soL "Köşebaşı+Gündem" -3 Mart 2025-

PKK Marksist bir örgüt müydü?-Anıl Çınar-

Ulusal kurtuluşçuluk, adı üzerinde, her zaman “ulusçuluğu” en tepeye yerleştirir. Bu, işçi sınıfının iktidarının değil ulusal bir bakış açısının merkeze koyulduğu PKK için de geçerlidir.

Teori, program, strateji ve taktik olarak yüzyılın reel-sosyalist sistem gerçeğinin ağır etkisinde kalmıştır. 1990’larda reel-sosyalizmin iç nedenlerle çöküşü ve ülkede kimlik inkarının çözülüşü, ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler, PKK’nin anlam yoksunluğuna ve aşırı tekrara yol açmıştır. Dolayısıyla ömrünü benzerleri gibi tamamlamış ve feshini gerekli kılmıştır.

Öcalan çağrısının tefsiriyle işimiz yok. Yukarıdaki satırların ilettiği mesaj gayet açık. Hatta bu mesajı en özlü şekilde ifade edenlerden biri de Altan Tan oldu:  

Öcalan, ‘Bizim sosyalist, Marksist, arkaik (bu benim tabirim tabii) ideolojimizin, dünya değerlendirmemizin dönemi geçti. Doğruydu, yanlıştı, o gün öyle yola çıktık ama bunun miadı, geçerliliği, son kullanma tarihi 35 sene evvel bitti’ diyor. Bu çok önemli.1

Altan Tan, o geleneğin sağını temsil edenlerden bir olarak son derece uyanıktı ama yalnız değildi. İsimleri tek tek saymaya gerek yok, içinde iktidara yakın isimlerin de olduğu bir toplam bu işe iştahla saldırdı: “PKK Marksist ve sosyalist bir örgüt” idi, geçmişte olup bitenler işte bu ideolojinin ve Sovyetler Birliği’nde cisimleşen sosyalizmin günahıydı.

Oysa ki PKK ne 1974-78 aralığındaki ilk hamlelerinde ne 1984’ün Eruh’unda ne 1995’teki 5. Kongresinde bayrağındaki orak çekici kaldırdığında ne 1999 sonrasında anarşist Bookchin’in fikir babalığında “demokratik konfederalizm”i benimsediğinde ne 2010’larda “demokratik özerklik” tartışılırken ne de bugün bütün bu geçmişin yükü “eski sosyalist günlere” atılırken Marksist bir örgüttü.

PKK daha en başından beri, hatta Öcalan’ın 78’de kaleme aldığı şekliyle önce “ulusal kurtuluşçu” bir hareketti.

“Reel-sosyalist sistem gerçeğinin ağır etkisi” denilen şey son derece doğruydu ancak tam tersi açıdan. PKK hiçbir zaman marksist-sosyalist bir örgüt olmamıştı. Ancak, “benzerleri” gibi, o dönemde ulusal kurtuluş programıyla yola çıkan örgütlerin kaçamayacağı, daha doğrusu “kaçırmak istemeyeceği” bir meşruiyet alanında filizlenmişti. Sovyetler Birliği’nin varlığıydı bu alanı yaratan.

Zaten zamansal olarak da mükemmel bir biçimde örtüşüyordu. Nitekim Sovyetler Birliği’nin yokluğunda bu ideolojik kılıfa sığınmanın bir anlamı kalmayacaktı: PKK, Sovyetler Birliği’nin çözülüşüne çok yakın bir dönemeçte kurulmuştu, sosyalizm zırhının 90’ların ilk yarısında atılması da çok uzun sürmemişti.

Aslında bu mesele 70’lerin çok öncesinde başlamıştı…

20. yüzyıla bir sosyalist devrim damgasını vurmuştu. Dünya 1918-1925 ve 1939-1970 aralıklarında iki kez yeniden şekillenmişti. Ulusal demokratik hareketlerin yerleştiği düzlem sosyalizmin dünyadaki bu atılımlarıyla çok yakından ilgiliydi. “Ulusal sorun” bu şekillenmenin ürünüydü.

Öte yandan bütün bu gelişmeler ihtiyatın elden kolayca bırakılabileceği gelişmelerdi.

Öncelikle, 1917 ile 2. Dünya Savaşı arasındaki dönemeçte Avrupa bir pat alanıydı. Sosyalizm Avrupa’da ilerleyememekte ancak Sovyet Rusya da geri püskürtülememekteydi. Bu dönem Sovyetler’in Güneyinden sıkıştırılması dönemeci oldu.

Türkiye, İran, Hindistan, Afganistan, Çin… Bütün bu ülkelerdeki demokratik süreçler Sovyetler’in yumuşak karnına yüklenme ile Sovyetlerin başta İngilizler olmak üzere eski emperyalizmin sömürgeciliğine darbe vurma çekişmesinin ürünüdür.

Bu bir realitedir ancak bütün bu olan bitenlerde sapla samanı ayırmak kimilerince zorlaşmıştır.

Ulusal kurtuluş hareketlerinin sosyalizme evrilebileceği düşüncesi bir alan açmış ve bu alanı en geç ve en geniş biçimde değerlendiren ya da istismar eden örneklerden biri PKK olmuştu.

Yani ulusal sorunlara ulusal çözüm arama stratejisini “sosyalizm” ve hatta “Marksizm” olarak pazarlama olanağı ortaya çıkmıştır.

Oysa ki Marksizmin alametifarikası sosyalist devrimden başka bir şey değildir. Marksizm daha kuruluşundan beri, onu diğer bütün akımlardan ayıran bir şeyi odağına yerleştirmiştir: Marksizm bir işçi sınıfı sosyalizmidir, bilimsel sosyalizmdir ve Marksizm devlet iktidarını ele geçirmenin, kapitalizmi yıkmanın ve sosyalizmi kurmanın teorisidir.

Dolayısıyla Marksizm kapitalizmin ortaya çıkardığı sorunlar toplamına hiyerarşik biçimde yaklaşır, kendisine bağlar ve indirgeyicidir. O hiyerarşinin tepesinde de sosyalist devrim bulunur.

Ulusal kurtuluşçuluğun sosyalizan tonlar taşıması ise pragmatiktir. Ulusal kurtuluşçuluk, adı üzerinde, her zaman “ulusçuluğu” en tepeye yerleştirir. Bu, işçi sınıfının iktidarının değil ulusal bir bakış açısının merkeze koyulduğu PKK için de geçerlidir. Dolayısıyla ne şekilde telaffuz edilirse edilsin, söz konusu program özünde milliyetçi bir perspektife sahiptir.

Üstelik bunu yıllar öncesinde Öcalan’ın kendisi de defalarca söylemiştir. "Ben, Kürt halkının kurtuluşunu, yükselişini, başka yol görmediğim için, sosyalizme yöneldim”2 derken de bunu anlatmaktadır.

Bu bahiste, uzunca bir dönem, ulusal kurtuluşun neden sosyalist devrimin önünde gerçekleşmesi gereken bir adım olduğunu işitip duruyorduk. Şimdi bu kılıfın da bir işe yaramadığının günah çıkarırcasına anlatıldığı bir dönemeci yaşıyoruz.

Ama geçmişin sorumluluğunu devrimcilere ve sosyalizme atma uyanıklığına karşı şerbetliyiz. Liberalizmle iç içe geçmiş bir milliyetçilikle, ABD ya da İsrail ile müttefiklikle Marksizmin hiçbir alakası olmadığını, gerektiğinde daha yüksek sesle söylemesini biliriz.

1.Independent Türkçe, 1 Mart 2025,  https://www.indyturk.com/node/754600/türki̇yeden-sesler/öcalanın-açıklaması

2.Yalçın Küçük, Kürt Bahçesinde Sözleşi, Başak Yayınları, s.55, 1993.

                                                        /././

Batı cephesinde kimi yeni şeyler -Engin Solakoğlu-

Avrupa’da açık açık Fransa, Almanya, B. Britanya, Türkiye ve (geriye kaldığı kadarıyla) Ukrayna’nın oluşturacağı bir askeri işbirliği/ittifak girişiminin mümkün olup olamayacağı tartışılıyor.

Asimetri hayatın farklı alanlarında kullanılan bir sözcük. Biz bunu dış politikada daha çok güç dengesizliğine işaret etmek için kullanıyoruz. İki devlet arasında kurulan ilişki bir tarafın diğerine kıyasla katbekat daha güçlü olması halinde asimetrik diye tanımlanıyor.

Bu hafta iki ülke veya liderleri arasındaki asimetrik ilişkinin nelere yol açabileceğini hep birlikte izledik. Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski destek almak için gittiği Beyaz Saray’da milyarların önünde azarlandı. O görüntüleri izlerken üzüldüğümü itiraf etmem gerek.

Üzülmemin iki sebebi vardı. Birincisi sanırım eski bir diplomat olmamdan kaynaklanıyor. Benim öğrendiğim diplomasi, aradaki ilişkinin niteliği ne olursa olsun, taraflar arasında asgari bir nezaketin korunmasını öngörürdü. Ya da en azından kamuya açık alanda belirli bir seviyenin tutturulması beklenirdi. Trump-Zelenski-Vance triosunun milyarlar önünde sergiledikleri manzara bu yüzden şoke ediciydi. Demek ki o devrin geride kaldığını ve yeni bir barbarlık çağının başladığını kabullenmek durumundayız. İkinci sebep ise Ukrayna-Rusya savaşında Zelenski’yi failden ziyade maşa olarak görmem. O fırçayı başından beri savaşın sürmesi için elinden geleni ardına koymayan Britanya’nın başbakanlarından biri veya Biden-Harris-Blinken üçlüsü yeseydi hiç üzülmezdim. Hele kamuflaj ceketli Alman Dışişleri Bakanı Baerbock o odadan sopayla kovalansa manzara tadından yenmez hale gelirdi.

Şaka bir yana, ABD ve Batı sermayesinin gazıyla ülkesinin beşerî ve maddi kaynaklarını anlamsız bir savaşla tüketmeye kalkışan Zelenski’nin kameralar karşısında içine düşürüldüğü  durum ibret vericiydi. Ancak daha da ibret verici olan, Beyaz Saray’ın kapısından kovulan Ukraynalı liderin, bacadan girebilmek için yaptığı özür açıklamasıydı. Olayın yaşandığı dakikaların hemen ardından “liberal” düzenin siyasetçi ve akıl hocaları sosyal medyadan tavsiye yağdırmaya başlamışlardı esasen.  Bu ekip Zelenski’ye “aman alttan al, ABD’ye şükran borçlu olduğunu söyle, sen yoksan çok eksiğiz de” önerilerini sıralamışlardı. Ukraynalı lider de birkaç saat içinde bu tavsiyeleri harfiyen uygulayan bir açıklama yaptı. Bu son hareket Trump’ın fikrini değiştirir mi bilinmez ama liderlik yeteneği kendi ülkesinde sorgulanan Zelenski’nin şimdiden savaş ve yıkımla özdeşleşmiş siyasi kariyeri açısından parlak sonuçlar doğurmayacağı kesin.

Zelenski’nin başına gelenleri özetleyen kimi atasözleri ve deyimlerimiz mevcut ancak düşene bir kez daha vurmayalım en iyisi. Burada görmemiz gereken nokta siyasi liderlerin başka ülkelerin iradelerine değil, sadece kendi halklarına güvenerek adım atmaları gerektiğidir sanırım.

ABD’nin bu yeni döneminde eskiden farklı birçok unsur mevcut. Bunlardan bir tanesi ırkçı ve faşist milyarder Elon Musk’ın belirleyici statüsü hiç kuşkusuz. Bunu daha önce yazdığım için üzerinde çok durmayacağım.

İkinci farklılık ise Başkan Yardımcısı Vance’in üstlendiği rolle ilgili. ABD siyasetini yakından izleyenler bilirler. Başkan Yardımcılığı pozisyonu ABD’de bir tür yedek oyunculuk görevidir. Başkan sağ olduğu sürece, Başkan Yardımcısı’nın işlevi bir nevi hayır işlerinde boy göstermekle sınırlıdır. Başkan Yardımcısı, çok gerekmedikçe içerikli diplomatik temaslarda bulunmaz, siyasi deklarasyonlar yapmaz. Deyim yerindeyse “elini” pek göstermez. En fazla, K. Harris örneğinde gördüğümüz gibi, Başkanın yeniden aday olamayacağı beklenmedik bir durumda hazır aday olarak sahaya sürülür.

Oysa Vance’in son bir buçuk aydır verdiği görüntü çok değişik. Münih Konferansı'na katılıp Avrupalı liderleri sigaya çekmesinden tutun, Trump’ın görüşmelerine doğrudan katılmasına ve Zelenski görüşmesinde tanık olduğumuz gibi doğrudan söze karışmasına kadar bir dizi alışılmadık davranış sergiliyor. Bunun ardında yatan sebebin ne olacağına dair kafa yormakta yarar var. Aklıma ilk gelen olasılık Trump’ın akli denge veya bir başka sebeple çok da uzak olmayan bir gelecekte devreden çıkma ihtimalinin ABD’yi yönetenlerce ciddiye alındığı. Bunu izleyip göreceğiz.

Kavganın aktörlerinden biraz uzaklaşıp içeriğine dönersek, Avrupa’da üç yaklaşımın çarpıştığını söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi ne yapıp edip ABD’yi Ukrayna gemisinde tutmak için uğraşanlar. İngiltere, Hollanda gibi ülkeler ve NATO elbette bunların başında geliyorlar. Zelenski’ye “boyun eğ ve yağcılığa devam et” diyenler de bunlar. Bu takım bence gerçekçi davranıyor. ABD’siz bu işin yürümeyeceğinin farkında. “Er Zelenski”yi bir şekilde kurtarıp savaş yolunda devam etmek istiyor. İkinci grubun başını Fransa çekiyor. Fırsattan istifade Avrupa’yı görece özerk bir askeri/siyasi güç haline getirebilmenin derdindeler. Almanya’nın yeni Hıristiyan Demokrat Başbakanı Merz’in ilk açıklamaları da bu görüşe yakın olduğunu gösteriyor. Üçüncü grup ise Trump öncesinde de Ukrayna-Rusya savaşının yükünden kurtulmak gerektiğini düşünürken şimdi bu yöndeki cesareti daha artan Macaristan ve Slovakya. ABD’nin Ukrayna’da savaşı bitirme yönündeki tutumu sürerse bu grubun safları daha da kalabalıklaşabilir.

İkinci yaklaşımı biraz açalım. Zira Türkiye’yi de ilgilendiriyor. Fransa bu opsiyonu daha cazip kılmak için sahip olduğu nükleer güç kartını da oynamaktan çekinmiyor. Paris, nükleer gücünü bütün Avrupa’yı koruyabilecek, hatta Ukrayna’ya da güvence sağlayabilecek şekilde masaya koyabileceğini ileri sürüyor. Bu ne derece gerçekçi? Rakibin/düşmanın Rusya olduğu noktasından hareket edersek salt Fransa’nın nükleer silah kapasitesi caydırıcı olmaktan uzak. Bununla birlikte B. Britanya’nın da bu toplama eklemlenmesi caydırıcılığı artırabilir. Burada bir parantez açalım. B. Britanya AB’den çıktıktan sonra iki ülke arasında pek çok siyasi ve ticari gerilim yaşandı ama Paris ve Londra arasındaki askeri işbirliği hiç hız kesmedi. Nitekim al yanaklı Başbakan Starmer, daha bugün Fransa’yla “Avrupa’da güvenliği artırmak amacı taşıyan” bir plan üzerinde çalıştıklarını duyurdu. Parantezi kapatalım.

Bu ikinci grubun kullanmak istediği kartlardan biri de Türkiye’yle askeri yakınlaşma.  Bu gruba yön verenler, büyük ihtimalle, Türkiye’nin insan gücünün ötesinde artık dikkate alınması gereken bir silah sanayiine sahip olduğu düşüncesinden hareket ediyorlar.

Uzun yıllardır çeşitli platformlarda Türkiye’yle itişen Fransa şimdilerde askeri işbirliğini geliştirme yolları arıyor. Son olarak Türkiye’ye havadan havaya “Meteor” füzeleri satışı gündeme geldi. Hatta Yunanistan bunu şiddetle protesto etti ve Fransa’dan satışı iptal etmesini istedi. Macron ise bunu reddetti. Trieste Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler hocalığı yapan İtalyan Profesör F. Donelli Fransa’nın kararının Ukrayna meselesinde yaşanan gelişmelerle ilgisi bulunduğunu ileri sürüyor. Donelli, Ukrayna krizinden sonra, Türkiye’nin Avrupalılar tarafından “en faydalı olabilecek” müttefik olarak görüldüğünü de belirtiyor. İtalyan akademisyenin telaffuz ettiği “fayda” kavramının Türkiye halkı açısından savaş ve daha çok yoksulluk anlamına geldiğini bilmek için ise Uluslararası İlişkiler profesörü olmak gerekmiyor hiç kuşkusuz.

Bu kısmı toparlarsak, Avrupa’da açık açık Fransa, Almanya, B. Britanya, Türkiye ve (geriye kaldığı kadarıyla) Ukrayna’nın oluşturacağı bir askeri işbirliği/ittifak girişiminin mümkün olup olamayacağı tartışılıyor. Diğer ülkeleri bir kenara bırakıp kendi kümesimize odaklanalım. Akepe Türkiyesi bu topa girebilir mi? Daha da önemlisi, girdikten sonra sakatlanmadan çıkabilir mi? Ankara, ABD ile Suriye bağlantılı ve PKK, YPG, PYD, SDG gibi üç harfli sorunlarını, B. Britanya’nın da yardımıyla çözerse eli böylesi bir ittifakta yer alacak ölçüde rahatlar mı? Soruya kesin yanıt vermek güç olsa da en azından deneyebileceğini düşünebiliriz. Kaldı ki, iktidar ömrünü uzatmayı hayati önemde gören yapılar için süreç sonuçtan kıymetlidir. 

Diğer yandan, yukarıda üç başlık altında özetlemeye çalıştığım bölünmüşlük manzarası ikinci yaklaşımın başarı şansının çok yüksek olmadığını gösteriyor. Avrupa’nın ABD ile bir süre pazarlık etme gücü var ama pazarlığı Fransa ve Almanya’nın istediği ölçüde avantajlı bir sonuçla kapatma ihtimali yok. ABD şayet Ukrayna savaşının sona ermesi gerektiğine karar verirse Rusya bugüne dek ele geçirmiş olduğu toprakları cebine koyar gider. Sonuçta Ukrayna ile ABD arasındaki ölçüde olmasa da Avrupa ve ABD arasında da bir güç asimetrisi mevcuttur.

Yine de bu denklemde unutulmaması gereken unsur ABD’nin kesin kararının henüz alınmamış olduğu ve Trump/Vance/Musk üçlüsünün, ABD içinden gelecek baskılar sebebiyle fikir değiştirme olasılığının bulunduğudur.

                                                        /././

Hanım hanımcık Ülker Abla -Ayşe Süzük-

Avazım çıktığı kadar “Biz başka bir âlem isteriz!” diye haykırasım var. Çünkü bitmiyorlar, çünkü üstüme üstüme geliyorlar iskambil kâğıtlarından askerler gibi. Öldürmeye, incitmeye, parçalamaya çalışıyorlar. 

Üstümde bir kötümserlik var. Yaygın grip ya da soğuk algınlığından mustarip olmam nedeniyle olabilir. Yazı, hayat ve hastalık derdi uyutmadı gece beni, belki ateşin etkisiyle hayaller sözlere, planlar kısıtlılıklara karıştı, öyle mi yapsam, böyle mi yapsam döngüsü üstüme üstüme gelip beni hem heyecanlandırdı hem de huzursuzlandırdı. Böyle ateşlendiğim zamanlarda çok eskiye, çocukluğuma giderim. Bir anı hiç peşimi bırakmaz. İlkokul zamanları, üç ya da dördüncü sınıf olmalıyım. Hastalanmışım, öğretmen de eve göndermiş. O zamanlar, biz dünyalılar okullarımızdan eve yürüyerek gelirdik. Annem babam kendi okullarında… Ben başka okulda, bizimle aynı okula gelirsen yüzlenirsin, şımarırsın hesabı, bu yüzden… Uzatmayayım, kapıyı açan anneannemi görünce ağlamaya başladım çok fenayım, öleceğim herhalde diye. Anısı güzel anneannem, öyle kolay ölünmeyeceğine ikna etti ve beni yatırdı hâliyle. Ateşten üstüme üstüme gelen iskambil kâğıtları bir türlü rahat bırakmadı ama beni. Fazla doz kitap okuyan çocuklarda olduğu gibi kâbuslarıma Alice karışmış demek. 

İşte hasta olan her insan gibi küser huylu, kırılgan bir hâlde benim eski iskambilleri hatırlayarak ve bolca öyle mi olsun böyle mi olsun diye aynı döngüde çember çizip dururken Ülker Abla’nın1 sığındığı hastane koridorları karıştı bu kez de işin içine. Sonuçta bu kaçıp kovalamaca dehlizlerinde uyku tutmayan bir gecenin ardından gözlerim gölgelenmiş, benzim sararmış ve nikbinlik ziyadesiyle avuçlarımın içinden uçup bambaşka bir evrene gitmiş olabilir.

Zelenskiy, Büyük Birader’den azar yemiş (yaranmak ve yamalanmaya çalışmak zor zanaat ne de olsa, düşmanıma bile dilemem), Türkiye çok önemli bir dönemeçten geçiyormuş (geçmediği bir dönem var mı?) Sivas Katliamı katilleri bırakılmış (ciğerimiz yanıyor, insanlık suçu olmasına rağmen zamanaşımı dediler), MESEM’de yolsuzluk soruşturmasından 20 kişi tutuklanmış (of kaç öğrenciyi yediler?), işçiler yine derdest edilmiş haklarını aradıkları için (suskunluk). Ben çok sıkıldım. Bu ve benzeri bir dolu haber denizinde boğulurken avazım çıktığı kadar “Biz başka bir âlem isteriz!” diye haykırasım var. Çünkü bitmiyorlar, çünkü üstüme üstüme geliyorlar iskambil kâğıtlarından askerler gibi. Öldürmeye, incitmeye, parçalamaya çalışıyorlar. 

Tam haberlere bakmayı bırakacakken bir yazı göz kırptı, işte o! Kar Yağması Bizi Neden Heyecanlandırır? İşte, insanın içini titreten, gülümseten, iyicilliğini besleyen, en yakınındakine sarılmak isteği ve sessizce ağlama hissi uyandıran bir yazı. Yazıya eşlik eden gülümseyen insan yüzleri, sade, yalın, tertemiz ve o âna adanmış… “Biz bu işi yaparız” duygusu geldi işte, atla deveyle değil a dostlar, bir gülümsemeyle, kar sevincine karışan mizahla, çocukça ağız dolusu şeker gibi neşeyle…

Durdum, insan tuhaf bir varlık diye düşünüyorum bu kez de. Umudu örmesi, iyi hissetmesi ne kadar da kolay aslında… Bir kartopuna, bir kardan adama, bir havuca, bir çift kömür parçasına, kitabi yapacaksak da bir atkı ve bir bereye bakıyor hepi topu…

Ülker Abla nasılsa atkıyı, hadi bir de bereyi örer mesela diye düşünüyorum. Bu büyülü gerçekliğe roman kahramanları da karışıyor. Kar temizliyor her şeyi. Karabasanı çamaşır sularıyla siliyor Ülker Abla. (Abla dediğime bakmayın muhtemelen benden küçüktür. Elimde kafa kâğıdı yok ama küçüktür, küçüktür. Abla demesi kendine bir bekâret kemeri kuşansın diye bu erkek egemen düzende. Öyle ya kadın kısmısı abla olunca, yaşlanınca, cinselliğini perdeleyince, nene olunca, yaşlanınca, “kuruduğu” varsayılınca pek öyle ilişilmiyor kendisine ve dahi saygı görmeyi hak ediyor tekinsizlik ormanındaki zebanilerden.). Baştan aşağıya gerçek, baştan aşağıya ironik, baştan aşağıya keskin, açtığı kapılarla, davet ettiği dehlizlerle, bakmaya zorladığı kibrimizle, Froyd’a Lakan’a ve aslında hepimize acı bir nanik yapan Ülker Abla. Ben bu 8 Mart’ı sana armağan etmek istiyorum müsaaden olursa.  Kar sevincine benzer bir ince, iğreti bir gülümseme ile kalbimi sıkıştıran bir yas arasında bırakarak beni evire çevire dövdüğünden ötürü belki. Usanmak yok diyeyim kendime sonra da şu sözü iliştireyim, dalga geçme Ülken Abla ama:

Aydın ülkesinin ve dünyanın sistemini kuşbakışı görebilecek biçimde bilinçlidir. Toplumun nereden gelip nereye gittiğini görür ve süreci etkilemeyi ve toplumu dönüştürmeyi doğal sayar.

“Dayanmanın yarısı delirmek…” ise beri gel örgü örelim. Beri gel tüm dünyayı temizleyelim. Beri gel bu 8 Mart’ta dünyayı yerinden oynatalım. Kadınlar birlik olsa…

1.Seray Şahiner, Ülker Abla, Everest Yayınları.

                                                                         /././

Niğde’de maden işçileri direnişte: Taşeron firma 150 işçiyi işten çıkarıyor-Özkan Öztaş-

Niğde Ulukışla’da taşeron firma 150 madenciyi işten çıkardı, işçiler şantiye girişini kapatarak direnişe geçti: 'Haklarımızı sonuna kadar savunacağız!'(https://haber.sol.org.tr/haber/nigdede-maden-iscileri-direniste-taseron-firma-150-isciyi-isten-cikariyor-396492)

                                                                 ***
(soL)

                         

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -3 Mart 2025-

TÜİK şubat ayı enflasyon verilerini açıkladı: Yıllık yüzde 39,05; aylık yüzde 2,27 Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre şubatta yıllık ...