RTÜK: Genel bakış -Ali Rıza Aydın-
RTÜK de yönetemiyor, siyasal iktidarın yönetemediği gibi. Yönetmek değil, ele geçirmek, sömürmek peşindeler. Devletiyle hukukuyla aynı yolun yolcuları…
Geçen hafta “RTÜK girişi” yazısında özetle değindiğim RTÜK yasasına ilişkin Anayasa Mahkemesi iptal kararı, bu kararı aşmak için RTÜK oluşumunun Anayasaya yerleştirilme girişimi, Cumhurbaşkanının bu girişimi geri göndermesine karşın aynen kabul edilerek Anayasa değişikliğine gidilmesi üzerine kaygı ve saptamaların yaşama geçtiği; radyo, televizyon ve isteğe bağlı yayın hizmetlerinden muhalif olarak görülenlerin baskı altında tutulmasının Anayasada yer alan bir “kurul” ile dayatıldığı durumla karşı karşıyayız.
Kurul’un oluşumu, TBMM’deki seçim yöntemi, görev ve yetkileri, uygulamadaki sapmalar gibi biçimsellikler bir yana, anayasal bütünsellik dışına çıkan, uymak zorunda olduğu hak ve özgürlükleri tanımayan durumu ayrıntılarıyla incelemek elbette gerekli.
Ancak bu gereklilik içinde bulunduğumuz ekonomik, siyasal ve toplumsal ilişkilerden soyutlanarak yerine getirildiğinde kimi gerçekler perdelenmiş oluyor.
Örneğin bir ya da birkaç milletvekili transferiyle Meclisteki siyasi partilere göre üye dağılımının RTÜK üzerinden okunması elbette bir saptama. Ama bu saptamaya takılıp kalındığında siyasal kayganlığın ve kaypaklığın, genel oy hakkına ihanetin, Meclisteki birden çok siyasi partiye karşın tek siyasete yoğunlaşmanın, düzen siyasetiyle halkın nasıl kandırıldığının, emekçilerin sınıfsal savaşımlarının nasıl kırılmaya kalkışıldığının, eklenecek daha birçok konunun üstü örtülmüş oluyor.
Haberleşme, bilgilendirme, iletişim, haber verme ve alma… Ne denirse densin, bunlara ilişkin Anayasada, ulusal yasalarda ya da insan hakları evrensel belgelerinde yer alan hükümler ne kadar sıralanırsa sıralansın sınıfsal analiz yapıldığında, enformasyon ve iletişimde ulusal ve uluslararası güç ilişkileri değerlendirildiğinde kurallara uyan, insan hak ve özgürlüklerine özen gösteren bir RTÜK olsa dahi sorunları çözmeye yetmiyor.
Güç ilişkileri konusunda sözü değerli hocamız ve yazarımız Gamze Yücesan Özdemir’e bırakarak kimi sorularla konuyu devam edelim.
İletişim bir toplumsal denetim aracı olduğu halde üzerindeki söz ve karar sahipliği kimlerin elinde? Piyasa dediğimiz ulusal ya da uluslararası dünyada rekabet esas ise bireysel ya da toplumsal hak ve özgürlüklerin bu rekabet ortamında yeri ne? Piyasa üzerinden analiz yapmak konuyu çözmeye yetiyor mu?
Kapitalizmin, emperyalizmin egemenliğinin ve gereksinmelerinin iletişime etkisi ne? Radyo ve televizyonların ve konumuz olan RTÜK’nin ekonomi politiği ne?
Düşünceyi açıklama, yayma, basın yayın, haber verme ve alma hak ve özgürlükleri diye yazılıp söylenilenlerin, sömürücülerin egemenliği karşısında nasıl eritildiğini gösteren organizasyonlardan biri RTÜK.
Her ne kadar Mecliste gurubu bulunan siyasi partiler arasında paylaşım yapılarak demokratiklik görüntüsü verilmeye kalkışılsa da sermaye iktidarının ve siyasal iktidarın düzenleyicisi ve denetleyicisi RTÜK. Düzen içi alanda denge gibi gözüküyor ama siyasal iktidarın sözcüsü ve gözcüsü olarak çalışıyor. Üstüne yaptırım gücüyle “zor” kullanmayı da ekliyor.
Sınıfsallığın derin olarak yaşandığı ve uzlaşmaz çelişkilerin kolayca eritildiği bir dünya enformasyon ve iletişim. Sermaye sınıfının elinde olması, kimi gazete ve televizyonların aynı patronların sahipliğinde aydınların, sanatçıların, emekçilerin yayın organı gibi piyasaya sunulması hem piyasayı elde tutmanın hem de halkı susturup uyutmanın aracı. Bu düzenin bir ayağı RTÜK.
Birçok konuda olduğu gibi RTÜK konusunda da hukuk devletine çağrı yapılırken, hukukun üstünlüğü vurgulanırken ekonomik, siyasal ve toplumsal ilişkilerin ele alındığı analizler yapılmadan bir çeşit fetişizm üzerinden hareket ediliyor. Her üretim tarzının kendi hukukunu, kurumunu yaratacağı gerçeği göz ardı ediliyor. Bu gerçek yok sayılarak yapılan hukuk çağrıları boşlukta kalıyor. Hukukun bir çeşit sahteleşmesinin ve baskı aracı olarak kullanılmasının önlenememesi de aynı boşluğun ürünü.
RTÜK de yönetemiyor, siyasal iktidarın yönetemediği gibi. Yönetmek değil, ele geçirmek, sömürmek peşindeler. Devletiyle hukukuyla aynı yolun yolcuları…
/././
Hapislikten işsizliğe gazetecilik -Atilla Özsever-
Halen 18 gazeteci cezaevinde bulunurken basın çalışanlarının diğer önemli sorunları da işsizlik, düşük ücret ve örgütsüzlük olarak sıralanabilir. Her üç gazeteciden biri, 30 bin liranın altında maaş alıyor. Basın çalışanlarının yüzde 87’si ise, örgütsüz…
Ülkemizde gazetecilerin, daha genel tanımıyla medya çalışanlarının çok ciddi sorunları bulunuyor. Bir yandan “Tek adam rejimi”nin baskıcı tutumu, gazetecilerin yazdıkları, konuştukları nedeniyle soruşturmaya uğrayıp gözaltına alınması, tutuklanması diğer yandan
Dezenformasyon Yasası, Siber Güvenlik Yasası gibi kanunlarla ifade özgürlüğünün kısıtlanıp yine hapis cezası ile karşılaşmaları önemli sorunları oluşturuyor.
Bu siyasal baskıların yanı sıra medya çalışanlarının ekonomik, sosyal sorunları da “diz boyu” denebilir. Düşük ücretler, ağır çalışma koşulları, işyeri kapanmaları, işsizlik, istihdam olanaklarının çok sınırlı olması, basın çalışanlarını tam anlamıyla bir cendere altına alıyor.
Gazetecilerin haklarının korunması için gerekli olan sendikal örgütlülüğün ise, son derece zayıf bulunması da diğer önemli bir sorun…
18 gazeteci hapiste
Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın (TGS) verilerine göre, halen 18 gazeteci ve medya çalışanı cezaevinde bulunuyor. Son olarak; yasal bir kuruluş olan Halkların Demokratik Kongresi (HDK) soruşturması kapsamında Ercüment Akdeniz, Elif Akgül ve Yıldız Tar gibi gazeteciler de 21 Şubat 2025 tarihinden itibaren bu yana cezaevinde tutuluyor.
Gazeteci İsmail Saymaz da, 12 yıl önceki Gezi olayları nedeniyle haber yaptığı gerekçesiyle 21 Mart 2025 tarihinden itibaren ev hapsinde bulunuyor. Halk TV Genel Yayın Yönetmeni Suat Toktaş, 34 gün hapiste kalıp 4 Mart 2025’te tahliye olmuştu.
Türk-İş üyesi TGS Genel Başkanı Gökhan Durmuş ve DİSK Basın-İş Genel Başkanı Turgut Dedeoğlu ile gazetecilerin sorunlarını konuştuk. TGS Başkanı Gökhan Durmuş, gazetecilerin siyasal baskılara maruz kalmalarının yanı sıra ekonomik ve sosyal anlamda da çok zor koşulları altında yaşadıklarını söyledi.
TGS Genel Başkanı Durmuş, özellikle internet gazetelerinin ekonomik nedenlerle güç duruma düşmesi nedeniyle Kasım 2024 ile Şubat 2025 ayları arasında 200’e yakın basın çalışanın işsiz kaldığını ifade etti.
İşsizlik büyük sorun
TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) gerçekleri yansıtmayan istihdam verilerine göre ülke genelindeki işsizlik oranı yüzde 9 dolayında iken basın sektöründeki işsizlik yüzde 20’leri aşıyor.
TGS verilerine göre, medya sektöründeki işsizlik oranı yüzde 24. TGS Başkanı Durmuş, internet haberciliği yapan sitelerin Google’dan elde ettikleri reklam gelirlerinde önemli ölçüde düşüşler olduğunu belirtti. Durmuş, bu konudaki gelişmeleri şöyle özetledi:
“Google’ın algoritma değişikliği yapması sonucu, internet sitelerindeki haberlerin tıklanma oranlarında çok önemli düşüşler gerçekleşti. Örneğin 8 milyonluk tıklama sayısı 800 bine kadar düştü.
Bu arada bu tür haber sitelerinin ve ulusal ya da yerel küçük ölçekli gazetelerin Basın İlan Kurumu ilanlarındaki azalma nedeniyle de gelirlerinde büyük kayıplar oldu. Keza kimi haber siteleri, proje odaklı çalıştığı için proje gelirlerindeki düşmeler de bu medya kuruluşlarının küçülmesine, işten çıkarmalara sebebiyet veriyor.”
Haber sitelerinde kapanmaTGS Genel Başkanı Gökhan Durmuş
TGS Genel Başkanı Gökhan Durmuş, önemli bir haber sitesi olan Gazete Duvar’ın da Google’ın reklamları ve Basın İlan Kurumu ilanlarındaki ciddi düşüşler nedeniyle 12 Mart 2025 tarihinde kapandığını söyledi.
TGS Başkanı Durmuş, Gazete Duvar’da çalışanların sendikalı olduğunu ve toplu sözleşme yaptıklarını belirterek işyerinin kapanması sonucu işsiz kalan 60 kişinin haklarıyla ilgili işverenle görüşmelerin sürdüğünü bildirdi.
Duvar çalışanlarının aktardığına göre, kıdem ve ihbar tazminatlarında taksitli bir ödemenin söz konusu olacağı ancak iki aylık kapanma tazminatı, izin parası gibi konularda ise sorun yaşandığını ifade edildi. Sendika yönetimi, bu sorunların da görüşüldüğünü kaydetti.
Öte yandan Şubat 2025’te kapanan kimi haber sitelerinde geçmiş maaşların ödenmediği gibi ihbar ve kıdem tazminatı alacaklarının da ödenmesinde ciddi sorunlar yaşandığı belirtiliyor.
RTÜK cezaları
Bağımsız ya da muhalif olarak ifade edilen medya kuruluşlarının da RTÜK’ün (Radyo Televizyon Üst Kurulu) büyük miktarlara ulaşan para cezalarıyla karşı karşıya olduğu ifade ediliyor.
Halk TV, Tele-1 ve Sözcü TV’ye yüksek miktarda para cezaları verildiği gibi Sözcü TV, 10 gün süreyle karartma cezası ile de karşı karşıya kaldı. Zaten zor koşullarda yaşayan bu “muhalif” televizyon kanallarının ekonomik yönden de “çökertilmesi” amaçlanıyor.
Bu arada 19 Mart 2025 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren “Siber Güvenlik Yasası” da gazetecilerin haber faaliyetine ciddi kısıtlama ve sansür getiriyor.
Gazeteci, yasaya göre “algı oluşturma” iddiasıyla haber kaynağından elde ettiği bilgileri bulundurduğu ve Siber Güvenlik Başkanlığı’nın talebi üzerine (haber kaynağının gizliliği ilkesi çerçevesinde) vermemesi halinde 5 yıla kadar hapis cezası ile karşı karşıya kalabilecek.
18 Ekim 2022’e yürürlüğe giren “Dezenformasyon Yasası”nda da “halka yanıltıcı bilgi ve haber veren” gazeteci 3 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılıyor. Görüldüğü üzere
Dezenformasyon Yasası’ndan sonra ikinci bir sansür yasası olarak Siber Güvenlik Yasası da, gazeteci açısından ceza daha da artırılarak yürürlüğe girmiş oldu.
Sendikalaşma çok zayıf
Çalışma Bakanlığı Ocak 2025 işkolu istatistiklerine göre; Basın-Yayın ve Gazetecilik İşkolunda 96 bin 711 kişi çalışıyor. Bu işkolundaki gazetecilerin ancak 12 bin 666’sı sendika üyesi. Yani basın çalışanlarının sendikalaşma oranı, yüzde 13. Gazetecilerin yüzde 87’si sendikal örgütlenmeden yoksun bulunuyor.
Bir sendikanın toplu sözleşme yapabilmesi için o işkolundaki yüzde 1 barajını ve işyerindeki yüzde 50 artı 1 barajını da geçmesi gerekiyor. Yüzde 1’lik işkolu barajını geçen sendikalar şöyle:
Türk-İş’e bağlı Basın-İş: Üye sayısı, 2.400, oranı yüzde 2.49. Yine Türk-İş üyesi TGS: Üye sayısı 1.975, oranı yüzde 2,05. DİSK Basın-İş: Üye sayısı 1.004, oranı yüzde 1,04. Hak-İş üyesi Medya-İş: Üye sayısı 7.277, oranı yüzde 7,53. Barajı geçemeyen sendikaların da ayrıca 10 üyesi var.
Türkiye genelinde yaklaşık 17 milyon çalışanın 2.5 milyonu, yani yüzde 15’i sendika üyesi. Gazetecilerin örgütlenmesi, bu oranın da altında. Keza işkolu barajı nedeniyle ülke çapında toplu sözleşmeden yararlananların oranı ise yüzde 7 dolayında bulunuyor.
TGS Başkanı Gökhan Durmuş, 2.000 civarında üyeleri bulunmasına rağmen toplu sözleşme hakkından ancak 500 gazetecinin yararlanabildiğini söyledi. Durmuş, “Öte yandan gazetecinin sınıf ve örgütlenme bilinci çok zayıf. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ile ilgili son Maltepe mitingine sendikamız üyesi üç kişiyle katıldık. Oysa İBB Medya AŞ’de 150 üye arkadaşımız çalışıyordu”.
30 bin liranın altında
DİSK Basın-İş’in son araştırmasına göre de, her üç basın çalışanından biri 30 bin TL’nin altında maaş alıyor. Açlık sınırına yakın bir düzeyde yaşamını sürdürmeye çalışan gazeteciler, özellikle büyük kentlerde kira giderlerini dahi karşılayamaz durumda bulunuyor.
DİSK Basın-İş Sendikası’nın Mart 2025 tarihli “Basın Çalışanları Taban Ücret Araştırması”, 65 farklı medya kuruluşunda çalışan 125 basın emekçisinin katılımıyla yapıldı. Araştırmada, sektördeki ağır çalışma koşullarını ve düşük ücret politikalarını gözler önüne serildi.
Rapora göre; sektördeki maaş ortalaması 39.656 TL olup bu rakam asgari ücretin (22.104 TL) iki katına dahi ulaşamıyor. Öte yandan basın çalışanlarının yalnızca yüzde 5’i yoksulluk sınırının üzerinde ücret alıyor. Şubat 2025 yılı için hesaplanan yoksulluk sınırı 75.973 TL idi.
5 yıl deneyimi olan basın emekçileri bile 33.526 TL ortalama maaş ile büyük kentlerde barınma maliyetlerini karşılamakta zorlanıyor.
İşten atılan gazeteci
DİSK Basın-İş’in Genel Başkanı Turgut Dedeoğlu
Son araştırmayı yapan DİSK Basın-İş’in Genel Başkanı Turgut Dedeoğlu, daha önce 40 bin lira düzeyinde aylık bir ücret alan gazetecinin işten çıkarılıp yeni bir işe girmesi halinde asgari ücret düzeyinde işe başladığını söyledi.
Basın-İş Başkanı Turgut Dedeoğlu, kimi küçük işyerlerinde ve yerel gazetelerde de asgari ücret düzeyinde maaş ödenmesine rağmen çalışanlara o ücretin dahi bir kısmının geri iadesinin istendiğini belirtti.
Basın-İş Başkanı Dedeoğlu, RTÜK cezalarıyla muhalif kanalların ve gazetecilerin faaliyetlerine giderek son verilmesine çalışıldığını, yüksek cezalar nedeniyle bu televizyon kuruluşlarının da işçi çıkarmak durumunda kaldığını ifade etti.
Turgut Dedeoğlu, gazetecilerin öncelikle “sınıf bilinci”ne sahip olması gerektiğini belirterek “Arkadaşlarımız ne yazık ki kendisini işçi olarak görmüyor. Sendikal örgütlenmeye de sıcak bakmıyor. Oysa 1961’de 212 sayılı yasayla haklar kazanılırken yazı işleri müdürleri mücadelenin başını çekmiş, muhabirlere örnek olmuşlardı. Şimdi her düzeyde bir geri gidiş var”.
DİSK Basın-İş’in talepleri
DİSK Basın-İş Araştırması’nda gazetecilerin talepleri şöyle sıralındı:
1-Taban ücret uygulaması: Asgari ücret yerine mesleğe yeni başlayan bir basın emekçisinin kazandığı aylık ücret, asgari ücretin en az iki katı olmalı.
2- Deneyime göre ücret artışı: Her basın emekçisi, her yıl asgari ücret artışı kadar zam almalı. Ayrıca, her yıl için yüzde 3 deneyim farkı ve aynı iş yerinde geçirilen her yıl için yüzde 5 kıdem zammı uygulanmalı.
3- Toplu taşıma ücretsiz olmalı: Basın emekçilerinin kurum kartlarına, tüm şehirlerde toplu taşıma araçlarında ücretsiz geçiş hakkı tanınmalı.
4- Saha harcırahı: Sahada çalışan gazetecilere günlük en az 750 TL saha harcırahı ödenmeli.
5- Büyükşehirlerde ek destek: Büyükşehirlerde çalışan basın emekçilerine yaşam maliyetlerindeki artış göz önüne alınarak yüzde 25 büyükşehir tazminatı eklenmeli.
6- Sendikal haklar güçlendirilmeli: Basın sektöründe örgütlenmenin önündeki engeller kaldırılmalı, basın emekçilerinin sendikal hakları korunmalı ve genişletilmeli.
/././
Depremzedeler aylarca karanlıkta kaldı, haber yapan gazeteci etkinlikten kovuldu: 'Elektrik sayacı 4 günde takıldı'-Özkan Öztaş-
Hatay'da TOKİ'nin yaptığı evlere aylarca elektrik bağlanmadı, konuyu haber yapan gazeteci Vali'nin müdahalesiyle toplantıdan çıkarıldı. 6 aydır çözülmeyen sayaç sorunu, haber takibiyle 4 günde çözüldü.
6 Şubat 2023 tarihli depremlerin akabinde Hatay'ın birçok ilçesinde olduğu gibi Altınözü'nde de çok sayıda bina yıkıldı. Toplu Konut İdaresi Başkanlığı'nın (TOKİ) aylar süren inşaat çalışmalarının ardından "Köy Evleri Projesi" olarak duyurulan konutların teslim edilmeye başladığı duyurulmuştu. Ancak sorunlar bitmedi. Teslimi geciken konutlarda elektrik bağlantısının yapılmadığı anlaşıldı. Köylüler aylardır elektriksiz.
Haber yapan gazeteci tehdit edildi: 'Görüşmeyeceksiniz'
Konuyu kamuoyuna taşıyan kişi Hataylı gazeteci Mustafa Dilek oldu. Her gün Hatay'ın Altınözü ilçesi Kozkalesi Köy Evleri mevkiine giden Dilek, yaptığı haberlerle bölgede yaşayanların durumunu anlattı.
Gazeteci Mustafa Dilek haberleri sonrası tehdit mesajları aldı.
Köyde kendisiyle görüşen mağdurlara "Gazetecilerle görüşmeyeceksiniz" talimatı gitti.
Kozkalesi köyündeki mağduriyetin duyulması valiliğin adım atmasını sağladı ve 1 Kasım 2024 tarihinde evleri teslim edilen ve 6 aydır elektriksiz kalan depremzedelere elektrik bağlanması için gerekeli çalışmaların yapıldığı duyuruldu.
Haberi yapan gazeteciye müdahale: Vali toplantıya almadı
Gazeteci Mustafa Dilek'se valiliğin gazabından kurtulamadı. Dilek, "Kütüphaneler Haftası" etkinliğinde Vali Mustafa Masatlı tarafından alandan çıkarıldı.
Cemil Meriç İl Halk Kütüphanesi’nde düzenlenen programa davetli olarak katılan Dilek, sosyal medyadan yaptığı paylaşımda, Vali Masatlı’nın kendisine "Sen dışarı, sen buraya giremezsin" diyerek müdahale ettiğini belirtti. Onlarca şahidin olduğu olayla ilgili konuşan Dilek, "Hatay’daki sorunları gerçeklerle aktardığım ve korkusuzca eleştirdiğim için hedef alındım. Beni kovmanız, sorunları yok saymanız anlamına gelmiyor. Bu tavır, sorunlarla yüzleşmek istemediğinizi gösteriyor" ifadelerini kullandı.
Yaşananların ardından Hatay Valiliği bir açıklama yapmazken, gazetecinin gördüğü muamele sosyal medyada tepki çekti.
'Valilik habere yalan ya da yanlış demiyor ama gazeteciyi kovuyor'
Konuya dair soL'a konuşan Mustafa Dilek, yaptığı haberin arkasında durduğunu ve amacının sorunun çözülmesi adına kamu yararına gazetecilik olduğunu vurguladı.
Dilek, Vali Masatlı’nın kendisini "devlet kurumlarını kötülediği" iddiasıyla hedef aldığını, oysa 6 aydır çözülmeyen elektrik sorununun 4 günlük haber takibi sonunda çözüldüğünü belirtti.
"Dün akşam sayaç takıldı, bugün elektrik verilecek" diyen Mustafa Dilek, Büyükşehir Belediyesi'nin kendisine dönüş yapmadığını, valilik yanlısı troll hesapların sosyal medyada manipülasyon yaptığını ve hakkında "30 bin lira rüşvet istedi" gibi asılsız iddialar üretildiğini aktardı.
"Amacım mağdurların sesi olmaktı, haberi yapmasam da sorun çözülsün yeter" diyen gazeteci, "2,5 yıldır deprem mağdurlarının evlerine elektrik bağlanmamasını görmezden gelemem. Bakın önemli bir ayrıntı var. Ben gazeteciyim ve amacım haber yapmak. Ama ne için? Kamu yararı için. Depremzedelerin faydası için. Ben günlerdir telefonlarıma bir yanıt dahi alamadım. Bir kişi çıkıp da 'Ya kusura bakmayın 4 gün sonra sayaçları takacağız' deseydi yine anlardım. Ama ortada muhatap dahi yok. Şimdi haber olunca 4 günde sayaçlar takıldı. Bunu bu insanlara reva görenlere diyecek bir şey bulamıyorum" ifadelerini kullandı.
"Gazeteciliğin toplumsal denetim rolü yeniden tehdit olarak görülüyor" diyen Mustafa Dilek, adaletin sağlanması ve depremzedelerin sorunlarını çözmek için haberlerine devam edeceğini belirtti.
https://twitter.com/i/status/1909304230797582404
/././
Azınlığın despotizmi, halk iradesi, yurttaşlık mücadelesi -Fatih Yaşlı-
"Bugün seçme seçilme hakkımıza, yani siyaset yapma hakkımıza yönelik seçimsizleştirme saldırısıyla, ekmeğimize ve emeğimize yönelik saldırı arasında doğrudan bir ilişki var."
Yurttaşlık Antik Yunan’dan bugüne asla basitçe aynı yurt üzerinde yaşamaktan ibaret olmadı; esas mesele seçme ve seçilme, yani siyasal yönetime katılma hakkıydı, dolayısıyla yurttaş olmak siyaset yapma hakkıyla ilgiliydi, yurttaş siyaset yapma hakkına sahip olan kişi demekti.
Egemen sınıflar bu hakkı hep mülkiyetle ilişkilendirdiler; ancak mülk sahipleri, yani kendileri siyaset yapma hakkına sahip olabilir, ancak onlar yönetebilirdi ve bu hak hep onların tekelinde kalmalıydı; mülksüz sınıflar ise bu hakka sahip olmak için binlerce yıl boyunca mücadele ettiler ve önemli kazanımlar elde ettiler.
Yani bugün seçme-seçilme, siyasal yönetime katılma hakkının ötesine geçip sosyal hakları da kapsayan yurttaşlığın kendisi de sınıf mücadelelerin bir neticesiydi ve halen de yurttaşlık, olmuş bitmiş, tamamlanmış bir şey değil, yurttaş olmak üzerine verilen mücadele iki taraf açısından da devam ediyor.
Geçtiğimiz günlerde iktidar tetikçilerinden biri, TRT’nin boykotu destekleyen oyuncuları işten çıkarmasına tepki gösteren yurttaşlar için “onlar vatandaş değil azınlık, onların dediklerinin bir önemi yok” diyordu.
Yıllarca “vesayetçiler, elitler, milli irade düşmanları vs.” diye feryat ettikten sonra İslamcıların 22 yılın sonunda memleketin en az yarısını yurttaş olarak kabul etmeme noktasına gelmeleri elbette ki ibretlik.
İslamcılar bir tür iç sömürge muamelesi yaptıkları bu topraklarda, çoktan azınlığa düşmüş olmalarına rağmen, deliliği andıran bir güç zehirlenmesiyle karşılarındaki milyonları kolaylıkla yurttaşlığın dışına atmaya kalkışabiliyor, onların en temel siyasi hakları olan seçme seçilme hakkını gasp etmeye kalkışmada herhangi bir beis görmüyorlar.
Türk sağı Demokrat Parti’nin 1946’daki “Yeter söz milletindir” sloganıyla girdiği seçimden beri, kendisini milletin ve milli değerlerin asli temsilcisi olarak sundu, “milli irade”nin kendisinde cisimleştiği yönündeki anlayışı da yerleştirmeyi başardı, kendilerine oy vermeyenler ise tıpkı bugün olduğu gibi milli iradenin dışındaydılar.
Bunun gerisinde esas olarak sandıkta kazanılan başarı vardı; Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi güçlerini çoğunlukçuluktan aldılar; çoğunluğun desteğinin, yani milli iradenin kendilerine her şeyi yapma hakkı verdiğine inandılar.
Ancak meselenin bir de diğer tarafı vardı. DP, üniversite gençliği sokağa çıktığında eylemleri şiddetli bir şekilde bastırdı, basına sansür getirdi, muhalefetin seçim ittifakı yapmasını zorlaştıran yasal düzenlemeler yaptı, Tahkikat Komisyonu’nu, Vatan Cephesi’ni kurdu. Yani Menderes de tıpkı bugünküler gibi halkın bir bölümünün yurttaşlık haklarını kimi zaman resmen kimi zaman fiilen gasp ederek “seçimle gitmeme”ye oynadı ve bunun neticesi olarak “seçimsiz” gönderildi.
Demirel de siyasi hayatı boyunca hep milli iradeden bahsetti ama örneğin kendisini iktidardan indirmiş olmalarına rağmen, 12 Mart darbecilerinin yaptığı ve temel ve hak özgürlükleri kısıtlayan anayasa değişikliklerine en büyük desteği verdi. 1965-80 arası başka bir “irade”, yani toplumsal uyanışın bir sonucu olan “halk iradesi” ortaya çıkarken, temel görevi o iradenin önünü kesmekti. Hayatının sonuna kadar ilericiliğin, bağımsızlığın, laikliğin karşısında, sermayenin çıkarları adına “ılımlı” diyebileceğimiz bir gericiliği temsil etti.
Özal zaten darbeciliğin tam merkezindeydi; 12 Eylül’e giderken alınan halk ve emek düşmanı 24 Ocak Kararları’nın mimarı da oydu, darbe sonrasının ekonomi yönetiminin tepesindeki isim de. Faşizan 1982 Anayasası ile hiç derdi olmadı, işkencelere, idamlara, infazlara hiç karşı çıkmadı, demokratlığı ise Hasan Cemal’lerin, Ertuğrul Özkök’lerin övgüsüne mazhar olacak şekilde şortla askeri birlik denetlemekten ibaretti.
Ve şimdi bugün Türk sağının mirasını devralan iktidar partisi, kendisinden öncekilerin kısmen denedikleri bir şeyi tamamına erdirmeyi, seçme seçilme hakkını fiilen ortadan kaldırmayı ve böylelikle milyonların siyasal alanın dışında bırakılacakları, yani yurttaşlıktan dışlanacakları bir rejimi inşa etmeye çalışıyor.
Ancak yurttaşlığa yönelik saldırıyı sadece buraya indirgeyemeyiz; bu saldırının ekonomi-politik temelleri var ve olan biteni anlayabilmek için buraya bakmak, buraya odaklanmak gerekiyor.
Geçtiğimiz günlerde Forbes dergisi dünya milyarderler listesini yayınladı ve bu listeye Türkiye’den 35 kişi girdi. Bu 35 kişinin toplam serveti 79,5 milyar dolar ve bu servet Türkiye’nin en yoksul yüzde 50’lik kesiminin, yani 42,5 milyon kişinin toplam servetinin neredeyse üç katına tekabül ediyor.
Böylesine korkunç bir gelir dağılımı adaletsizliğinin yaşandığı yerde, 35 kişinin 42,5 milyon insanın üç katı servete sahip olduğu bir ülkede yurttaşlıktan bahsetmek mümkün olabilir mi peki?
Bugün tek tek hepimiz, şirketlerin, holdinglerin, tekellerin egemenliği adına yurttaşlıktan çıkarılıp köleleştiriliyoruz. Sadece düşük ücretlerle ve çalışma koşullarıyla değil; ödediğimiz vergilerle, özelleştirmelerle, elektrik ve doğalgaz faturalarıyla da köle, parya muamelesi görüyoruz.
Elektrik faturalarına yapılan son zamla birlikte gördük ki, cebimizden çıkan her 100 liralık elektrik bedelinin yüzde 70’i elektrik dağıtım şirketlerine gidiyor. Kamunun parasıyla kurulan elektrik santralleri, döşenen hatlar, dikilen direkler, hepsi üç kuruşa özelleştirildikten sonra şimdi bunları devralan şirketler halkı haraca kesiyor, faturalar soygun düzeninin delili olarak karşımızda duruyor.
Antik Yunan’dan 2025 Türkiye’sine uzanan yüzlerce yılın sonunda hâlâ aynı kavgayı veriyoruz. Eğer siyaset ekmeği nasıl bölüşeceğimiz sorusuna verilen yanıtsa ve yurttaşlık da siyaset yapma hakkıysa, bugün bizden ekmeğimizin neden küçüldüğü ve o ekmeği daha adil bir şekilde nasıl bölüşeceğimiz sorularını sormamız istenmiyor.
Bugün milyonlar temel yurttaşlık hakları ellerinden alınırken, sussun, ses çıkarmasın, isyan etmesin diye 300 civarında genç birer siyasi rehine misali cezaevlerinde tutuluyor, dışarıdakilere ibret olsun diye zulme maruz bırakılıyor.
Tam da bu nedenle, yeniden yurttaş olmaya dair bir irade, bir halk iradesi geliştirmeliyiz. Halk, pelteleşmiş bir yığın, amaçsız, hedefsiz bir kitle demek değildir. Halk, dışlandığı siyaset alanına dönmek ve o alanı kendisi lehine genişletmek istemeye dair bir oluş sürecidir. Mücadele ettikçe halk olunur, halk iradesi büyüdükçe yurttaşlık üzerine verdiğimiz kavga büyür.
Bugün seçme seçilme hakkımıza, yani siyaset yapma hakkımıza yönelik seçimsizleştirme saldırısıyla, ekmeğimize ve emeğimize yönelik saldırı arasında doğrudan bir ilişki var. Tam da bu nedenle azınlıkçı milli irade despotizminin karşısına, halk olmaya, yurttaşa olmaya dair bir iradeyle çıkmamız gerekiyor.
Bu irade çoğunluğun çıkarlarını azınlığın karşısında, halkın çıkarlarını holdinglerin, tekellerin çıkarları karşısında savunma iradesidir, bu irade halkın ekmeğini yine halkın adil, eşit ve kardeşçe bölüşme iradesidir. Ya bu irade kazanır ya da despotizmin karanlığı daha da koyulaşarak yoluna devam eder.
/././
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder