Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu'ndan ikinci toplantı: Tam kapalılık kararı alındı, tutanaklar 10 yıl paylaşılmayacak -Ceren Bayar-
Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş'un konuşmasının ardından basın çıkarıldı, jammerlar çalıştı

(mstfkrc yorum:
(https://t24.com.tr/haber/milli-dayanisma-kardeslik-ve-demokrasi-komisyonu-nun-ikinci-toplantisi-toplantinin-kapali-kalmasina-dair-oy-cokluguyla-karar-alindi,1254320)
***
Sahte diploma skandalında BTK sürecin neresinde?!-Tolga Şardan-
Bir e–imza ya da mobil şifre sahibinin kimlik bilgileriyle –sahibin haberi olmaksızın– alınan ikinci, üçüncü, dördüncü GSM hatları üzerinden e–imza ya da mobil imza alınıyor mu? Yanıt; evet! BTK’da imza sahibine yönelik “dikkat, ikinci imzan var” uyarı sistemi yok. BTK halen FETÖ döneminden kalan altyapıyı kullanıyor. Yenilenmeyen sistem, tıpkı e–imza skandalında olduğu gibi patlıyor. Asıl kara delik ise Sağlık Bakanlığı... Herkesin Sağlık Bakanlığı’ndaki verileri tehlike altında

Ülke kamuoyu geçen haftadan bu yana “sahte diploma” skandalıyla çalkalanıyor.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın birbiriyle bağlantılı iki iddianamesi, ülke genelinde e–imza ve mobil imza kullanılarak gerçekleştirilen sahtekârlıkları ortaya çıkardı.
Yeri gelmişken, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nı kutlamak gerek. Böylesi bir skandalı “sağlam deliller ve veriler” ışığında devletin ve toplumun gözüne soktu adeta. Altında hiçbir soru işaretine yer vermeden üstelik.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve “Terörsüz Türkiye” gündemini adeta solladı bu konu.
İddianamelerin gün ışığına çıkmasıyla birlikte, kimlerin e–imza ve mobil imza sahtekârlığı yaptığı, kimlerin bu sahtekârlıktan hangi koşullar altında faydalandığı, hangi alanlarda dijital usulsüzlük yapıldığı ve nasıl gerçekleştirildiği konuşuluyor.
Konu başlıkları elbette çok önemli. Ancak bu aşamada konuşulması gereken asıl konunun; bu yolsuzluk, usulsüzlük ya da sahtekârlığın alt yapısının nasıl oluşturulduğu olması gerektiği kanaatindeyim.
Yazının içeriği biraz teknik olmakla birlikte hemen herkesin anlayabileceği yazı dilini kullanmaya çalışacağım.
Önce e–imza ve mobil şifre alımı konusuna bakalım.
Ülkedeki mevzuat ve uygulamalar çerçevesinde e–imza veya mobil şifre alımı, ihtiyaç sahibinin TC kimlik numarasıyla edindiği bir GSM hattı sahipliği üzerinden yapılıyor. Kişi birden fazla GSM numarası abonesiyse bile sadece birini dijital imza sahibi olmak için kullanıyor.
Ülkede GSM aboneliği yöneten üç ana operatör şirket var; Türk Telekom, Turkcell ve Vodafone.
Bu firmalar, alt yapılarını kullanırken Bilgi Teknolojileri vKurumu’na (BTK) karşı sorumlular.
Üç firmayla çalışan ülke genelinde telekomünikasyon alanında servis sağlayan tam 237 farklı şirket var!
Bu “aracı” firmalar da üç ana şirketten hat satın alarak ya da kiralayarak, kişilere GSM hattı üzerinden servis sağlıyorlar. Bu işlemlerin hepsi BTK’dan alınan lisanslarla gerçekleşiyor doğal olarak.
Ülke genelindeki tüm bilişim ve internet sisteminin kurulumdan ve işletiminden sorumlu tek bir devlet kurumu var: BTK.
Devam ediyorum.
GSM hattı üzerinden dijital imza / kimlik sahibi birey, işlem yapabilmek amacıyla nereden işlem yapıyor?
“e–Devlet kapısı”ndan.
Tüm kamu kurumları ve işletmeleri, yarı özel yarı devlete ait olan kurumlar, belediyeler, kısacası bütün devlet organizasyonuna “e–Devlet kapısı”ndan ulaşılıyor, e–imza ve mobil imza. Hatta, e–imza ya da mobil şifre sahibi olmayanlar da TC Kimlik Numaraları kullanarak önce e–Devlete giriyor, sonrasındaki basamak olarak da işlem yapmak istediği kurumun / kurumların dijital alt yapısına ulaşıyor.
Bitmedi; e–Devlet şifresi ve Z anahtarla da e–Devlete giriş yapmak mümkün.
Bir örnekle anlatayım; UYAP’a girmeniz gerekti, eğer hakim / savcı iseniz, e–imza, mobil imza, TC kimlik numarası, e–Devlet şifresi ya da Z anahtarla girmek mümkün.
Şimdi başka bir aşamaya geçeyim.
e–imza ve mobil imzayı vermekle yetkili tek devlet kurumu yine BTK.
Kişi, servis sağlayıcı firmalardan edindiği GSM hattı ile BTK’ya başvuru yaparak e–imza ya da mobil imza sahibi oluyor, bu da tamam.
BTK’dan aldığı yetkiyle e–Devlet kapısından içeri giriyor ve istediği iş / işlemleri yönetiyor.
BTK’nın kontrol etmediği / edemediği sistem
İşte şimdi asıl soruya sıra geldi.
Bir e–imza ya da mobil şifre sahibinin kimlik bilgileriyle – sahibin haberi olmaksızın – alınan ikinci, üçüncü, dördüncü GSM hatları üzerinden e–imza ya da mobil imza alınıyor mu?
Yanıt; evet!
Bu “evet” yanıtı, işte bugünkü tabloyu karşımıza çıkardı.
Çünkü, yasal olarak bir adet GSM hattıyla BTK’dan e–imza ya da mobil imza alan kişi, kurumla herhangi bir resmi anlaşma yapmazken, kendisinden habersiz yine kendisine ait kimlik bilgileriyle oluşturulan e–imzalar / mobil imzalar, dolandırıcılar tarafından kullanılmaya başlanıyor.
Zira bu konuda BTK’da imza sahibine yönelik “dikkat, ikinci imzan var” alarm / uyarı sistemi yok maalesef.
Ortaya çıkan vahim tablo
Araştırmalarım sonucunda ortaya çıkan tabloyu şöyle özetlemek mümkün:
- Tüm devletin, tek bir veri kullanım noktasına yani e–Devlet kapısına bağlanması doğru değil. Dünyada bu kadar açık olan sistem yok.
- Bir kapının bir kilidi, bir kilidin de bir anahtarı olur. Ama, şimdi bir kapının 5 ayrı anahtarı var! Ve bu beş anahtar, bir kilidi açıyor!
- Tüm devletin e–Devlet'le tek çatıya alınması, insanların günlük hayatını kolaylaştırmayı hedefliyor ancak aynı zamanda suçlulara da akıl almaz bir hareket alanı yarattı maalesef.
- e–Devlet kapısı uygulaması bir veri depolama alanı değil, sadece giriş kapısı. Ayrıca, dünyada siber güvenliğin sağlanması amacıyla kullanılan modüler VPN sistemi var. Ülkemizin kurumlarının VPN alt yapısı yeterli değil.
- e–Devlet şifresini oluşturup kullanmak kişinin sorumluluğudur. Çünkü kişi, şifresini kendisi oluşturur. Şifresinin sağlamlığıyla kendisini korumaya alır. Oysa, e–imza ve mobil imza doğrudan devletin sorumluluğudur. Nedeni, şifrelemeyi ve kodlamayı devlet yapmaktadır. Güvenliğinde de devlet sorumludur, doğal olarak!
Asıl kara delik: Sağlık Bakanlığı
Yaşananların temelinde olup biteni anlamak için araştırmalarım sonucu ulaştığım bir bilgi; çok ürkütücü:
Diploma konusu buzdağının görünen boyutu. Kuşkusuz diploma konusu önemli. Ancak, tespit edilen diplomalar iptal edilerek tedbir alınabilir. Asıl sorun, sağlık sisteminde. Kara delik Sağlık Bakanlığı. Bu ülkenin TC kimlik numarasını taşıyan herkesin Sağlık Bakanlığı’ndaki verileri tehlike altında. Örnek vermek gerekirse, bir doktorun e–imzası yasa dışı kullanılarak kırmızı / yeşil reçeteler hazırlanması, medikal cihazların kullanımı. Bunların hepsi büyük paralar.
Sorun nasıl çözülecek?
Sorunun cevabı için yaptığım araştırmada ulaştığım sonuç şu:
- Kişisel Verilerin Korunması Kanunu acilen yenilecek!
- BTK’nın yapısı, yönetimi ve faaliyet gösterdiği yerleşke acilen değiştirilecek!
Birinci madde yeterince açık.
İkinciyle ilgili şöyle bir bilgi vereyim; BTK’nın halen Ankara Gölbaşı’nda kullandığı yerleşkenin ilk sahibi Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) idi. TİB, FETÖ’nün devlette kurduğu ve büyük önem verdiği kurumların önde gelenlerindendi. Şimdi BTK’da olan ülkenin bilişim alt yapısı TİB’deydi. İnternette küçük bir aramayla TİB’in ülkenin temeline nasıl işlediğini görmek mümkün.
Bu bina FETÖ’yle mücadelenin başladığı dönemde Emniyet Genel Müdürlüğü Siber Suçlarla Mücadele Dairesi’ne tahsis edildi. Emniyet’in yerleşkeyi boşaltmasıyla tesise bu kez BTK yerleşti.
BTK halen FETÖ döneminden kalan altyapıyı kullanıyor. Sistem aynı. Ülkenin internet alt yapısının çökeceği gerekçesiyle BTK sistemi yenilemiyor. Yenilenmeyen sistem, tıpkı e–imza skandalında olduğu gibi patlıyor. Büyük sıkıntıya neden oluyor.
BTK’ye yeni şekil verilirken yönetim sistemindeki görev alan kamu personelinin yenilenmesi gerekiyor kuşkusuz. “Liyakat” diyeceğim ama yeni Türkiye’de ne yazık ki.
***
Son olarak bu konuda AKP Sözcüsü Ömer Çelik’in konuyla ilgili açıklamasına dikkat çekmekte fayda var.
Çelik, önceki gün yaptığı açıklamada şöyle dedi:
“Sahte diploma, sürücü belgeleri konusunda devlet içinde bu faaliyetleri yürütmeye çalışan suç şebekesi vardır. Bu konu devlet kurumları tarafından bir yıl önce tespit edilmiş ve Ankara Savcılığı’nca bu soruşturmalar yürütülmüştür.”
Ortaya çıkan tablo Çelik’in söylemiyle pek örtüşmüyor. Çelik, bir yıl önce olayın anlaşıldığını belirtiyor ama dosyanın önemli ismi Ziya Kadiroğlu’nun aynı işi 2022’de de yaptığı ortaya çıktı.
Bugün olayı bulan BTK, 2022’de uyumuş demek ki!
Çelik, aynı konuşmasında “kurumlarımız görevini yapmaktadır. Gereği yapılacaktır ve bütün bu yapılar jiletle kazınacaktır” dedi.
İktidar “jiletle kazıma” işlemi kapsamına BTK’yı da alsa büyük hayır işler.
Zira, geçmiş yaşananlardan da bilinir ki; Türkiye’de içinde kamu personelin olmadığı hiçbir yapı gün ışığı göremez.
/././
Enflasyon, komisyon, deformasyon ve Arjantin -Ercan Uygur-
Demokrasi ve vatandaşını gözeten devlet yönetimi bilgi ve bilgi paylaşımı ister. Tezgah altından ne anlama geldiğini bilmediğimiz laf atmalarla devlet yönetilmez...

Bu yazıda asıl amacım enflasyonu ve başta TÜİK olmak üzere kurumlarımızın düştüğü acınası durumu tartışmaktı. Halâ da öyle. Ancak ünlü “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu"na ilişkin iki soru sormadan edemedim.
Bir soru şu; bu komisyon neden bir seçimden sonra, demokrasi güncellendikten sonra kurulmadı? Eski siyasi tercihleri yansıtan oy dağılımı ile nasıl bir demokrasi ortamı olacak ki? İktidar güncel bir oy dağılımı, demokrasi ortamı istiyor mu ki?
Demokrasi ve vatandaşını gözeten devlet yönetimi bilgi ve bilgi paylaşımı ister. Tezgah altından ne anlama geldiğini bilmediğimiz laf atmalarla devlet yönetilmez. İkinci soru şu; kardeşlik ve milli dayanışma ortamı bilgi olmadan, kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklarla olur mu?
Deformasyon, sahte e-imzalarla devletin ne hale düşürüldüğünü ifade etmek için kullandığım bir kelime. Kelimeyi aklıma getiren, ABD’deki gelişmeleri anlamak için okuduğum iki makale. Birinin başlığı “ABD’de demokrasinin deformasyonu” ve diğerinin başlığı ise “Protestan deformasyonu ve ABD dış politikası”
İlk makale, ABD’de demokrasinin deformasyonunu, iktidardaki yetersiz ve bilgisiz siyasete vesiyasetçilere bağlıyor. Makale, aynı deformasyonu, yine yetersiz ve bilgisiz üst düzey bürokrasinin ve teknokrasinin siyasi baskılarla eğilip, bükülmesi ile de açıklıyor. Ama sahte diploma yok!
İkinci makale ise, ABD dış politikasının giderek dinci milliyetçilikle yoğrulduğu görüşünde. Daha açıkçası, dış politikayı geçmişin Reformasyon Protestanlığı yerine, sonranın Deformasyon Protestanlığının yönlendirdiğini açıklıyor. Örnek: Brezilya ve Arjantin’e farklı Trump yaklaşımları.
İkinci makalenin yazıldığı dönemde (2001), dinci milliyetçi olarak tanımlanan Başkan Trump ve Evangelist politikacılar ortada yok. Ama makale bugünün politika çürümesini öngörmüş.
Enflasyonun deformasyon ve komisyonla ne ilişkisi var? Şöyle: Sahte imzalarla verilmiş gerçek olmayan unvanlar, diplomalar, görevler var. Bunları duyup devlet çöküyor diyoruz. Devlet çöküyordu zaten. Çünkü açıklanan ve açıklanmayan birçok istatistiki bilgi ile gerçekler örtülüyor.
Bunlar içinde en başta enflasyon bilgisi var. Devlet ve kurumları ile birlikte enflasyon da deformasyona uğruyor. Ya komisyon? Komisyon da gerçeğin üstünü örtüyor. Bilmediğimiz bir konuda komisyon bizi ve hatta devleti oyalıyor.
Tüketici enflasyonu ve beklentisi: Türkiye ve Arjantin
TÜİK üç gün önce enflasyon verilerini açıkladı ve tüketici enflasyonu konusunda beni yine yanıltmadı. Bu enflasyonu aylık yüzde 2,50 altında açıklar diyordum. Aynen öyle oldu ve yüzde 2,06 açıkladı.
Neden yanılmadım? Çünkü TÜİK, üç yıldan fazla bir süredir tüketici enflasyonunu tüm diğer ölçümlerin ve göstergelerin altında açıklıyor.
İstatistiki ve ekonometrik olarak ifade edersek, TÜİK tüketici enflasyonunda aşağı doğru önemli bir sapma var. Elbette ölçümler arasında farklar olabilir, ancak sapma yok diyebilmek için farkların ortalamasının yaklaşık sıfır olması gerekir. Halbuki TÜİK enflasyonu sürekli çok düşük.
Elbette aynı durum yıllık tüketici enflasyonu için de geçerlidir ve 2022 Nisan ayından bu yana sürüyor. Şekil 1’de TÜİK’in açıkladığı yıllık enflasyon ile İTO’nun (İstanbul Ticaret Odası) açıkladığı iki enflasyon ve ENAG’ın açıkladığı tüketici enflasyonu yer alıyor.
İTO’nun açıkladığı yeni bir tüketici fiyat endeksi var. Bu endeksten bulunan enflasyonu Şekil 1’de İTO1Y ile gösterdim. İTO2Y ise baz yılı 1995 olan ücretliler geçinme endeksinden hesaplanan enflasyon. ENAGY, adı üstünde ENAG endeksinden hesaplanan enflasyon. Y eklemesi, yıllık enflasyonu ifade ediyor.
Şekilden görüldüğü gibi, TÜİK yıllık enflasyonu İTO enflasyonlarına zaman zaman yaklaşsa da, özellikle 2024 ilk dört ayında ve 2025 Şubat ayından bu yana yaklaşık 10 puan daha düşük. 2022 ve 2023’te bu fark çok daha yüksek. TÜİK enflasyonu ENAG enflasyonunun yaklaşık yarısı kadar.
TÜİK enflasyonu, tüketicinin beklediği ve algıladığı (yaşadığı, hissettiği) enflasyona göre çok düşük kalıyor ve sapmalar çok daha fazla. Tüketiciler her sorulduğunda yaşadıkları / algıladıkları enflasyonun TÜİK’in enflasyonuna göre çok daha fazla olduğunu ifade ediyor.
Aslında algılanan enflasyon verilerini TÜİK, üstelik Avrupa Birliği finansmanı ile, derliyor ve yayınlayabilir. Bu veriler 2016’dan 2022 ortalarına kadar bulunabiliyor da. Ancak daha sonraki dönem için bu verileri maalesef TÜİK veya TCMB yayımlamıyor.
Koç Üniversitesi her ay yaptırdığı anket ile algılanan ve beklenen tüketici enflasyonunu yayımlıyor. Tablo 1, sütun 1’de geçmiş 12 ay için algılanan enflasyon ve sütun 2’de TÜİK’in geçmiş 12 ay için yayımladığı enflasyon yer alıyor. TÜİK enflasyonu algılanan enflasyonun yarısından da düşük.
Tablo 1 ile ilgili iki not düşelim:
1) ENAG yıllık enflasyonu son iki ayda yüzde 60’lı oranlarda seyrediyor. Koç Üniversitesinin anketinde de algılanan yıllık enflasyon 70’li oranlarda seyrediyıor.
2) Algılanan yıllık enflasyon ile beklenen enflasyon arasında oldukça yüksek bir korrelasyon var. Bu yüksek korrelasyon tabloda yer almayan verilerde de aynen görülüyor.
TCMB’nin ve BCRA’nın (Arjantin Cumhuriyeti Merkez Bankası) yayımladığı anket sonuçlarından 12 aylık beklenen tüketici enflasyonuna karşılaştırmalı olarak bakabiliriz. Tablo 1 sütun 1’de Türkiye’de (İTO’nun), sütun 2’de Arjantin’de yıllık tüketici enflasyonları yer alıyor. Bunlar sırasıyla TR-TÜFEIT ve AR-TÜFEIN olarak gösterilmiştir.
Aynı tabloda sütun 3 ve 4’te ise sırasıyla Türkiye’de ve Arjantin’de 12 ay sonrası için beklenen tüketici enflasyonları var. Bunlar da sırasıyla TR-BEK ve AR-BEK olarak yazılmıştır. Tablodaki veriler için şunları söyleyebiliriz.
1). Türkiye’de enflasyonu düşürme programı 2003 Haziran ayında, Arjantinde ise 2023 Aralık ayında başladı. Arjantin’de enflasyon 2024 Nisan ayında yüzde 292’ye kadar yükseldi.
2). Arjantin’de yıllık tüketici enfllasyonu 8 ay önce yüzde 100 üzerinde olmasına karşılık, Haziran ve Temmuzda Türkiye enflasyonu ile aynı düzeye, hatta daha aşağıya inmiş görünüyor. (Arjantin Temmuz enflasyonu tahminidir.) ITO tüketici enflasyonu yerine TÜİK enflasyonu alınsa bile bu sonuç değişmiyor.
3). Asıl önemli farklılık enflasyon beklentilerinde görünüyor. Türkiye’de 12 ay sonrası için tüketici enflasyon beklentisi, ölçülen enflasyona göre çok daha yüksektir. Arjantin’de ise enflasyon beklentisi daha düşük seyrediyor.
4.) Beklentilerdeki bu farklılığın önemli bir nedeni, uygulanan enflasyonu düşürme programlarına olan güven farklılığıdır. Türkiye’de programa olan güven daha düşüktür. Bu nedenle enflasyon çok yavaş ve maliyetli düşüyor. Nerede biteceği de belli değildir.
Bunun önemli bir nedeni iktidara olan güvenin çok azalmış olmasıdır. IPSOS’un 2025 Temmuz ayında 30 ülkede yapmış olduğu anket sonucuna göre, ülkesinin kötü yöneldiğini ve “işlerin iyi gitmediğini” düşünenlerin oranı Türkiye’de yüzde 75’tir. Bu 30 ülke içinde en yüksek oranlardan biridir ve Türkiye sıralamada en sondan beşincidir.
Diğer yandan aynı IPSOS anketine göre; Türkiye’de enflasyon en büyük sorundur diyenlerin oranı yüzde 51’dir ve Türkiye bu konuda ikinci sıradadır.
Tekrar başlığa dönelim. Türkiye, dünyadaki en yüksek enflasyonlardan birini uzun yıllardır yaşıyor ve vatandaşlar bu konudan çok zarar görmüşlerdir. Enflasyon, devletin ve kurumlarının deformasyona uğradığının ve çöküntüye vardığının bir göstergesidir. Komisyonun bu konuda bir katkısı olamaz. Komisyon bu bağlamda ancak bir süre oyalayıcı olabilir.
/././
Başını açtığını açıkladıktan sonra hedef alınan Berrin Sönmez: Sanırım erkeklerden ahlak, dini inanç bekleyen kalmadı ki sürekli kadınlara yükleniliyor -Candan Yıldız-
“Kamuda başörtü zorlamasından vazgeçip bu eğilimi geri çeksinler, çünkü duyumlar ve tanıklıklarla bizlere ulaşan bilgiler var.”

Toplumun ne kadar gündeminde bilmiyorum ama ömrünü İslam dinindeki ‘geleneksel, ataerkil ve Selefi-Sünni kalıplarla daraltılmış bakış açısına’ karşı söz üretmekle geçirmiş, Müslüman kadınların eşitlik talebini politik alanda da görünür kılmaya çalışmış akademisyen-yazar Berrin Sönmez önemli bir itirazı dile getirdi.
Ben de itirazının nedenleriyle ilgili bir yazı yazdım. Gelen tepkiler ( X üzerinden) üzerinden bile şu yorumu yapabilirim: Berrin Sönmez çok cesur bir kadın. Çünkü cinsiyetçi küfürler, hakaretler, entelektüel birikimine saldırılar hep kadın kimliğine yönelik.
Sönmez, Medyascope’taki yazısında kamusal alanda kadınların bedenlerine yönelik olası bir müdahaleye dikkat çekti tek başına ve başını açacağını açıkladı politik tavır olarak.
Diyanet’in 1 Ağustos tarihli, 90 bin camide okunan ‘haya ve edep’ başlıklı Cuma hutbesine neden itiraz ettiğini Berrin Sönmez’e sordum.
İşte yanıtları…
Diyanet uzun yıllardır gündeme paralel, toplumu da biçimlendirecek hutbeler yayınlar ve görevi de budur. Sizi bu son hutbede alarma geçiren ne oldu?
-Beni alarma geçiren iki temel konudan birisi haya, edep, fıtrat, iffet gibi İslamîkavramların daraltılması yoluyla Müslümanların düşünce dünyasını çölleştirme tehlikesiydi. Bu durum İslam anlayışını tahrif etme riski taşıyor.
Diğeri bu kavramların bedene indirgenerek kadına kodlanması ve aile huzuru vs.söylemiyle en az %95’i erkek olan cemaatin bu yöne sevk edilmesiydi.
“Din daima kadına had çizme aracı olarak kullanılıyor”
Diyanet nasıl bir mesaj veriyor ve neden özellikle kadınlar olduğunu düşündünüz?
-90 bin camide Cuma hutbesini dinleyenlerin çoğunluğu erkek olduğu için erkek egemen yaklaşım göreve çağrılmış gibi görünüyor. Bundan daha önemli olanı ise örtünme tavsiyesi içeren ayetlerin hemen arkasından “kurumsal yapılarda en temel ahlak ilkeleri” hatırlatması, kamu ve özel sektör kurum kuruluşlarının kadın personel üzerinde kıyafet baskısı ve başörtü teşviki/zorlaması için bir DİB tavsiyesi niteliğinde olması.
Haya, edep, fıtrat, iffet bedene indirgenen kavramlar olarak hutbede açıklanırken kadın giyimini işaret eden ifadeler kullanılmıştı. Kısa, ince, dar gibi ve bunlara estetik ve döğmeyi de ekleyebiliriz. Ki uzun yıllardır kadınlar siyasi söylemlerde, Diyanetin fetvalarında ve hutbelerinde ayrıca sosyal medya sokağının her köşe başında konuşan vaizlerin sözlerinde din daima kadına had çizme aracı olarak kullanılıyor. Sanırım erkeklerden ahlak ve dini inanç bekleyen kalmadı ki sürekli kadınlar üzerine yükleniliyor. Ya da hala eski çağlarda olduğu gibi aklı, dini, ahlakı eksik gören bir anlayış yükseliyor.
“Dinî geleneği Selefiliğe yakınlaştırma çabası içinde görünüyor”
Diyanet nasıl bir yapı, ne kadar etkili ya da etkili bir yapı mı? Çünkü deizmin arttığı yönünde bilgiler de var.
-Diyanet her zaman devletin emrinde bir kurumdu. İktidarlarla iyi geçinmesi, yasalara ve anayasaya uyumlu olması beklenen ama dini özgünlüğünü de saygıdeğer çerçeveye oturtmuş bir yapı olması tasarlandı. Ancak ucube sistemle birlikte iktidarın propaganda aygıtı haline geldi. İktidar, toplumu yeni düzenlemelere hazırlamak için medyasından filan daha önce Diyanet diliyle insanların kulağına kar suyu kaçırmak yöntemini izliyor. Hemen her hak ihlali tartışılmaya başlamadan önce Diyanet açıklamalarında bunlara rastlıyoruz. 90 bin camide toplumun kılcal damarlarına kadar nabzını tutması ve daha yerindesöyleyişle yönlendirme potansiyeli olması nedeniyle etkili. Dinî geleneği Selefiliğe yakınlaştırma çabası içinde görünüyor iktidarın din politikası ve Diyanet buna uyuyor.
“Din yorgunluğu daha çok din dersi ve dini söylemle giderilemez”
AKP iktidarının aşırıya kaçtığı dini söylem, toplumda özellikle genç nesil arasında din yorgunluğu yarattı. Her şeyin dine, inanca bağlandığı, tarikat ve cemaatlerin aşırı görünür ve güçlü olduğu bu dönemde insanların dini söylem duymaktan bıktığı, gençlerin dine ilgisizleştiği görülen toplumsal değişim haline tanık olunuyor. Bu sosyolojik dönüşümü durdurmak için din eğilimini arttırma yoluna gidildi. Diyanet ve MEB, tarikat cemaatlerin uzantısı olan vakıf ve derneklerle işbirliği yaparak bu doğal sosyolojik değişimi sosyal mühendislikle tersine çevirmeye çalışıyor. Yanlış teşhis, yanlış tedavi: Din yorgunluğu daha çok din dersi ve dini söylemle giderilemez.
Sizce başörtülü kadınlar nasıl tepki verir?
-Kimsenin bir tepki verme yükümlülüğü yok. Bu benim kişisel direnişimolduğunu vurgulamam, kimsenin sırtına bir yük bindirmek istemediğimi açıklıkla anlatmak isteğimi ortaya koyuyor sanırım.
“64 yaşındaki ak saçlı bir kadının uyarısını dikkate alsınlar”
Başınızı açacağınızı söylemiştiniz politik tavır olarak. Bunun anlamı ne sizin için? Başı açık Berrin Sönmez'e tepkiler nasıl?
-Kültürümüzde, gelenekte kadınların erkekleri, yönetenleri yanlış kararlarından döndürmek için kadınlar başörtülerini onların ayaklarının dibine atardı ve bu son söz olurdu. Dururlardı orada, karar değişir, geri adım atılırdı. Ben de şimdi iktidarın DİB’in ayakları altına başörtümü attım. 64 yaşındaki ak saçlı bir kadının uyarısını dikkate alsınlar. Kamuda başörtü zorlamasından vaz geçip bu eğilimi geri çeksinler. Çünkü duyumlar ve tanıklıklarla bizlere ulaşan bilgiler var. Kurumunda başörtü zorunluluğu nedeniyle iş yerinde örtünen ama dışarıda,özel yaşamında açık olan kadınların çeşitli bahanelerle işten atıldığını ve hukuki destek bulamadıklarını biliyoruz. Veya kamu kurumlarındaki terfilerde baskı oluşturuluyor. Müdür yardımcısı olarak atanan bir kadına amirinin “başörtülü olsan müdür olarak atanırdın” dediğini biliyoruz. Bu tekil olaylar olarak anlaşılabilir ama bana hutbedeki “kurumsal yapılar” ifadesini bir işaret fişeği olarak görme yolunu açtı. Tekil olaylar somut örnekler çünkü ve bu örneklerde hukukun uygulamada devre dışı bırakılması. Bunların durmasını, geri adım atılarak böylesi uygulamalardan vaz geçilmesini, hak ihlallerini önlemek için hukuka alan açılmasını istiyorum.
Tepkiler meselesine gelince destek olanlar çok. Karşı çıkanlar, eleştirenler, değersiz görenler de çok. Bazı hakaretamiz sözler duysam, görsem de bir tehdit algılamadım. Malum özgürlük zihinde başlar. Kimsenin bana özgürlük alanı tanımasına ihtiyacım yok. Özgürce ve özerk birey olarak sorumluluk bilinciyle hareket etmeye devam edeceğim. Bu yolda arkama dönüp gelen var mı diye bakmam. Tabii ki gidene gel, gelene de git demem.
Berrin Sönmez kimdir? Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır. |
Madem ülkede geçerli, ülkeyi yönetenlerin tanıdığı bir anayasa yoktur, o zaman yapılması gereken, tekrar 1960’taki yolu izleyerek anayasa uzmanlarından oluşan bir kurucu meclisin yeni anayasa tasarısını hazırlaması ve halkoyuna sunması değil midir?

Kendi kendime ister Türkiye’de, ister dışarıda toplumları ilgilendiren gündem konuları nelerdir diye sorduğumda, karşıma tabii önce mevsim sıcakları, arkasından ülkemizde yüksek mal ve hizmet fiyatları ile adalet sisteminde hergün daha bozulan uygulamalar, dışarıda ise mevsime karşın devam eden çatışmalar, ölümler çıkıyor. ABD başkanı hergün birbiriyle çelişen kararlar vermeye, destekçileri onun peşinden saf değiştirmeye devam ediyor. Büyük dragon Çin ekonomisi kötüye mi gidiyor, yoksa Xi Jingpin başkanlık yetkisini doğru kullanacak mı, zamanla göreceğiz.
FT ekonomi editörü Martin Wolf’la Nobel ödüllü iktisatçı Paul Krugman dört haftadır dünya sorunlarını konuşuyorlar. Bu hafta onların sohbetini ele alayım diye düşünürken, kendime dur dedim, meşhur “adı konulmamış komisyon” varken, dünya sorunlarına ne gerek vardı? Önce evdeki yangına bakalım.
Anayasa Komisyonu
Karşımızda ilginç bir tablo, daha doğrusu bir bilmece var. 64 yıl oluyor, 9 Temmuz 1961 günü 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra oluşturulan ve anayasa hocalarıyla bu anayasanın uygulanacağı toplum önderlerinden, iş adamlarından ve temsilcilerinden meydana gelen kurucu Meclis'in hazırladığı anayasa referanduma sunuldu ve büyük bir çoğunluk tarafından kabul edildi. Bu Türk toplumunun gördüğü en liberal, demokrat, cumhuriyet ilkelerini en yukarı düzeyde tutan laik bir anayasa idi. Nitekim toplumun “sağ kanadını oluşturan” kitle bu anayasayı ülke için fazla bol olarak değerlendirdi, onunla bir türlü rahat edemedi. O anayasaya layık bir millet değil miydik?
1960 Anayasası
İşin tuhaf yanı bu bol anayasa ülkede ekonomik planlama düşüncesini getirmişti, ve Devlet Planlama Teşkilatı kurulmuştu. Artık Türkiye ekonomisi nereden estiği, kime yaradığı belirsiz rüzgara göre değil, ülkenin ve ekonominin gerçeklerinden yola çıkılarak, ulusun tercihlerine göre belirlenen hedeflere yönelik olarak yönetilecekti.
Bol Anayasa
Sağa göre Türkiye bu anayasayı (1960 anayasası) hak etmiyordu. Bu teşhisi paylaşan sağ seçmen ve iş alemi anayasaya sahip çıkmadı ve özellikle 12 Eylül 1980’den beri bu demokratik anayasayı, muhafazakar tercihler doğrultusunda “daraltma girişimleri” yaşamaktayız. 27 Mayıs’ın demokrat, liberal anayasası çeşitli vesilelerle yaratılan siyasal krizlerle yontuldu ve bugüne geldik. Bol anayasadan yakınanlar, bu yeni düzene itiraz etmediler, hiç sorgulamadılar. İş alemi kazancına bakar, ama bu bu kazancın da maliyeti olduğunu düşünmediler ve bugüne geldik. Oysa 1961 anayasası bireyi öne çıkartıyordu, bugün önerilen ise cemaat modeli içinde bireyin Rahat hareket etmesine izin vermeyecek dar bir ceket vaad ediyor, tıpkı 200 yıl önce olduğu gibi. Herhalde birilerinin işine yarayacak ki, bunca kıyamet koparıılyor bunun için.
15 Temmuz 2016 “kalkışması”, anayasanın bugünün siyasal rejiminin istekleri doğrultusunda daha da daraltılması için fırsat yarattı. İktidarın ittifak ortağı dahi anayasayı “Türk tipi başkanlık rejimi” olarak adlandırarak siyaset yazınına katkı yaptı.
Aslında halen herhangi bir anayasanın uygulandığından söz etmek doğru değildir. Devlet başkanı, onun ittifak ortağı anayasayı, onun mahkemesinin kararlarını tanımadıklarını çeşitli vesilelerle tekrar etmişlerdir.
Kim ne istiyor?
Madem ülkede geçerli, ülkeyi yönetenlerin tanıdığı bir anayasa yoktur, o zaman yapılması gereken, tekrar 1960’taki yolu izleyerek anayasa uzmanlarından oluşan bir kurucu meclisin yeni anayasa tasarısını hazırlaması ve halkoyuna sunması değil midir? Burada iş çatallaşıyor. Çünkü tek sorun anayasa hazırlamak değil, öyle bir anayasa ki şu talepleri karşılamalı;
Cumhurbaşkanı “emr-ihak vaki olana kadar” görevde kalmak istiyor, arkasında sürekli pozisyon alan ve 23 yıldır iyice iktidar olmaya alışan AKPlilerin beklentileri var.
İttifak ortağı partinin başkanı kendisini destekleyen çeşitli “derin ve görünen devlet” çevrelerinin istekleri doğrultusunda yasalar (af, koruma yasaları gibi), diğer çeşitli uygulamalara imkan veren düzenlemelerle, atamaların devam etmesini istiyor.
Ülkede yüzde 20 mertebesinde bir seçmen tabanına sahip olan kürt seçmen kitlesi kendi haklarının yasal olarak tanınmasını istiyor. Parti üyeliğini TBMM’de grup kurabilmek için vasıta olarak kullanan, bunun için geçen yıllarda R. T. Erdoğan ve K. Kılıçdaroğlu manevralarıyla kendilerine yaşam ortamı yaratmaya çalışan oluşumlar, bir o yana, bir bu yana kendilerine uygun rüzgarı bulmaya çalışıyorlar.
Fevkalade aydın bir genç Kürt dostum, bu etnik kimliğe sahip nüfusun, 1800’lerden beri çok geniş bir coğrafyaya yayıldığını, herhangi bir kişininin liderliğinin temsil sorununu çözmeyeceğini söylüyor. Sorunun özüne yönelik bir tesbit bu. Zaten bugünkü liderliğin tercihleri doğrultusunda değil, sürekli olarak doğal evrimini yaşayan kitlenin, 85 milyonun tercihlerinin yansıtılmasını sağlayacak sistemin kurulması gerekir.
Ülkeye cumhuriyeti getiren kurucu parti CHP seçmeni, 1980’den beri yitirilen, yıpranan kurumların, laiklik, doğru bir eğitim politikası, saydam, hesap veren yönetim ilkelerinin yeniden yerleştirilmesini bekliyor.
Baştan beri sorguladığım, bugünün AKP-MHP siyasi kadrolarının böyle bir sistemi kurmak için gerekli bilimsel malzemeye sahip olup olmadıkları. Hep hatırlattığım 1015 Magna Carta sözleşmesi, İngiltere’de soyluların kralın önüne getirdikleri ve “esas haklar sözleşmesidir”. Saydığım kadroların siyasal bagajında böyle bir sözleşme var mıdır? Yoksa Büyükelçi’nin görevinin sınırlarını aşarak önerdiği, cemaat modeli mi var zihinlerinde? Çağdaş temel ilkeler doğrultusunda bir sistem kurabilecek entellektüel, bilimsel, anayasa hukuku malzemesi var mı?
Bu heyetler önümüzdeki haftalarda TBMM’de temsil edilerek ülkenin tamamının oyuna sunulacak bir anayasa tasarısı hazırlayacaklar. Göründüğü kadar bu heyetlerde yer alabilecek “anayasa uzmanı sayısı” fevkalade sınırlı. Toplumu oluşturan farklı etnik yapıların birlikte yaşayacakları dünyanın en önemli bölgelerinden birinde yer alan ülkemizi gelecek yüz yıllara taşıyacak hukuk ve yönetim modelinden söz ediyorum. Ülkeyi yüzlerce yıl geriye götürecek hazır formüllerden değil. Durup dururken bir siyasi partide kaç anayasa uzmanı, siyaset bilimci bulunabilir ki? Kendisinden menkul anayasacı olanların yarattığı sorunları yıllardır yaşıyoruz.
Yıllardır Cumhurbaşkanı’ın, rejimin temel özelliklerine ilişkin ve Cumhuriyetin kuruluşundan beri hakim olmuş ilkeleri benimsemediiğini duyuyor, okuyoruz. Son olarak ABD büyükelçisi patronunun Türkiye’yi Lübnanlaştırmak şeklindeki mesajını açıklayınca bu tablo daha netleşti. Değerli arkadaşım Profesör Ersin Kalaycıoğlu’nun Mediascope da yaptığı önemli podcastı dinlemenizi ısrarla öneriyorum ve D.Trump’ın bu düşüncelerine amin denilemeyeceğini, T.Barrack’ın, patronunun işportacı tavrı ile devlet yönetilemeyeceğini, yurttaşların kanıyla çizilen kendi sınırlarına yeni Sykes-Picot haritalarıyla müdahale edilmesine izin verilmeyeceğini hatırlatarak bu bahsi kapatıyorum.
Maksimalist strateji
İkinci konu Kürt toplumun beklentileriyle ilgili. Ben konunun strateji ve müzakere tarafı üzerinden duracağım. A.Öcalan bu müzakerelerde istese de, istemese de sözünü işittirecektir ve muhtemelen bu iş için hazırlıklıdır. Burada bilinmesi gereken, A.Ö.’nın temsilcileri üzerinden maksimalist, yani azamiyi talep ederek, karşısındakileri yıldırarak görüşmeleri başlatacak olması basit müzakere stratejisidir. Süleymaniye’deki silah bırakma, yakma “müsameresinden” sonra başka türlü davranmaları beklenemez. En yoksul halinde dünyanın en güçlülerini önce Çanakkale’de, sonra batı Anadolu’da silip süpürmüş olan Türkiye Cumhuriyeti böyle maksimalist stratejilere gülüp geçmelidir.
Böyle müzakereler akademik kurumlarda sürekli olarak işlenmektedir. Bilir bilmez tartışılan, küçümsenen Lozan müzakereleri, Mondros müzakereleri, İsmet İnönü’nün, Ankara’dan Büyük Atatürk’ün yönlendirmesiyle böyle müzakerelerin nasıl yapılacağını, büyük İngiliz ustalara gösterdikleri tarihi diplomasi zaferleridir.
1950 sonrası gelişmelerin köşebaşları
Bu tablo karşısında ne 1950’nin “liberal ekonomisi” ve hemen NATO’ya teslim olan Demokrat Parti, ne 1980’nin yine ithal ikamesinden rekabetçi dünya düzenine geçen ve aslında Malezya’da Dr.Mahathir’in UMNA’sından yola çıkan ve bu kez Washington mutabakatına tutsak olan, böylece 2000 yılına kadar bir türlü doğru ekonomi ve maliye politikalarını yerleştiremeyen ANAVATAN, ne de hele hele iktidar olur olmaz “Demokrasi hedeflenen durağa gelince inilecek tramvaydır” inancındaki, sorumluluk taşımayan, hesap vermeyen, hukuk tanımaz Adalet ve Kalkınma Partisi’dir.
Uyanma zamanı
Türkiye’nin ihtiyacı 85 milyonu tarihi içeriği ile kavrayacak olan, sorumlu, hesap veren, hukuk, adalet, eğitim temelleri üzerinde yükseltecek siyasi kadrolaşmanın vakit geçirmeden kendi tarihi, siyasal bagajını toparlamasıdır. CHP bunu yapabilir mi? Parti liderliği uzun bir bocalama süresinden sonra bir kişinin şahsında bu sorumluluğu hissediyor görünümündedir. Bu kişi hiç tanımadığım, mevcut CHP Genel Başkanıdır.
Olmazsa ne olur?
Düşünmek istemiyorum. Haftalardır ben de, meslektaşlarım da yazıyoruz, “çöküyoruz”. Ekonominin, toplumun dibi, çökmenin sınırı yoktur, sadece uçurum giderek daha korkutucu hal almaktadır. Üstelik bu çökmede hep birlikteyiz. Kendimizden, evimizden, ailemizden, şirketimizden başlayarak ve başka hesapları düşünmeden gemiye, yani ülkemize, milletimize hakim olmak, bireylerimizi uyarmak zorundayız.
Devletin kaptan köşkünde oturanlar, birbirinize hakaret ederek, bırakın çocuklarımızın, torunlarımızın, bizlerin dahi sözlüğümüze almamamız gereken kelimelerle, toplumu aşağılamayı bırakınız artık. Ülkenin derdine çare biliyorsanız onu söyleyiniz, o çarelerin önünü açınız.
/././
Bu rehine bizden mi, sizden mi?-Tuğçe Tatari-
Türkiye’de kalıcı bir barışın, kişisel adalet listeleriyle değil, ortak bir hak ve hukuk mücadelesiyle savunulması gerektiğini artık algılayın, yoksa bu çukurdan çıkış yok!

Murat Çalık ve annesi Gülümser Çalık
Türkiye, “yeni bir çözüm süreci”nden geçmekte.
Hiç değilse bu defa sonuca ulaşmasını ve kalıcı olmasını diliyoruz, bu uğurda da kalem oynatıyoruz.
Biz azınlığız ama!
Düşünce dünyasının çoğunluğu bu sürece öfkeli!
Evet evet öfkeli…
Sebepler belli ve kısmen anlaşılır.
Kimine göre “AK Partivari bir oyun”, kimine göre de sadece seçim hesapları sebebiyle geçici bir ateşkes hâli veya Anayasa yapmanın ‘barış soslu kandırma’cası.
Bu art niyet ihtimalleri arasında yürüyen sürecin bu süreç hâli bile çok kıymetli aslında.
Çünkü Türkiye’de barış istemek dahi, sadece süreçlerde mümkün!
Özetle…
Tüm olumsuz ihtimaller bir yana, temelinde yatan niyet ne olursa olsun, ortada bir barış ihtimali var…
Olması gereken belli; adeta rehin düştüğümüz bu düzen karşısında tek olmalı/olabilmeli ve olası tüm barış ve uzlaşı tekliflerine yekpare destek verebilmeliyiz.
Fakat mesele Kürt-Türk meselesi olunca demokratik düşünceye ulaşmak da neredeyse imkânsız kılınıyor.
Oysa hepimiz demokrat, hepimiz özgürlükçü, hepimiz insan hakları savunucusu değil miydik?
Gerçekten bazen algılamakta zorluk çekiyor insan.
Zira demokrasiden yana olduğunu iddia eden kesimlerde sürecin etkisiyle yine bir kaynama, yine bir ayrışma, yine “ama”lı cümleler ve asla aynı potada erimeyecek mağduriyet örneklerini karşılaştırma / yarıştırma sevdası!
Aslında çok iyi biliniyor bu ‘demokrasi’ itirazları ama tekrarlayalım…
“Türk Siyasetçiler hapisteyken nasıl barış olur?”
“Murat Çalık’ın annesi, hasta oğlunun peşinde acı çekerek hastane kapılarında bekliyor, böyle barış mı olur?”
“Veysi Aktaş salıverildi ama İmamoğlu hâlâ içeride. Bu mudur Kürtlere adalet sağlayacak zihin?”
Sanırım öncelikle şu hususta anlaşmak gerekiyor; bir ülkede sadece bir siyasi mahpus bile varsa bu her an herkesin aynı statüye uygun görülebileceğinin de habercisidir.
Yok birbirimizden bir farkımız!
Düzen bozuk, düzen yanlış, düzen mağdur etmeye programlı!
Ve bu düzen hepimizin temel sorunu.
Kürtler de 45 yıldır bohçalarına yeni acılar ekleyerek aynı mücadele ile yola devam ediyor. Geçmişten bugüne çok yalnız ve desteksiz, asla gündem olamayan yüzbinlerce mağduriyetten söz ediyoruz.
Oysa o gün -ki çok fırsatımız oldu- zulmedilen Kürde sahip çıksaydık, devletin ‘kafayı taktığını yok edebilme cüretini’ elinden alsaydık bugünleri de ta başından engellemiş olacaktık.
O hâlde ne yapmalıyız; geçmişten ders alıp bugün ayrışmamalı, aksine el ele bir bütünün parçaları olarak mücadele etmeliyiz.
Geçmişten ders alıp “o terörist, bu hain” gibi ‘suç’ uydurmaları, yakıştırmaları, karşılaştırmaları yapmamalıyız.
Çünkü artık çok iyi biliyoruz -sunuz- ki, devlet suçlu dediğinde suçlu olunuyor,terörist dediğinde de terörist.
Hatta Türkiye’de ‘düşünce suçlarının’ adıdır terörist!
O sebepledir ki tanımın üzerine konuşurken bile düşünmek gerekir.
Devletin şu an konjonktüre bağlı olarak kimi bıraktığını / tahliye ettiğini, kimi etmediğini karşılaştırmak ve tarafları kışkırtarak sürece çelme takmak yerine; “istediğinde istediğini yapabilen bir sistem kimin eline geçerse bir diğerini cezalandırabiliyor” diyerek bu düzeni değiştirmeye and içmek ve bu ortak düşman düzeniyle el ele mücadele vermek gerekmez mi?
Tıpkı yıllardır söylediğimiz, tıpkı İmamoğlu’nun da kampanya sloganı yaptığı “ya hep beraber ya hiç birimiz” gibi…
Buna uyanmamak artık sonumuzdur, farkına varalım!
Evet hakları, hukukları, özgürlükleri, itibarları, aileleri hedef alınan, hapsedilen insanlar için hukuk mücadelesini verelim, onları asla unutmayalım; ama hiçbir şeyi çözüm sürecine karşı baraj sorunu hâline getirmeyelim!
Son dönem sık sık karşıma çıkıyor, aklı başında sandığım insanlara, “onun suçu daha büyük, onunki daha az” gibi karşılaştırma yaparken denk geliyorum.
Çok acayip; bunca yıl zulüm altında yaşayıp hâlâ ve ısrarla temel bir eşitlikte, empatide buluşamıyoruz!
Çatışmacı fikirlerle aslında halklar ve insanlar bazında çatışmaya su taşıyor, kötülüğü yüceltiyor olduklarından da bi' haberler sanki.
Oysa bu insanların konusu, devletin, kimin eline geçerse onun yarattığı ‘öteki’ne zulüm aracına dönüşmesini engellemenin yollarını tartışmak, barışa, iyiliğe hizmet edebilecek bakış açıları sunmak olmalı-ydı-.
Özetle…
Eğer bu ülkede gerçekten barış istiyorsak, önce bu kısır karşılaştırmalardan, kim daha çok acı çekti yarışından, kimin içeride olup olmaması gerektiği tartışmasından çıkmamız gerek.
Ki çıkmazsak da Kürtlerle mağduriyet yarıştıramayacağımızı bilmek, yaşadıkları haksızlıkların ve acıların çok büyük olduğunu kabullenip saygı duymayı öğrenmemiz gerek.
Bir halkı direngenliğinden dolayı takdir etmek ve hatta mümkünse bu bir aradalık hâliyle mücadeleyi iç içe geçirmişliklerini de örnek almak gerek.
Bilal’e anlatır gibi son bir özet geçelim…
Çünkü mesele ne sadece Ekrem İmamoğlu’dur ne sadece Selahattin Demirtaş’tır.
Mesele bu devletin hukuksuzluğudur, mesele devletin mafyalaşabilmesidir, vatandaşını şiddetinin hedefi yapabilmesidir.
Ve bu hukuksuzluk hepimize bulaşmıştır.
Bu topraklarda Kürtlere, Alevilere, Ermenilere, Rumlara, Araplara eziyet ederken ‘kendi devletinin’ suçlarını görmezden gelenler o zulmün menziline girmiştir, belki de ilk defa bu ölçüde eziyet gören tarafta kalmıştır.
Ve artık hatasıyla, günahıyla yüzleşip bu ülke için, geleceklerimiz için beraber mücadelenin tek kurtuluş olduğunu fark etmelidir.
Bugün onlar, yarın siz.
Yarın siz, ertesi gün biz.
Türkiye’de kalıcı bir barışın, kişisel adalet listeleriyle değil, ortak bir hak ve hukuk mücadelesiyle savunulması gerektiğini artık algılayın, yoksa bu çukurdan çıkış yok!
/././
Türkiye’de sahte diploma, Makedonya’da kolay diploma; çürüme her yerde -Hakan Okçal-
Dile getirdiğim haklı eleştiriler nedeniyle yarın nerede olacağı belli olmayan bir parti sözcüsünün yakışıksız eleştirilerine muhatap kalmam hiç uygun olmadı. Ama böyle şeylerden yılacak biri değilim. Toplumlar her zaman erdemlilerin, onurluların ve cesurların omuzlarında yükselegelmiştir

Uluslararası Balkan Üniversitesi
Türkiye bir hafta, 10 gündür sahte diploma skandalıyla çalkalanıyor. Resmî açıklamalara bakarsanız bazı suç şebekeleri devletin elektronik arşiv ve imza sistemine girerek sahte diplomalar düzenlemişler, bununla kalmayıp ehliyet, sabıka kaydı, bilirkişi ve mahkeme kararları, tapular, sağlık raporları, aklınıza ne geliyorsa bunlar üzerinde oynayıp sahte belgeler üretip satmışlar. Yine resmî açıklamalara bakarsanız bu suça bulaşanların sayısı şimdilik 150 civarında. Bunlardan ancak 37’si tutuklanmış.
Kime güveneceğiz?
Ama bu resmî bilgiler kimseye inandırıcı gelmiyor. Sahte diplomalarıyla sadece kamusal görev alanına sızanların sayısının 15 bin civarında olduğu iddia ediliyor. Ya geri kalanlar? Aralarında Osmanlı hanedan varislerinden, üniversite öğretim görevlilerine, sosyete psikologlarına kadar, yok yok. Acaba aralarında ameliyata giren sahte doktorlar, çürük bina yapan çakma mühendisler de var mı? Kime güveneceğiz artık? Bu vicdansız suç şebekeleri 6 Şubat deprem kurbanlarının kayıtlarını dahi kullanmışlar.
Sahte belgeler internette alenen alınıp satılabiliyor. Bu ölçüde fütursuzluk, bunların devlet içinde uzantılarının olabileceğini hatta devlet içine yuvalanmış suç şebekeleri tarafından yönetildiklerini hatıra getiriyor.
Ve elbette sorumlu mevkide olanların gafleti! Resmî açıklamalarda işin bu yönü hiç yer almıyor.
Sahte diploma skandalı doğal olarak zihinlerde eski olumsuz anıları canlandırdı. 2010’lu yıllarda FETÖ çetesi kamu kurumlarına giriş sorularını çalarak devlet içinde kolayca kadrolaşabilmişti. Onlara bu kolaylığı, ne istedilerse veren zihniyet sağlamıştı.
Şimdiki rezaletin çok daha büyük boyutlarda olabileceği herkesi endişelendiriyor. Bu olay her alanda artık üstü örtülemez hale gelen devlet içindeki çürümüşlüğün, yozlaşmanın en çarpıcı örneklerinden biri.
Halk içinde devlete karşı güvensizlik had safhaya ulaştı. Artık ne diplomalara ne enflasyon verilerine ne mahkeme kararlarına ne de kamu otoritesinin eşit ve adil davrandığına inanan var.
Orta ve yüksek öğrenim kurumlarının diplomaları, tapular vs. kuşku ile karşılanıyorsa, maaşların belirlenmesinde esas alınan enflasyon oranları bilinçli olarak düşük tutuluyorsa, mahkemeler adalet dağıtmıyorlarsa, idare keyfi vergi topluyorsa, halk kime ve neye güvenecek?
Gençlerin umudu çalınıyor
Gençler, birileri sahte diplomalarla önlerine geçerken, hangi gelecek umuduyla sınavlara hazırlanarak yıllarca okumayı göze alacak? Zaten kıt kanaat geçinen aileler her türlü maddî ve manevî meşakkate katlanarak evlatlarını nasıl okutmak isteyecek?
Toplumsal çürümüşlük elbette yeni başlamadı. Benim üniversiteye girdiğim 1973 yılında da üniversite giriş soruları çalınıp satılmıştı. Ama suçlular tez zamanda yakalandılar. Şaibeli sınavlar iptal edilip yenisi yapılarak hak edenler diledikleri eğitim kurumlarına birkaç ay gecikmeyle de olsa girip yollarına devam ettiler.
Ya şimdi öyle mi? Bu olayın boyutlarını tahmin etmek bile zor. Kaç kişi sahte diploma aldı? Kaç kişi sahte belgelerle kritik mevkileri işgal ediyor? Bu çürümüşlükte kamu otoritesinin doğrudan payı ne? Bunlar tek tek açığa çıkarılmalı. Sahte diplomalılar derhal işten el çektirilmeli. Bu ancak tam yetkili, tarafsız ve bağımsız araştırma komisyonları aracılığıyla yapılabilir. Kimsenin güvenmediği savcılar bu konulardan uzak tutulmalı. Aksi takdirde toplum içinde kuşkular iyice kemikleşecektir.
Üsküp’teki Uluslararası Balkan Üniversitesi
Sahte diploma krizi ortaya çıktığında kamuoyunda adı en çok ortaya atılan kurumlardan biri Kuzey Makedonya’nın başkenti Üsküp’te kurulu Uluslararası Balkan Üniversitesi’ydi. Bu kurum evvelce de bazı suçlamaların hedefi olmuştu. Örneğin 17-25 Aralık sürecinde ayakkabı kutusu içinde yakalanan paraların bu “üniversite” için toplandığı basına yansımıştı.
Diğer taraftan o günkü İYİP milletvekili Sayın Aytun Çıray 2023 yılında TBMM’de soru önergesi vererek bu üniversitenin hukuk fakültesine sınavsız kayıt yapılmasını ve devam şartı aranmadan diploma verilmesini sorgulamıştı. Ama iktidar sorularına yanıt vermemişti.
2008-10 yılları arasında bu kurumun kuruluş çalışmalarına bizzat şahit olmamdan dolayı bildiklerimi kamuoyu ile paylaşmayı sorumluluğumun gereği sayarak, X platformunda dört parçadan oluşan bir ileti dizisi yayımladım.
T24’te haber haline getirilen söz konusu iletilerim beklediğimden çok daha fazla ilgi çekti. 1,6 milyondan fazla kişi tarafından okundu, 15 binden fazla “like” aldı, binlerce kere “repost” edildi. İletilerimi okuyanlardan sadece10-15 kişi eleştiride bulundular. Yorumların çoğu dostaneydi.
Eleştirilerim özü, hiçbir kritere bağlı olmadan sadece lise diploması ile öğrenci alınması, devam mecburiyetinin fiilen uygulanmaması, Makedonya’nın kanunlarına aykırı olarak ikâmet ve öğrenci vizesi alınmadan kayıt yapılması ve kuruluş aşamasındaki bir “üniversiteye” gerekli incelemeler yapılmadan YÖK tarafından denklik verilmesiydi. Sayın Aytun Çıray’ın soru önergesinde de benzer eleştirler yer alması, bu olumsuzlukların devam ettiğini gösteriyor.
Bu okula sınavsız, ÖSYM veya SAT, IB, Abitur puanı gibi uluslararası kriterler olamadan öğrenci kabul edilmesi ve otomatik diploma denkliği verilmesi en azından Türkiye’de binbir zorlukla okuyan öğrencilere yapılmış büyük bir haksızlık. Ayrıca Makedonya’da kurulan bir okulun öğrencilerinin normal olarak o ülkenin vatandaşlarından oluşması gerekirken, ÖSYM sınavını kazanamamış Türk öğrencilerden oluşması büyük bir garabet. Denklik için sadece devam kriterinin (fiiliyatta uygulanmadığı iddia ediliyor) benimsenmesi ayrıca bir garabet. Mesela bu okulda Türk hukuk sistemi okutuluyor mu? Türk mühendisilik ve tıp standartlarına, müfredatına göre eğitim yapılıyor mu? Değilse denklik nasıl verilebiliyor? Sorular soruları takip ediyor.
Başta Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu olmak üzere AKP akademik kadroları tarafından kurulan bu okulun amacı Makedonya’ya bilimin ışığını mı götürmek, yoksa arka kapıdan liyakatsiz kadrolar yetiştirip, Türkiye’deki dengeleri mi değiştirmek? Birileri çıkıp cevap vermeli...
Tweetlerime cevap olarak Gelecek Partisi’nden hoş olmayan bir saldırı geldi
X'te yazdıklarıma en sert eleştiri hiç beklemediğim şekilde Gelecek Partisi sözcüsünden geldi. Oysa benim Gelecek Partisi ile bu konuda bir polemiğe girme niyetim yoktu. Parti sözcüsü devlet ve bürokrasi terbiyesinden nasibimi almadığımı, sıradan bir bürokrat olduğumu iddia etmiş. Son 13 yılı Büyükelçi olarak geçen 40 yıllık meslek hayatımda hep parlak siciller, takdirnameler almış biri olarak bu eleştiri beni etkilemez elbette. Darüşşafaka, Mülkiye ve Hariciye gibi bu ülkenin en güzide kurumları içinde yoğrulan idealist kişiliğimin yegâne handikapı olsa olsa dik kafalı doğruculuğum ve bürokrasi içi gruplaşmalardan uzak durmamdır.
Gelecek Partisi’nin Genel Başkanı Sayın Davutoğlu’nun benim Genel Müdürlüğümün ve Seul Büyükelçiliği'min atama kararnamelerinin altında Dışişleri Bakanı olarak imzasının olması, dünya görüşlerimiz farklı da olsa ve bazı özel konularda anlaşmasak da kin gütmeyen bir karaktere sahip olduğunu göstermesi bakımından dikkate şayandır. Onun bu özelliğini kendisinin temsil edilmediği birçok mecliste şahsen savunduğumu yakın çevrem bilir.
Sayın Davutoğlu ile Balkanlar ve Orta Avrupa Genel Müdürü olarak görevdeyken sadece Uluslararası Balkan Üniversitesi konusunda değil; Bulgaristan’daki Haklar ve Özgürlükler Hareketi lideri Ahmet Doğan’nın dışlanması ve Makedonya’daki Türk partileri arasında ayrımcılık yapılması gibi konularda da ayrı düştük. Bu konularda Sayın Davutoğlu’na direnip ısrarla hep doğruları savunduğum için vicdanım huzurlu.
Görev alanıma girmemesi nedeniyle müdahale olanağım bulunmayan genel icraatına gelince, orada da tavrım çok açık. Sayın Davutoğlu’nun Türk dış politikasına İhvancı ideolojinin bulaştırılmasındaki ve Türkiye’nin hâlâ içinden çıkamadığı Suriye bataklığına sokulmasındaki sorumluluğunu eleştirme hakkına her vatandaş gibi sahibim. Bunları T24’te geçen hafta yazdım, yazmaya ve söylemeye devam edeceğim.
Dile getirdiğim haklı eleştiriler nedeniyle yarın nerede olacağı belli olmayan bir parti sözcüsünün yakışıksız eleştirilerine muhatap kalmam hiç uygun olmadı. Ama böyle şeylerden yılacak biri değilim. Toplumlar her zaman erdemlilerin, onurluların ve cesurların omuzlarında yükselegelmiştir. Bundan sonra da böyle olacaktır. Bu muhteşem ülke içine düşürüldüğü zor şartlardan kurtulup yoluna devam etmesini bilir. Kimsenin kuşkusu olmasın. Mazi bunun en iyi kanıtıdır. Gerisi teferruat.
/././
Sahte diploma skandalında yetkili isimler suskun: KVKK Başkanı, Ulaştırma Bakanı ya da BTK Başkanı nerede?-Füsun Sarp Nebil-
BTK, geçen yıl bir devlet kurumundan gelen şikâyete kadar, e-imza konusunda, 2 faktörlü korumayı geliştirememiş. Hatta onu bile ancak 5-6 ay sonra değerlendirip, karar yayınlamış, bu teknoloji çağında SMS olayının uygulanması neredeyse 1 yılı bulmuş...

Kaç gündür sahte diploma, sahte ehliyet, ölülerin yerine başkasını koyma hikayeleri arasında, yıllardır konuşa konuşa dilimizde tüy biten "kişisel bilgilerin çalınması" sayesinde, sahte kimlikler çıkarılmış olması, bunlarla sahte e-imzalar üretilmiş olması sayesinde oluşturulduğunu konuşuyoruz. Belki (atanamayan öğretmenler benzeri) yüzbinlerce, milyonlarca insanın haklarının yenmiş olduğunu ya da haketmediği pozisyonlarda insanlara güya hizmet verenleri (sahte ehliyet ya da diploma ile çalıştıkları yerlerde) yüksek ses ile tartışıyoruz. Ama konunun tarafları yani Kişisel Verileri Koruma Kurulu (KVKK), Nüfus ve Vatandaşlık İşlemleri Genel Müdürlüğü (NVİ), Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) ve son olarak da Ulaştırma Bakanlığından "ses" yok.
Yani kişisel veriler kullanılmış ama KVKK başkanı Faruk Bilir'in sesi çıkmıyor. e-İmza sisteminde sorun çıkmış ama ne BTK Başkanı Abdullah Karagözoğlu ne Bakan Yardımcısı Ömer Fatih Sayan ve hatta Ulaştırma Bakanı Abdülkadir Uraloğlu'ndan ses yok. Hepsi ölü taklidi yapıyor. Daha önceki seferlerde de olduğu gibi seslerini çıkarmayarak konuyu geçiştireceklerini sanıyorlar. Ama bu küçük bir olay değil. Dijital devlet, liyakatsız yöneticiler sayesinde delik deşik olmuş.
Sadece arada bir İçişleri Bakanlığı şu kadar kişi gözaltına alındı, bu kadar tutuklandı diye ortaya çıkan ya da düşünülenlerin çok altında rakamlar söyleyerek olayın basit ve küçük bir adli bir vaka olduğu izlenimi yaratmaya uğraşıyor. Zaten Dezenformasyonla Mücadele Merkezi (DMM), olayları biri ilk günlerde, biri dün olmak üzere 2 kere yalanlayarak kapatmaya çalıştı. Ama bardak taştı. Bu sefer söz konusu olan, belki yüz binlerce, belki milyon kişinin hakkı yenmiş. Acaba halk bunu kabul edecek mi? Yoksa ülkeyi yönetiyor gözükenlere karşı güvensizlik ne seviyeye vardı?
Bir yandan şunu da soralım; DMM açıklama yaparken neden soruşturmaların seyrini bekleme gereği duymuyor? DMM kendisini mahkemenin yerine mi koyuyor?
Liyakatsız yöneticiler sadece kurumlarına mı zarar verir?
Şimdi bu manzarada gördüğümüz şey, liyakatsız yöneticilerin yol açtığı bir durum. Bu tür yöneticiler, bir kurumun ya da şirketin yönetimine gelip, yönetememek ve o kuruma ya da şirkete zarar vermek dışında başka bir şeye yol açıyorlar. O da yönetememek olayının açığını farkeden suçluların yarattığı daha büyük zararlar. Şu andaki manzara bu.
Yani sadece bulundukları kurumu zarara uğratmakla kalmıyorlar. Liyakatsızlık dolayısıyla, kurumlarının başka dolandırıcılıklarda kullanılmasının önünü açıyorlar. Örnekleyelim...
Önce sahte kimlik sonra bu sahte kimlikle e-imza ve sonra da gelsin sahte diplomalar... BTK ve Ulaştırma Bakanlığı nerede?
AKP hükümeti, önceki yıllarda kişisel verilerimizi defalarca oradan buradan çaldırdı, hatta sağlık verilerimizi sattı. Hatırlayacaksınız, kişisel veriler çalındı şeklindeki bir haberi zamanın Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, "o eski haber" diyerek geçiştirdi.
O dönemlerde insanlar da, bu verilerle neler yapılabileceğinin farkında bile değillerdi. Hatta Whatsapp'ın verilerimizi aktarması söz konusu olduğunda bazı TV programlarında "Aman verilerimiz zaten her yerde var" türü olayı anlamaz ifadeler de gördük.
Ama bu kişisel verilerle uzun zaman telefon dolandırıcılıkları yapıldı ve yıllar yıllar sonra olaylar ayyuka çıkıp farkındalık artınca şimdi aynı kişisel verilerin başka şekilde kullanıldığını görüyoruz. Yani liyakatsız yöneticilerin olduğu devlet kurumlarının üzerinden yeni tür dolandırıcılıklar olarak karşımıza çıkıyor.
Mesela, bu kişisel veriler sayesinde, e-İmza oluşturmak için gereken kimlik kartı --tabii ki sahtesi-- çıkarılmış, --ki bu herkesin sahte kimliğinin çıkarılabileceği anlamına geliyor--. Sonra bununla e-imza satan bir firmadan (o firmada çalışan kişinin "yüz yüze" gibi şartları atlatan yardımıyla) BTK başkanının bile e-imzası oluşturulmuş (bu konuda bir başka yazım olacak).
Kamu yöneticileri e-imzalarını KamuSM (Tübitak)'den alıyorlar. Ama özel işleri de olabilir. Dolayısıyla bir kamu yöneticisi resmi işlemlerinde kullanacağı elektronik imzayı KamuSM'den, özel işlerinde kullanacağını özel (BTK'nın yetkilendirdiği) bir firmadan satın alabilir. Buradaki sorun şu; adına 2.bir e-imza çıkarılan kişinin haberdar olması lazım (mesela SMS ile). Ama 2018'den bu yana yani 7 yıldır BTK Başkanı koltuğunda oturan ve özellikle fiber altyapıyı geliştiremediği için hep eleştirdiğimiz Abdullah Karagözoğlu, bu konuda da görevini yapmamış. Kanunda boşluklar doğduğunu farkedememiş. Kanunda bu kadar yıldan sonra güncelleme yaptırmamış.
BTK, geçen yıl bir devlet kurumundan gelen şikayete kadar e-imza konusunda 2 faktörlü korumayı geliştirememiş. Hatta onu bile ancak 5-6 ay sonra değerlendirip karar yayınlamış, bu teknoloji çağında SMS olayının uygulanması neredeyse 1 yılı bulmuş. Aradan geçen uzun yıllarda kanun güncellenmediği için kim bilir kaç kişi haksız yere atandı, diploma aldı, ehliyet aldı, başka işler çevirdi, geri plandaki insanların hakları yenildi.
Hem de o BTK, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın katılımı ve "dünya çapında marka yaratacağız" cümleleri ile 2020 başında bir siber güvenlik merkezi açtı. USOM denilen "Ulusal Olaylara Müdahele Ekibi" BTK'nın altında 2013'den bu yana hizmet veriyor.
Tabii ki sahte kimlikler, sahte e-imza ve sahte diploma olaylarının tek sorumlusu Karagözoğlu değil, onu oraya getiren ve 7 yıldır başarısız olduğu halde orada kalmasına seyirci kalan Ömer Fatih Sayan da demek ki ne iş yapıldığını ya da yapılmadığını farketmiyor, değerlendiremiyor.
Ama şimdi Ömer Fatih Sayan'ın kendisinin de diplomaları, mezuniyetleri tartışılıyor. Bir yandan Bakan yardımcılığı, BTK başkanlığı gibi görevler, diğer yandan başta Türk Telekom olmak üzere (şimdi ayrıldı gerçi) çeşitli kurumlardaki yönetim kurulu başkanlıkları ve üyelikleri derken bu mezuniyetler çok akla yakın gözükmüyor. Benim beklentim gündemin değiştirilme çabası olacak. Muhtemelen artık çok fazla ayyuka çıkan bu konunun konuşulmasını engellemek adına yakında BTK Başkanı Abdullah Karagözoğlu, öne atılacak ve onun söyleyeceği cümleleri tartıştırarak, gündemi değiştirmeye çalışacaklar.
Kişisel Verileri Koruma Kurulu Başkanı ve üyeleri nerede?
Benzer tartışmayı Kişisel Verileri Koruma Kurulu için de yapabiliriz. 2016'dan bu yana 6698 sayılı kanunumuz var ama bu kanun verilerimizi koruyor mu? Koruyorsa, bu kadar veri nasıl çalınabiliyor? Korumadığı aşikar. O zaman Kişisel Verileri Koruma Kurulu ne iş yapıyor? Sadece zaten çalınmış olan veriler için devlete gelir getiren cezalar mı kesiyorlar?
Sonuç mu? Bir sürü kurum, bunlara ödenen büyük bütçeler (BTK'nın bu seneki bütçesi tam 25 milyar TL) ve üzülen, hakkı yenen, öfkelenmekte haklı bir halk. Bir arkadaşım şöyle dedi;
"Gelişmelere bakılırsa, ilgili şirketler ile BTK, YÖK vb kurumlara da kayyum atanması gerekiyormuş gibi bir durum ortaya çıkıyor... ;)"
/././
Her bedene uygun elbise gibi suçlama -Mehmet Y.Yılmaz-
“Halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçu, oldukça elverişli bir suçlama haline geldi. Ancak kanun, bu suçun oluşabilmesi için çok açık bir şekilde “kamu güvenliğine karşı açık ve yakın tehlike oluşması” şartını arıyor. Son yıllarda böyle bir tehlikenin meydana geldiği tek olay LeMan dergisinin basılması olayı. Peki aynı kanun onlara işledi mi?

LeMan dergisinin İstanbul Beyoğlu'ndaki binası önünde toplanan grup
Ekrem İmamoğlu’na yönelik darbe girişiminin ardından başlayan protesto eylemleri sırasında yapılan boykot çağrıları nedeniyle oyuncu Cem Yiğit Üzümoğlu’nun da arasında bulunduğu 21 kişi hakkındaki hapis cezası istendi.
Savcının iddianamesine göre, boykot çağrısı “halkın sosyal sınıf bakımından farklı özelliklere sahip bir kesiminin diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik edilmesi” suçunu oluşturuyor.
Gördüğünüz gibi bu oldukça elverişli bir suçlama haline geldi.
Rejimin beğenmediği fikirleri savunuyor, barışçı eylemler öneriyorsanız “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” sopası kafanıza indiriliyor.
Bu iddiayla en son olarak LGBTİ + aktivisti Enes Hocaoğulları tutuklandı.
Dedim ya savcılar bu suçlamayı pek seviyorlar, çünkü her bedene göre uydurulan bir elbise gibi.
Kanun metni aslında çok açık bir şekilde bu suçun oluşabilmesi için “kamu güvenliğine karşı açık ve yakın tehlike oluşması” şartını arıyor.
Böyle bir tehlike meydana gelmediyse ortada suç da yok.
Son yıllarda böyle bir tehlikenin meydana geldiği tek olay LeMan dergisinin birtakım kişiler tarafından kışkırtılan kalabalıklar tarafından basılması olayı.
O gün can kaybı olmadıysa bu şans eseri binanın o gün o saatte boş almasından kaynaklanıyor.
Ancak halkın belli bir kesimine karşı kışkırtılan kitle, cana değilse de mala zarar verecek taşkın hareketlerde bulundu, cam çerçeve kırıldı.
LeMan dergisinin İstanbul Beyoğlu'ndaki binası önünde toplanan grup, 30 Haziran
Polisin bütün bu olay süresince gözaltına alıp savcılığa sevk ettiği tek bir kişi var: Saldırganları engellemek isteyen barış akademisyeni Aslı Aydemir!
Sadece buna bakarak bile emniyet ve adliyenin aslında “halkın bir kesimine karşı kin ve nefret içinde olmak” suçunu nasıl yorumladığını, hangi kesime nasıl baktığını söyleyebilmek mümkün.
Protestolara neden olan karikatür LeMan dergisinde yayınlanmıştı.
Bu nedenle derginin bazı çalışanları ve karikatürü çizen kişi halen tutuklu.
Oysa bir suç varsa, bu suç basın yoluyla işlenmiş bir suç.
Tutuklu olarak yargılananlar derginin sorumlu yazı işleri müdürü, yazı işleri müdürü, karikatürün çizeri, derginin grafikeri ve müessese müdürü.
Oysa kanuna göre “basın yoluyla işlenen suçlardan dolayı ceza sorumluluğu, suçu vücuda getiren yazıyı veya haberi yazan veya resmi veya karikatürü yapan kimse ile bu mevkutenin ilgili sorumlu müdürüne aittir.”
Aynı kanun, sorumlu müdürler için verilecek hapis cezalarının süresine bakılmaksızın para cezasına çevrilmesini de emrediyor.
Sorumlu müdürler için “emniyet gözetimi altında bulundurma cezası” da verilemez diyor.
Sorumlu müdür, yazı işleri müdürü, grafiker ve müessese müdürü niye hâlâ tutuklu?
Savcı, “karikatürün kışkırtıcı tutum ve davranışlar sergilemeye yönelik ifadeler ve görseller içerdiği ve bunların halkın bir kesiminin diğer kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa, ayrımcılığı gerektirecek şekilde nefrete yönlendirici nitelikte olduğunu” söylüyor.
Oysa olaylar karikatürün yayınlanmasından beş gün sonra çıkartılmıştı.
Dergi mensuplarının tutuklanmasına neden olan suçu işleyenler aslında insanları kışkırtıp, sokağa dökerek olası bir linç ve katliama yol açabilecek provokatörlerden başkası değildi.
Ama onlar serbest!
Anlaşılıyor ki beşinci günün gecesinde “kamu güvenliği için açık tehdidi” yaratanlara kanun işlemiyormuş.
/././
Hakan Fidan için sorgulanan saygınlığını koruma fırsatı -Namık Tan-
Sayın Fidan’ın hem “üniversite diplomasını” hem “denklik belgesini” ayrı ayrı ve yüksek çözünürlüklü paylaşması gerekiyor. Aynı bağlamda, YÖK de UMUC gibi bir ABD kurumunun açık öğretim yoluyla verdiği kısa dönem eğitim programı bitirme sertifikasını hangi transkript ve kredileri inceledikten sonra geçerli dört yıllık üniversite diploması yerine saydığını derhal açıklamalı. Eğer yöneltilen sorulara ikna edici yanıtlar veremiyorsa Sayın Fidan’ın ahlâk gereği Dışişleri Bakanlığı görevinden istifa etmesi ve YÖK’te de geriye dönük kapsamlı soruşturma başlatılması gerekiyor

Dışişleri Bakanlığı gibi devletin en saygın ve Cumhurbaşkanı’nın yanı sıra “Türkiye’yi temsil” gibi bir ayrıcalığı olan konumdaki Hakan Fidan’ın önce kendi saygınlığının lekesiz olması gerekiyor. Oysa, Sayın Fidan’ın üniversite eğitimi ve Bilkent Üniversitesi’nde master programına alınması ciddi şaibeler barındırıyor.
Söz konusu şaibelerin ortadan zihinlerde hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kalkması Sayın Fidan’ın hem sorumluluğu hem yükümlülüğü.
Böylesine yüksek önem derecesini haiz bir konuda Dezenformasyonla Mücadele Merkezi’nce (DMM) yapılan aşağıdaki paylaşım ciddiyetten olduğu denli sorulara yanıt oluşturmaktan da çok uzak.
Sayın Fidan’ın adeta bir suçluymuş telaşesiyle sorumluluklarından kaçma ihtimali yadsınsa ve DMM’nin görselini paylaştığım açıklaması üzerinden akıl yürütülse bile bunun nasıl belirsizlikler ve tutarsızlıklar içerdiği açıkça ve kolayca görülüyor.
DMM, beceriksizlik ve liyakat eksikliği dolayısıyla mı böyle davranıyor yoksa soruların vahameti karşısında çaresizliğinden mi böylesine çocukça bahanelere sığınıyor, orasını kestiremiyorum.
Zira, DMM, Dışişleri Bakanı Fidan’ın sözde üniversite diploması ve denklik belgelerinin kopyalarını düşük çözünürlüklü olarak bir “kolaj” halinde paylaşmayı yeğledi.
Ancak, bu amatörce yahut kasıtlı yaklaşım bile sorulara yanıt üretmekten çok yeni sorulara yol açıyor:
“Üniversite Diploması” denilen belge esasen uzaktan eğitimle takip edilmiş bir kısa dönem programa katılım sertifikası mı?
Hakan Fidan hangi ülkede hangi yurtdışı görevde hangi süreyle bulunurken uzaktan eğitim veya “açık öğretim” yoluyla dört yıllık üniversiteye denk “siyasal bilimler” tahsili yapabilmiş?
Fidan’ın katıldığı programın transkripti ve aldığı krediler nasıl dört yıllık bir üniversite eğitimine denk olabiliyor?
DMM tarafından yapılan paylaşımda görülen belgede neden bölüm adı belirtilmemiş?
Aynı belgede neden “Bachelor of Arts” ünvanı yerine “Bachelor of Sciences” yazıyor?
Yine belgedeki üniversite logosu neden University Of Maryland, University College (UMUC) özgün logosuyla uyumlu değil?
Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı (YÖK) aynı dönemde (yani 1990’lı yıllarda, zira belge 1998 tarihli) yahut o günden bu günlere başka kaç görevdeki astsubaya benzer denklik belgesi düzenlemiş?
Başka kaç astsubay bu tür bir uzaktan kısa dönem eğitim programını tamamlayarak master programlarına katılabilme hakkı kazanmış?
YÖK, uzaktan eğitim veren UMUC’nin Fidan’ın katıldığını iddia ettiği “siyasal bilimler” programından veya başka çeşitli programlarından mezun kaç kişiye daha benzer denklik belgesi sunmuş?
Eğer yapılan iş kitabına uygunsa YÖK, UMUC benzeri başka hangi kısa dönem uzaktan öğrenim programlarını dört yıllık üniversite eğitimi yerine saymakta?
DMM’nin paylaştığı Fidan’a ait denklik belgesinin giriş cümlesinde geçen “Kara Kuvvetleri Komutanlığı Elektronik Astsubay Hazırlama Okulunda gördüğü öğrenim üzerine Almanya’daki University of Maryland University College’nin Politik Bilimler Programını başarıyla tamamlayarak...” ifadesinin başka herhangi bir denklik belgesinde örneği var mı, olabilir mi?
Her yurttaşın erişebileceği açık kaynaklardan derlenen bilgilere göre veriler aşağıdaki gibi:
Maryland eyaletinde College Park’ta kurulu University of Maryland ABD’nin kamu üniversiteleri sıralamasında ilk yirmiye giren saygın bir yüksek öğrenim kurumu.
Bu üniversitenin dış uzantısı olarak II. Dünya Savaşı sonrasında kurularak önce (Fidan’ın sunduğu belgedeki gibi) “University of Maryland, University College” (UMUC) sonradan “University of Maryland, Global Campus” (UMGC) adını alan kurum ise özellikle deniz aşırı görevlerdeki ABD askeri personeline açık öğretim fırsatı sunmak için tasarlanmış.
1990’lı yıllarda UMUC’nin Almanya’da da bazı şubeleri bulunmaktaydı ancak UMUC siyaset bilimi diploması değil genel sosyal bilimler veriyordu.
UMUC’nin sunduğu diğer uzaktan eğitim programı seçenekleri üniversite yerine sayılamayacağı gibi verdiği sözkonusu programlara katılım sertifikalarının da YÖK tarafından üniversite diploması olarak tanınırlığı olamaz.
Bu itibarla, Sayın Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın hem “üniversite diplomasını” hem “denklik belgesini” ayrı ayrı ve yüksek çözünürlüklü paylaşması gerekiyor.
Fidan’ın ayrıca kara kuvvetlerindeki astsubaylık görevi döneminde hangi aylarda hangi yurtdışı görevdeyken UMUC’nin hangi programına hangi süreyle katıldığını yeniden, inanılır ve güvenilir bir biçimde belgelemesi de zedelenen saygınlığını geri kazanması ve başında bulunduğu kuruma zarar vermemesi için zorunlu.
Aynı bağlamda, YÖK de UMUC gibi bir ABD kurumunun açık öğretim yoluyla verdiği kısa dönem eğitim programı bitirme sertifikasını hangi transkript ve kredileri inceledikten sonra geçerli dört yıllık üniversite diploması yerine saydığını derhal açıklamalı. Özellikle, “Kara Kuvvetleri Komutanlığı Elektronik Astsubay Hazırlama Okulunda gördüğü öğrenimi” hangi yetkiyle UMUC’taki eksik eğitimin tamamlayıcısı olarak kabul edebildiğini kamuoyuna izah etmeli.
Eğer bu sorulara ikna edici yanıtlar veremiyorsa Sayın Fidan’ın ahlâk gereği Dışişleri Bakanlığı görevinden istifa etmesi ve YÖK’te de geriye dönük kapsamlı soruşturma başlatılması gerekiyor.
/././
Emlak vergisi tahsilatı çok mu düşük?-Murat Batı-
Kişilerin ödediği emlak vergileri kendi gelirleri içindeki payını ne ölçüde hissettikleri vergilemenin sosyal amacı açısından oldukça önemlidir. Örneğin birden fazla gayrimenkulü olan bir kişinin ödeyeceği emlak vergisinden dolayı hissettiği tazyik (yük) ile asgari ücretli çalışan birinin ödeyeceği emlak vergisinden dolayı hissettiği tazyik elbette farklılık gösterecektir.
Emlak vergisi, ülkemizde konut, iş yeri, arsa ile arazi üzerinden alınan ve belediyelerce tahsil edilen önemli bir servet vergisidir. Bu vergi, taşınmazın belediyede kayıtlı bedeli yani Emlak Vergisi Kanunu m.29 uyarınca vergi değeri üzerinden hesaplanmaktadır. Halk arasında buna rayiç bedel de denilmekte ama bu kullanım hatalıdır; doğrusu vergi değeridir.
Vergi değeri üzerinden konutlarda binde 1, iş yerlerinde binde 2, arazilerde binde 1 ve arsalarda binde 3 oran uygulanarak emlak vergisi hesaplanır. Olur da bu taşınmaz büyükşehir belediyesi sınırları içindeyse bu oranlar iki kat uygulanır. Yani büyükşehir belediyesi sınırları içinde bulunan taşınmazlara konutlar için binde 2, iş yerleri için binde 4, araziler için binde 2 ve arsalar için binde 6 oran uygulanır.
İlaveten her dört yılda bir vergi değerine konu gayrimenkulün değeri takdir edilir ki 2026-2029 yılları için bu yıl takdir edildi ve ilgili yerlere kuvvetle muhtemel bildirildi. Bu yeni değerler ayrıca mükelleflere tebliğ edilmemektedir.
Basında gördüğümüz kadarıyla takdir edilen yeni değerler fazla artmış hatta bazı haberlere göre 10 kat hatta 20 kat olduğu da görülmektedir. Bu yeni değerler belki de değerli konut vergisinin de konusuna girmesine sebebiyet verebilecektir ki dikkatli olmakta fayda vardır. Bu nedenle elektronik posta ve/veya sosyal medya aracılığıyla bana gelen mesajlardan birçok kişinin bunu dava etmek istediği görülmektedir.
Dava etmek isteyenler bunu 8 Eylül Pazartesi gününe kadar dava edebilirler. Dava süreciyle alakalı T24 yazarlarından Erdoğan Sağlam Üstadın bu yazısına bakmanızda fayda vardır. Ben de tekrara düşmemek adına dava açma sürecini tekrardan yazmayayım.
Emlak vergisinden yapılan tahsilat ne durumda?
Emlak vergisini belediyeler tahsil etmektedir. Emlak vergisi tahsilat tutarlarını aşağıdaki tabloda da görüldüğü üzere 2007 ila 2025 yılları arası için oluşturmaya çalıştım.
Ancak 2025 yılındaki tutar Ocak – Mart dönemini kapsamakta 2025’in son dokuz ayı verileri henüz bulunmamaktadır. Zaten emlak vergisinin ilk taksiti mayıs ayına kadar ödendiğinden -birçok kişi de mayıs sonunda ödemiş olabileceğinden- 2025’e ilişkin veriler meramımızı anlatmak adına şu an için pek sağlıklı değil.
Yukarıdaki tabloda emlak vergisi hasılat tutarlarının -her ne kadar genel bütçe içinde olmasa da- genel bütçe vergi gelirlerine kıyasen de görülmektedir. Genel bütçe vergi gelirlerine oranı son yıllarda yüzde 1’in bile çok altındadır.
Buna göre 2024 yılında mesken ve iş yerinden yani binalardan toplamda 32 milyar 42 milyon 658 bin lira tahsil edilmiş. 81 il ortalaması ise yaklaşık 395 milyon liradır. Yani il başına 2024 yılında 395 milyon lira tahsil edilmiş.
Konuyu daha rahat anlamak adına diğer vergi hasılatlarıyla karşılaştırıldığımızda 2024 yılında toplam KDV’nin vergi gelirleri içindeki payı yaklaşık yüzde 32; ÖTV’nin yaklaşık yüzde 20’dir.
Diğer servet vergileri için ise MTV’nin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 0,91; veraset ve intikal vergisinin payı yüzde 0,08; değerli konut vergisinin ise yüzde 0,001’dir. Yani servet vergileri içinde iyi bir yerde ancak diğer vergilerle kıyaslandığında oldukça düşük oranda olduğu görülmektedir.
Şu soruyu da sormak gerekiyor aslında servet vergilerimiz neden böyle yetersiz? Bunun cevabını aramak lazım belki de…
Kaç adet bina var?
TÜİK verilerine göre 2020 yılında Türkiye’deki bina sayısı 11.598.446 adettir. Bina sayısının yaklaşık yüzde 85’i konut olarak kullanılmakta kalan sayının ise iş yeri olduğu görülmektedir. Daha güncel bir veri bildiğim kadarıyla henüz yayımlanmadı.
Konutlardan alınan bina vergisinin tahsilat tutarı toplam vergi gelirlerine kıyasla binde 4-5 oranına tekabül etmektedir.
Vergi yükü açısından
Ülkemizde arsa, arazi, konut ve iş yerlerinden emlak vergisi alınmaktadır ki servetin vergilendirilmesi açısından oldukça yerinde bir uygulamadır. Hatta özellikle konutlara ilişkin emeklilere, engellilere, gazilere, ev hanımlarına ilişkin tek konut istisnası da bulunmaktadır ki bu da çok yerindedir.
Lakin yukarıda da görüldüğü üzere tahsil edilen emlak vergisi pek de yüksek değildir. Bir kişinin ödediği vergilerin kendi geliri içindeki payına bireysel vergi yükü denilir. Bu çok matematiksel bir yaklaşıp olup aslında kişilerin ne hissettiği hususunu pek barındırmaz. Şöyle ki düşük gelirli ile yüksek gelirli kişilerin ödenen bu vergiden etkilenme dereceleri birbirinden farklıdır. Çünkü vergi esas itibariyle bir yüktür ve yükümlüler bu yükü hissederler. Yükümlülerin duyduğu yüke vergi tazyiki denir ki buna subjektif vergi yükü adı da verilir.
Bu nedenle kişilerin ödediği emlak vergileri kendi gelirleri içindeki payını ne ölçüde hissettikleri vergilemenin sosyal amacı açısından oldukça önemlidir. Örneğin birden fazla gayrimenkulü olan bir kişinin ödeyeceği emlak vergisinden dolayı hissettiği tazyik (yük) ile asgari ücretli çalışan birinin ödeyeceği emlak vergisinden dolayı hissettiği tazyik elbette farklılık gösterecektir. Bu nedenle özellikle -ücretli- çalışanların ki satın alma gücünün bu denli düştüğü bu dönemlerde -özellikle tek konut açısından- ücretliler lehine bir mevzuat değişikliği düşünülebilir.
/././
Sahtenin cazibesi ve hakikinin külfeti -Mine Söğüt-
Hepimiz maddi ya da manevi sahteciliklere sırt dayayarak ve hatta onlardan medet umarak, olmadı türlü sahteciliklere göz yumarak inşa ettiğimiz şu sistemde cinsellikten inanca, eğitimden ekonomiye neredeyse hayatın her alanında sahteyi kolayca tercih eden tekinsiz bir insanlığın parçasıyız.
Artık biliyoruz ki, çocuğumuza ders veren öğretmen belki de gerçekten öğretmen değil. Hastanede bizi muayene eden doktor doktor olmayabilir. Arabamıza ceza kesen trafik polisinin polisliğinden emin olamayız. Karakoldaki komiserin diploması kim bilir nereden, anlayamayız. Rütbeli askerlerin rütbeleri bir bakmışız şaibeli. Avukattan hâkime, mübaşirden savcıya bilemeyiz, kimin diploması sahte kiminki sahici…
Hukukun kitaba değil niyete göre işlediği, denetleme mekanizmalarının lağvedildiği ve yürütme mekanizmalarının tek elde toplandığı, liyakatsizlerin avucuna düşmüş bir ülkenin insanı olarak hadi cesaretimiz varsa soralım kendimize…
Bizim için sahte ve hakikinin değeri ne?
Her şeyin hakiki olması çok mu önemli bizim için?
Hiçbir şeyin sahtesine tahammülümüz yok mu?
Ahlakımız hakikinin değerini yükselten ve sahteyi yerin dibine sokan bir ahlak mı?
Ailemiz hakiki bir aile mi mesala? Babamız eve ekmek getiren ve bizi kollayan, annemize aşkla tapan bir baba mı? Annemiz yemeyip yediren, üzerimize titreyen ve kocasını çok seven bir anne mi? Kardeşlerimizle birbirimize çok mu düşkünüz? Babamız tehlikesiz, annemiz huzurlu, çocuklar çok mu mutlu?
Peki ya dostluklarımız? Onlar hakiki mi? En iyi arkadaşımız öl dese ölür müyüz? Komşumuz açken gözümüze uyku girmez mi? Kimse kimsenin arkasından ileri geri söylenmez mi?
Bunların hepsine evet diyebiliriz ve bireysel sahteciliğimizle zerre kadar yüzleşmeden en zorlu meselelerin içinden yara bere almaksızın geçip gidebiliriz.
Oysa gerçek şu ki; hepimiz maddi ya da manevi sahteciliklere sırt dayayarak ve hatta onlardan medet umarak, olmadı türlü sahteciliklere göz yumarak inşa ettiğimiz şu sistemde cinsellikten inanca, eğitimden ekonomiye neredeyse hayatın her alanında sahteyi kolayca tercih eden tekinsiz bir insanlığın parçasıyız.
Zamanla hak ettikleri gerçek mitolojik değerlerine ya kavuşmuş ya da kavuşacak olan tüm inançlarımız sahte. Ve bu umurumuzda değil. Binlerce yıldır tanrılarımızı ve tanrıçalarımızı, cennetlerimizi ve cehennemlerimizi, meleklerimizi ve şeytanlarımızı kendimize ve yeryüzüne bakarak, kendi varlığımızı ve kendi tecrübelerimizi soyutlayarak yaratıyoruz. Yani kendi gerçekliğimizin sahtesini üreterek paralel bir evren üzerinden farklı inanç dünyaları inşa ediyoruz. Üstelik o dünyaları da kutsal ve dokunulmaz ilan edip aklımızı da mühürlüyoruz. Sonra o uhrevi dünyalardan yola çıkarak tekrar dünyevileştirdiğimiz politikalarla şu anki korkunç iktidar dilini kuruyoruz.
Bu yüzden insanlığın gündemini asırlardır yayılmacı bir siyasal İslam, tutucu Hristiyan demokratlar, öfkeli Budist rahipler ya da siyonist emeller ve en kötüsü din savaşları diye akıl almaz gerçekler kaplıyor.
Aklımızın ürettiği en başarılı sahte değerlerden bir diğeri de paraYeryüzünde her şey bir olağan, kendiliğinden, aslolan; bir de sonradan insanın biçtiği ve para ile ölçülendirdiği sahte değer taşımakta. Biz o olağan değerle ilgilenmeyip sadece kendi yarattığımız sahte değerle yaşıyoruz. Dinsel inançlarla eğitilmiş ve geçerli politik sistemlere ikna edilmiş aklımızla neyin sahte neyin gerçek olduğunu sorgulama sorumluluğu hissetmeden tam gaz ilerliyoruz. Günümüzü kurtarmak için can havliyle yaşarken de temel ihtiyaç malzemeleri neden bu kadar pahalı ve lüks tüketim malzemeleri neden bir yem gibi hedef tahtasında asılı gibi sorularla vakit kaybetmiyoruz.
“Böyle gelmiş böyle gider” kaderciliğiyle, “Benden sonra tufan” bencilliği arasında gidip gelen ahlakımızın sahicilikten bir beklentisi yok ama sahtecilikten umudu çok.
Bu arada suyun ya da toprağın para karşılığındaki değeri belirlenirken bir kafa karışıklığı yaşamıyoruz ve eğer yeryüzündeki bir avuç endişeli çevreciden biri değilsek suyun ve toprağın hakiki değerini asla önemsemiyoruz.
Vergilerin ne işe yaradığı, eğitimin ve sağlığın neden parasız olmadığı, politikacıların neden devamlı yalan söylediği, savunmaya ayrılan giderlerin yüksekliği ve her rakip politikacının bir diğerini yolsulukluk yapmakla suçladığı bir düzenin içinde ne demokrasinin ne hukukun ne de hak ve özgürlüklerin sahteliği canımızı sıkıyor. Canımızı sıkan tek şey var o da gerçekler. Hakikatten kaçıyor sahteyi seviyoruz.
Elimizde her daim sahtenin cazibesini ve hakikinin külfetini ölçen bir terazi.
Hangisinin ağır geldiği şu rezil dünya düzeninde külliyen belli.
O yüzden şu her şeyin sahtesinin iştahla üretilip tüketilebildiği hayatta bundan şikâyet eden insanın önce, “Peki ben ne kadar düşkünüm hakikate?” diye sorması gerek kendine…
/././
Almanya, Gazze'nin tam işgalini onaylayan İsrail'e silah ihracatını durdurdu

İsrail Güvenlik Kabinesi'nin Gazze Şeridi'nin kuzeyinde yer alan ve yüz binlerce Filistinlinin yaşadığı Gazze kentinin işgal altına alınmasını öngören planı onaylamasının ardından Almanya İsrail'e silah ihracatının askıya alındığını duyurdu. Başbakan Friedrich Merz, yaptığı yazılı açıklamada, İsrail'in Hamas'a karşı savunma hakkı bulunduğunu savunarak, esirlerin serbest bırakılması ve ateşkes için kararlı müzakerelerin yapılmasının Alman hükümeti için büyük öncelik taşıdığını aktardı.(https://t24.com.tr/haber/almanya-gazze-nin-tam-isgalini-onaylayan-israil-e-silah-ihracatini-durdurdu,1254323)
***
İsrail Güvenlik Kabinesi, Gazze şehrini işgal planını onayladı; on binlerce Filistinli yerinden edilecek / "Gazze Şeridi'nin işgali için ilk adım"

İsrail Güvenlik Kabinesi, Gazze Şeridi'nin kuzeyinde yer alan ve yüz binlerce Filistinlinin yaşadığı Gazze kentinin işgal altına alınmasını öngören yeni bir planı onayladı. Yerel kaynaklara göre İsrail ordusu, Gazze Şeridi'ndeki "Gazze kentinin" tamamını işgal altına almak için hazırlık yapıyor. ABD merkezli haber sitesi Axios'un haberine göre de bir İsrailli yetkili, ordunun hazırlandığı saldırının yalnızca Gazze kentini kapsayacağını, mülteci kamplarına veya diğer bölgelere uzanmayacağını belirtti. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun ofisinden yapılan açıklamada, Güvenlik Kabinesinin Başbakan'ın Gazze kentinin işgal edilmesi yönündeki önerisini onayladığı belirtildi.(https://t24.com.tr/haber/israil-guvenlik-kabinesi-gazze-kentinin-isgalini-onayladi,1254211)
***
Ahlaka, hukuka ve gerçeklere dönelim -Sami Selçuk-
"Unutmayalım ki, hukukta yapılan her yanlışlık, patlamaya hazır birer kraterdir"

İlkin tarihe bakmak ve herkesi bir kez daha yaşananlarla baş başa bırakıp düşündürmek isterim.
Sanırım, tarih alanına girdiğimiz zaman, bağışlanamaz nitelikte üç şiddet olayı sürekli dile getirilmiştir.
Bunlardan birincisi, tarihin hiç bağışlamadığı en tiksindirici kaba şiddetin en iğrenç, en çok lanetlenmiş örneklerinden biridir. Çünkü içinde iktidara göz dikme ve kin vardır: Hz. Hüseyin’in öldürülmesi.
Bu yüzden muharrem ayı, Müslümanlar için hicrî takvimi ve orucu başlatarak açların çektikleri yoksunlukları simgeleyen ve de Emevi diktasına direnen Hz. Muhammet’in torunu Hz. Hüseyin’in Kerbelâ'da şehit edildiği aydır.
On dört yüzyıldan bu yana her yıl, anımsanan ve yası tutulan bu olayı İslam dünyası hiç unutmamıştır.
Unutamaz da.
Çünkü bu olay, sıradan bir şiddet olayı değildir. Haşim ve Umeyye (Emevi) aileleri arasındaki iktidar yarışının, Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye, Hz. Ali, Muaviye’nin oğlu Yezid’in savaşlarının sonucudur. Hileli Sıffin Savaşı'nda Yezid, önce Hz. Hasan’ı zehirlemiş; daha sonra da egemenliğini reddeden ve susuz kalan Hz. Hüseyin’i, aralarında bebeklerin de bulunduğu 72 kişiyle birlikte 10 Muharrem 61 (10.10.680) tarihinde öldürtmüştür. Katil Yezid’in komutanlarından Şimr de, Hz. Hüseyin’in kesik başını bir tepsi içinde Şam’daki sarayında Yezid’e sunmuş ve bu kesik baş, Şam sokaklarında gün boyu dolaştırılmıştır.
İslam tarihi, elbette bu olayı ne unutmuş ne de bağışlamıştır. Bu yüzden Hz. Hüseyin’in kuşatıldığı ve öldürüldüğü tarihler arasında yas tutulur, sevabı ve günahı olmayan, sadece ağıt sayılan Muharrem orucu tutulur, asla kurban kesilmez, et yenmez, canlılara hiç eziyet edilmez, hiç kimse incitilmez, dedikodu bile yapılmaz, yapılamaz.
O günlerde şiddetin her türlüsünün reddi anlamında hiçbir hayvansal ürün içermeyen bir tatlı yapılır ve dağıtılır, o kadar: Aşure.
Tarihin hiç bağışlamadığı ikinci olay ise, kanımca 26.4.1937 tarihinde İspanya’nın Bask bölgesinde on bin kadar insanın yaşadığı Guernica kentinin Franco yanlısı Alman uçaklarıyla ve bombalarıyla üç saat içinde yok edilmesidir. Bilindiği üzere bu olayın anlamını Picasso (1881-1972), Cumhuriyetçi İspanya hükümetinin isteği üzerine, bir hafta geçmeden ünlü Guernica resmiyle bütün dünyaya duyurmuş ve bu resim, önce Paris’te dünya fuarında sergilenmiş; daha sonra da bütün savaş suçlularını canlandıran bir simge olmuştur. Pablo Picasso’nun sözleriyle “Gerçeği anlamamıza yarayan büyük yalan” diye adlandırılan sanat, dolayısıyla bu tablo, Paris’in işgali sırasında bir Alman Gestapo subayının “Bu resmi sen mi yaptın?” diye sorması üzerine Picasso’nun anlamlı ve düşündürücü yanıtı, iletisi ile de tarihe kazınmıştır: “Hayır, sizler yaptınız.”
Bu noktada da kalmamıştır Guernica. Aynı yıl David Alfaro Siqueiros’ça (1896-1974) yapılan “Bir Çığlığın Yankısı” resmiyle bir bakıma iletisini ve işlevini sürdürmüştür (Berger, John, [Salman, Yurdanur / Sökmen, Müge Gürsoy], Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı, İstanbul, 2022, s. 178-185).
Ben bir hukukçuyum.
Benim açımdan ise üçüncü olay, ülkemizde yaşanan ve hepimizin alınyazısını kökten değiştiren 2017 tarihli halk oylamasıdır.
Çünkü Türk demokrasi tarihi, bu en yanlış, en üzücü ve de en utandırıcı, üstelik de görünüşte hukuka uygun, ancak gerçekte kesinlikle hukuk dışı bir kararla toplumumuzun ve demokratik anlayışımızın yaşadığı şiddettir. Bu olayla birlikte Türk demokrasisi olağan evriminden, hukuksal yörüngesinden çıkmış; sonu belirsiz bir karanlık döneme girmiştir.
Evet. Siyaset ve savaş tarihinde Hz. Hüseyin’in, çocuklarının, yandaşlarının öldürülmesi, Guernica’nın bombalanması ne ise, 2017 oylaması da, hukuk kılıfı içinde o denli ağır, hukuku yıkıp yok eden, bağışlanamaz nitelikte hukuka saldırı, bir hukuk yanılgısı, yenilgisidir. Çünkü bu oylamanın Yüksek Seçim Kurulunca meşru ilan edildiği gün, İtalyan Tarihçisi ve düşünürü Giuseppe Ferrari’nin (1811-1876), “Sitenin / devletin görünmeyen barış meleği” dediği ve iktidarları ayakta tutan “MEŞRULUK” değiri ne yazık ki o gün yerle bir edilmiştir (Selçuk, Sami, Hukuk Dünyasında Doğmayan Halk Oylaması, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2018).
Hem de üstelik ülkenin bağımsız ve yansız olduklarına inanılan yargıçları eliyle!?
Gelelim bugünlere ve hukuka.
Yirmi dört yıl önce yayımlanan bir kitabıma yazdığım 15 Ocak 2001 tarihli “önsöz”de bütün okurların, hukukçuların, yargıçların, savcıların, avukatların dikkatlerini bazı noktaların üzerine çekmek istemiş ve aşağıdaki noktaları dile getirmiştim: “Hukuk, hukukçunun hem Mevlâ’sı, hem de başının belâsıdır. Hele bir de karar veren biri, sözgelimi yargıçsanız, o sizi durmadan izler, yatağınıza kadar sokulur ve uykunuzdan eder.”
“Karşılaştırmalı hukuk çalışması yapanların derdi ise, daha da büyüktür. Zira “hukuk ile ilgili her araştırma insanı çoğaltır, çoğalttıkça da coşturur. Önce mutlusunuzdur. Ancak uygulamaya eğilince o coşkulu mutluluk, yerini çoğu kez karamsarlığa, hatta umutsuzluğa bırakır.”
“Bu yüzden en az kırk yıl ‘hukuk öğretisi ve uygulaması’yla iç içe yaşamış birinin elbette diyeceği çok şey vardır. Topluma ve gelecek kuşaklara karşı duyduğu sorumluluğun gereğidir, bu.”
“Bu konuda ben kendimi asla hiç gizlemedim.”
“Daha önce de yazdım ve söyledim. Yanlışlıklar, kıdem kazanınca doğruya dönüşmez. Olsa olsa katılaşıp müzminleşir.”
“Sözgelimi, Türk hukuk uygulaması açısından dilimizin ucuna geliveren şu sorulara yanıt vermek hiç de kolay değildir: Neden bizim ülkemizde duruşma, Batı anlamında “tartışma” (débat, discussion, dibattito, discussione) olmaktan çıkıp, karşılıklı durmaya ve bir tutanak fetişizmine dönüşmüştür!?
“Suç hukukunda suç, failin eylemiyle başlar, işlenir ve biter. Kural budur. Oysa Türk yargılamasına göre; sözgelimi, karşılıksız çek keşidesi suçu, hamilin (mağdurun) davranışıyla bitmektedir. Bu yüzden, suçun bittiği an ile işlendiği yeri, dolayısıyla bunlara bağlı olarak birçok sorunu, bu arada yetkili mahkeme konusunu da yanlış belirlemişizdir. Bununla da kalmamışız. Aynı konularda dünya ile inatlaşmayı bugün de sürdürmekteyiz. Peki, öyleyse neden hangi kavram(lar)ı yanlış algıladık? ‘Kasıt’ (yönelim) gibi teknik bir hukuk kavramını, niçin çoğu kez amaç, güdü, niyet ile karıştırıyoruz, bunları yazarken bile yanlış yapıyor, Türk Ceza Yasası’nda, dilbilgisinin ağız ağzı, burun burnu vb. gibi ayrıklı “hecede ses düşmesi” kuralını (Gencan, Tahir Nejat, Dilbilgisi, Ankara, 1971, s. 38) bile çiğneyerek ‘kasıt’ yerine ‘kast’ (m. 21) diyoruz?” (Selçuk, Sami, Doğru Dil İle Türk Ceza Yasası, Genel Hükümler, Ankara, 2023, s.125-129).
“Varlığı saçma, ancak o dönemde suç olarak düzenlenen ‘kızlık bozma’ suçunun (1926 tarih ve 765 sayılı T. Ceza Yasası, m. 423) maddi konusunu niçin insan yerine ‘zar’a indirgeyerek, evlenmeden önce cinsel ilişkide bulunmamış, kısaca dokunulmamış olmayı koruyacak yerde, bir zar parçası üzerinde yoğunlaşarak, ilişki sonucu bu zar bozulmamışsa, güldürü yapıtlarına konu olacak biçimde, suçun işlenmesi için çocuğun doğal yoldan doğumunu ve doğan çocuğun zarı yırtmasını beklemişiz? Böylece sezaryen yoluyla doğum yapılmak zorunda kalındığında mağdureleri korumasız bırakmış, asıl suçluyu da kurtarmışız?”
“Peki neden?”
“Sokrates davasının yargıçları bile, önlerine gelen sorunları 2400 yıl önce bugünün batılı yargıçları gibi oyladıkları halde, neden bizler hâlâ başka türlü, daha doğrusu yanlış yapıyoruz bu oylamaları?” (Selçuk, Sami, Suç Yargılama Sürecinde Duruşma ve Görüşme / Oylama, 2024).
“Neyi iyi algılamadık da, temyiz yolu, dünyada örneği görülmemiş bir biçimde başkalaşıma uğradı? Üstelik Avrupa İnsan Hakları Komisyonunun 1997 Şubatındaki kararına karşın bu durumu sürdürmekte niçin direniyoruz?” (Selçuk, Sami, Suç Hukuku Dogmatiği ve / ya Grameri, V. Kitap, Suç Yargılama Süreci Hukuku, Ankara, 2022, s. 641-695)
“Batı hukukuyla karşılaştırıldığında, neden Türk hukuku katılaşmaya / ankiloza uğramış, niçin patinaj yapıyor, aldığımız batılı yasalara karşın, neden hukuk uygulamamız, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına kolaylıkla uyarlanamıyor?”
“Çoğu maddi olayların sübutuyla ilgili ve yanlış örnek olan komprime / hazır içtihatların gevşetici rahatlığıyla, zamanı yiyip tüketen tekdüzeliğin onarılamaz savurganlığıyla, yer yer birbirlerini çürüten asimetrik olay içtihatlarıyla yaşanan kısa devreler, hukukumuzun sık sık sürçtüğünü çarpıcı biçimde bizlere göstermiyor mu?”
“Sokaktaki insan ve biz hukukçular, her gün yargılamadan ve hukukun eylemli bir yansıması olup üzerinde bir sinek lekesi bile bulunmaması gereken mahkemelerimizden, adaletten niçin sürekli yakınıp durmaktayız?”
“Çoğunluk kuralı, uyuşmazlığı sona erdiren bir çare, daha doğrusu çaresizliğin çaresi iken, çoğunluğun kararını neden gerçeğin dokunulamaz dili sanmışız?”
“Neden uygitsinci olmayı olağanlaştırmışız? Neden eski görüşleri gözden geçirmeyi âdeta bir namus sorunu yapmaktayız?”
“‘Öğreti başka ve uygulama başka’ saplantısı ve yelpazesiyle, bilimden ve kendimizden kaçıp avunurken, hukukun yanlış yöne ve kimileyin boşa dönen dişlileri, yaklaşık yüz yıldır yapılan onca incelemeye karşın, Karamanlı Kâmi’nin deyişiyle ‘Gülü gûş ettiremez, boş yere bülbül inler / Varak-ı mihr ü vefayı kim okur, kim dinler’ havasıyla neden hiç fark edilmemiştir?”
“Aynı ‘önsöz’de bir çırpıda akla gelen bu türden sorulara da aşağıdaki yanıtlar verilmiş:
“Demek, parçalar yerinde değil. Öyleyse geliniz, bütün bunların nedenlerini hep birlikte düşünelim ve araştıralım: Her şeyden önce itiraf edelim ki, hukuk devriminin başlangıcında önemli bir yöntem yanılgısına düşülmüştür. Batıdan dönemin en iyi yasaları alınmasına karşın, uygulamacılar, Batı hukukuyla -evet yasalarıyla değil- ilgileri bulunmayan, daha doğrusu ilgi kuramayan yargıçlardır. Onların ellerinde aslında çoğu yanlışlarla dolu çeviri yasalar dışında yeterli gereçler yoktur. Bu yüzden, Cumhuriyetin başlarında kotarılmış, ancak birçok kavram yanılgılarıyla dolu bulunan içtihatlar, bugünlerde bile etkilerini sürdürmektedir.”
“Buna karşılık 1990 yılından sonra özgürlükçü demokrasiyi benimsemiş ülkelerde, sözgelimi Bulgaristan’da yargıçlar, sınavdan geçmişler, kazananlar görevlerini sürdürmüşlerdir. Doğu Almanya, Batı Almanya ile birleşince, Doğu Almanya’daki yargıçlar emekli edilmişler, isteyenlerin demokratik hukuk öğrenimi gördükten sonra yargıçlığa dönebilecekleri belirtilmiştir.”
“Bunların yanı sıra, bir suç (ceza) hukukçusu olarak vurgulamak gerekir ki, kanımızca Türk suç hukuku uygulaması, olumsuz üçlü bir çapraz ateşi altındadır. Birincisi, yukarıda değinilen eski içtihatlardır. İkincisi, ‘Majno Şerhi’dir. Çünkü bu şerh, çeviri yanlışlarıyla doludur. Unutulmamalıdır ki, her çeviri aslında yara almış bir kitaptır. Bundan başka, söz konusu kitabı çevirenler, aslında hukukçu değildirler. Dahası hukuka uymayan, üstelik özet bir çeviridir, bu kitap. İşte günümüz İtalya’sında artık adı sanı duyulmayan bu hukukçunun söz konusu kitabı, kaynak yoksunluğu nedeniyle Türk suç hukuku uygulamasının yıllarca odağında yer almıştır. Öyle ki, kitabın yanlış çevrilen bazı paragrafları bile, ülkemizde içtihat haline dönüşmüştür. Üzülerek belirteyim ki, bugün de bu işlevini bir ölçüde sürdürmektedir. Hem de onca uyarılara karşın ve aslı ile karşılaştırılmaksızın.”
“Üçüncüsü, Kanonik hukuka tepki olarak doğan Fransız suç hukuku, Türk hukuk uygulamasını olumsuz biçimde etkilemiştir. Oysa Fransız suç hukuku ile İtalyan suç hukukunun anlayışları elbette birbirinden önemli ölçüde başkadır. İtalyan hukukuna dayanan suç hukukumuz, Fransız kapısından girilerek yorumlanmış ve uygulanmış; dolayısıyla anlayışların çatışması ve bazı iğretiliklerin yaşanması kaçınılmaz olmuştur. Nitekim hukukumuzda yaşanan yoğunluk düşüklüğünün nedenlerinden biri de, aslında budur.”
“Böylelikle uygulama, ister istemez bu üçlü ateşin etkisi altında kalmış, yığınakta yapılan yanlışlıklar, bir izdüşüme dönüşmüş, sorunlar yoğunlaşıp yumaklaşmış; kısaca hukuk, çözüm aracı olmaktan çıkmış, sorunsallaşmıştır.”
“Bunun sonucunda da Atatürk’ün, ‘Cumhuriyetin yaptırımı olacak bu büyük kurumun açılışında duyduğum mutluluğu, hiçbir girişimde duymadım’ diyerek Ankara Adliye Hukuk Mektebini açarken, ‘ESKİ HUKUKUN KÖKLERİNİ KAZIYARAK YEPYENİ BİR HUKUK YARATMA’ ve ‘İHTİLALİN DE ÖTESİNE GEÇEN ‘DEVRİM (İNKILAB)’ ülküsünü yaşama geçirmek şöyle dursun, karşılaştırmalı hukuk turnusolünün ortaya koyduğu üzere, uygulama ne doğulu, ne batılı olmuş, kanımca deyim yerindeyse, ülkemizde kimliği belirsiz bir hukuk boy vermiştir.
Evet. Unutmayalım ki, hukukta yapılan her yanlışlık, patlamaya hazır birer kraterdir.”
Karşılaştırmalı hukukta ve başka bilim dallarında vb. özgün ve akılcı arayış yöntemiyle (metot) araştırma yapma, yolunda yürüme biçimiyle (cheminement) (Bergel, Jean-Louis, Méthodologie juridique, Paris, 2001, s. 17) de küresel bir ün kazanan büyük Fransız hukukçusu ve düşünürü Marc Ancel’in sık sık anımsatılması gereken şu yargısı, hepimizi çok, ama çok düşündürmelidir, kaygılandırmalıdır: ‘Zanardelli (kaynak) Yasası, Türk uygulamasında, önemli yozlaşmalara uğramıştır’ (L’intéret et nécessité nouvelle de la recherche pénaliste comparative, Melanges en l’honneur du Doyen Pierre Bouzat, Paris, 1980, s. 10).”
“Evet, geliniz, bütün bu görüşlere ilkin kızmaktan vazgeçelim. Sonra da tam tersine, bu çarpıklıkların ve de uyarıların üzerlerinde uzun uzun düşünelim. Aslında kızmaya elbette hakkımız yok. Eleştiriye kızmak, içgüdüseldir, beyinsel ve akılcı değildir, insana yakışmaz. Eleştiri karşısında takınılacak tek tutum, ‘eleştiri doğru mu, değil mi’ diye sormaktır.”
“Üstelik bütün bunlar doğruysa, o zaman yapacağımız çok şey var demektir.”
“Önce bizim kuşağın bu hukuk uygulamasını gelecek kuşaklara aktarma hakkına sahip olmadığını düşünerek, Atatürkçü görüş ve ‘tabula rasa’ yöntemiyle, karşılaştırmalı hukuka başvurarak, başarılı kazanımlar ayıklanıp korunmalı, yanlışlıklar tez elden düzeltilmelidir.”
“İkincisi, ‘bilim dili, sağlam dildir’ (Condillac). Hukuk dili ise, bir ortak üst dildir. Eğer bir ortak üst dil yok ise, kuşkusuz herkes kendine göre bir hukuk yaratacak demektir. Bu ise, elbette hukuk çokluğu, dahası kargaşa demektir”.
“Öte yandan unutmayalım ki, küresel kavramlar üzerinde sadece yararlanma hakkımız vardır, asla mülkiyet hakkımız yoktur. Olamaz da. Çünkü onları özlerinden koparamayız. Bu nedenle küresellikle bütünleşen ortak hukuk sözlüğümüzü bir an önce kotarmalıyız.”
Şunu da asla unutmayalım. Ana dilinizde ne denli çok sözcük varsa, dil dünyanız da o denli zengindir. Bu açıdan liseyi bitiren bir ABD’li öğrenci 72.000 sözcükle karşılaşmaktadır. Buna karşılık aynı düzeydeki Türk öğrencinin karşılaştığı sözcük sayısı sadece 5.700’dür.
Yani ABD’li öğrencinin on ikide biri.
Özetle yarış, başlamadan bitmiştir.
Bu açığı kapatmak zorundayız. Kapatamazsak özellikle hukuk gibi kültür bilimlerinde çağcıl bilim dünyasına asla giremeyiz.
“İnsanlık, bir küreselleşme (globalisation, globalization, globalizzazione, globalización) olgusu yaşamaktadır. Küreselleşme yeni bir kavramdır. Sözgelimi, Fransızcaya 1965’te girmiş ve girer girmez de bilgi akışı hızlanmıştır. Türkiye, Avrupa Birliği’ne girme iddiasında olan bir ülkedir. Birliğin uyarılarını beklememeli, önceden davranmalı, Türk hukukuna ‘tasarlayarak’ (taammüden) saldıran bütün engeller aşılmalıdır.”
“‘Bilgi üretme ve tüketme çağında yaşıyoruz’ (Garaudy). Bu üretime kesinlikle katkıda bulunmalıyız. Bulunmalıyız ki, tüketme doğru olsun, sesimiz de bütün dünyada duyulsun.”
“Hukuk devriminin bildirisinin söylemde kalmasını değil, eyleme dönüşmesini; Batı hukukunun kıyısında değil, soluklu odağında, yüreğinde yer almasını ve çağla aynı dalga boyunu yakalamasını; tarihe maruz kalmasını değil, tarih yapmasını ve yazmasını; derin hukukun yürek vuruşlarını karar ve içtihatlarımızın her sözcüğünde duyurmayı; toplumun sağlıksız dokusunu iyileştirmeyi; umudunu mafyaya bağlamış adaletin tersine dönmüş alınyazısını yenmeyi; zamanın değerleriyle ve ruhuyla denk düşmeyi istiyorsak, her şeyi yeni baştan gözden geçirmek zorundayız.”
“Elbette uzun soluklu ve soylu bir kavgadır, bu.”
Ancak onca yıl sonra geriye dönüp baktığımda, bu soylu kavganın ortasında yaşamanın zaman zaman üzücü ve kahredici, ancak az da olsa umutlandırıcı odağında yer aldığımı sanmakta, hatta bu yaşta bile yaşamaktayım.
Elbette umudumu hiç yitirmedim. Zira biliyorum ki, “Gerçek, kolay kolay üstün gelmez. Ama zamanla gerçeğe saldıranların soyları tükenir.” (Max Flanck).
Evet, o dönemde de şu soruyu sık sık sormuşumdur, kendime: “Acaba yaşanan olgular, Batıdan kopmanın, yönünü yitirmenin, aile içi hastalıklarının yaşandığını mı kanıtlamaktadır?”
Bu sorunun yanıtı, elbette dün de bugün de “evet” tir.
Bunun temel nedenini de şöyle açıklamıştım o dönemlerde: “Metodik kuşku sürdükçe tartışma ve eleştiri de sürecektir. Oyçokluğuyla tartışma bitseydi, çoğunluk, haklılığın ölçütü olurdu. Oysa her türden ve de özellikle bilimsel etkinlikte ‘çoğunluk haklıdır’ diye bir kural hiçbir zaman olmamıştır. Olamaz da. Nitekim Montaigne’in denemelerinde adı sıkça geçen Romalı taşlama ozanı Decimo Giunio Giovenale’nin (Decimus Junius Juvenalis, MS 55-140) dediği gibi, “Eleştiri, kavgayı bağışlayınca barış güvercini konuk olur. Zira eleştiri, bir görevdir, hak değil.” Üstelik şu ya da bu nedenle görevden kaçmak ise, elbette “yetkiyi saptırma”(abus d’autorité) ya da “yetkiyi kötüyle kullanma”dır.” (TCY, m. 257/1).
“Umudumuz gerçekleşti mi?” sorusunun yanıtı ise, elbette dün gibi yine bugün de “ne yazık ki, hayır” dır.
Kısaca bunları görmenin, insan olarak ben, belirlemenin, yaşamanın acısını günümüzde de çekmekteyim.
İşte o anda da, tıpkı Sabahattin Ali gibi: “Beni en güzel günümde / Sebepsiz bir keder alır. Bütün ömrümün beynimde / Acı bir tortusu kalır.”
Nitekim de kalmaktadır
Öyleyse, lütfen kendimize gelelim. Böyle bir düzende, devlet, bırakınız “hukukun üstünlüğüne dayanan devlet” olmayı, aslında artık sıradan bir “hukuk devleti” bile değildir.
Unutmayınız ki, Anayasa’nn değiştirilmesi yasak maddelerinden biri şudur: “Türkiye Cumhuriyeti (…), demokratik, laik, (ve) sosyal bir hukuk devletidir.” (m. 2).
Ancak araştırınız. Göreceksiniz ki, bu dört nitelikten hiçbiri yaşama geçirilmiş değildir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ise, sürekli bu uyarıyı bizlere yapmaktadır. Hakları çiğnemede birinciyiz. Rusya’nın iki katını geçmişiz. Ancak en sorumlu kişiler bile, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, ne derse desin, tazminatı öder geçeriz” diyerek hukuka meydan okumakta, efelenmektedirler.
Hem de bilinçsizce.
Üstelik sorumlu yandaşlarının ve milletin vekillerinin alkışlarıyla.
Çok acı ve de çok düşündürücüdür, bu durum!?
Staj döneminden başlayan gözlemlerime dayanarak ve Yaşar Kemal’in haber gazeteciliğinin başına gelenlerle, Pablo Neruda’nın “Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler” dizelerinde belirtildiği üzere hukuk uygulamasında bilimden uzaklaşan ve “Her gün aynı yolda ağır ağır yürüyenlerin, öykünmenin kölesi olanların, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenlerin” ellerinde bir oyuna dönüşmüştür.
Bu vesileyle aşağıdaki anımı paylaşmak isterim.
1960 hükümet darbesini, yedek subay öğrencisi ve yedek subay olarak yaşamıştım.
Bu darbe, benim için büyük bir ders ve deneyim olmuştur.
Çünkü o gün Harp Okulu’nun kapısında nöbetçiydim.
Düşürülen iktidarın bütün bakanları ve milletvekilleri bu okula getiriliyorlar ve bilinçsizce dövülüyorlardı.
Gerçekten toplumumuzda yaygın ve kınanası bir alışkanlığa bu darbeyle birlikte tanık olmuştum: Darbeden bir gün önce dışarı çıkmamıza bizlere hakaretler ederek ve de iktidarı savunarak bir dakika dahi izin vermeyenlerin hemen hepsi, darbe olduğu gün ülkeyi kurtaran birer kahraman kesilmiş, düşürülen iktidara sövüyorlardı.
İlk ders işte buydu: İkiyüzlülüğün sıradanlaşması ve yaygınlaşması.
İkinci ders, darbe öncesi, tir tir titreyenler, darbe sonrası, birer kurtarıcı kesilmişlerdi: Ucuz kahramanlığın sıradanlaşması ve yaygınlaşması.
Üçüncü derse gelince, o dönemde her gün radyolar, “Sanıklar geldiler. Bağlı olmayarak yerlerini aldılar. Açık duruşmaya başlandı” diyerek oturumu açan Başkan Salim Başol’un Yassıada Mahkemesi duruşmalarını veriyordu.
Biz teğmenler, asteğmenler olarak o günlerin birinde Merzifon’dan Amasya’ya gitmiştik. İlkokul çağı öncesini yaşayan çocuklar, sokakta mahkemecilik oynuyor ve Başol’un sözlerini olduğu gibi yineliyorlardı.
Ancak bir terimi yanlış anladıklarından “sanıklar” yerine “sandıklar” diyorlardı.
Görevdeki yargıçlar ile çocuk yargıçlar arasındaki tek başkalık, dikkatinizi çekmek isterim, işte bu “sanıklar” yerine “sandıklar” terimiydi.
Zira öbür sözcükler tıpa tıp aynıydı ve bu durum, sanırım hepimiz, özellikle hukukçular için çok düşündürücüydü.
Öyleyse üçüncü ders şu idi: Yargılamada öykünmenin sonucu olarak duruşmanın sıradanlaşması ve yaygınlaşması.
Türk uygulamasında günümüzde bile aynı alışkanlık, öncekilere öykünme, ne yazık ve acıdır ki, bütün boyutlarıyla günümüzde de sürmektedir.
Bu yüzden yanlış terimle duruşma, doğru terimle “TARTIŞMA” aşaması, temel ilkelerinden bütünüyle kopmuş, yerlerde sürünen, bir türlü dik durup ayağa kalkamayan içi, içeriği boş bir çuvala, gerçeğin gölgesine dönüşmüştür.
Böyle duruşmalar sonucu kurulan hükümler, elbette adli yanılgılara açıktır.
Unutmayalım ki, her şey karşıtıyla varlık kazanır. İddia varsa, elbette savunma da vardır.
Özetle; bırakın entelektüel atmosfer içinde entelektüel katkıyı, zaman zaman ahlaka bile aykırı duruşma anlayışıyla, bu anlayışın ürünü ahlak dışı girişimlerle örselenmiş, bizzat hukukçuların çarpık girişimleriyle kaynakları ve varlığı kirletilmiş, bu nedenlerle de kanımca meşruluğu tartışılır duruma gelmiş bir duruşma karşısındayız.
Bunu en çarpıcı ve sık sık yaşanan örneklerinden biri, sözgelimi, gerçek olaylara dayanmayan duruşma yargıcını ret istekleridir.
Bunlar, ülkemizde her zaman umur-ı âdiyeden sayılmış, hukuksal ve ahlaksal açılardan üzerlerinde hiç durulmamıştır.
Eğer böyle bir istek, sırf davayı uzatmak için yapılıyor, yalanlara dayanıyorsa, her şeyden önce mesleğini hukuk içinde ve Yasa’nın deyişiyle “HUKUKA UYGUN” olarak yürüteceğine ilişkin şerefi üzerine ant içmiş bir avukata bu tutum, elbette hiçbir zaman yakışmaz, yakışmayacaktır da. Çünkü ahlaka aykırı, yalana dayanan bir iftiradır bu; dolayısıyla kesinlikle kovuşturulmak gerekir.
Ancak ilgili kuruluşlardan, özellikle de barolardan, Barolar Birliği’nden bu konuda hiç ses çıkmamaktadır.
İşte yaşanan bu gerçekler, beni sürekli düşündürmüş ve çok sarsıp çok da üzmüştür.
Kendime hep şu soruyu sormuşumdur: Acaba bunun nedeni, Arapça “şeref” sözcüğünün, ahlak teriminin şiir dili güzel Türkçemizde olmaması mıdır?
Doğrusu bilmiyorum. Ancak sizleri de bu konuda, özellikle 10 Temmuz'da kutladığımız Dünya Hukuk Günü'nde düşünmeye çağırıyorum
Hatta bütün bunları ayrıca bir kez daha herkese, özellikle de hukukçulara anımsatmayı; hem bir görev hem de bir ödev bilmekteyim.
İzninizle bu yazıyı, bir yanlış Türkçeleştirmeye değinerek bitirmek istiyorum: “YARGITAY” terimi.
Bilindiği üzere “Danıştay” terimi, Osmanlı Türkçesinde Devlet Şurası (Almanca Staatsrat, Fransızca Conseil d’Etat, İngilizce Council of State, İspanyolca Consejo de Estado, Portekizce Conselho de Estado, İtalyanca Consiglio di Stato) olarak adlandırılmaktadır.
Dikkat edilirse, Anglo-Sakson hukuk terimi dâhil, burada ortak terim, “danışma”dır (conseil, council, consejo, conselho, consiglio). Dolayısıyla Devlet bir hukuksal işlemi yaparken danışma kurulu olan Danıştay’ın görüşünü almakta; bireyler ise, devletin yaptığı işlemleri yeniden gözden geçirmesi için gerektiğinde bu Kurul’a başvurmaktadır. Bu açıdan böyle bir organa Danışma Kurulu denmesi, kuşkusuz daha doğru olurdu. Ancak “Danıştay” denilmesini de, bütünüyle yetersiz görmek elbette olanaksızdır.
“Yargıtay” terimine gelince, bu terim, kuşkusuz Türkçe'dir. Ancak anlam açısından yetersiz, hatta yanlıştır. Çünkü Yargıtay, her şeyden önce kendine özgü nitelikleri olan bir mahkemedir (Cour, F. ve İn, cour). Tartışılamaz özelliği ise, bütün Kara Avrupası ülkelerinde ve bu ülkelerin hukukundan esinlenen ülkelerde, denetimini salt hukuk açısından yapan, ilk ya da istinaf mahkemesi kararları doğru ise, temyiz edilen kararı onaylayan değil, temyiz isteğini sadece reddetmekle yetinen bir mahkemedir. Özetle; kararı asla onaylayan bir mahkeme, bir merci değildir. Olamaz da. Zira özü açısından Yargıtay, bir yargılama, özellikle de asla ilk mahkemelerin yaptığı anlamda bir duruşma (tartışma) yapmamaktadır. Dolayısıyla bizim de içinde bulunduğumuz Kara Avrupası hukuk dizgesinde yanlış Türkçe ile bu mahkeme, Yargıtay değil, temyiz isteğini ya reddeden ya da sadece kararı bozan, dolayısıyla sadece bozma kararı verebilen bir mahkemedir. Bu nedenle özellikle Latince ana dilini, hatta İngilizce konuşan Batı ülkelerinde bile adı, “Bozma Mahkemesi”dir (A. Kassationsgerichtshof, F. Cour de Cassation, İ. Corte di Cassazione, İs. Tribunal de Casación, Pr. Tribunal de Cassação).
Bütün bunlar birlikte ele alındığında kanımca “danışma kurulu” olması gereken “danıştay” teriminin doğru, buna karşılık “yargıtay” teriminin kesinlikle yanlış olduğu, doğru terimin Latince diline dayanan Kara Avrupası ülkelerinde görüldüğü üzere “Bozma Mahkemesi” olması gerektiği açıktır.
Lütfen efendiler, kavramsal el çabukluğuyla değil, demokratik ve ayrıcalıklı bir yaklaşımla AHLAKA, HUKUKA ve GERÇEKLERE DÖNELİM!?
/././
T-24
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder