanmasının yanı sıra, “işçilerin ekonomik ve sosyal durumları ile çalışma şartlarını korumak veya geliştirmek amacıyla” sınırlanmıştır. Zikredilen amaçların dışında kalan gerekçelerle grev yapılması durumunda kanun dışı grev söz konusu olacak ve yasal güvencelerden faydanılamayacaktır. Bunun başlı başına bir baskı unsuru olduğu, dünyanın pek çok yerinde grev hakkının bu minvalde bir amaç sınırlamasına tabi tutulmadığı belirtilmelidir. İşçilerin siyasi saiklerle grev yaptığı, hatta kimi yasa tasarılarına veya iktidarların bazı yaklaşımlarına karşı genel greve gidildiği görülmektedir. Ülkemizde ise bahsedilen oldukça dar pencerenin dışındaki her nevi grev kanun dışı sayılmıştır.

Üstüne üstlük, usuli zorluklar getirilerek işçilerin grev hakkını kullanması fiilen engellenmektedir. Öncesinde toplu görüşme ve arabuluculuk aşamalarının tamamlanması, grev kararının süresi içerisinde alınması ve notere tevdi edilmesi gibi unsurlardan herhangi birinin tam olarak yerine getirilmemesi dahi kanuni grev niteliğini ortadan kaldırmaktadır. Böylelikle yasal güvencelerden yararlanılmasının önüne set çekilmektedir. Unutulmamalıdır ki işçilerin çoğu kez grev sürecini yürütmesi, ekonomik olarak zorluk yaratmaktadır. Bahsi geçen usuli şartlar ile grevlerin işçiler için sürdürülebilir olmaktan çıkması, pes etmeye zorlanmaları amaçlanmakta ve ne yazık ki pek çok örnekte bu sonuca varılmaktadır.

En son Birleşik Metal-İş Sendikası üyesi işçiler greve gitmiş ve 5 işletmede de süreç kazanımla sonuçlanmıştı.

Grev yasakları ve 'erteleme' sebepleri

Yukarıda yer verilen Anayasa madde 54’ün devamındaki 4 ve 5. fıkralar şu şekildedir: “Grev ve lokavtın yasaklanabileceği veya ertelenebileceği haller ve işyerleri kanunla düzenlenir. Grev ve lokavtın yasaklandığı hallerde veya ertelendiği durumlarda ertelemenin sonunda, uyuşmazlık Yüksek Hakem Kurulunca çözülür. Uyuşmazlığın her safhasında taraflar da anlaşarak Yüksek Hakem Kuruluna başvurabilir. Yüksek Hakem Kurulunun kararları kesindir ve toplu iş sözleşmesi hükmündedir.”

Bu kapsamda, Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun 62. maddesi, grevin kategorik olarak yasaklandığı sektörleri düzenler. Bankacılık ve şehir içi toplu taşıma hizmetleri de bu maddede yer almakta iken AYM kararı ile kaldırılmıştır. Ancak hali hazırda yine de oldukça geniş bir kapsamın tayin edildiği görülmektedir.

“Can ve mal kurtarma işlerinde; cenaze işlerinde ve mezarlıklarda; şehir şebeke suyu, elektrik, doğal gaz, petrol üretimi, tasfiyesi ve dağıtımı ile nafta veya doğalgazdan başlayan petrokimya işlerinde; Millî Savunma Bakanlığı ile Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığınca doğrudan işletilen işyerlerinde; kamu kuruluşlarınca yürütülen itfaiye ve hastanelerde grev ve lokavt yapılamaz.”

Adı geçen Kanun’un 63. maddesi ise grevlerin ertelenmesi için bir dayanak teşkil etmektedir. Grevin 60 gün ertelenmesine dair yetki, “genel sağlığı ve milli güvenliği bozucu nitelikte” olması halinde Cumhurbaşkanı’na tanınmaktadır. (Kanunla düzenlenmesi gereken bir hususun Cumhurbaşkanı’nın takdirine bırakılmasındaki keyfiyet kenarda dursun.) Bu sürenin sonuna dek arabulucu tarafından uyuşmazlık noktalanamazsa, akabinde grev devam edememekte ve Yüksek Hakem Kurulu (YHK) tarafından karara bağlanmaktadır. Bu yönüyle “grev ertelemesinin” fiilen bir “grev yasağı” olduğu açıktır. Pazarlık gücü çok daha yüksek taraf olan patronlar, istedikleri şartları dayatmakta ve kabul edilmemesi halinde işçiler için YHK dışında bir seçenek kalmamaktadır.  

Kanun maddesi erteleme nedenleri bakımından ucu açık bir lafzı taşıyarak, istendiği gibi yorumlanmasına olanak tanımaktadır. “Milli güvenlik” kavramının içine keyfi bir şekilde pek çok gerçek veya (genellikle yaşandığı gibi) hayali ögenin dahil edilebileceği ortadadır. Nitekim, AKP iktidarında tam 21 grev “ertelenirken” bunların yarıdan fazlası 2016 sonrasında yaşanmıştır. Grev hakkı gasp edilen işçi sayısı toplamda yaklaşık 200 bin. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun 2024 raporuna göre, dünyada işçilerin en kötü şartlarda çalıştığı 10 ülkeden biri Türkiye. 1980’den bu yana devam eden hak gaspları bu dönemde zirveye ulaştı.

AKP, kimi zaman tüm berraklığı ile dillendirmekten çekinmedikleri şekilde, OHAL yasalarını ve artık olağan dönemin olağanüstü yasalarına dönüşen iş mevzuatını patronların vekili sıfatıyla işçilere karşı kullanıyor.

Patronların grev kırma hakkı

Kanun’un 68. maddesi uyarınca “İşveren, kanuni bir grev veya lokavt süresince, 67 nci madde hükmü gereğince iş sözleşmeleri askıda kalan işçilerin yerine, sürekli ya da geçici olarak başka işçi alamaz veya başkalarını çalıştıramaz". Devamında ise “Greve katılmayan veya katılmaktan vazgeçen işçiler, ancak kendi işlerinde çalıştırılabilir. Bu işçilere, greve katılan işçilerin işleri yaptırılamaz" şeklindeki düzenleme yer alıyor.

Gel gelelim, fiilen görmeye alışık olduğumuz üzere patronlar, işçilerin yasal haklarını kullanmasına olanak vermemek için her yolu deniyor. Aynı bölgenin halkından başka işçiler almak, direnen emekçilerin destek bulacağı kitle ile karşı karşıya gelmesini de sağladığı için bir taşla iki kuş vurmak anlamına geliyor. Öte yandan, grevi kırmak için bulunan yöntemler sınır tanımıyor. Geçtiğimiz yıl Lezita grevinin hemen başında Hindistan’dan getirilen işçilerin çalıştırıldığını hatırlıyoruz.

Greve katılmayan ve bu sayede patronun “gözüne gireceğini” uman işçilerin ise yarım kalan her türlü işe koşturulduğu sıkça görülüyor.

                                                       Lezita grevi.

Patronlar 45 yıldır gülüyor

AKP’nin nihayete erdirdiği sürecin 12 Eylül ile başladığı yukarıda belirtilmişti, tekrar hatırlatıyoruz. Nitekim, 12 Eylül’ü takiben 1984 yılına kadar grevler, toplu sözleşme ve sendikal faaliyetler tamamen yasaklı hale getirilmişti. Dahası, kanun dışı grevlere katılanlar, ve devam edenler ile “siyasi amaçlı grev veya lokavt, genel grev veya lokavt, dayanışma grevi veya lokavtı ile işyeri işgali, işi yavaşlatma, verimi düşürme ve üretimi aksatacak nitelikteki her türlü direnişlere katılanlar” hakkında hapis cezasına hükmedilmekte idi. Bu dönemde sendikal faaliyetler tamamen denetim altına alınmış ve dar anlamda birer meslek örgütüne çevrilmişti.

1984 yılında özel sektörde sadece bir eylem yapılmış iken bu sayı 1987’de 303’e çıkmıştır. NETAŞ Grevi’nin yarattığı büyük etki, 1980 yılından sonra ilk kez ulusal çapta bir gündem yaratabilmiştir. 1989 ise işçi sınıfının silkinip yeniden ayağa kalktığı yıllardan biri olarak bilinmektedir. Gel gelelim, bu dönemden başlayarak grevlerin yapılamadığı veya fiilen bir anlam ifade etmediği, zira YHK’nin son tahlilde grev hakkını gasp ettiği görülmektedir. Böyle olunca, grev dışı çeşitli eylemlerin (iş yavaşlatma, toplu viziteye çıkma, fazla mesaiyi toplu halde terk etme vb.) izi sürülmüştür.

1980’lerin sonu ve 1990’ların başı genel anlamda Türkiye işçi sınıfının güçlendiği bir dönem olmuştu. 1990-95 arasında toplam 605 bin işçi greve katılmış, 14 milyon iş günü grevde geçmişti. 1984-2013 arasındaki yaklaşık 30 yılda toplam 809 bin işçinin greve katıldığı ve 25 milyon iş gününün grevde geçtiği düşünülürse, bunun ne kadar büyük bir sıçrama olduğu anlaşılır. 1990’lı yıllar tekrar siyasal grevlerin yapılabildiği, çeşitli işyeri işgallerinin ortaya çıktığı, özelleştirmelere karşı işçi direnişlerinin görüldüğü yıllar olmuştur. Bu yönüyle 1990’lar, Türkiye işçi sınıfının 1980 sonrası patronları en çok titrettiği dönemdir. Akabinde gelen AKP döneminin Türkiye’de grevlerin akıbeti bakımından nasıl bir tablo ortaya çıkardığını ise genel hatları ile yukarıda ifade etmeye çalışmıştık.

Tüm bu dönüşüm sürecinin bir tesadüf eseri olmadığı, 12 Eylül gelmeden buralara giden planlamaların 24 Ocak Kararları ile yapıldığı açıktır. Türkiye’nin en büyük patron örgütü olan TÜSİAD’ın da bu kararların arkasında durduğu hiçbir zaman bir sır olmamıştır. Kâr oranları muazzam derecede artmış, grevsiz geçen yıllarda işçilerin hak gasplarına dur diyecek olanakları daralmıştır. Netice itibariyle TÜSİAD başta olmak üzere Türkiye burjuvazisi, bu dönüşümden en çok nemalananlar olduğu da itiraza kapalıdır.

Kimi zaman mülga Sendikalar Kanunu ile Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’ndaki işçi lehine değişikliklere karşı açıkça görüş verdiler, patronların bunu kabul edemeyeceğini vurguladılar. Kimi zaman böyle aleni bir şekilde dillendirmemekle birlikte kapalı kapılar ardında istediklerini aldılar. Ancak TÜSİAD’ın işçi düşmanlığı ve bu düşmanlıkta iktidarlar ile ortaklaşması hiç değişmedi.

Grev karşıtı yasalarda, yüksek kâr oranlarında, emeğin aldığı payın tedricen düşürülmesinde her zaman mutabık kaldılar. Ayrıca, TÜSİAD da duracağı yeri her zaman bildi. Son kertede aynı sınıfsal çıkarların peşinde olduklarını ve Erdoğan hükümetinin büyük burjuvazi ile asli bir derdi olmadığını asla unutmadı. Sözgelimi, 2021’de yaşanan döviz krizine dair eleştirileri bu şekilde AKP tarafından verilen bir ayar ile noktalanmıştı. Zira bazı fikir ayrılıkları yaşansa da Erdoğan’ın önderliğinde kurulan yeni “12 Eylül Cumhuriyeti”nin kendileri için ne kadar büyük bir nimet olduğunun farkındalar. TÜSİAD, 45 yıldır gülüyor.

İşçi sınıfının nazarında, AKP’nin TÜSİAD’a verdiği gözdağı kardeşler arasındaki bir yastık savaşından öteye gitmemeli, bunun ötesinde bir anlam yüklenmemelidir. Türkiye’de emekçilerin TÜSİAD’a değil, onu karşısına almaya ihtiyacı var.

                                                          /././

Bir tutam uzun, sarı saç -Nevzat Evrim Önal-

Sayısız güzellik yaratmış, daha sayısız güzellik de yaratabilecek bir halk, emperyalist güçler arasındaki çekişmede böyle sefil ve ziyan oldu. Kim bilir bir daha ne zaman tekrar ayakları üzerine doğrulur ve onurunu kuşanır.

Aralarında sıklet farkı olsa da “büyük” adamların birbirlerini yemelerini seyrederken, akmakta olan tarihten ziyade kurulmuş bir perdede bize seyrettirilen kurmacayı izliyoruz. Bu perde gerçek insanların öyküsünü yansıtmıyor, saklıyor ve daha önemlisi, çarpıtıyor.

Bu bağlamda, Ukrayna halkının gerçek öyküsüne tesadüf eseri bir satır arasında rast geldim. Sosyal medyada önüme düşen bir kısa videoda, insandan ziyade çizgi roman karakterlerini andırmaya başlamış bir Hollywood dişisi, bir de erkeği, aralarında birbirlerine dair iğneleyici ve komik yorum yapma oyunu oynuyor. Bu sırada, dişi olanın saçları hakkında şöyle bir şaka yapılıyor: “O kadar sahteler ki, bir teli bir cinayet mahallinde bulunsa, suç Ukraynalı bir kızın üzerine kalır.”

Kısaca araştırdım ve gördüm ki, internette kadınlardan saçlarını satın alan ve dünyaya pazarlayan bir sürü şirket var, Ukrayna da bu konuda başı çekiyor. Aklıma yıllar önce Forbes dergisinde yayınlanmış olan “bırakınız insanlar organlarını satabilsinler” başlıklı makale1 geldi. Adı batasıca Hollywood ünlüleri, şakasını yaptıkları şeyin işaret ettiği olguların ne kadar vahim olduğunun farkında bile değiller, ya da umurlarında değil.

Emperyalist rekabetin Ukrayna halkına ne yaptığı Zelenskiy alçağının Trump ve Vance alçağından yediği azarda değil, bu “detay”da saklı işte.

***

Oysa salt perdede oynayana bakarsanız, baktığınız kamera açısına göre şu iki senaryodan birini izlersiniz:

(1) Yoksul ve güzel ülkesini güçlü ve saldırgan komşusuna ezdirmemeye çalışan, güvendiği bir güçlü müttefik ülkenin başına geçmiş güç manyağı ve hain adam tarafından ortada bırakılan biçare ama onurlu liderin trajedisi.

(2) Ülkesinin kendisinden önceki basiretsiz başkanının yanlış politikaları yüzünden dünya savaşının eşiğine gelmiş dünyayı bu tehlikeden kurtarmaya çalışan, bunun için de dünyanın ikinci büyük nükleer gücüne karşı mayın eşeği olarak kullanılan küçük ülke hödüğünün tasmasını çekmeye çalışan bilge dünya liderinin haklı öfkesi.

Bu senaryolardan ikisi de aynı gerçeğe bakan uydurmalar. Bir emperyalist egemen “barış istiyorum” diye bağırıyorsa, başka nasıl bir savaş çıkartmak için barış istediğini, güçlerini nereden nereye kaydırmayı hesapladığını düşünmek gerekir. Trump Rusya’nın tatmin olacağı bir barış istiyor, çünkü (alçak olduğu ama aptal olmadığı için) Çin’e karşı başlatacağı ve pekâlâ sıcak savaşa dönüşebilecek basıncın, Rusya’nın en azından tarafsız kalmadığı durumda ABD’nin lehine sonuçlanmasının imkânsız olduğunu görüyor. Zelenskiy ise Rusya’nın tatmin olmayacağı (dolayısıyla olanaksız) bir barış yapılmasını istiyor gibi görünüyor çünkü tek çaresi mevcut düşük yoğunluklu çatışma durumunun sürmesi; zira Ukrayna’nın (en azından kâğıt üzerinde) parçalanmamasının ve kendisinin de hayatta kalmasının tek yolu bu görünüyor.

1991 yılına kadar Sovyetler Birliği’nin eşit ve onurlu bir üyesi olarak varlığını sürdüren Ukrayna’nın çürüme ve büyük güçlerin elinde oyuncak olmayla geçen otuz beş yıllık “bağımsızlık” tarihinin varıp geldiği nokta bu. Bu ülke, insanlığa uzayın kapılarını açan Sergey Korolyov’u, tarihte en fazla faşist mıhlamış kadın keskin nişancı Lüdmila Pavliçenko’yu, ömrümde gördüğüm en güzel portreleri yapan İlya Repin’i, on sekiz yıl boyunca Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin genel sekreterliğini yapmış Leonid Brejnev’i, halen dünyada en fazla olimpiyat madalyasına sahip olan kadın sporcu rekorunu elinde tutan Larisa Latınina’yı ve daha nice kıymetli insanı çıkartmıştı. Son otuz beş yılda ise kimi Rusya kimi Batı yanlısı ama her biri diğerinden daha yolsuz politikacılardan başka neredeyse hiçbir Ukraynalı dünyada bahis konusu olmuyor.

Bir de ismi değil ama şirketi çok konuşulan Leonid Radvinskiy var. Çeşitli porno sitelerinin yanında kendi kurmadığı ancak kurulmuş halde satın aldığı, günümüzün toplumsal çürümesinin sembollerinden biri olan OnlyFans’ın sahibi.

***

Sayısız güzellik yaratmış, daha sayısız güzellik de yaratabilecek bir halk, emperyalist güçler arasındaki çekişmede böyle sefil ve ziyan oldu. Kim bilir bir daha ne zaman tekrar ayakları üzerine doğrulur ve onurunu kuşanır.

Bundan kuşkusuz çıkartılacak dersler var.

Emperyalist dünyada bugün gelinen noktada, herkes herkesle ittifak yapabiliyor ve kurduğu ittifakları bozabiliyor. Her ateşkes, her barış içinde sonraki savaşın tohumlarını taşıyor. Bir şeyin üzerine fiyat etiketi takılabiliyorsa mutlaka takılıyor, takılamıyorsa o şey ne denli kıymetli olursa olsun ayaklar altına alınıyor. Toplumları bir arada tutan en temel ahlaki değerler hiç edildi ve bunların yerine, despotların ellerinde ideolojik sopa olarak salladığı gerici, dinsel dogmalar geçirildi. Fuhuş ve pornografi serbest bırakılıyor, kürtaj yasaklanıyor.

Her halk kendisini bu gözü dönmüş, ahlaksız yağmacılıktan korumak zorunda. Biz de. 

Türkiye NATO’dan çıkmalı. Türkiye, Avrupa Birliği üyeliği gündemini kapatmalı. Türkiye, emperyalist güçler arasındaki dengeleri istismar edip bundan çıkar sağlamaya yönelik maceralara atılmayı bırakmalı. Türkiye halkı, böyle maceralara pek meraklı politikacıları da, bu maceralardan para kazanan kapitalistleri de sırtından atmalı ve ülkesinden def etmeli.

Emperyalizmin çürümüş dünyasında metalaştırılmış her değer gibi kadın bedeni ve kadının cinselliği de yağma konusu oluyor. Ne var ki bu yağma sadece işgalci askerler ya da insan kaçakçıları tarafından gerçekleştirilmiyor. İnsanların bir yanda yoksul ve çaresiz bırakıldığı, diğer yanda tutunacakları toplumsal onur ve ahlakın yok edildiği günümüzde, kaba tecavüzün yerini alan (ya da en azından ona alternatif olarak işleyen) bir sürü “ahlaksız teklif” biçimi var ve böylelikle yağma, “rıza” kisvesine bürünüyor.

Bu yıl, 8 Mart eylemlerine giderken, bunlar da olsun aklımızda.

1“Let People Sell Their Organs”, Forbes, 14.12.2015, https://www.forbes.com/sites/realspin/2015/12/14/sell-organs

                                                                           /././

(soL)

                                     


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -6 Mart 2025-

  Kaybettiniz -Arif Nacaroğlu- Etmediğinizi bırakmadınız. Akbelen’de ormanını, yaşamını korumaya, yüzlerce yıldır yaşadığı köyünü üç, beş do...