Hariciye'nin 105. yılı -Hasan Göğüş-
Son dönemde sınav yönetmeliğinde yapılan değişikliklerle bakanlığa girişin kolaylaştırılması, meslek dışından siyasi büyükelçi atamaları yetmezmiş gibi, bir de merkez teşkilatında kariyerden gelmeyenlerin genel müdür ve daire başkanı olarak görevlendirilmeye başlanması, Dışişleri’nin sıradanlaştırılmasının son halkası oldu

Dün Cumhuriyeti’mizin göz bebeği kurumlarından Dışişleri Bakanlığı’nın kuruluşunun 105. yılını kutladık. Bu vesileyle çoğunluğunu emekli büyükelçilerin oluşturduğu bir grup Dışişleri mensubu Anıtkabir’i ziyaretle Ata’mıza saygılarını sundu. Ne gariptir ki, dün sayıları 50 civarında olan emekli büyükelçilere tüzel kişiliği bulunmadığı gerekçesiyle resmi törenle mozoleye çelenk koyma izni verilmedi. Oysa mesela "Kanarya Sevenler Derneği” mensupları, böyle bir talepte bulunsa, mevcut mevzuat uyarınca bu hakka sahip olacakken, yıllarca farklı coğrafyalarda bayrağımızı dalgalandıran büyükelçilere bu imkanın tanınmaması da bir başka Türkiye gerçeği olsa gerek.
Kısa bir Dışişleri tarihçesi
Aslında bugün dünyada saygın bir yeri olan ve önde gelen birkaç diplomasi ekolü arasında değerlendirilen Türk Hariciyesinin 16. yüzyıla kadar uzanan 500 yıllık köklü bir geçmişi var. Osmanlı’da, Reîsü'l-küttâb müessesesi mütevazi ölçülerde dışişleri görevlerini üstlenmiş.
Dışişleri Bakanlığı’nın kuruluşuna da temel teşkil eden, 2 Mayıs 1920 tarih ve üç sayılı, "Büyük Millet Meclisi’nin İcra Vekillerinin Sureti İntihabına Dair Kanun” Atatürk döneminde kabul edilen ilk kanunlar arasında. Bu dönemdeki bir sayılı kanun ise küçükbaş hayvanlardan alınan vergileri 20 kuruşa yükselten 24 Nisan 1920 tarihli Ağnam vergisi kanunu. 28 Nisan’da Meclise sunulan Men-i Müskirat (sarhoşluk veren içkilerin yasaklanması) kanun tasarısının yasalaşması, görüş ayrılıkları nedeniyle 14 Eylül’ü bulmuş.
29 Nisan’da Hiyanet-i Vataniye kanunu kabul edilmiş. 2 Mayıs’taki "İcra Vekillerinin Sureti İntihabına Dair Kanun”la sadece Hariciye değil, "Şeriyye ve Evkaf Vekaleti”, "Sıhhiye ve Muaveneti İçtimaiye”, "Maarif”, ”Adliye ve Mezahip”, "Müdafa-i Milliye”, "Dahiliye”, "İktisat”, "Nafia”, "Maliye ve Rüsumat ve Defteri Hakani” bakanlıkları da kurulmuş.
Münhasıran dışişlerine özgü teşkilat kanunu ise, 25 Haziran 1927 tarihini taşıyor. İhale kanunundan sonra Türkiye’de en fazla değişikliğe uğrayan kanun, herhalde Dışişleri'nin teşkilat kanunu olmalı. Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren her gelen Dışişleri Bakanı, teşkilat yasasına bir el atmış, hala da atmaya devam ediyor. Geriye dönüp bakıldığında, Dışişleri Bakanlığı’nın teşkilat yapısında "reform” adı altında gerçekleştirilen değişikliklerin önemli bir bölümünün maalesef pek bir işe yaramadığını hatta bir süre sonra bazılarından geri adım atıldığını görüyoruz.
1920 yılında Ankara Valiliği’nde 3-4 kişilik, küçük bir odada çalışmaya başlayan Dışişleri Bakanlığı bugün tam sekiz ayrı binada hizmet veriyor. Yılan hikayesine dönen yeni bir Dışişleri Bakanlık binası projesi nihayet kuvveden fiile geçme aşamasına ulaşmış. Şehir merkezine 25 km uzaklıktaki Bağlıca’ da inşa edilecek yeni bina tamamlandığında bütün birimleri tek bir çatı altında toplamak mümkün olacak. Yeni hizmete alınan ek binalarda memurların topluca tek bir salonda oturduğu, "açık ofis” modeli uygulanıyor. Umarım eski doğu bloğu ülkelerini, ya da ticari bankaları anımsatan bu uygulama inşa edilecek yeni binada da devam ettirilmez.
Hariciye vekaletinin ilk birimleri "siyasi işler”, "konsolosluk işleri”, "şifre ve evrak” ile "muhtelit hukuk” işleri olmuş. TBMM hükümetinin yurt dışındaki ilk büyükelçilikleri ise Bakü, Roma, Tiflis ve Moskova’da açılmış. Ankara’ya ilk diplomatik temsilci Sovyetler Birliği tarafından gönderilmiş.
Yabancı büyükelçiliklerin İstanbul’dan Ankara’ya taşınması
Osmanlı İmparatorluğu zamanında İstanbul’da Temsilciliği bulunan ülkeler büyükelçiliklerini Ankara’ya taşımamak için uzun süre direnmişler. Batılılar, dünyanın en güzel şehrinde boğaz manzaralı saraylarını bırakıp bozkırın ortasında yeni kurulmakta olan bir şehre taşınmakta ayak sürmekte pek haksız da sayılmazlar hani.
Sefaretleri İstanbul’dan Ankara’ya çekebilmek için Adnan Menderes Hükümeti döneminde 1955 yılında çıkarılan "Ecnebi Devletlere Ankara’da Sefarethane ve Konsoloshane İnşa Etmek Üzere Meccanen Arsa Tahsisi Hakkında Kanun” ile Hazine bedelsiz arsa tahsis etmiş. Bununla da yetinilmeyip üstüne üstlük Ankara’da inşa edilecek sefaret binaları için herhangi bir harç veya resim alınmayacağı, ithal edilecek inşaat malzemelerinin gümrük vergisinden muaf tutulacağına hükmedilmiş. Aralarında Yunanistan’ın da yer aldığı bugün Ankara’nın en mutena semtlerinde yerleşik büyükelçiliklerinin bir çoğu bu yöntemle en değerli arsalara konmuşlar.
Kan kaybeden Dışişleri Bakanlığı
Dışişleri Bakanlığı kuruluşundan bu yana aradan geçen 105 yıl içerisinde, özellikle de Turgut Özal’ın Başbakanlığı döneminden başlamak üzere sürekli kan kaybetti. Eski Başbakanlık binasındaki Başbakanın makam odasının bitişiğindeki ilk oda Dışişleri Bakanına aitti. Demek ki eski Türkiye’de başbakanlar en yakınında en fazla değer verdikleri dışişleri bakanlarını tutmak isterlermiş. Aynı şekilde Dışişleri Genel Sekreterlerinin diğer bakanlıklardaki müsteşarlardan ayrıcalıklı bir konumları vardı.1982 yılına kadar Dışişlerinde görev yapan Müsteşarlara, Genel Sekreter denilirdi. Tıpkı bakanlar gibi 51 numaralı kırmızı plakalı arabalara binen Dışişleri Genel Sekreterleri milli güvenlik kurulunun doğal üyesiydiler.
Son dönemde sınav yönetmeliğinde yapılan değişikliklerle bakanlığa girişin kolaylaştırılması, meslek dışından siyasi büyükelçi atamaları yetmezmiş gibi, bir de merkez teşkilatında kariyerden gelmeyenlerin genel müdür ve daire başkanı olarak görevlendirilmeye başlanılması Dışişleri’nin sıradanlaştırılmasının son halkası oldu.
Tek dileğimiz Dışişleri Bakanlığı’nın 105 yılda kazandığı dünyadaki saygın konumu daha fazla zedelenmeden 'Türkiye Yüzyılı'nda da devam ettirebilmesi. Umarım ileride bugünleri de mumla aramak zorunda kalmayız.
/././
İBB soruşturmasında Cumhur İttifakı çatlağı: Soruşturma MHP’ye de mi yönelecek?-Tolga Şardan-
MHP Milletvekili Levent Uysal’ın araçlarının, “şüpheli mal varlığı” şeklinde hükûmete yakın yayın organlarınca kamuoyuna duyurulması Balgat’ta dikkat çekici bulunmaya başlandı. MHP Genel Merkezi’nde “soruşturma nereye yöneliyor?” sorusu koridorlarda konuşulmaya başlandı.

Fitili CHP Grup Başkanvekili Ali Mahir Başarır ateşledi. Başarır, önceki gün TBMM’de Genel Kurulu’nda yaptığı açıklamada, İBB soruşturması çerçevesinde kapalı garajda bulunan değeri yüksek otomobillerin sahibi olarak MHP’li bir siyasetçiyi işaret etti.
Sonrasında kulislere, söz konusu siyasetçinin aynı zamanda Başarır’ın da hemşehrisi olan MHP Mersin Milletvekili Levent Uysal olduğu iddiası düştü.
Büyüteç’i kaleme aldığım dün öğle saatlerine kadar muhataplarından bir açıklama gelmedi.
Bunu bir köşeye alalım.
Başarır’ın MHP’li Uysal’ı işaret eden açıklamasının ardından İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yürütülen İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) soruşturması çerçevesinde yeni bilgiye ulaştım.
İddiaya göre, İBB’ye yönelik ikinci dalga gözaltılarda MHP’ye yakın iki şüpheli de yer aldı.
Edindiğim bilgiye göre, şüphelilerden birisi iş insanı. Diğer ise, halen görev başındaki İBB bürokratı. Hem iş insanı hem de belediye üst yöneticisinin bulundukları konum fazlasıyla önemli.
MHP Genel Merkezi’nde etkin konumda olan parti üst yönetiminden bazı isimler, söz konusu iki şüpheliyle ilgili süreci yakından takip etti.
Bu noktada, iki şüphelinin suçlu olup olmadığının yargılama sonucuyla kesinleşeceğini bir kez daha belirtmekte fayda var. Zira, kimileri peşinen “suçlu” kararını vermiş olsa da evrensel hukuk hükümleri yargılama sonucunun beklenmesini emrediyor.
Savcılık talimatıyla gözaltına alınan şüpheliler arasındaki iki kişi, önce savcılık tarafından tutuklanma istemiyle mahkemeye sevk edildi. Ardından da tutuklanarak cezaevine gönderildiler.
MHP’nin etkin isimlerinin yakından takip etmesine karşılık, iki şüphelinin tutuklanması, partide huzursuzluk kaynağı oldu.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek’in başında olduğu İBB soruşturmasında iki şüphelinin tutuklanması hem de MHP Milletvekili Levent Uysal’ın araçlarının, “şüpheli mal varlığı” şeklinde hükümete yakın yayın organlarınca kamuoyuna duyurulması Balgat’ta dikkat çekici bulunmaya başlandı son üç gündür.
Hatta daha ötesinde MHP Genel Merkezi’nde “soruşturma nereye yöneliyor?” sorusunun koridorlarda konuşulmaya başlandığını söylemek yanlış olmaz.
Adliye ile polis arasında sıkıntı mı var?
Bu arada bir diğer huzursuzluk, çok seslendirilmese de Emniyet kulislerine hâkim olmaya başladı bir süredir.
Konu şu; yakın geçmişte, iç siyasete yansıması olacak büyük adli soruşturmalarda adliye ile emniyet birlikte hareket etti.
Ergenekon sürecinde de bu yöntem kullanıldı. Elbette, adli soruşturmalarda polis birimlerinin adli kolluk amiri savcılıktır. Polis, savcının talimatıyla, savcının tanıdığı inisiyatifle hareket eder. Hukuk önünde işin asıl sorumlusu adliye olmasına karşın pek çok önemli soruşturmada savcılık, polis birimleriyle birlikte yol alır.
Ancak bu sefer sürecin, iki kurum arasında sıkıntılı yürüdüğü konusunda bilgiler var emniyet kulislerinde.
Teşkilatı yönetenler bunun farkında mı bilmiyorum ancak İstanbul’da soruşturmaya dahil olan polisler arasında yaşananlardan rahatsızlık duyanların bulunduğu belirtiliyor.
Özellikle evrak düzenlenmesi ve gözaltı işlemlerindeki yöntemler konusunda İstanbul Emniyeti ile İstanbul Adliyesi arasında görüş farklılıklarının yaşandığı ve oluşan tablonun Ankara’ya kadar ulaştığı ifade ediliyor kimi kaynaklarca.
İhaleye fesat karıştırdığı iddiasıyla tutuklanan bürokrat, ihalelerde görev almamış!
İBB soruşturmasının her iki aşamasında gözaltına alınanlar arasında dikkat çekmeyen bir isim var.
Eski İstanbul Zabıta Daire Başkanı Engin Ulusoy.
Ulusoy; emekli emniyet müdürü, emniyet teşkilatında yıllarca hizmet etmiş bir bürokrat.
Ulusoy’un da emniyet teşkilatında müfettişlik yaptıktan sonra emekli olduğunu belirteyim.
Gözaltına alınma ve tutuklanma gerekçesi; suç işlemek amacıyla örgüt kurmak -yönetmek- üye olmak, rüşvet, ihaleye fesat karıştırmak, edimin ifasına fesat karıştırmak, irtikap ve nitelikli dolandırıcılık.
Ulusoy gözaltında bulunduğu sırada polise 21 sayfalık ifade verdi.
Malvarlığı şöyle yansıdı ifadesine; Kuşadası Türkmen mahallesinde üç oda bir daire, babadan kalma bir arsanın beşte bir payı ve 2012 model Clio marka otomobil. Maaşı ise 87 bin lira.
Kendisi adına biri devlet, biri özel bankada iki ayrı hesabı ve bu hesaplara ait iki kredi kartı. Bu hesaplara ait eşi ve kızında bulunan ek kartlar.
Şirket sahipliği, ortaklığı, iş yeri yok.
Hakkındaki suçlamalardan birisi, ihaleye fesat karıştırmak. Ancak kendisine sorulan yanıtta, görevi sırasında hiçbir ihaleye katılmadığını söyledi Ulusoy.
Ulusoy, kendisine sorulan belediyede görevli kişileri, kurumdaki görevi nedeniyle tanıdığını anlattı. Soruşturma kapsamında gözaltına alınan hemen tüm şüphelilere sorulan firmaları bilmediğini ve hiçbir ortaklığı bulunmadığını ifadesinde belirtti.
Yine kendisine aktarılan Sedat Kapıdağ isimli şikayetçinin anlattığı bilgilere yanıt olarak, kendisine yönelik iddiayla ilgili İçişleri Bakanlığı’nın soruşturması sonucunda sürecin hukuka uygun bulunduğunu aktardı.
Ulusoy’un hakkındaki soruşturmanın temeli, belediye iştiraki olan Kültür AŞ ve Medya AŞ üzerinden kent genelinde ihale edilen reklam panolarıyla ilgili denetimin tam olarak yapılmadığı iddiası.
İddia üzerine; Ulusoy, şu açıklamayı yaptı ifadesinde: “(…) Şirkete ait reklam panolarının zabıta tarafından usulsüz olarak çekilmesi işlemi iddiası doğru değildir. Gerçeği yansıtmamaktadır. Yapılan iş ve işlemlerin hukuka uygun olduğu müfettiş tarafından tespit edilmiştir.
Bu iddianın dışındaki konular, zabıtanın görev ve yetkisi dışındaki iş ve işlemler olup, diğer firmalara ait reklamlara göz yumulduğu iddiası ise, mevcut zabıtanın personel durumu iş ve işleyişi göz önüne alındığında, mevcut az sayıdaki personel ile müdürlükleri canla başla çalıştığı, personel sayısının çok az olması dileğiyle insan kaynakları daire başkanlığında yeni personel alınması için talepte bulunulmuş, insan kaynakları daire başkanlığına Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’ndan talep yapmış olmasına rağmen, ya az sayıda ya da hiç verilmediği anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla iddiada ismi geçenlerden söz konusu uygulamalara müsaade edildiği değerlendirilemez. Reklam uygulamalarına yönelik izin işlemleri zabıta daire başkanlığının yetki ve sorumluluğunda değildir. (…)”
Polis sorgusunda Ulusoy’a, kendisine bağlı olan Avrupa Yakası ve Anadolu Yakası zabıta müdürleri, başında bulunduğu birimin bağlı olduğu genel sekreter yardımcısı, genel sekreterin yokluğu sırasında kendilerinden sorumlu vekil genel sekreter yardımcısıyla, İSKİ Genel Müdürü Başa ve İBB Başkanı’nın özel kalem müdürüyle neden sık telefon görüşmesi yaptığı soruldu!
Ulusoy, görev tanımı içinde bulunan söz konusu isimlerle görüşmesi olduğunu ve konusu suç teşkil eden hiçbir görüşmenin yapılmadığını söyledi.
Eski İstanbul Zabıta Daire Başkanı Engin Ulusoy
İBB istedi, bakanlık taş koydu!
Eski İBB Zabıta Dairesi Başkanı olması nedeniyle tutuklanan Ulusoy’un gerek mal varlığı ve geliri gerekse yerine getirdiği göreve yönelik tablo böyleyken, ifadesinde verdiği ilginç bir bilgi dikkat çekici.
Ulusoy, özetle, İstanbul’daki zabıta sayısının yeterli olmadığını, İBB’nin Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’ndan kadro talebinde bulunduğunu, bakanlığı ya az sayıda ya da hiç kadro vermediğini vurguladı.
Daha önceki Büyüteç’te, İçişleri Bakanlığı’nın, AKP dönemi dışında kalan takvim için İBB’ye 2022’de özel teftiş, 2024’te ise genel teftişi yaptırdığını duyurdum.
Müfettişlerin, her iki teftiş raporunda dikkat çektikleri konulardan birisi, İstanbul’daki zabıta sayısının azlığı ve hizmetin aksamasıydı.
İBB yönetimi, bakanlık müfettişlerinin tavsiye, eleştiri ve önerilerine karşılık olarak 2022 teftişi için 185 sayfalık, 2024 teftişi içinse 98 sayfalık yanıt raporu yazarak Ankara’ya gönderdi.
Yanıtlarda, zabıta sayısının eksikliğinin gerekçesi de yer aldı, doğal olarak.
Ben yazayım, siz okuyun.
İlki 2022’deki özel teftişe verilen yanıt: “(…) Belediye ve Bağlı Kuruluşları ile Mahalli İdare Birlikleri Norm Kadro İlke ve Standartlarına Dair Yönetmelik doğrultusunda belediye meclisince ihdas edilen zabıta memurluğu kadrolarına atama yapılabilmesi amacıyla İnsan Kaynakları ve Eğitim Dairesi Başkanlığından; 2020 yılı için 500 zabıta memuru, 2021 yılı için 750 zabıta memuru ve 2022 yılı için ise 750 zabıta memuru alınması talebinde bulunulmuştur.
Ancak, 2020 yılında yapılan 500 zabıta memuru alım talebi 100, 2021 yılında yapılan 750 zabıta memuru alım talebi ise, 250 olarak Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından onaylanmış, 2022 yılı için yapılan 750 zabıta memuru alım talebine ise henüz onay verilmemiştir. 2023 yılı içinde bulgu doğrultusunda 1000 zabıta memuru alım talebi yapılacaktır. (…)”
Geçen yıl yapılan teftişe yönelik ise İBB’den şu yanıt verildi: “(…) 11.03.2024 tarihli ve E-50626539-902.02-2024.388326 sayılı yazımız ile 930 zabıta memuru personeli için atama izni talebimize, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı Yerel Yönetimler Genel Müdürlüğünün 26.09.2024 tarihli ve E-48563918-900[900]-10559836 sayılı yazısı ile 315 zabıta memuru kadrosuna atama izni verilmiştir. (…)”
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum, 23 Nisan İstanbul depreminin ardından yaptığı açıklamada, “siyaseti, polemiği bir tarafa koyalım, İstanbul için el ele verilim” dedi.
Kurum, İstanbul için hizmete yönelik İBB’nin taleplerine olumlu yanıt vererek işe başlayabilir, o zaman.
/././
Bu karabasanın bir sonu olmayacak ve bu cehennem böylece süregidecek mi?-Tuğçe Tatari-
Bir başka ülkede sadece bir tanesi yıllarca konuşulacak, üzerine onlarca kitap yazılacak, filmler çekilecek olayları biz günaşırı yaşıyoruz! Finalinde de hakkın, adaletin asla yerini bulmadığını görüyoruz. Bu şekilde yaşamaya mecbur edilmek işkencedir!

Güneşin bir türlü doğmadığı, yazın asla gelemediği bir ülke…
Oysa ne kadar uzundur bekliyoruz değil mi?
Bu uzun bekleyişte yaşadığımız her kırılmanın da derin izleri var.
Ülke gündemi felaket.
Hatta ülke gerçek anlamda yangın yeri.
Bu yangında temiz bilgilere ulaşıp, muhakeme yeteneğimizi hakkıyla kullanmaya çalışırken -ya da çabalarken mi demeliyim- önümüze durmaksızın yeni felaketler yağıyor.
‘Yenidoğan çetesi’ davasına tahliye üzerine tahliye kararları veriliyor misal. “Nasıl olabiliyor, nasıl yapılabiliyor, bu işin ucu kimlere kadar uzanıyor ki neredeyse üstü örtülmek üzere” diye düşünüyor insan.
Bir ülkede daha korkunç kaç olay olabilir ve bu yaşananlar karşısında nasıl bir devlet tüm olanaklarıyla konuyu çözmeye adamaz kendini?
Bakın tüm bunlar, yaşadıklarımızın tamamı birer toplu işkence niteliğindedir, inanın öyle. Bizi illa gözaltına alıp dövmelerine, sevdiklerimizle, işimizle gücümüzle tehdit etmelerine gerek yok.
Bu yaşananlar, bu olaylar…
Acı veren, üzen, vicdanımızı zedeleyen, bizi kahreden, endişeye sürükleyen, korkutan olaylara tanıklık ediyoruz mütemadiyen.
Bir başka ülkede sadece bir tanesi yıllarca konuşulacak, üzerine onlarca kitap yazılacak, filmler çekilecek olayları biz günaşırı yaşıyoruz!
Finalinde de hakkın, adaletin asla yerini bulmadığını görüyoruz.
Bu şekilde yaşamaya mecbur edilmek işkencedir!
Sürekli ama sürekli sonu mutlu bitmeyen filmlerin oyuncusu veya izleyicisi olmaya mahkûm edilmişiz gibi.
Hep güçlü ve kötü adamların kazandığı, zayıf ve iyi olanların yandığı, tecavüze uğradığı, bıçaklandığı, dövüldüğü, hapsedildiği, bebeğinin para için yoğun bakıma alındığı, öldürüldüğü bir karabasan.
İnsanın bu işkence altında cinnet geçirmeden yaşamaya devam edebilmesi de sağlıklı mı bilemiyorum.
Artık hangimiz ne kadar sağlıklıyız zaten o da şüpheli!
İnsanımız da gittikçe vahşi, karanlık, acımasız, suça meyilli oldu, evet elbette inkâr edilemez bir durum bu.
Küçücük çocuklar çeteci olup cinayet işliyor sonuçta, daha ne olsun.
E bu düzenin üzerine bir de eğitimin durumu, yokluk, açlık, barınma sorununu koyunca ortaya daha farklı bir sonuç çıkmasını da beklemek olmaz zaten.
Bir şekilde debeleniyoruz ülkece, bir kurtuluş ihtimali yakalayabilmek için kıvranıyoruz.
Kıvranma hâlindeyken de yepyeni korkunçluklardan haberdar olmaya devam ediyoruz.
Misal, dokuz yaşında bedensel ve zihinsel engelli bir çocuğun zatürre nedeniyle ailesi tarafından Çam Sakura Hastanesi’ne yatırıldığı, durumunun ağırlaşması sonucu entübe edilerek yoğun bakıma alındığı, tedavisinin yedinci gününde aniden genital bir kanama tespit edildiği ve bakıldığında bu çocuğun o durumda istismara uğradığı yolunda bulgular dikkat çekiyor. Bir devlet hastanesinin yoğun bakımında tespit ediliyor bu durum, düşünebiliyor musunuz? Sağlık Bakanlığı yetkilileri ise bu konu sorulduğunda önce “çocuğun ailesinin dağınık olduğu, annenin üvey olduğu, kanamanın sondadan kaynaklı olabileceği” yönünde birtakım gözlemleri ortaya sürerek sorumluluğu aileye atfeden bir görüntü veriyor. Bakanlıktan nihayet dün gelen resmi açıklamada ise, “Hekimlerimiz tarafından muayene esnasında tespit edilen şüpheli durumla ilgili ivedi harekete geçilmiş ve incelemeci atanmıştır. Ayrıca söz konusu şüpheli durum, derhal adli makamlar ile Aile ve Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü ile paylaşılmıştır” deniyor. Yoğun bakıma girdiği tespit edilen 26 kişi hakkındaki savcılık soruşturması da sürüyor.
Ve elbette, otelde çocuklar cayır cayır yandığında Turizm Bakanı istifa etmediği gibi bebekleri öldüren bir çete ortaya saçıldığında Sağlık Bakanı, yoğun bakımdaki bir çocukta istismar bulgusu ortaya çıktığında sorumlular istifa etmiyor…
İnsan ister istemez kendini “Bu karabasanın bir sonu olmayacak ve bu cehennem böylece süre mi gidecek” diye yakarırken buluyor!
/././
Çeyrek yüzyıl içinde neler oldu?-Sami Selçuk-
Günümüz çoğulcu demokrasisinin vazgeçilemez temeli, her açıdan birey özgürlüğüdür, kısaca özgürlüktür.
Yargıtay Başkanlığında üç yıl kalacak, dolayısıyla üç “yargılama yılı” konuşması yapacaktım.
Bundan yararlanarak, demokrasi ve hukuk konularındaki düşüncelerimi kamuoyuna yansıtmalıydım.
Bu yaklaşımın sonucu olarak genelden özele yürüyen ve bir bütün olması gereken bu konuşmanın birincisi, devlet düzeni üzerinde, yani bir bakıma Cumhuriyetin kurucu felsefesine, Batıda gelişen “gün ışığında demokrasi” (openair democracy, démocratie à ciel ouvert, democrazia all’aria aperta) anlayışına ağırlık veren bir konuşma olmalıydı.
Nitekim öyle de olmuş ve 1999-2000 yargılama yılını konuşmamı bundan tam çeyrek yüzyıl önce aşağıdaki dileklerle bitirmiştim.
“İşte, önümüzde dokunduğu her şeyi bilim testinden geçirerek akılcılığa dönüştürebilen ve kendisini durmadan yenileyerek kültür genlerine içselleştirdiği çağla aynı dalga boyunu yakalayabilen pırıl pırıl bir Atatürkçü görüş.”
“İşte, önümüzde ilke ve boyutları, marangozun budaksız ağaçta kayan rendesi gibi, iyi işletildiğinde, barışın, gelişmenin, açmazları aşmanın altın anahtarlarını cömertçe sunan; ancak bunların bir tanesinde bile sapma olduğunda, bağışlamayıp sürçen ve, bütün sistemi bunalıma sürükleme pahasına, çözüm anahtarlarını inanılmaz bir kıskançlıkla geri alan görkemli ve çağcıl demokrasi.”
“Nihayet işte, doğruları, yanlışları, esin kaynakları ve sorunlarıyla kara sevdamız Türkiye, bizim Türkiye’miz.”
“Tercih sizlerindir.”
“Ben, Türk halkının ‘güzeli ağlatan, çirkini söyleten’ bir halk olmadığına inanmış hukukçularından biriyim.”
“Bu yüzden sadece ondaki titreşimleri ve bilimi gözeterek doğruları dile getirmeye çalıştım, çalışıyorum. Çünkü bağımsız bir hukukçunun bu ahlaki görevi yerine getirmesi gerekirdi.”
“Ve ben bu görevi, yabancı sözcüklerle kuşatılmış, başkenti bile sokaklarına dek istilaya yeltenen ‘Türkgilizce’yle değil, vurgun olduğum, ses bayrağım ana dilim Türkçe’nin yalınlığıyla, içtenliğiyle yazıp konuşarak sizlerin, Türk halkının önünde konuşmuş ve görevimi yerine getirdiğime inanıyorum.”
“Kısaca şu anda, birey, yurttaş, hukukçu olarak ve bütün sorumluluğu üstlenerek tercihlerimi dile getirmiş bulunuyorum.”
“Özetle ben, içleri boşaltılmamış, sulandırılmamış küresel kavramlarla düşünen ve üreten; dünyanın kıyısında, köşesinde değil, odağında yer alan; tarihe maruz kalan değil, tarih yapan, çağın ruhuna denk düşen bir Türkiye istiyorum.”
“Uygar yüzlü, ışıyan Atatürk’ü ve sonluluk değil, sonsuzluk olan, 1930’lara mıhlanan değil, bilimin ışığında geleceğe gelecekler üreten Atatürkçü görüşü geri istiyorum.”
“Düşük yoğunluklu, yozlaşmış, büyük ağabeylerin vesayetindeki icazetli demokrasiyi reddediyor, ülkem için bunun tam tersini, yani eşit bireylerden oluşmuş özgür halkın, özgür halk tarafından, özgür halk için yönetimi anlamında çıtası en yüksek demokrasiyi istiyorum.”
“Demokrasinin yönettiği düşünceler ve inançlar Cumhuriyetimi geri istiyorum.”
“Hoşgörünün de ötesinde ‘öteki benim eşitim’ diyen, birbirlerine meydan okuyarak saygı duyan, berikiler ile ötekilerin hak ve özgürlükleri çiğnendiğinde, kendilerinin hak ve özgürlükleri çiğnenmişçesine çiğneyenlere karşı çıkma ortak bilincini, akılcı eleştiri, tartışma, sorgulama, algılama kapılarını açık tutma yeteneklerini kazanmış özgür ve demokrat insanların yaşadığı demokratik bir cumhuriyet istiyorum.”
“Yaşamın ve barışın vazgeçilemez gerekçesi olarak, dokuları örselenmemiş, kendisini dengeleyen bir doğa; kılcal damarları çoğulculukla beslenen ve kendisini geliştiren bir toplum istiyorum.”
“Çoğulculuğun doğal sonucu olarak, din ve devletin karşılıklı bağımsızlığı ilkesine yaslanan, barışçı, kırılmalara uğramamış, özürsüz ve ödünsüz laikliği istiyorum.”
“Düşünceleri, inançları yasaklamayan, yalnızca barış içinde tartıştırıp yarıştıran, adalet imbiğinden geçmiş ve insanları özgürleştiren bir hukuk; böyle bir hukukun egemenliğinde, düşünce ve inançlara eşit uzaklıkta, karar süreçlerine kattığı halkına güvenen, yansız ve meşruluğunu hukuktan alan güçlü bir devlet istiyorum.”
“Böyle bir devletin; devletlerin özgür birey ve halk için olduğu anlayışını temel alan, insanların evrensel ahlak kodu sayılan hak ve özgürlükleri gerçekleştirmeyi kaygı edinen, gözeneklerine değin içselleştirdiği hukukun üstünlüğü omurgasıyla ayakta duran bir anayasa ile örgütlenmesini istiyorum.”
“Hukuku değil, devleti koruma kaygısıyla ‘Memurin Muhakematı Kanunu’ gibi yasaların destekçisi sözde anayasa metinlerinin çağcıl bir ülkede yeri olmadığını özellikle ve yüksek sesle vurguluyorum.
“Sığlaşan hukuktaki her yanlışın patlamaya hazır bir krater olduğu bilinciyle; her aileyi mahkemelere bağımlı kılan ve devleti bireyleri ile sürtüştüren çarpık hukuk uygulamasının ürettiği davalar yığınının fay hattındaki hukuk göçüğünden insanlarımızın kurtarılmasını, yazılı hukukun değiştirilmesini, ‘Dura dura bayatlayan adalet’ (B. Brecht) yüzünden umudunu mafyaya bağlayan insanlarımızın ‘makûs talih’lerinin yenilmesini istiyorum.
“Özlenen hukuku yaşama geçirmenin önkoşullarını yaratabilmek için, hukukun biricik yorumcusu ve sözcüsü olan yargılama erkinin öbür erklerden bütünüyle bağımsız olmasını, özellikle yürütmenin kuşatma harekâtını yarmasını; devleti ve demokrasiyi meşrulaştıran yargılama erkinin, gücünün yasama ve yürütme erkleriyle, güçleriyle maddi ve manevi bütün alanlarda eşit olmasını istiyorum.”
“Yargılama erkinin ivedi gereksinimlerinin kısa sürede karşılanmasını, 1966 New York Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesinde (md. 14) bir insan hakkı olarak vurgulanan üst (ara) mahkemeye başvuru (istinaf) hakkının tanınmasını, böylelikle üst mahkemeleri, yargılama kolluğu, akademisi, binalarıyla halkın ve Türkiye’nin saygınlığına yaraşan yetkin bir yargılama erki istiyorum.”
“Diyeceklerim şimdilik bunlardır.”
“Gösterdiğiniz ilgi ve sabra gönül borcumu öderken, önümüzdeki yıllarda demokrasinin utkusuyla taçlanmış, baskı ve terörden arınmış, barışa kavuşmuş bir Türkiye’de ve dünyada buluşmak umuduyla sizlere şükranlarımı, saygılarımı sunarım.”
Peki, bundan sonra neler mi oldu?
Geliniz, şimdi bu dileklerden hangisinin gerçekleştiğine bir göz atalım.
Hemen baştan belirteyim ki, bu konuşmanın bana ne kazandırdığını bilemem. Ancak, kimyada çözeltilerdeki asit ve bazları ayırt etmekte kullanılan turnusol gibi, bu konuşma da, kimlerin doğru Atatürkçü anlayıştan ve günümüz demokrasisinden yana, kimlerin bunlara karşı olduğunu gün yüzüne çıkarmıştır.
Bu açıdan ilkin Atatürk’ün anlayışını yansıtan iki olaya değinmek isterim.
Bu konuda yaşanan ve Atatürk’ün demokrasi anlayışını yansıtan önemli olaylardan birincisi şudur: CHP Genel Sekreteri Recep Peker, İtalya ve Almanya gezisinden sonra toplanacak olan CHP kurultayına -ki, bu Atatürk’ün yaşamında 9.5.1935’te toplanan son kurultaydır- sunulmak üzere, İtalyan faşizminden etkilenerek yeni bir tüzük, çok ayrıntılı bir izlence (program) hazırlamıştır.
Bu parti tüzüğü, partinin eylemli Genel Başkanı Başbakan İnönü’nün görüp incelemesinden sonra Atatürk’e sunulmuştur.
İşte Atatürk, o gün, akşam yemeğine gelen konuklarını uğurladıktan sonra geceleyin hiç uyumamış, sabaha dek kitaplığında bu tüzük taslağını incelemiştir.
Bu girişime ve sakat düşüncelere çok öfkelenen Atatürk, sabahleyin gelen genel sekreterine “kim bu zorbalar?” diye sorduktan sonra, şunları söylemiştir: “Görülüyor ki, varmak istediğimiz hedef, henüz en yakın -ki olasılıkla, daha çok İnönü’yü amaçlamaktadır- arkadaşlar tarafından bile zerrece anlaşılmış değildir.”
Hemen ardından bu hedefi de şöyle açıklamıştır, Atatürk: “Biz öyle bir idare, öyle bir rejim istiyoruz ki, bu ülkede padişahlığa yandaş olanlar bile bir parti kurabilsinler” (Soyak, Hasan Rıza, Atatürk’ten Hatıralar, İstanbul, 2004, s. 61-62).
Dikkat edilsin, lütfen. Atatürk, demokraside akla, değişik görüşlere ve inançlara asla hiçbir yasak, sınır tanımamakta, bütün inakları, dogmaları reddetmekte, attığı en büyük adımı, cumhuriyeti bile demokratik tartışmaya açmayı göze almakta, alabilmektedir.
Nitekim aynı bilinçle Atatürk, sağ iken ve de daha sonları çevirisi yapılan Benoit Mechin’in cezaevinde bulunduğu sırada yazdığı “Kurt ve Pars Mustafa Kemal” adlı kitabında yer alan bazı olumsuz olaylar ve değerlendirmeler üzerine bu kitabın basımından, yayımlanmasından vazgeçilmesi üzerine, “Ben insanüstü bir varlık değilim, bir insanım, elbette yanlışlarım, zayıf yönlerim olmuştur” diyecek ve yayımlanmasına izin verecek denli hoşgörülü ve gerçekçidir.
Gerçekten O, çocuğu gibi elinden tutup büyüttüğü, üzerine titrediği “Cumhuriyet”e karşıt görüşlere bile özgürlük isteyecek çapta ve büyüklükte “demokrasi ve özgürlük bilinci”ne sahip bir önderdir.
Ayrıca hiç unutulmamalıdır ki, Atatürk, dönemindeki bütün baskıcı, buyurgan tümelci rejimlere de karşıdır.
Bir başka olay da şudur: Fuat Köprülü’nün başkanlığında Cumhuriyetin başlarında bir “Dinde Reform Kurulu” oluşturulmuş ve bu Kurul, masada ve sandalyede namaz kılınması gibi birçok öneriyi Atatürk’e sunmuştur. Atatürk, bu önerilere çok öfkelenmiş, “Dinde reformu, demiş, dinin kendi içindeki din insanları yapabilir. Ben siyaset insanıyım. Martin Luther değilim.”
Nitekim o kurul, hemen kaldırılmıştır.
Görülüyor ki, Atatürk ideokrat, totaliter; Atatürkçü görüş, bir ideoloji, totalitarizm değildir.
Dinlere, inançlara karşı da değildir. Tam tersine dinlere, inançlara saygılıdır. Çünkü laiktir; din, inanç alanı ile bilim alanını özenle birbirinden ayırmaktadır, ayırmıştır da. Tıpkı “Ben, laboratuvarıma girerken dinimi eşikte bırakırım” diyen ve sabah laboratuvarına giderken, akşam evine dönerken tapınmak için kiliseye uğrayan on dokuzuncu yüzyılın ünlü fizyolog ve doğa bilimcisi dindar Claude Bernard (1813-1878) gibi.
Bilindiği üzere, tek kişinin yapacağı bir işi on kişi yaparsa, dokuz kişinin görünüşte işi vardır; ancak aslında dokuz kişi işsizdir.
Ekonomide buna “gizli işsizlik” denir.
Atatürkçülüğü bir ideoloji olarak algılayarak, inanç ve düşünce alanına yasaklar getirmeye kalkışanlar, bunları savunanlar, zaman zaman onu bir tür totalitarizme dönüştürenler, aslında Atatürk’ü severken onu boğan “gizli Atatürk karşıtları” ya da “yüzeysel Atatürkseverler”dir. Yani Stendhal’ın ünlü romanında Papaz Chelan’a söylettiği şu sözlerin bilinçsiz özneleridir: “İktidar koltuğundaki insanlara dalkavukluk etmeyi aklınızdan geçiriyorsanız, ruhunuzu cehenneme mahkûm etmişsiniz demektir.”
Dolayısıyla “1999-2000 yargılama yılı” (adli yıl) açış konuşmam, her şeyden önce kimlerin Atatürk’ü ve Atatürkçü görüşü anladığını, kimlerin anlamadığını ortaya koyan bir turnusol olmuştur, benim açımdan.
Bu konuşmadan sonra ise, şu kanıya ulaşmışımdır: Atatürk’ü ve Atatürkçü anlayışı, bir bakıma gizli Atatürk karşıtlarından kurtarmak, bilimsel yörüngesine oturtmak zorunludur.
İşte o zaman, sadece Avrupa Birliği’nin değil, bütün kapıları açan Atatürkçü görüşün tam demokrasiye geçmede gerçek bir basamak işlevini yerine getirdiği görülecektir.
Unutulmamalıdır ki, Atatürk’ün kurduğu parti, yani CHP, bir amaç değil, demokrasinin alt yapısını hazırlayan devrimleri gerçekleştirmek ve demokrasiye adım atabilmek için sadece bir araçtan ibaretti.
O kadar.
Nitekim bir yabancı bilim insanı, Prof. Maurice Duverger, bunun ayrımına çok iyi varmış, Atatürk’ün kurduğu CHP’yi, hedefi demokrasi olduğu için, başka ülkelerde görülen tek partilerden özenle ayırmış, bu tür partileri “Kemalist partiler” olarak adlandırmıştır.
Gerçekten Duverger’ye göre, bu terimle adlandırılan partilerin vazgeçilmez amaçları, halkı geleceğin demokrasisine hazırlamaktır. Nitekim “Diktatörlük Üstüne” adlı kitabında Atatürk’ün Mussolini’ye özendiğini söylemekle birlikte, “Siyasal Partiler” adlı kitabının “Tek Parti ve Demokrasi” bölümünde Atatürk Türkiye’sine önemli bir yer ayıran bu ünlü bilim insanı, şöyle demektedir: “Atatürk’ün önderliğindeki tek particilik, tekelciliğe dayanarak özgürlükçü demokrasiyi tıkamamıştır. Zira Mustafa Kemal, sahip olduğu güçten, tekelden sürekli rahatsızlık duymuştur. Çeşitli fırsatlarla bu tekele son vermeye çalışmıştır.’’
Kısaca Duverger’ye göre, “1923 sonrası Türk devrimiyle Türkiye, engelsiz ve sıkıntısız şekilde tek parti sisteminden plüralizme (çoklu sisteme) geçmiştir. Bugün, Ortadoğu devletlerinin en demokratik olanıdır.”
Yine Duverger’ye göre, “Basiretle uygulanan tek parti yönetimi, bugün gerçek bir demokrasinin kuruluşunu mümkün kılacak...” çalışmaları yapmıştır ve “Türk tek parti sistemi, hiçbir zaman bir tek parti doktrinine dayanmamış; bu tekelciliğe resmî bir nitelik vermemiş, özgürlükçü demokrasiyi ortadan kaldırma isteğiyle onu hukuksal kılmaya, meşrulaştırmaya kalkışmamıştır.” (Duverger, Maurice, (Ergun Özbudun), Siyasi Partiler, Ankara, 1986, s. 360, 364).
İşte bu yüzden Batı dünyasının siyaset bilimcilerinin çoğu, 1950 seçimlerini ve iktidarın barış içinde devir-teslimini “beyaz ihtilal” olarak nitelendirmiştir.
Ancak umudumuzu yitirmeyelim.
Gerçekten her dönemde köle sanılanlar, kurtuluşu eninde sonunda başarmış, yarınların efendileri olmuşlardır.
Ne var ki, bu savaşım, her yerde her zaman kolay olmamıştır.
Çünkü Atatürk’ler yeryüzüne çok sık gelmezler.
O’nun değerini iyi bilmeliyiz.
Ayrıca şunları da hiç unutmamalıyız.
Günümüz çoğulcu demokrasisinin vazgeçilemez temeli, her açıdan birey özgürlüğüdür, kısaca özgürlüktür. Nitekim “1999-2000 yargılama yılını açış” konuşmam, daha önce de değinildiği üzere, ikinci olarak, kimlerin çağcıl demokrasinin olmazsa olmazı olan “özgürlük bilinci”ne sahip olduğunu, kimlerin olmadığını da ortaya koyan bir turnusol işlevini yerine getirmiştir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Doğan, S., Sivil Demokrasi Çağrısı, Bir Konuşmanın Yankıları, İstanbul, 1999; Kaya, M. E., O Konuştu, Türkiye Tartıştı, Ankara, 1999; Karahasan, M., R., Başkan, İstanbul, 1999).
Bu bir.
Dayandığı Antlaşma’nın ikinci maddesine göre, Avrupa Birliği; insan özsaygısı (şeref), insan haklarına saygı, demokrasi, özgürlük, eşitlik, hukukun üstünlüğü temelleri üzerine kurulmuştur.
Bu da, iki.
Yeri gelmişken ayraç içinde belirteyim ki, o konuşma, aynı günlerde ilkin Liberte yayınları arasında basılmış, hemen akabinde, başyazarı ve kimi yazarları beni eleştirdikleri -ki, bunlardan bir kesimi daha sonraları yazılarında yanlış yaptıklarını itiraf etmişlerdir- halde Hürriyet gazetesinin eki olarak da basılıp halkımıza ulaştırılmıştır.
Çeyrek yüzyıl sonra “O konuşmadaki umutların hangisi gerçekleşmiştir?” diye sorarsınız, şu yanıtı verebilirim: Yalnızca üst mahkemelerin (istinaf) kurulması.
Çok yazık ve de çok düşündürücü!?
İzninizle aşağıdaki bilgiyle yazımı bitirmek istiyorum.
1999-2000 yargılama yılını açan bu konuşma metni, yazarının isteğiyle “Liberte Yayınları” (Ankara) arasında yayımlanmakla kalmamış, yazardan izin alınmaksızın konuşmanın yapıldığını izleyen gün, Hürriyet yayınları arasında da basılarak ve ek olarak okurlara dağıtılmıştır.
Bilindiği üzere, Alman düşünürü Theodor Adorno, Auschwitz’in bombalanması ve aynı adla Polonya’da toplama kampı kompleksi oluşturulması dolayısıyla “Auschwitz’ten sonra şiir yazmak, ilkelliktir” demişti. Bence de, “12 Eylül Darbesi”nden sonra, ahlakın hukuka yansıması demek olan bir anayasadan ve böyle bir Anayasa’ya göre meşru bir düzenden söz etmek, ülkemizde artık olanaksızdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder