T-24 "Köşebaşı + Gündem" -24 Haziran 2025-

KRT çalışanlarının 20 günlük mücadelesi kazanımla sonuçlandı; işçiler ücretlerini alacak!

KRT çalışanlarının 20 günlük mücadelesi kazanımla sonuçlandı; işçiler ücretlerini alacak!

KRT çalışanlarının maaş ve yemek ücretlerinin ödenmemesi nedeniyle başlattığı 20 günlük direniş sona erdi. DİSK Basın-İş Sendikası, ödeme takvimi konusunda işverenle uzlaşıya varıldığını ve hak edişlerin temmuz ayında ödeneceğini açıkladı.(https://t24.com.tr/haber/krt-calisanlarinin-20-gunluk-mucadelesi-kazanimla-sonuclandi-isciler-ucretlerini-alacak,1246343)

                                                        ***

MÜSİAD Başkanı çocuk işçiliği savundu; 'zorunlu eğitim kısalsın' dedi 

MÜSİAD Genel Başkanı Burhan Özdemir, çocuk işçiliğini savundu. Çocukların istihdama katılması gerektiğini söyleyip 12 senelik zorunlu eğitimin kısaltılmasını isteyen Özdemir, "Her çocuk aynı akademik başarıyı gösteremez. 12 yıllık kesintisiz eğitim sistemi çok yanlış bir uygulama. Ülkeye herhangi bir faydası yok" dedi.(https://t24.com.tr/haber/musiad-baskani-cocuk-isciligi-savundu-zorunlu-egitim-kisalsin-dedi,1246332)

                                                        ***

Hükümetin asgari ücret artışına ilişkin bakış açısı…-Murat Batı-

Bütçe disiplinini bu yolla bozulacağını düşünen Mehmet Şimşek bu konuya sıcak bakmamakta ve kuvvetle muhtemel olası bir asgari ücret artışının yaratacağı vergi kaybının bütçe üzerindeki olumsuz etkisini gerekçe göstererek artıştan yana olmadığını söyleyecektir.

Asgari ücret, yeni işe başlayan ya da en niteliksiz kişiye verilecek ücret seviyesi değildir. Asgari ücret, bir kişinin barınma, sağlık, kültür, ulaşım, gıda gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden en az seviyede karşılayabileceği ücret demektir.

Daha basit bir ifadeyle o günün fiyat seviyesi üzerinden kişinin kirasını ödeyebildiği, beslenebildiği, sinema, tiyatro, konsere gidebildiği, kıyafet alabildiği ücret seviyesidir. Bunu ben demiyorum, Asgari Ücret Yönetmeliği m.4/d söylüyor.

Şu an uygulanan brüt aylık asgari ücret 26.005,50 TL, aylık net asgari ücret ise 22 bin 104,67 TL’dir. Bu tutarın enflasyon karşısında ne kadar eridiğini söylememe gerek yok sanıyorum.

Avrupa Birliği İstatistik Bürosu (Eurostat), Avrupa Birliği ölçeğinde 2025 yılı asgari ücret sıralamasını aylar önce yayınlamıştı. Bu sıralamada 1 Ocak 2025 tarihinde Euro bazında brüt aylık asgari ücret sıralaması yapılmış ve bu sıralamada Lüksemburg aylık 2.637 Euro ile birinci sırada yerini almıştır. İrlanda 2.281 Euro ile ikinci, Hollanda ise 2.193 Euro ile üçüncü sıradadır.

Türkiye ise 708 Euro ile 20. sıradaydı. Türkiye’den sonra gelen ülkeler ise aylık 385 Euro ile Arnavutluk, 182 Euro ile Ukrayna, 285 Euro ile Moldova ve sonrasında Bulgaristan (550 Euro), Karadağ (670 Euro), Macaristan (706 Euro) ve Sırbistan (618 Euro) gelmektedir.

Satın Alma Gücü Standartları (Purchasing Power Standarts- PPS) dikkate alındığında ise Almanya 1.992 Euro ile birinci, Lüksemburg 1.969 Euro ile ikinci ve Hollanda 1.875 Euro ile üçüncü sıradadır. Türkiye ise 1.199 Euro ile Temmuz 2023 asgari ücret seviyesine dayalı satın alma gücü paritesi (PPS) uyarınca 13. sıradadır.

Türkiye, 1 Ocak 2025 verileri uyarınca aylık brüt 708 Euro ile 20. sıradaydı.  Çünkü o tarihte 1 Euro yaklaşık 36,7 liraydı. Bugünkü kura göre 1 Euro yaklaşık 45 liradır. Yani 26.005,5 lirayı 45 liraya bölersek yaklaşık 578 Euro olacak. Bu basit hesaba göre bile brüt aylık asgari ücret 708 Euro'dan 578 Euro'ya düşmüş. Yani aylık 130 Euro kadar değer kaybetmiş. Diğer bir ifadeyle Eurostat, olur da bugün bu sıralamayı yapsa biraz daha geriye düşmüş olabiliriz.

Bu hesaplamayı ülke içi fiyat endeksleriyle de yapınca benzer sonuca ulaşmış oluyoruz.

Hükümetin direnç göstereceği husus

1 Ocak 2022’den itibaren gelir ve damga vergisi açısından asgari ücret istisnası getirildi. Asgari ücret tutarı sadece asgari ücretlileri değil, asgari ücretten fazla maaş alanları da ziyadesiyle ilgilendirmektedir. Daha basit bir ifadeyle asgari ücreti her ne kadar özel sektördeki patron ödese de asgari ücrete kadar olan kısmından ne gelir ne de damga vergisi alındığından olası bir asgari ücret artışı hazineyi vergi kaybına uğratacaktır.

Cevdet Yılmaz katıldığı bir programda 2024 yılında asgari ücret istisnasından dolayı 677 milyar lira vergi kaybı olduğunu 2025 yılı için ise öngörülenin 850 milyar lira olduğunu söylemişti. Hatta asgari ücret istisnasından dolayı yıllık kişi başı 35 bin 505 lira gelir vergisinden, 1.827 lira ise damga vergisinden Hazinenin kaybı olduğunu belirtmişti.

Sanıyorum 850 milyarlık bu hesabı yaklaşık 18 milyon çalışan üzerinden yapmıştı çünkü ülkede çalışan sayısı diğer bir ifadeyle bu istisnadan istifade eden kişi sayısı yaklaşık 22 milyon kişidir. Yıl sonuna doğru Cevdet Yılmaz muhtemelen 850 milyarlık bu tutarın daha fazla olduğunu açıklayacaktır. Zira 2023 Aralık ayında 2024 yılı 580 milyar istisnadan dolayı kayıp olduğunu açıklamış ama sonraki yıl bu tutarın 677 milyar lira olduğunu söylemişti.

Buna göre asgari ücret ne kadar yüksek olursa asgari ücretten fazla ücret geliri elde edenlerin asgari ücrete kadar olan ücretleri hem gelir hem de damga vergisinden istisna edileceğinden Hazinenin bir vergi kaybı olacaktır.

İşte tam da bu noktada bütçe disiplinini bu yolla bozulacağını düşünen Mehmet Şimşek bu konuya sıcak bakmamakta ve kuvvetle muhtemel olası bir asgari ücret artışının yaratacağı vergi kaybının bütçe üzerindeki olumsuz etkisini gerekçe göstererek artıştan yana olmadığını söyleyecektir.

Sonuç itibarıyla

Asgari ücret, bir çalışanın beslenme, barınma, sağlık ve kültürel ihtiyaçlarını karşılamak üzere günlük olarak verilen ayni ve nakdi bedeldir. Bu nedenle emeğiyle gelir elde eden bir kişinin sağlıklı beslenmesi, sosyal hayattan geri kalmaması, sinema, tiyatro, konsere rahatça gidebilmesi, sağlık hizmetlerinden tam ve eksiksiz yararlanması gerekmektedir. Daha da önemlisi bu saydıklarımı elde edeceği ücretle yerine getirmesi getirmektedir.

Mevzuatımız, bir asgari ücretlinin bu şekilde yaşamasını emretmesine karşın onlar ne iyi beslenebilmekte ne kültürel faaliyetlerden yeterince istifade edebilmekte ne de insani ölçüde barınma ihtiyacını karşılayabilmektedir.

Bu nedenle döviz kuru ve fiyat endeksleri uyarınca hem kayba uğrayan maaş farklarının hem de beklenen enflasyon oranı kadar bu ücretlerin ivedilikle artırılması gerekmektedir.  Zira bu, bir tercih değil zorunluluktur.

                                                                   /././

'Cübbeli Ahmet', İmamoğlu, Özdağ ve gazetecileri "Fatih Altaylı" üzerinden hedef aldı: Bir kısmı hapse girmedi ama mezara girdi, darısı diğerlerinin başına 

“Cübbeli Ahmet” uğradığı yumruklu saldırı anını anlattı: IŞİD'in hedefiyim!

İsmailağa cemaatinin önde gelen isimlerinden "Cübbeli Ahmet" lakaplı Ahmet Mahmut Ünlü, gazeteci Fatih Altaylı'nın tutuklanmasının ardından dikkat çeken bir paylaşımda bulundu. Ünlü, aralarında İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ, IŞİD'in "Türkiye emiri" olduğu iddia iddiasıyla yargılanan "Ebu Hanzala" isimli Halis Bayancuk, eski TSK Genelkurmay II. Başkanı Çevik Bir, Adnan Oktar ile gazeteciler Merdan Yanardağ, Barış Pehlivan, Murat Ağırel ve İsmail Saymaz'ın da bulunduğu bazı isimlerin tek tek adını yazarak, "Ne hikmetse, başlarına bela gelecek ve hapse girecek olanlar önce bizim caminin avlusuna işiyorlar. Tabii ki bir kısmı hapse girmedi ama mezara girdi. Darısı diğer müfterilerin başına gelsin" dedi.

Programcı ve yazar İzzet Çapa ise 'Cübbeli Ahmet'e, "'Fatih Bey’i çok severim, o bambaşka bir adam' deyip, beraber yemek yemek için ısrar eden siz değil miydiniz? 'Ne olur bir araya gelelim, çok mutlu olurum' diye ısrarla teklif getiren..." diyerek tepki gösterdi. (https://t24.com.tr/haber/cubbeli-ahmet-imamoglu-ozdag-ve-gazetecileri-fatih-altayli-uzerinden-hedef-aldi-once-bizim-caminin-avlusuna-isiyorlar-bazilari-mezara-girdi-darisi-digerlerinin-basina,1246293)

                                                       /././

İran asıllı Alman yazar Navid Kermani'den Almanya Başbakanı Merz'e: Pis işi yapanı alkışlayanın, kendisi de pisliktir.

Diktatörlük yıkılırsa, buna en çok sevinecek olan İranlıların kendisidir. Ama savaş her zaman, demokratik bir gelecek şansını yok eder.

İsrail’in ilk saldırılarının ardından aradığım İran’daki akraba ve dostlarım şaşırtıcı bir biçimde sakindiler. Bombaların hedefinde füze ve nükleer tesisler, bir mahkeme binası ile sayısız İranlının baskı altına alınması ve öldürülmesinden sorumlu olan, güvenlik sisteminin yüksek rütbeli memurları vardı. Onların arkasından kimse ağlamadı. Nükleer program ise sadece onu hayat sigortası olarak gören rejimin önceliğiydi. Vatandaşlar, dünya çapında sadece petrol ve doğal gaz değil, güneş ve rüzgar gibi enerji kaynakları ile kutsanmış bir ülkede günü elektrik kesintisi olmadan geçirmekten mutlu olabilirdi.

Elbette benim gibi diasporada yaşayan İranlıların, İran’da ilişkide oldukları kişiler çoğunluğu temsil etmiyor. Biz ve ailelerimiz orta sınıfa dâhil olup, daha çok laik ve rejim karşıtıyız. Ama aralıklarla 2018’e kadar İran’da bulunduğum dönemde vatandaşlardan dinlediklerim bana, toplumun ruh halinin her yerde nasıl değiştiğini, eleştirilerin özellikle Ayetullah Humeyni’yi iktidara getiren toplumsal kesimde arttığını gösterdi. Önceki protestoların aksine, 2022’deki "Kadın, Yaşam, Özgürlük" protestoları sırasında bütün ülke rejime karşı isyan etti; işçiler, gençler, etnik azınlıklar, kırsal nüfus, çarşı, küçük kasabalar ve Tahran'ın güneyi… Nedeni sadece siyasî değil, aynı zamanda ekonomik durumun giderek kötüleşmesi ve yoksullaşmanın zaten yoksul olanları daha da vurmasıydı. Ve bugün kendileri de öfke ve umutsuzluğun en fazla olduğu aynı köylerden, banliyölerden ve gecekondu mahallelerinden gelen İranlı yöneticiler; servetlerini, yolsuzluklarını ve yalanlarını hiç çekinmeden açıkça sergiliyorlar.

Bir nükleer bulut Tel Aviv'e kadar ulaşabilir

İran'da sisteme karşı olanlar, düşünülenin aksine, sırf bu yüzden Binyamin Netanyahu'ya sempati duymuyor. Açıkça söylemek gerekirse, İranlılar iki bin yıldır Araplara karşı, ırkçılığa varacak kadar, çok az sevgi beslediler. İran'da antisemitizm öncelikle Araplara karşı olmak anlamına gelir. İsrail karşıtı propagandası nedeniyle, kendisini Araplara ve özellikle 7 Ekim kurbanlarına karşı savunan devlet, Orta Doğu'nun başka hiçbir yerinde olmadığı kadar empatiyle karşılaştı. Fakat Gazze’de yaşananlar, İran’daki dostlarım ve akrabalarım kadar, yüreği olan herkes için çok fazla.

Bir yandan İsrail, düşmanları ortadan kaldırma ve onların içine sızma yeteneği ile takdir edilirken, kendi yöneticileri vahşetleriyle olduğu kadar beceriksizlikleriyle de halkı çileden çıkarıyor. Aslında varlıklı bir ülke olan İran kurumuş gölleri, kirli havası, harap rafinerileri ve yolcu uçakları, artan uyuşturucu sorunu ve yoksullaşmayla birlikte önemli ölçüde yükselen çocuk yaşta fahişelik olsun, akla gelebilecek her açıdan yıprandı. Buna ülkenin en iyi, en yaratıcı ve en zekilerinin hapsedildiği hapishaneler, infazlar, işkence, sansür, beyin göçünü de eklemek gerekir. İran her yıl küresel sıralamalarda bu sorunlar ile zirveye yerleşiyor. İsrail’in saldırısını takip eden günün sabahı insanlar hâlâ –ya da en azından öyle ummak istediler– İsrail’in yeni saldırısının hedefinin İran’daki iktidar sahipleri, onların silahları, yargıçları ve nükleer programı olduğunu düşündüler.

Bu algı değişti, hem de tamamen. İsrail’in 19 milyon nüfusa sahip Tahran ve çevresinde yaşayanların derhal şehri terk etmeleri çağrısından beri değişti. Vatandaşlar, yeterince benzin bile bulamazken Tahran’ı nasıl terk edecekler? İranlılar arasındaki korku, “İran, ikinci Gazze’ye mi dönecek?” paniğine dönüşmüş durumda. Ve ne acıdır ki Almanya Şansölyesi, İsrail’i Batı adına “pis işleri” yaptığı için tebrik etti. İran’daki herkes İsrail tarihinin en radikal hükûmetinin bu kirli işten ne anladığını çok iyi biliyor.

TIKLAYIN | Almanya Başbakanı Merz, İsrail’in İran’a saldırarak "Batı’nın pis işlerini" yaptığını söylemiş ve teşekkür etmişti

Oysa Binyamin Netanyahu, İran’daki protesto hareketiyle dayanışma göstermemiş miydi? Evet, gösterdi. Hatta İran halkına hitap ederken onların sloganını Farsça söyledi: Zan, Zendegi, Azadi (Kadın, Yaşam, Özgürlük). Ancak bununla, hareketin başından beri İsrail tarafından yönlendirildiğini iddia eden rejimin eline koz verdiğini de çok iyi biliyordu. Sözde İsrail için casusluk yaptıkları gerekçesiyle pek çok protestocu idam edildi. Bugün İsrail bombaları altında “Kadın, Yaşam, Özgürlük” diye sokağa çıkan biri üzerine bir de İsrail atkısı atmış olur ve ancak kendi cenaze duasını okur. Netanyahu’nun feyz aldığı bütün tanınmış muhaliflerin –Nobel Ödüllü Shirin Ebadi ve Narges Mohammadi, yönetmenler Jafar Panahi ve Mohammad Rasoulof dâhil– son günlerde savaşı şiddetle reddettiklerini de hatırlatalım.

İsrailli yazar Etgar Keret, kısa bir süre önce Die Zeit gazetesinde, İran’dan atılan bir füzenin Tel Aviv’de her cumartesi Gazze’deki savaşın protesto edildiği meydana düştüğünü yazdı. Onun gibi pek çok İsrailli aydın, Gazze’deki askerî müdahaleye (artık) karşı olsa da İran’a yönelik saldırıları destekliyor. Aralarında birlikte kitap yazdığım, bu gazetede makaleler yayımladığım dostum Natan Sznaider de var. Onlara şöyle seslenmek istiyorum: Farkında değil misiniz, bu bombalar sadece belirli meydanlara değil; her gün metroda, okulda, ofiste diktatörlüğe karşı direnen insanların yaşadığı bütün şehirlere yağıyor. Artık sadece askerî hedefler değil, başörtüsü zorunluluğuna rağmen kamera gözetimine aldırmadan direnen kadınların yaşadığı mahalleler vuruluyor. Bombalar ahlâk polisleri başı açık bir kadını gözaltına almaya çalıştığında müdahale edenlerin üzerine yağıyor.

Hâlâ tanıdığım pek çok İsrailli bu savaşı destekliyor. Ben bunu bir türlü anlayamıyorum. Derdiniz gerçekten İran’ın nükleer programı mı? Halbuki İran ile yapılan ve çok sıkı denetimleri öngören bir nükleer anlaşma vardı. İran, Trump bu anlaşmayı iptal ettikten sonra uranyum zenginleştirmeye başladı. Üstelik İran rejimi, ülke içindeki büyük memnuniyetsizlik nedeniyle yaptırımlardan kurtulmak ve ekonomiyi canlandırmak amacıyla yeni bir anlaşma için yalvarırken, neden müzakerelerden iki gün önce bombalama başladı? Kaldı ki, İran’ın yer altı nükleer tesislerini vurmak için gereken bunker delici bombalara sadece Amerikalılar sahip.

İran’ın resmî devlet politikası İsrail’i yok etmekmiş, Alman haberlerinde her gün bu söyleniyor. Gerçekten öyle mi? Hadi ChatGPT’ye sorun. Elbette, dinî liderin tehditleri, hatta yok etme hayalleri var. Ama İran halkı bunları “Amerika’ya ölüm” sloganları kadar ciddiye alıyor. Çoğu İranlı bu söylemleri utanç verici buluyor. Üstelik rejim, İsrail’den daha ağır saldırılardan korktuğu için füze saldırılarını bile bilerek hedefe değil, asıl hedefin yakınına yapıyor ya da tepki göstermek zorunda olduğu için düzenlediği saldırıyı önceden haber veriyor. Halk bunu görüyor ve buna gülüyor.

Evet, İran rejimi terörü destekliyor, buna Hamas da dâhil. Peki Netanyahu ne yaptı? Hamas’a parayı o aktarmadı mı? Kendi ordusundan gelen bütün uyarılara rağmen 7 Ekim’i engellemek için hiçbir şey yapmadı. Trump’ın atadığı Amerikan istihbarat koordinatörü bile İran’ın nükleer bomba peşinde olmadığını söylüyor. Hadi diyelim İran bunu istiyor, ama hâlâ teknolojisi bomba üretmekten çok uzak. Trump için kendi gizli servisinin ne dediği önemli değilse, tabii ki savaş ilan edebilir. Bush yönetimi en azından Irak savaşı için bir yalan uydurmak zahmetinde bulunmuştu.

Diktatörlük rejimi düşse inanın buna en çok İranlıların kendisi sevinir. Ama bu savaş ne İran’a özgürlük getirir ne de İsrail’e güvenlik. İran, 1939 Almanya'sı değil. Tahran’ın askerî olarak zayıflığı, savaştan korkusu, rejimin zaten uçurumun kenarında olması bir yana; İran’da dünyanın en cesur, en yaratıcı sivil toplumu var. Her gün, artık Batı’da duymasak da protestolar oluyor. Gizli de olsa eleştirel filmler çekiliyor. Sıradan mollalar artık Tahran sokaklarında yürümeye bile cesaret edemiyor.

İsrailli dostlarıma seslenmek istiyorum: Bu savaş İran’ın demokratik geleceğini yok eder. Baskılar şiddetlenir. Kadın hakları savunucuları, sanatçılar, Bahailer ve barış aktivistleri teker teker idam edilir. Nobel Barış Ödüllü Narges Mohammadi’nin hayatı da ciddi risk altında kalır. Ve iktidardakiler bir gün gerçekten canlarından korkarsa, sadece İran’ı değil; bütün bölgeyi ateşe vermeye yelteneceklerdir. Evet, sizi de...

Ayetullah Hamaney’i artık hiçbir misilleme korkusu durdurmayacak. Hedef almak zorunda bile değil; bir İsrail füzesi bir İran nükleer reaktörünü vurursa, ortaya çıkan radyoaktif bulut Tel Aviv’e kadar ulaşır. Hiç düşündünüz mü, o zaman ne olur? İktidar, kaybedecek bir şeyi kalmadığında kendi halkına olduğu kadar size karşı da zehirli gaz kullanır. İranlılar bunu çok iyi biliyor; ilk Körfez Savaşı’nda Irak, yenilgiyi zehirli gazla önlemişti. Ve işte o zaman, üstün ordunuz İran’ı gerçekten bir devasa Gazze’ye dönüştürmüş olur.

O zaman şu anki 700 ölü sayısı, 70 bin ya da 700 bin olur. Siz de gecelerinizi sığınaklarda geçirir, yeni nesil teröristlerle yaşamak zorunda kalırsınız. Isak Rabin’in suikastından bu yana her savaşın başında hükûmetin “Bu sefer güvenlik gelecek” vaadine inandınız. Ve her defasında yanıldınız. Gazze savaşını önce destekleyip sonra karşı çıkmadınız mı? Şimdi İran savaşı, Lübnan ve Suriye’den sonra Gazze savaşının en tehlikeli genişlemesi değil mi? Keşke bu sefer yanılan ben olsam.

İran’da dün demokrasi için canını vermeye hazır olan pek çok insan, şimdi yeniden istikrara özlem duyacak. Çünkü diktatörlüğün alternatifi özgürlük değil de kaos, anarşi ve yabancı işgali olacak. Irak, Libya, Sudan, Suriye ve Yemen örneklerine bir bakın. İran halkı, kurtuluşu sizde, yani sizin başbakanınızda mı arayacak? Sizin bile umudunuzu kestiğiniz kişide? Görmüyor musunuz, Netanyahu’nun planı tıkır tıkır işliyor: Batı artık Gazze’den söz etmiyor. G7 Zirvesi'nde bile... Yardım neredeyse hiç ulaşmıyor, her gün onlarca sivil ölüyor. Almanya Şansölyesi az kalsın hükûmetinize “hurra” dışında bir şey diyecekti ki Netanyahu, bir ülkeye daha saldırdı ve tekrar “bizim adamımız” oldu. Gerçekten büyük başarı. Oysa onu hapiste bekleyen bir hücre varken yıllardır iktidarda kalıyor, Çünkü sizin yargınız hâlâ işlemiyor.

Netanyahu, Amerikalıları da savaşa sokmayı başarırsa, doğrudan ya da dolaylı olarak NATO da işin içine çekilir. O zaman bu kirli savaş Almanların ellerine de bulaşır. Şimdiden silah desteği veriyorlar. Bir savaşı reddediyorlar ama diğerini, yenisini, haklı görüyorlar, çünkü her gün akrabaları ve dostları bombardıman altında yaşamıyor. Benimkiler yüksek katlı binalarda oturuyor, sığınakları yok, artık elektrikleri bile yok. 40 derece sıcakta buzdolabı ve klima çalışmıyor. Şimdi internet de kesildi. Artık birlikte büyüdüğüm kuzenlerime sabah “geceyi sağ çıktınız mı?” bile diyemiyorum. Natan’a, tüm İsrailli dostlarıma seslenmek istiyorum: Korkunuzu anlıyorum. Ama şimdi, Filistinlilerin korkusunu da anlıyorum. Çünkü artık bu, benim ailemin de korkusu.

“Pis işi yapanı alkışlayanın, kendisi de pisliktir"

Neden size hitap ediyorum? Çünkü içinde bulunduğum tüm endişe ve korkuya rağmen, kendi hükûmetini her zaman eleştirmiş İsrailli yazar dostlarım –aralarında çok yakın bir arkadaşım da var– bile bu savaşı destekliyor. Aslında bu yazıyı İran’daki değil, çevremdeki Almanlara hitaben yazmak istemiştim. Uzun süre Gazze’de olanları görmezden geldiler ama şimdi Netanyahu’nun yeni savaşını alkışlıyorlar. Oysa bu savaş, onu sadece birkaç yıl daha iktidarda tutacak. Almanya, gerçekten İran’daki tehditle mücadele etmek isteseydi, Avrupa’da İran’daki demokrasi hareketine, Olaf Scholz ve Annelena Baerbock iktidardayken bile, en çok sırt çeviren ülke olmazdı. İran Devrim Muhafızları’nın AB’nin terör listesine alınmasını engelleyen başlıca ülke Almanya’ydı. Ve tüm Batı ülkeleri arasında hâlâ İran’la en çok ticaret yapan ülke de Almanya.

Şansölye Friedrich Merz işi zirveye taşıdı. Başbakan adayı iken Netanyahu’yu Almanya’ya davet etti. Oysa Almanya’nın Başbakanı, dünyadaki diğer tüm hükûmet liderlerinden daha fazla uluslararası hukuku savunmak zorunda. Çünkü bu hukuk Alman suçlarına tepki olarak gelişti. Ama şimdi kamuoyundaki tartışmalarda bile uluslararası hukuk ulaşılması güç bir lüks gibi görülmeye başlandı. Putin’in görüşleri Almanya’da hâkimiyet kurmak üzere.

Şimdi Merz, İsrail’in Batı’nın “pis işlerini” yaptığını söylüyor. Özetle ve kendi adıma söyleyeyim, şükür ki İran’daki akrabalarımın aksine ben özgür bir ülkede yaşıyorum: Pis işe saygı duyanın, kendisi de pisliktir.

(*) Bu yazının Almanca orijinali, ilk olarak Süddeutsche Zeitung'da yayımlanmıştır. 

Navid Kermani kimdir?

1967 yılında İranlı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Navid Kermani, Kuzey Ren-Vestfalya’da büyüdü. Henüz 15 yaşındayken Westfälische Rundschau gazetesinde yazmaya başladı. Liseyi bitirdikten sonra Köln, Kahire ve Bonn’da İslam bilimleri, felsefe ve dramaturji öğrenimi gördü. “Allah Güzeldir. Kuran’ın Estetik Deneyimlenmesi” başlıklı doktora tezi Almanca kültür sanat servislerinde ve alanının uluslararası basınında büyük dikkat çekti. Frankfurter Allgemeine Zeitung'un kültür sanat servisi, Müllheim’daki Theater an der Ruhr ve Schauspielhaus Frankfurt’un yanı sıra Wissenschaftskolleg zu Berlin gibi durakların ardından Kermani serbest yazar olarak çalışmaya karar verdi. Aynı zamanda Bonn Üniversitesi’nde de Oryantalistik alanında doçentlik derecesini aldı.

Kermani, kitaplarının ve makalelerinin yanı sıra konuşmaları, konferansları ve gazete makaleleriyle siyasi ve toplumsal tartışmalara ilişkin duruşunu her fırsatta sergiliyor.

Bu yazılarında özellikle de Avrupa projesinin ilerletilmesinden yana tavır alıyor. Yazarın eserleri bugüne kadar pek çok ödül aldı.

                                                          ***

Dikkatlerden kaçan kritik hâkim savcı atamaları -Tolga Şardan-

Kimilerine göre “toplumda korku salan”; kimilerine göre, “işini beceren” bazı isimler liste başında yer aldı. Yeni kurulun yaptığı değerlendirmeler sonrasında, taslakta yer alan bazı atamaların durdurulduğu, listede olmayan kimi isimlerin de kararnameye eklendiği biliniyor.

Nefes aldığımız coğrafyada yargı, her zaman en önemli başlıklardan biri. Yargı camiasını yakından ilgilendiren yaz kararnamesi hafta sonunda yayımlandı.

Son kararnamede, dört binden fazla adli ve idari yargıda görevli hâkim/savcının görev yeri değişti. Kimilerine göre “toplumda korku salan”; kimilerine göre, “işini beceren” bazı isimler liste başında yer aldı.

Gelişmeleri yakından takip edenler, Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun (HSK) son kararnamesinin kulislerine hakimler.

Kurulun eski üyelerinin hazırlayıp çıkarmaya çalıştığı ancak “yukarıdan gelen” talimat sonrasında yeni kurula bırakmak zorunda kaldığı yaz kararnamesi, göreve gelen yeni kurul tarafından ikinci kez değerlendirildi.

Dorukhan Büyükışık dosyası

Yeni kurulun yaptığı değerlendirmeler sonrasında, taslakta yer alan bazı atamaların durdurulduğu, listede olmayan kimi isimlerin de kararnameye eklendiği biliniyor. Bir önceki kurula göre yeni kurulun “görece” daha dengeli görevlendirmeler gerçekleştirdiği değerlendirmeleri yapılıyor.

HSK yaz kararnamesi kapsamında dikkati çeken epeyce atama yapıldı.

T24’ten Asuman Aranca, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun diploma davasına bakan heyetin dağıtılması başta olmak üzere dikkati çeken atamaları tek tek tespit edip duyurdu. 

Bıraktığım linkten söz konusu atamaları ve ne anlama geldiğini öğrenmek ya da hatırlamak mümkün.

Bu satırların yazarı olarak, uzun süredir yakından takip ettiğim ve hemen her aşamasını duyurduğum iki önemli dosya var.

İlki, 2018’de “intihar etti” denilen Dorukhan Büyükışık’ın dosyası. Yedi yıl sonra “cinayet soruşturması başlatılarak” bu dosyada iddianame hazırlanmıştı.

Diğeri ise, Eylül 2023’te Kırklareli’nin İğneada bölgesindeki longoz ormanlarında faaliyet gösteren Sisli Vadi adlı tesisin, kuvvetli yağışla yaşanan sel felaketinde sular altında kalması ve altı yurttaşın yaşamını yitirmesine neden olan olaya ait dosya.

Her iki dosya; ülkede hemen her gün benzeri yaşanan, vicdanları rahatsız eden, yürek burkan, geride yalnızca acı ve üzüntü bırakan olaylardan ikisi sadece.

HSK’nın son kararnamesinde her iki dosyada görev alan kimi yargı mensuplarıyla ilgili atamalar yer aldı.

Önce, İzmir Adliyesi’nde yargı aşamasına geçen Dorukhan Büyükışık dosyasına bakalım.

Dorukhan Büyükışık’ın babası Emekli Tümgeneral Ethem Büyükışık’ın, oğlunun intihar etmediğini ortaya çıkarmak için gösterdiği çabayı hemen herkes biliyor artık.

Baba Büyükışık, olayın en başından beri İzmir Adliyesi’nde görevli ve dosyaya bakan iki savcı ile ilgili olarak, zaman içinde HSK’ya şikâyet dilekçeleri gönderdi. Büyükışık, dilekçelerinde oğlunun dosyasındaki hatalı iş ve işlemlerden İzmir Cumhuriyet Başsavcı Vekili Muhammet Sağlam ve Savcı Tayfun Koçoğlu’nu sorumlu tuttu.

Bu konuda daha önce Büyüteç’te bir yazı kaleme aldım.

HSK’nın eski yönetimi, Büyükışık’ın delilleriyle ortaya koyduğu verileri kendilerince değerlendirdi ve her iki savcının görevlerinde hata yapmadıklarını belirterek herhangi bir işlem gerçekleştirmedi.

Peki, HSK’nın son kararnamesinde ne oldu dersiniz?

Şüpheli biçimde yaşamını yitiren Dorukhan Büyükışık’ın aslında “dövülerek” cinayete kurban gittiği yönünde tespitleri yapıp, beş zanlı hakkında cinayetten dava açan İzmir Cumhuriyet Başsavcı Vekili Tahsin Kotan, İzmir Bölge Adliye Mahkemesi’ne (BAM) tenzil-i rütbe ile savcı olarak atandı!

Kotan, dosyadaki sorunları tespit edip bizzat kendi meslektaşları hakkında adli evrak hazırlayıp imza koydu.

Kotan’ın tenzil-i rütbe ile görevden alınmasına gerekçe olacak başka mesleki bir kayıt ya da tespit var mı, bilemiyorum. Ancak, herhangi bir sıkıntılı durumu olmaksızın Kotan, görevden alındıysa; tek kelime ile “yazık”.

Sisli Vadi dosyası

Sisli Vadi dosyasında da durum pek farklı değil aslında!

Facianın arkasından Kırklareli Adliyesi’ndeki soruşturma sırasında birbiri ardına tuhaf durumlar yaşandı.

Süreci yakından izleyen okurlar anımsayacaktır; özellikle olayın aydınlatılması için büyük çaba harcayan ve selde kızı ve damadını yitiren Safiye Yaşa ve ailesi, mücadelesine devam ediyor halen.

Tıpkı Dorukhan Büyükışık’ın babası Ethem Büyükışık gibi yaşanan sel felaketindeki ihmaller ile usulsüzlüklerin gün ışığına çıkarılması için uğraşan Yaşa Ailesi, ruhsatsız biçimde faaliyet gösteren tesisin sahibi Bülent Bayrak’ın, Kırklareli Adliyesi ile yakın ilişkiler içinde olduğunu ortaya çıkardı.

Bilhassa Başsavcı Hazım Arslanca ve Sisli Vadi soruşturmasını yürüten Savcı Muzaffer Lekesiz’le birlikte dosyanın yargılamasını yapan Kırklareli 1. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı ve Kırklareli Adalet Komisyonu Başkanı Hüseyin Gedik’in bağlantıları, Yaşa Ailesi’nce kamuoyuna yansıtıldı.

Yeri gelmişken aktarayım, acılı anne Safiye Yaşa, konuk sıfatıyla geldiği TBMM’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’la karşılaşıp ayak üstü yaşadıklarını anlattı. Erdoğan, yanındakilere dönüp acılı annenin acısına son verilmesi için ne gerekiyorsa yapılması talimatını verdi.

Safiye Yaşa, işte o görüşmeden bu yana TBMM’ye giremiyor. Nedeni, açık biçimde ifade edilmese de Erdoğan’la yaptığı görüşme. TBMM yönetimi Safiye Yaşa’nın Meclis’e girmesinden rahatsız olmuş olacak ki o gün bugündür acılı annenin TBMM’ye giriş yasağı var.

Devam ediyorum; Yaşa Ailesi, olayda yakınlarını kaybeden ailelerin de desteğini alarak söz konusu yargı mensuplarını HSK’ya şikâyet etti önceki dönemde.

Hatta, yine Bülent Bayrak’la yakınlığı nedeniyle yargılamayı yürüten Mahkeme Başkanı Hüseyin Gedik’e yönelik reddi hâkim talebinde bulundu aile. Ancak Gedik yargılamadan çekilmedi.

Ayrıca mahkeme, savcının “olası kastla öldürme” iddiasıyla ceza istemesine karşın geçen kasımda tamamlanan yargılamada suçu hafifleterek “bilinçli taksirle öldürme” suçundan ceza verdi. Aileler, dosyayı istinafa taşıdı.

Dosyaya bakan Kırklareli Adliyesi’ndeki Cumhuriyet Başsavcısı Hazım Arslanca ve Savcı Muzaffer Lekesiz, geçen yıl HSK tarafından görevden alındı. Arslanca, düz savcı sıfatıyla Yargıtay’a, Lekesiz ise aynı görevle Van’ın Gevaş ilçesine gönderildi.

HSK, son kararnamede, Adalet Komisyonu ve 1. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Hüseyin Gedik’i görevden aldı. Önceki HSK yönetiminin – artık hangi gerekçe var, bilinmiyor – görevden almakta direndiği Gedik, Van’a ağır ceza mahkemesi başkanı olarak atandı.

Yeni HSK’nın Kırklareli’ndeki atama operasyonu Gedik’le sınırlı kalmadı. Başsavcı Enver Eroğlu, kente geleli henüz bir yıl olmuşken, bu kez Batman Cumhuriyet Başsavcısı oluverdi, bir anda!

Oysa Başsavcı Eroğlu, daha geçen yıl Tunceli Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan Kırklareli’ne gelmişti.

Sisli Vadi dosyasının devamı olabilecek yeni gelişmelere ışık tutan yaklaşımıyla bilinen Eroğlu’nun Batman’a gönderilmesi biraz manidar ve dikkat çekici sanki.

Bakalım, yeni başsavcının atanmasıyla beraber süreç kesintisiz ilerleyecek mi, göreceğiz hep beraber.

Amasra’daki maden faciası

HSK’nın atamalarında pek dikkat çekmeyen ancak muhataplarınca yakından izlenen diğer bir ilginç atama da Bartın 1. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Harun Ceyhan’ın, Ankara Bölge Adliye Mahkemesi’ne tenzil-i rütbe ile üye atanması oldu.

Başkan Ceyhan’ın Ankara’ya atanmasına gerekçe olan dosya, Ekim 2022’de Amasra’da yaşanan ve 42 madencinin yaşamını yitirdiği facianın yargılaması kuşkusuz.

Ceyhan’ın başkanlığını yürüttüğü mahkeme, yargılanan sanıklardan 20’sine üç yıldan 17 yıla kadar hapis cezası verdi. Üç sanık beraat etti.

Anlaşıldığı üzere Ceyhan’ın başkanlığında verilen hapis cezaları, “birilerini” rahatsız etmiş olsa gerek ki, Başkan Ankara’ya getirildi!

Eski Gülen cemaatinin emniyet imamı

Bu arada Ankara Adliyesi’ndeki Terör Suçlarıyla Mücadele Bürosu’nun savcılarından Sultan Çavundurluoğlu Özdemir, Diyarbakır Bölge Adliye Mahkemesi üyesi oldu.

Çavundurluoğlu Özdemir, Ankara Adliyesi’nde FETÖ’nün emniyet yapılanması konusundaki dosyalara baktı uzunca süredir. Hatta bir dönem FETÖ’nün henüz cemaat olarak anıldığı dönemde Emniyet İmamı olduğu bilinen Kemalettin Özdemir hakkında iddianame düzenledi. Kemalettin Özdemir bu iddianameye göre 22 yıl 6 ay hapis cezasıyla yargılandı ve 3 yıl 1 ay 15 gün hapis cezası aldı!

Aynı savcının iddianame hazırladığı dikkat çekici dosyalardan birisi, Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde görev yapan bir grup polisin FETÖ’ye bilgi sızdırdığı iddiası oldu. Bu dosyada emniyet ile savcılık karşı karşıya geldi. Polis müdür, amir ve memurları halen FETÖ’ye bilgi sızdırdıkları iddiasıyla yargılanıyor.

Mersin Adliyesi’nde neler oluyor?

Epeyce benzeri olmasına rağmen Büyüteç’e konu edeceğim son atama Mersin’den.

Mersin Cumhuriyet Başsavcısı Tolgahan Öztoprak, HSK tarafından Manisa Cumhuriyet Başsavcısı yapıldı.

Mersin Adliyesi, bölgenin en hareketli adliyelerinden. Yakın geçmişte, kimisi siyasi bağlantılı epeyce dosya burada görüldü. Bası siyasilerin adının karıştırıldığı uyuşturucu kaçakçılığı yargılamaları, Eski Mersin Ülkü Ocakları Başkanı Çağrı Öner’e yönelik saldırı girişimi ve bir kişinin yaşamını yitirmesi, serbest bölgedeki gümrük faaliyetlerini ilgilendiren bazı adli suçlara yönelik soruşturmalar ve davalar Mersin’de görüldü.

Adliyedeki son dikkat çekici iki dosya ise, Mersin’de muhalefetin yönetimindeki bazı belediyeler ile ilgili İBB benzeri hazırlanan dosyalar ile yüzden fazla gümrükçü ve gümrük aracısının tutuklu yargılandığı dosya.

Gümrükçüler ve gümrükte firmaların işlerini takip eden bazı şirketlerin sahipleri ile çalışanlarının yargılandığı davanın ilginç bir tablosu var doğrusu.

Şöyle ki, kısa süre önce sanıklar hâkim karşısına çıktı ve ifadelerini verdi. On gün süren ilk duruşma sonrasında dosyanın önemli isimlerinden ve aracı firma sahibi C.D. tahliye oldu.

Bu dosyayı inceleyince akıllara, “gümrükçüler ve aracı firma sahipleri ile çalışanlar, rüşvet vermekten yargılanırken, aracı firmaların iş takibi yaptıkları şirketlerin sahipleri, dosyanın neresinde?” sorusu geliyor ister istemez.

Zira rüşvet alan ve rüşvet verenler varsa; rüşvet verenler, rüşveti kim için veriyor?

Mersin Adliyesi’ndeki atamalar, sadece başsavcı değişimiyle sınırlı değil elbette.

HSK, aralarında başsavcı vekili ve ağır ceza mahkemesi başkanı bulunan 30 dolayında hâkim ve savcıyı başka görevlere atadı. Bu atamaların her birinin kendi içinde bir gerekçesi var kuşkusuz.

Ancak sözünü ettiğim iki dosyanın tayinlerde ne kadar etkisi var, yakında anlaşılır.

                                                                /././

MKE, ‘Dış Ticaret Sermaye Şirketi’ statüsüne alındı 

MKEK

Makine ve Kimya Endüstrisi A.Ş. (MKE), Ticaret Bakanlığı tarafından ‘Dış Ticaret Sermaye Şirketi’ (DTSŞ) statüsüne alındı ve Bakanlığın Dış Ticaret Sermaye Şirketlerine İlişkin Karar Tebliği, Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi.(https://t24.com.tr/haber/mke-dis-ticaret-sermaye-sirketi-statusune-alindi,1246305)

                                                      ***

İsrail (ABD)-İran Savaşı ve ekonomik etkileri -Mustafa Durmuş-

Savaşlarda özellikle de savaş sanayinde faaliyet gösteren silah şirketlerinin, yakıt temin eden petrol şirketlerinin kâr ettiği, savaşçı politikaları benimsemiş olan, özellikle de iktidarları sağlam olmayan egemenlerin milliyetçilik üzerinden siyasal rantlar sağlayabildikleri bir gerçek olsa da toplumun bir bütün olarak savaşlar nedeniyle kaybı çok büyük...

İsrail (ABD)-İran Savaşı ve ekonomik etkileri

G7 Ülkelerinin (Kanada, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Birleşik Krallık ve ABD) liderleri Kanada’da haziran ayının üçüncü haftasında bir araya geldiler.

Bu ülkeler dünya nüfusunun sadece yüzde 9,6’sını ama satın alma gücü paritesine göre küresel GSYH'nin yüzde 28’ini temsil ediyor (1990’larda bu yüzde 50 civarındaydı). (1) Bazı küçük ortaklarıyla birlikte Küresel Kuzey olarak da adlandırılan ve dünyayı yöneten emperyalist çekirdeği oluşturuyor.

Neyi tartışıyorlar ya da neyi tartışmıyorlar?

G7 liderleri bu zirvede, kaçınılmaz olarak, İsrail'in İran'a saldırısının ardından hızlanan Orta Doğu krizini, Ukrayna'da devam eden savaşı, Rusya’ya daha fazla yaptırımı ve Ukrayna'ya silah sağlanması ihtiyacını, Trumpçı gümrük tarifeleri konusunda ne yapılması gerektiğini, artan savaş harcamalarına yer açmak için G7 devletlerinin çoğu tarafından yoksul ülkelere yapılan uluslararası yardımlarda yapılacak olan kesintilerin ne kadar olacağını ve bunların nasıl uygulanacağını ve Çin'e karşı nasıl bir ortak strateji uygulanacağını tartıştılar. (2)

Ayrıca haziran ayında bir toplantı daha olacak ve NATO ülkelerinin liderleri (ya da sözcüleri) Uluslararası Adalet Divanı’nın merkezi olan Lahey’de toplanacak. Burada da muhtemelen aynı sorunlar tartışılacak.

Yani, dünyanın meselelerine kendi emperyalist-kapitalist çıkarlarının korunması açısından bakan bu devletler, Orta Doğu coğrafyasının nasıl yeniden şekillendirilmesi gerektiğini tartışırken, gezegenin ve insanlığın karşı karşıya olduğu iklim yıkımı başta olmak üzere, bir dizi çoklu krizi (ekonomik kriz, ekonomik adaletsizlik, sosyal kriz, küresel yoksulluk gibi) gibi konuları ve İsrail’in Filistin’e yönelik olarak sürdürdüğü soykırımı unutturmaya çalışacaklar.

İsrail devleti ABD’nin suç ortağı

Diğer taraftan, bu sorunları görmezden gelenlerin destekleriyle (başta ABD ve diğer NATO devletleri olmak üzere batının emperyalist devletleri) İsrail devleti, İran'a saldırdı ve bugüne kadar yüzlerce kişinin ölümüne neden oldu. Bu arada Filistin'e yönelik soykırım savaşını da hız kesmeden devam ettiriyor. İsrail tıpkı Ukrayna Devletinin ABD ve emperyalist Batı adına Rusya’ya saldırmasına benzer bir işlev görüyor ve Filistin’in (ve kısmen Suriye’nin) ardından İran’a saldırıyor. İran ise bu saldırılara sert bir şekilde karşılık veriyor.

Sonuçta şu ana kadar her iki taraftan yüzlerce masum sivil öldürülürken, atılan füzeler ve bombalar doğayı tahrip ediyor ve iklim yıkımını şiddetlendiriyor. Atılan füzelerle işyerleri yok edilen her iki ülkenin halkları (başta işçiler olmak üzere, esnaf ve zanaatkar ve çiftçiler) zor duruma düşerek açlık tehlikesiyle burun buruna kaldı.

Savaş ekonomik bir felakettir!

İsrail-İran savaşı yüzünden (azalan petrol üretimi ve artan riskler nedeniyle) ilk etapta dünyadaki petrol fiyatları artmaya başladı. Petrol (ve doğal gaz) fiyatlarındaki artışlar başta enerji ve temel gıda maddeleri olmak üzere, tüm hammaddelerin fiyatlarını artırıyor. Bu hammaddeleri ithalat yoluyla sağlayan Türkiye gibi ülkelerin ithalat faturası kabarıyor, ülke içinde bu fiyat artışlarının yukarı çektiği enflasyon artışı emekçi halkları daha da yoksullaştırıyor, hatta açlıkla karşı karşıya bırakıyor.

ABD’nin İran’ı bombalaması ekonomik sorunları daha da artıracak

ABD’ye ait U2 Bombardıman uçaklarının İran’daki nükleer tesislere karşı 22 Haziran’da yaptığı saldırılara karşılık İran Hürmüz Boğazı'nın kapatma kararı aldı. Bu boğaz İran ile Birleşik Arap Emirlikleri arasındaki 30 millik boşluk.  Bu boğazın önemi Dünyadaki petrol ve sıvı gazın yaklaşık yüzde 20'sinin bu boğazdan geçiyor olması. (3) Bu kararın sonucunda İran, yüzde 90'ı Çin'e giden kendi ihracatı üzerinde çok az etkisi olacağını bilerek, dünyanın büyük bölümüne petrol ve gaz akışını kesintiye uğratabilir.

Kapanmanın kaçınılmaz sonucunda, muhtemelen hali hazırda varil başına 75 dolar civarında olan küresel petrol fiyatlarında önemli bir artış olacak. Varil başına 100 doların bir kez daha gündeme gelmesi oldukça olası ve bunun sonuçlarını, Rusya'nın Ukrayna'yı işgali başladığında, bu ölçekte ve daha fazla fiyat artışları biçiminde gördük.

Bu gelişme Türkiye’nin kontrol edemediği dış faktörlerin yol açtığı yeni bir enflasyon dalgasını körükleyecek ve enflasyonu daha da yukarı çekecektir. Bu durumda, yani TCMB’nin kontrolü dışındaki gelişmeler yüzünden, faiz oranlarının yükseltilmesi de çözüm olmayacaktır.

Petrol fiyatlarındaki bu artış zaten yavaşlamakta olan ekonomiyi daha da yavaşlatacak, bu da şirket iflaslarını ve giderek artmakta olan toplu işçi çıkarmalarını hızlandıracaktır.

Reel ekonomi dışında, petrol fiyatlarındaki büyük bir artış, ABD ile İran arasında İsrail'in de doğrudan dahil olduğu büyük bir düşmanlık ve diğer ülkelerin de işin içine çekilme potansiyeli borsayı da etkileyecek ve hisse fiyatlarında önemli düşüşler borsanın çakılmasıyla sonuçlanacaktır.

Savaş emekçiler ve halklar için çok kötü!

Kısaca, savaşlar işçiler, emekçiler, yoksullar, gençler, kadınlar ve çocuklar için çok kötü. Savaşlar, toplumun özellikle de bu kesimlerine karşı, insanlığa, doğaya karşı işlenen suçlardır. Savaşlarda özellikle de savaş sanayinde faaliyet gösteren silah şirketlerinin, yakıt temin eden petrol şirketlerinin kâr ettiği, savaşçı politikaları benimsemiş olan, özellikle de iktidarları sağlam olmayan egemenlerin milliyetçilik üzerinden siyasal rantlar sağlayabildikleri bir gerçek olsa da toplumun bir bütün olarak savaşlar nedeniyle kaybı çok büyüktür.

Savaşlar ölüm ve yıkıma neden oluyor, ticareti sekteye uğratıyor, bütçe açıklarına, yüksek enflasyona ve aşırı borçlanmaya neden oluyor. Kendi topraklarında savaş yaşayan ülkeler için bu durum genellikle tam bir ekonomik felaket anlamına gelirken, savaşlar diğer ülkelere de özellikle de coğrafi olarak savaş alanına en yakın olanlara da ilave maliyet yüklüyor. Rusya-Ukrayna savaşının başta temel gıda maddeleri ve enerji ürünleri olmak üzere Türkiye’ye önemli maliyetler yüklediği unutulmamalı. Benzer etkiler İsrail-İran savaşı sırasında da beklenmeli. 

Yerle bir edilen Filistin’i unutulmamalı!

Eylül 2024’de yayınlanan BM Ticaret ve Kalkınma (UNCTAD) raporu, Gazze’de kişi başına gelirin düşmesi, yaygın yoksulluk ve artan işsizlik nedeniyle ciddi bir ekonomik krizin yaşandığını ortaya koyuyor. Öyle ki Gazze'nin milli geliri yüzde 81 oranında düşerek ekonomisini harabeye döndü. Rapor, 2008, 2012, 2014 ve 2021'deki önceki tüm askeri çatışmaların etkisini çok aşan ekonomik yıkımın ve ekonomik faaliyetlerdeki benzeri görülmemiş düşüşün dehşet verici boyutunu vurguluyor: Savaş enflasyonist baskılar, artan işsizlik ve dibe vuran gelirlerle birleşerek Filistinli hane halklarını ciddi şekilde yoksullaştırıyor.

2024'ün başlarında, sulama sistemleri, hayvan çiftlikleri, meyve bahçeleri, makineler ve depolama tesisleri de dahil olmak üzere Gazze'nin tarımsal varlıklarının yüzde 80 ila yüzde 96'sı yok edilerek bölgenin gıda üretim kapasitesini felce uğrattı ve zaten yüksek seviyelerde olan gıda yetersizliğini daha da kötüleştirdi. Yıkım özel sektörü de ağır bir şekilde etkiledi, Gazze ekonomisinin temel itici gücü olan işletmelerin yüzde 82'si hasar gördü ya da yıkıldı. Batı Şeria'da toplam 306 bin istihdam kaybı yaşandı ve savaş öncesi yüzde 12,9 olan işsizlik oranı yüzde 32’ye yükseldi. (4)

Dışardaki savaş içerdeki otoriterliği besliyor!

Meselenin bir diğer boyutu da dışarıdaki savaş ile içerdeki otoriterlik arasındaki zorunlu bağ. Yani dışarıda yürütülen savaş ile yurtiçindeki insanlık dışı uygulamalar, insan hakları ihlalleri, hak ve özgürlüklerin iyice kısıtlanması, hak arama eylemlerine izin verilmemesi arasında sıkı bir bağ mevcut. Bu da aslında savaşın ve militarizmin bir başka biçimi. Polis güçlerinin militarize edilmesi bunun somut bir örneği. Devlet savaşçı ve sömürgeleştirici bir emperyal güç haline geldiğinde, toplumsal kişilikteki aynı dürtüler kaçınılmaz olarak kendi halkına karşı bir silah olarak dönüyor.

Kaynaklar savaşa

Savaşlar sırasında kaynaklar öncelikle savaşa ayrılıyor. Nitekim başta ABD ve AB ülkeleri olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde savaşlar için ayrılan askeri bütçeler devasa biçimde artırıldı. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu diğer bazı ülkeler isteyerek ya da istemeyerek askeri bütçelerini artırmak durumunda kalacaklar.

Bir başka anlatımla, savaş, neden olacağı devasa insani zarar ve doğa yıkımının yanı sıra, vergiler başta olmak üzere, kısıtlı kamusal kaynakların eğitime, sağlığa, sosyal güvenliğe, işsizlik ve yoksullukla ve uyuşturucu kullanımıyla mücadeleye değil, savaş sanayine ayrılması, savaş baronlarının ve zenginlerinin daha da semirtilmesi demek. Bu yüzden savaşları zenginlerin dostu, buna karşılık yoksulların düşmanı olarak kabul etmek gerekiyor.

Kaynaklar ağırlıklı olarak savaşa ayrılınca iklim değişikliği ile mücadele, kamu hizmetlerinin finansmanı ve demokratikleşmenin sağlanması ve yoksullukla mücadele programlarına ayrılan kaynaklar keskin bir biçimde düşürülüyor.

Sonuç olarak

İsrail (ABD)- İran savaşı tarihsel bir dönüm noktasında olduğumuzu gösteriyor. Ya başta uluslararası işçi sınıfı olmak üzere, tüm dünya halkları savaşlara karşı çıkacağız ve dünyanın barış içinde bir arada yaşaması gereğini savunacağız ya da iklim yıkımı ve ekonomik krizler altında savaşlarla birlikte dünyanın yeni bir barbarlaşma sürecine girmesini izlemek durumunda kalacağız.

Dip notlar:

-“How Representative Is the G7 of the World It's Trying to Lead?”, https://www.statista.com/chart/27687/g7-share-of-global-gdp-and-population (17 Haziran 2025).

-“Israel-Iran conflict set to dominate G7 summit”, https://www.bbc.com (15 Haziran 2025).

-“US asks China to stop Iran from closing Strait of Hormuz”, https://www.bbc.com (23 Haziran 2025).

-https://unctad.org/news/economic-crisis-worsens-occupied-palestinian-territory-amid-ongoing-gaza-conflict (12 Eylül 2024).

                                                                           /././

Sözle “fiili saldırı” nasıl oluyor?-Mehmet Y.Yılmaz-

Konuşarak bir T.C. vatandaşını rencide edecek eylemde bulunuyorsanız, bu fiili saldırı değildir. Konuşmasında kullandığı bazı kelimeler nedeniyle bir kişiyi “fiili saldırı” ile suçluyorsanız, suç uyduruyorsunuzdur. Kanunun çizdiği sınırın dışına çıkıp, kendi kafanıza göre bir kanun yaratıyorsunuz anlamına gelir…

fatih altaylı

Fatih Altaylı’nın tutuklanarak susturulmasına gerekçe olan Türk Ceza Kanunu’nun 310. Maddesi’nin 2. Fıkrası şöyle:

“Cumhurbaşkanına karşı diğer fiili saldırılarda bulunan kimse hakkında, ilgili suça ilişkin ceza yarı oranında artırılarak hükmolunur. Ancak, bu suretle verilecek ceza beş yıldan az olamaz.”

Bizim Ceza Kanunumuz, “Cumhurbaşkanı’na hakaret” suçunu ayrıca düzenliyor.

Buradan da anlıyoruz ki “Cumhurbaşkanı’na fiili saldırı” suçu sözle, yazıyla gerçekleşemez.

Eğer söylenen bir söz ya da yazıdaki bir cümle, “fiili saldırı” kapsamında değerlendiriliyor olsaydı, “Cumhurbaşkanı’na hakaret” suçu diye ayrı bir suç tanımı ve ceza tayini gerekmezdi.

Madde “Cumhurbaşkanı’na suikast teşebbüsü” suçunu da suikast gerçekleşmiş gibi cezalandırdığına göre de zaten ikinci madde “yaralamaya yol açmayacak fiili saldırı” şeklinde yorumlanmalı.

Mesela Cumhurbaşkanı’na yumurta atamazsınız. Özgür Özel’in başına geldiği gibi yanına yaklaşıp yumruk da atamazsınız. Ya da o anda elinizde bulunan mesela bir kitabı üzerine doğru fırlatamazsınız.

Bunlar “fiili saldırı” kapsamına girer.

Eğer mahkeme, bu fiili saldırı sırasında kullanılan nesneyi “silah gibi” değerlendirirse de zaten yine birinci fıkrada düzenlenmiş suikast suçu gerçekleşmiş gibi yargılanırsınız.

Bizim mahkemelerimizin bazı durumlarda karşısındaki kişiye zarar vermek amacıyla ateşli silah ya da bıçak, kılıç, balta, orak vs. gibi “silah” tanımına girmeyen maddelerin kullanılmasını da “silah” olarak tanımladığını biliyoruz.

Öyle bir durum olsaydı Altaylı zaten aynı maddenin “suikast” eylemini cezalandıran birinci fıkrasına göre yargılanacaktı.

Onun için bu maddenin tanımladığı “fiili saldırı” yaralanmaya yol açmayacak düzeydeki fiili saldırıları kapsıyor olmalı.

Fatih Altaylı’nın tutuklanmasına gerekçe yapılan konuşması, adı üzerinde “konuşma.”

Konuşarak bir T.C. vatandaşını rencide edecek bir eylemde bulunuyorsanız, bu, fiili saldırı değildir.

Konuşmasında kullandığı bazı kelimeler nedeniyle bir kişiyi “fiili saldırı” ile suçluyorsanız, suç uyduruyorsunuz demektir.

Kanunun çizdiği sınırın dışına çıkıp, kendi kafanıza göre bir kanun yaratıyorsunuz anlamına gelir.

Böyle suç uydurmalar normal bir hukuk devletinde kabul edilemez.

Tarihe rejimin utancı olarak geçer, öyle hatırlanır.

Zeytinliklerde yağma hazırlığı

İktidar, “maden bulunacak” diye zeytinliklere göz dikiyor ama aslına bakarsanız o madenlerden çıkacak madenlerin sağlayacağı ekonomik fayda, üzerindeki zeytinliklerden sağlanacak faydanın yanında sözü bile edilmeyecek bir şeydir

Son 19 yılda sekiz kere gündeme gelen zeytinlik alanların madencilik faaliyetlerine açılması ile ilgili yasal düzenleme TBMM komisyonunda kabul edildi.

Muhtemelen TBMM tatile girmeden önce de AKP ve MHP ittifakıyla kanunlaşır ve zeytinliklerde yağma başlar.

İktidarın zeytinlik alanları maden arama bahanesiyle yok etmeye yönelik bu ısrarlı çabası karşılıksız değildir.

Bu işler durduk yerde olmaz.

Çünkü birkaç şirketin hatırı sayılır bir kâr beklentisi vardır, o beklenti ne kadar büyükse bu tür kanunları çıkartmaya yönelik girişimler de o kadar güçlü olur.

İktidar, “maden bulunacak” diye zeytinliklere göz dikiyor ama aslına bakarsanız o madenlerden çıkacak madenlerin sağlayacağı ekonomik fayda, üzerindeki zeytinliklerden sağlanacak faydanın yanında sözü bile edilmeyecek bir şeydir.

Türkiye bir zeytin ülkesi olarak kendine yeterli az sayıdaki ülkeden biri.

Bunu sağlayan şey de zeytinliklerin bugüne kadar korunabilmiş olması.

Zeytinliklerin kesilmesi demek, Türkiye’nin bu özelliğini de kaybetmesi demek.

Toprağın üstündeki zeytinlerin sağladığı ekonomik fayda, geniş bir kitlenin yararlandığı bir şey.

Sadece üretici köylüler değil, zeytinyağcılar, zeytinciler ve ihracatçılar da bu üretimden yararlanabiliyor.

Üretim yeterli olduğu için tüketici de astronomik fiyat artışlarından korunabiliyor.

Yanlıştan bu kez de dönülebilir mi, bilmiyorum.

Bildiğim şey, böyle bir konuda bu kadar ısrar ediliyorsa bunun altında başka şeyler aramak gerektiğidir.

Kimlerin, hangi amaçla bu işin peşinde olduğunu günün birinde nasıl olsa öğreniriz ama olan da bir daha geri gelmeyecek olan zeytinliklere olur.

                                                   /././

T-24

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

TKP Genel Sekreteri Okuyan: Halk sahnede yoksa savaş kararları kolay alınıyor + Okuyan: AKP'nin Ortadoğu politikası bir avuç zenginin çıkarlarına hizmet ediyor -soL-

TKP Genel Sekreteri Okuyan: Halk sahnede yoksa savaş kararları kolay alınıyor Ankara'da düzenlenen etkinlikte konuşan TKP Genel Sekreter...