Kapitalizm nereye gidiyor?-Hayri Kozanoğlu-
Küresel kapitalizmin geleceğini belirleyecek dinamikler ideolojik, ekonomik, ekolojik ve jeopolitik boyutlarıyla giderek dönüşüyor, kapitalizmin geleceğini belirsiz kılıyor. Dönüşümü anlamak için geniş bir perspektif şart.
Başlıktaki bu soruya cevap vermek kolay değil. Şimdilik bir dünya devrimi ufukta görünmediğine göre, yer yer sosyalistlerin seçim başarıları, kamucu belediyecilik uygulamaları, komünal yaşam arayışları gibi örneklerle yetinip küresel kapitalizm içerisinde yaşayacağız gibi görünüyor. O nedenle kapitalizm trendlerine ilişkin analizler özellikle önem taşıyor. Aşağıdaki yazı ise Türk Sosyal Bilimler Derneği’nin 18. Kongresi’ndeki sunumumun bir özetidir.
1. Kapitalizm ideolojik hegemonyasını, halk nezdinde cazibesini kaybetti. Kapitalist küreselleşmeyle herkesin yüzünün güleceği, refahının artacağı tezlerinin boşa çıktığı görüldü. ABD’de yapılan anketler bile kafalarında bir örgütlenme modeli, geçiş programı, yeni bir toplum tasarımı olmadan gençlerin “bundan kötüsü olmaz” düşüncesiyle sosyalizmi kapitalizme tercih ettiklerini gösteriyor. Çünkü onlar önceki kuşakların bir ev sahibi olma, çocuklarını üniversitede okutabilme gibi olanaklarına dahi erişemeyeceklerini düşünüyorlar. Aslında istemeden, “Bari günümü gün edeyim, bugün daha az tasarruf yapayım, daha çok tüketeyim” zihniyetiyle talebi canlı tutup, kapitalizmin ömrünü uzatıyorlar.
2. Kapitalizmin doğasından kaynaklanan kriz eğilimleri çok boyutlu bir biçimde kendini gösteriyor. “Çoklu krizler” adı verilen, durgunluğun müzminleşmesiyle ekonomik, savaşların yaygınlaşmasıyla jeopolitik, aşırı sağın yükselişi ve otoriter yönetimlerin sıklaşmasıyla ideolojik, küresel ısınmanın durdurulamaması ve doğal felaketlerin artışıyla ekolojik, doğurganlık oranlarının düşüşü, ortalama yaşam süresinin uzaması sonucu işgücünün daralmasıyla demografik boyutları bulunan krizler söz konusu. Bunlar çok boyutlu olmalarının yanı sıra, birbirlerini etkileyen, çoğaltan, toplamlarından fazla bir sarsıntı yaratan bir nitelik taşıyorlar. Örneğin savaşlar doğa tahribatını ağırlaştırıyor; ekonominin kaynaklarının sosyal harcamalara değil silahlanmaya ayrılmasına yol açıyor; çalışma yaşındaki gençlerin ölümüyle işgücünü daraltıyor; aşırı milliyetçi, ırkçı, intikamcı duyguların güçlenmesine kapı aralıyor…
3. Yukarıda sıraladığımız yapısal kriz dinamiklerinin yanı sıra, küresel ekonominin konjonktürel risk eğilimleri de kendini gösteriyor. Bunlardan birisi, gerek kamunun gerekse hem şirketler hem de bireyler kanalıyla özel sektör borçlarının korkutucu boyutlara ulaşması. İkincisi, Trump tarafından tetiklenen ticaret savaşlarının, sürekli değişen gümrük vergilerinin belirsizliği artırması, dış ticaret ve yatırım kararlarının alınmasını zorlaştırması. Üçüncüsü, yapay zeka teknolojisinin geleceğe ilişkin umutları artmasına karşın, henüz ekonomide üretkenliği olumlu etkilememiş olması. Öte yandan işgücünü ayıklama, işsizliği tırmandırma, çok fazla enerji kullanarak fosil yakıt tüketimini körükleme gibi boyutlarının göz ardı edilmemesi gereğinin kendini hissettirmesi. Dördüncüsü gayrimenkul piyasalarındaki çalkantıların, özellikle ticari emlak sektöründe evden çalışmanın yaygınlaşmasıyla daha sıklıkla ortaya çıkması. Ayrıca küresel iklim değişikliğinin belli coğrafyalarda sigortalandırmayı zorlaştırması sonucu zincirleme bir kriz tehlikesinin baş göstermesi. Beşincisi, küresel iklim değişikliğinin yıkıcı sonuçlarının özellikle tarım üretimini çok olumsuz etkilemesi. Savaşların da katkısıyla emtia piyasalarında oynaklığın artması.
4. Kapitalizmin üretim alanında ücretli emeğin sömürülmesine dayalı niteliği toplumsal üretimin diğer alanlarındaki baskı ve tahakküm mekanizmalarıyla iç içe geçiyor, Örneğin kadınlara yönelik ayrımcılığın, onların temizlik, yeme-içme, bakım gibi işlere yönlendirilmesinin ve/veya emeklerinin ev içi ücretsiz emekle sınırlandırılmasının sermaye birikim dinamiklerini destekliyor. İşgücü piyasasında ırkçı, ayrımcı zihniyete bağlı olarak azınlıklara, göçmenlere düşük ücret ödenmesi, kayıt dışı çalıştırılmaları gibi pratiklerin tüm emek piyasasında ücretleri aşağı çektiği gözlemleniyor.
5. Çok kutuplu bir dünya görünümü belirginleşiyor. ABD Çin ile giriştiği hegemonya mücadelesinde, hâlâ süren askeri, teknolojik ve finans alanındaki üstünlüğünü, Trump 2.0 dönemiyle iyice belirginleşen biçimde kaba emperyalizme döküyor. Ancak liberal dünya düzeninin çatırdaması, başlıca emperyal güçler arasındaki yarılma, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu orta büyüklükteki güçlere kaldıraç sağlıyor, stratejik özerklikten söz etmelerini kolaylaştırıyor. Buna karşın ABD hegemonyasına alternatif görülen BRICS gibi örgütlenmeler geçmişteki Bağlantısızlar Hareketi’nin aksine, DTÖ üzerinden serbest ticarete, IMF-DB gibi neoliberal yönelimli uluslararası mali kuruluşlara sahip çıkarak adil bir dünya fikrinin yeşermesini baltalıyor.
6. Kapitalist küreselleşmenin tüm dünyada gelir ve servet dağılımı bozukluklarını iyice derinleştirmesi, siyasi gücün elitlerde, teknokratlarda toplanması özellikle metropol kapitalist ülkelerde sisteme yönelik tepkilerin yükselmesini getiriyor. Sorunu kapitalizmde, yerleşik düzende, emek-sermaye çelişkisinde gören sol, sosyalist akımlara göre; aşırı sağ, faşizan hareketler, göçmenlere, mültecilere, yerine göre Müslümanlara, kadınlara, LGBTİ+’lara, aşıya, kürtaja karşıtlık üzerinden özellikle düşük eğitimli, küreselleşme sürecinde konum yitirmiş kesimlerden daha fazla destek alıyorlar.
7. Ekonomik emperyalizm diye adlandırılan ekonominin diğer alanları kolonileştirmesi; ekonomiyi tamamen teknik, sınıfsal ve toplumsal taleplerden kopuk alternatifsiz bir disiplin olarak dayatması kurgusu zayıflıyor. Piyasa toplumu gardiyanlarının her farklı düşünceyi mahkum etme, küçümseme, dışlama çabaları eskisi gibi sonuç vermiyor. Isabella Weber’in satıcılar enflasyonu diye bilinen, şirketlerin uygun ortamı fırsat bilerek yersiz fiyat artırmalarını analiz eden veya Mariana Mazzucato’nun kamu sektörünün yatırım, yenilikçilik ve Ar-Ge’deki rolünün yaşamsallığını öne çıkaran yaklaşımları genel kabul görüyor. Kamucu, emek egemen, toplum çıkarını karın önüne koyan sistem dışı görüşlerin gelecekte de karşılık bulma şansını artırıyor.
8. Ekonomik büyümenin durdurulması veya sınırlandırılması gerektiğini savunan, küresel iklim değişikliğinin yıkıcı etkilerini öne çıkaran “büyümeme” eğilimi taraftar buluyor. Buna karşın pastayı büyütmeden; gerek ülkeler arasındaki gerek ülkeler içindeki derin gelir ve servet uçurumlarının değil giderilmesi, törpülenmesi bile çok zor görünüyor. Güç ve mülkiyet ilişkilerini dönüştürmeden, küresel ısınmanın yarattığı sorunları aşmanın olanaksızlığı anlaşılıyor. Yukarıda çizilen genel tablonun ötesine geçip bu tür tartışmaları sürdürmek, derinleştirmek gereği kendini hissettiriyor.
9. Diğer bir tartışma konusu da tekno-feodalizme, modern teknolojik gelişmelerin, platform ekonomisinin yaygınlaşmasının feodalizme benzer bir yapı oluşturduğuna ilişkindir. Yanis Varoufakis, Jodi Dean ve Cedric Durand’ın başlıca savunucusu olarak öne çıktıkları bu tartışmada, sınırlı sayıda çekirdek personele, çok miktarda ucuz emeğe dayanan, kullanıcıların emeğini bedava kullanan bu sistemin “köylü-feodal lord” ilişkisinin benzerini günümüzde yarattığı öne sürülüyor. Kapitalizmin kar ve rekabete dayalı dinamiğinden kopuşla, rant ve tekelcilik üzerinde yükselen bir mantıktan söz ediliyor. Ancak kapitalizmin çoğu sektörde bu kurgu dışında sürdüğünü, platform ekonomisinde çalışanların da işgücü piyasasında başka şirketlere veya iş kollarına geçebilecekleri üzerinden kapitalizmin doğasının değişmediği görüşü de yaygın kabul görüyor. Bu yine kapitalizmin gidişatını doğru değerlendirmek için üzerinde kafa yorulması gereken bir ödev olarak önümüzde duruyor.
10. Tüm dünyada sanayi politikası uygulamasının kabul gördüğü, belli ölçüde planlamanın hayata geçtiği, kamunun yatırımlarının hız kazandığı, sübvansiyonların arttığı gibi somut olgular üzerinden neoliberalizmin devrinin dolduğu, artık devlet kapitalizmine geçildiğine ilişkin bir tez de dolaşıma sokuluyor. Çin ekonomisinin başarısının da bu yönelimleri teşvik ettiği düşünülüyor. Özellikle Trump’ın yeni döneminde ABD devletinin US Steel çelik firmasında altın hisseye sahip olması, İntel’e yüzde 10 ortaklıkla girmesi, Nvidia yarı iletken şirketinin %15 karına el koymayı kabul ettirmesi gibi örnekler bu teze güç veriyor. Ancak sermaye birikiminin yine emek karşıtı politikalar zemininde yürümesi, önceliğin sermaye kesiminin vergi yükünün azaltılmasına tanınması, küresel sermaye akımlarının serbestçe sürmesi, tahvil piyasalarının zaman zaman Trump’a bile ayar veren egemenliğinin devam etmesi, başkalaşım geçirse de neoliberalizmin yerinde durduğu görüşüne destek veriyor. Bu eksende de araştırmaların yoğunlaşmasına, farklı görüşlerin yarıştırılmasına tanık olacağımız bir döneme girdiğimizi söylemek olanaklı.
/././
Özel hastanelerin soygunu Sayıştay raporunda: Apaçık vurgun -Osman Öztürk-
Bazı özel hastaneler ceza tutarının düşük olmasından faydalanarak hastalardan yüksek ücret almak için ameliyatlarda hastaları ‘özel hasta’ veya ‘ücretli hasta’ diye kabul ediyor. Hastane SGK’ye şikayet edilse dahi ceza tutarı 31 bin 692 TL. Buna rağmen hastane beş misli kazanıyor.
Sosyal Güvenlik Kurumu 2024 Yılı Sayıştay Denetim Raporu geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Raporda ağırlıklı olarak idari ve mali bulgular yer alıyor. En sonda da “Özel Sağlık Hizmet Sunucularına Uygulanan Hasta Kabul Edilmeme Cezasının Yetersiz Olması ve Hastalara Yeterli Bilgilendirmenin Yapılmaması”na yer verilmiş.
Önce kısaca onu aktarayım.
“Kurum ile özel sağlık hizmet sunucuları arasında imzalanan 2024 yılı Sağlık Hizmeti Satın Alım Sözleşmesi’nin 8.1.1’inci maddesinde; Sağlık Hizmet Sunucularının (SHS), doğrudan veya sevk edilmek suretiyle başvuran hastayı kimlik tespiti işlemlerini de yaparak Kurum mevzuatına uygun olarak kabul etmek zorunda oldukları, kabul edilmeyen hastaya kabul edilmeme gerekçesinin SHS yetkilisinin imzasıyla yazılı olarak bildirileceği, kabul edilmeyen hastanın yazılı olarak Kuruma müracaatı halinde SHS tarafından belirtilen gerekçenin Kurum tarafından uygun bulunması gerektiği, aksi takdirde her bir hasta için 31.692 TL ceza uygulanacağı ve tespit edilen fiilin açıkça belirtilmek suretiyle SHS’ye tebliğ edileceği belirtilmiştir.
Yapılan incelemede bazı özel hastanelerin ceza tutarının düşük olmasından faydalanarak, hastalardan yüksek ücret almak amacıyla bazı ameliyatlarda hastaları ‘özel hasta’ veya ‘ücretli hasta’ gibi çeşitli isimlerde kabul ettiği, bu hastaları SGK anlaşması kapsamından çıkarıp yasal olarak alabilecekleri ücretlerin üzerinde ücret aldıkları tespit edilmiştir. Hasta tarafından şikâyete konu edilse bile ceza tutarı düşük olduğu için hastaneler bu durumdan kazanç sağlamaktadır.”
∗∗∗
Yani ne oluyormuş?
Diyelim ki sigortalı bir hasta ameliyat için bir özel hastaneye başvuruyor ve bu ameliyat da SGK’nın ödeme kapsamında. Bu durumda özel hastanenin o hastayı kabul edip ameliyatını yapması gerekiyor. Bunun karşılığında hastadan bir ücret alabilir ama bu ücret de SGK’nın belirlediği ücretin en fazla iki katı kadar olabilir.
Ve diyelim ki özel hastane hastadan daha çok para sızdırmak istiyor. Bu durumda “O ameliyatı SGK karşılamıyor”, “Bizim o branşta SGK anlaşmamız yok” gibi bahanelerle hastayı doğrudan ücretli hasta kategorisine sokuyor ve ameliyatını paralı olarak yapıyor.
Hasta durumun farkına varıp da SGK’ya şikayette bulunursa ne oluyor? SGK o özel hastaneye, geçen yılın fiyatıyla, 31.692 TL ceza kesiyor.
Peki bir özel hastane nasıl oluyor da bu cezayı ödemeyi göze alıp böylesi bir yola başvurabiliyor?
∗∗∗
Sayıştay Raporu son sorunun cevabını somut bir olay üzerinden örneklemiş.
“Örneğin endometriyoma ve endometriyozis operasyonu kapsamında bir özel hastaneye başvuran hastanın ameliyatı SGK anlaşması kapsamından çıkartılmış, ücretli hasta adı altında hastadan 120.000 TL ilave ücret alınmıştır. Hasta tarafından SGK'ya yapılan şikâyet sonucunda gerçekleştirilen incelemede, endometriyoma ve endometriyozis operasyonlarının SGK anlaşması kapsamında kuruma fatura edilebilecek ve hastanenin bu durumda en fazla 15.000 TL ilave ücret alabilecek olmasına rağmen, hastanenin ceza riskini kabul ederek hastadan 120.000 TL ilave ücret aldığı görülmüştür. Bu durumda hastane ceza tutarı ve ameliyat ücreti tutarı düşüldüğünde 120.000 TL – (15.000 TL + 31.692, TL) = 73.308 TL kazanç elde etmiştir.”
Yani ne olmuş?
Güya SGK usulsüzlüğü tespit edip cezayı kesmiş ama gene de özel hastane kazanmış. Hem de normalde kazanacağının beş katına yakın kazanmış.
Apaçık vurgun!
∗∗∗
Aslında bu vurgun ilave ücret soygunu yanında devede kulak bile sayılmaz ama gene de özel hastanelerin Sayıştay’ın radarına girmesi iyi olmuş. Umarım ve dilerim gelecek yıllarda diğer yolsuzluklar da yer alır.
Yalnız, Sayıştay vurgunu tespit etmiş de SGK ne yapmış?
Para cezasının 31.692 TL olan tutarını 2025 yılında 45.614 TL'ye çıkarmış, maddede yer alan “her bir hasta” ifadesini “her bir başvuru” şeklinde değiştirerek sözde cezai şartı ağırlaştırmış ve de SGK il müdürlüklerine ilave ücret hesaplanması için uyarıda bulunmuş!
Peki, Sayıştay vurgunu tespit etmiş de çözüm için ne önermiş?
Sayıştay’a göre cezanın, maktu tutarın haricinde hastalardan fazla alınan ücretin belirli bir oranında ceza uygulanması yoluyla arttırılması ve hastalara fazla alınan ilave ücret tutarı hakkında yeterli bilgilendirmelerin yapılması gerekiyormuş.
∗∗∗
Tabii ki ne SGK’nın aldığı sözde önlem ne de Sayıştay’ın önerisi bu vurgunu engellemez. Çünkü Yenidoğan Çetesi olayında da gördüğümüz gibi ortada arızi değil yapısal bir sorun var. O nedenle AKP, SGK’nın kasasını özellere açtığı günden beri bu yolsuzlukların sonu gelmiyor.
SGK’nın özel hastanelerle her türlü bağını kesmedikçe de kumardaki “Her zaman kasa kazanır!” kuralı misali bu soygun çarkı böyle devam eder.
SGK ilk olarak bu türden dolandırıcılık yapan özel hastanelerle sözleşmesini iptal etmeli, sonra da özelden hizmet satın almaktan tamamen vazgeçmelidir.
AKP öncesi olduğu gibi.
/././
Gerilim gizlenemez boyuta geldi: Erdoğan sonrasına hazırlık kavgası mı?
Erdoğan sonrası ülkeyi kimin yöneteceğine ilişkin gerilimler şimdiden bazı kulis ve medyadaki tartışmalara yansıdı. Fidan’ın KAAN uçaklarına dair çıkışından Erdoğan’a sorulan soruların sızdırılmasına dek pek çok gelişme içerideki hegemonya mücadelesinin yansıması oldu.
Sandıkta geniş kitlelerin desteğini yitirdiğini gören iktidar, bir yandan sırtını Trump’a yaslayarak ayakta kalmaya çalışırken diğer yandan içeride krizlerle boğuşuyor. Krizin bir ayağını ise Erdoğan sonrası ülkeyi kimin yöneteceği tartışması oluşturuyor. Bu tartışma aynı zamanda Cumhur İttifakı ortaklarından MHP’nin de geleceğine ilişkin bir hegemonya mücadelesini kapsıyor. Çekişmenin öne çıkan aktörlerinin ise başta Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Hakan Fidan olduğu, damat Selçuk Bayraktar’dan İbrahim Kalın ve çok düşük bir ihtimal de olsa diğer damat Berat Albayrak’a uzandığı öne sürülüyor.
Hakan Fidan’ın KAAN uçaklarına ilişkin açıklaması, MKE’deki tutuklamalar, medya önünde yandaşların birbirini suçlayan çıkışları içerideki gerilimi daha net ortaya çıkaran gelişmeler oldu. Hatta MHP Lideri Bahçeli’nin Erdoğan’ın Trump ile masaya oturduğu günlerde NATO ve ABD’ye alternatif olarak önerdiği Türkiye, Rusya ve Çin ittifakı çıkışlarının da içerideki birtakım rahatsızlıkların ifadesi mi? sorusunu akıllara getiriyor. Son günlerde öne çıkan bazı kulis ve medyaya yansıyan tartışmaları yeniden hatırlatalım.
NELER YAŞANDI?
• Medya Ombudsmanı Faruk Bildirici'nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sorulan soruların önceden hazırlandığını yazması ardından başlayan polemik sürüyor. Gazeteci Cem Küçük muhalif gazetecilerin de uçağa alınması gerektiğini yazarken soruların Bildirici’ye "Kimin sızdırdığı" sorusu da kamuoyunun gündemine geldi. Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Hakan da soruların önceden verildiğini doğrulayarak, amacın mükerrer soru sormak olmadığını iddia etmişti.
• Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın CAATSA yaptırımları ve KAAN savaş uçaklarına ilişkin sözlerine dair tartışmalar sürüyor. Fidan, KAAN'da kullanılacak motorlara ilişkin lisansların durdurulduğunu ve üretime devam edilmesi için ABD Kongresi'nin onay vermesi gerektiğini söylemişti. Bakan Fidan, "Şu anda almayı beklediğimiz F-35 ve KAAN'ın motorları var. ABD Kongresi'nde bekletiliyor ve lisansları durmuş durumda. Onların lisanslarının hayata geçirilmesi ve motorların gelmesi lazım ki KAAN'ların üretimi başlayabilsin. Bizim ABD ile olan ilişkimizde sınırlamaların olması, bizi ister istemez uluslararası sistemde daha farklı arayışların içerisine itecek" demişti. CHP'nin Gölge Dışişleri Bakanı Namık Tan da sosyal medya hesabından paylaştığı iddialarda, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın damadı Selçuk Bayraktar'ın F-16'ların alımına karşı olduğunu ve onun yerine KAAN için motor alımına öncelik verilmesini istediğini söyledi. Fidan'ın sözlerini hatırlayan Tan, şunları kaydetti: "Oysa, benim edindiğim bilgilere göre; F-16’lar konusunda Türkiye bugüne kadar 1.5 milyar dolar ödediği halde Selçuk Bayraktar’ın bu alımı desteklemediği kaydediliyor. Buna göre Bayraktar, KAAN uçağının yapımına ve geliştirilmesine öncelik verilmesi düşüncesindeymiş. Ancak, ABD’de hem Trump hem Kongre, önemli bir gelir kaynağı olması nedeniyle Türkiye’ye F-16 satışı yapılmasında ısrar ediyormuş. Dolayısıyla, Bayraktar’ın F-16 tedarikini istememesinin ABD tarafından memnuniyetsizlikle karşılandığı rivayet olunuyor.
• Eski Makine ve Kimya Endüstrisi’nin Yönetim Kurulu Başkanı İsmet Sayhan ağustos sonunda tutuklanmıştı. MHP'ye yakınlığıyla bilinen bir avukat olan Sayhan, casuslukla suçlanıyor. Öte yandan 20 Temmuz'da da Sayhan'ın gözaltına alındığına yönelik haberler gündeme gelmiş, Sayhan iddiaları yalanlamıştı. Söz konusu gelişme, “MHP’ye bir mesaj mı?” sorusunu da beraberinde getirmişti. Sayhan, 2024 yılının Kasım ayında MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'yi ziyaret etmişti.
• AKP içindeki farklı klikler arasında yaşanan gerilim, bu kez CNN Türk ekranlarına taşındı. Hande Fırat ile Melik Yiğitel "Erdoğan'ın Trump ziyaretini neden yüceltmiyorsun" kavgasına girdi. AKP’li Mehmet Metiner de CNN Türk yönetimine sert çıkarak “Bu haliyle iktidara da zarar veriyor” dedi. AKP'li Mehmet Metiner görüntüleri sosyal medya hesabında paylaşıp CNN Türk'te "yenilenme" çağrısı yaptı. Metiner, "CNN Türk iyi yönetilmiyor. Sil baştan yenilenmesi şart. Bu haliyle iktidara da zarar, Demirören ailesine de" ifadelerini kullandı.
• Erdoğan sonrası başkanlık yarışının Bilal Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Hakan Fidan arasında geçeceği tartışılıyor. İl Başkanlarının ardından ilçe başkanlarının da devam eden istifaları, Teşkilat Başkanlığına Ahmet Büyükgümüş’ün atanması, Bağcılar Belediye Başkanı Abdullah Özdemir’in İstanbul İl Başkanlığına getirilmesi ve MKYK’nın üçte birinin Bilal Erdoğan’ın yaşıtları ile yakın çalışma arkadaşlarından oluşması gibi pek çok durum da parti içinde ekip hazırlığı olarak değerlendiriliyor.
***
IŞİD hücre evindeki X ve Y’ler kim?-Ayça Söylemez-
Herkesin hayatında dönüm noktaları var, o günden sonra bir daha hiçbir şeyin aynı olmadığı… 10 Ekim 2015 gibi. O sabah patlayan bombalardan sonra sadece oradakiler için değil herkes için hayat değişti. Çünkü o kalabalık dünyanın başka şekilde de var olabileceği umuduyla toplanmıştı. Öyle de oldu ama istenenin tam aksi yönünde. İçlerinden 104 kişi yeni dünyayı göremedi.
Geriye umudun yara aldığı bir toplum kaldı. Bir de Kafkaesk davalar. Sürüncemede kalan soruşturmalar, ortada duran birçok belgeye rağmen kürsüye çıkamayan gerçekler, neyin beklendiği belli olmadan geçen yıllar…
MEÇHUL ŞÜPHELİLER
Memlekette umut ve inat tükenmez, 10 Ekim için adalet talep edenlerin mücadelesi de sürüyor. 10 Ekim Ankara Katliamı Davası Avukat Komisyonu’nun yargı sürecini anlattığı internet sitesi bu hafta açıldı. Yargı sürecini anlattıkları bölümde, adının belirlenmesi için bile uğraşılmayan şüphelilerle ilgili bir bölüm var. “Halen sanık olarak yargılanmayan şüphelilerle ilgili suç duyuruları” başlığında, saldırganların kullandığı mekanlarda (içlerinde IŞİD hücre evleri de var) kameralara takılan kişilerin bırakın şüpheli olarak, tanık sıfatıyla dahi beyanına başvurulması için kimliklerinin tespit edilmediği bilgisi yer alıyor:
“Soruşturma esnasında Emniyet Müdürlüğü'nün 58604142-6756.(13211).S.N:71 sayısıyla Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına sunmuş olduğu fezlekenin 675. sayfasından başlayıp 743. sayfasına kadar devam eden site, depo ve rezidansa ait kamera görüntülerinin incelemesi bölümünde, dosyada halihazırda bildiğimiz şahıslar dışında, kameraya takılan başkaca şahısların kimlik tespiti yapılmamış; sadece y1, y2 ve x1’den başlayarak devamla x30'a kadar kendi isimlendirdikleri şahısların da kamera görüntülerinde var olduklarını tespit etmişlerdir. Dosyamızda var olan sanıklarla ilişkileri ve/veya suça iştirakleri çok muhtemel olan bu şahıslar şüpheli veya tanık olarak dahi görülmemiş olacak ki, hangi kameraya hangi zaman diliminde takıldıklarına dair birkaç şahıs dışında bilgi verilmemiş, şüpheli listelerine dahi eklenmemişlerdir. X ve Y’lerin kimliklerinin tespitinin, dosyamızda var olan sanıkların suça ilişkin rollerinin de tam olarak ortaya konmasında etkili olacağı kuşkusuzdur.”
Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi, 8 Kasım 2018’de, dosyada kimliği tespit edilemeyip kamera kayıtlarında görünen ve X, Y olarak isimlendirilen bu kişilerin kimlik belirleme işlemlerinin yapılması için Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulmasına karar verdi.
Dosya, diğer üç suç duyurusuyla birlikte, Ankara Cumhuriyet Savcılığınca birleştirildi. Avukat Komisyonu, belki de katliam şüphelisi olabilecek kişilerin de aralarında olduğu isimlerle ilgili suç duyurularına kısıtlama kararı getirildiğini, bu nedenle de dosyanın akıbetine dair bilgi alamadıklarını açıkladı: “Katliamın üzerinden uzun zaman geçtiği ve savcılığın bu şekilde kısıtlılık kararı vermesini gerektiren hiçbir gerekçe bulunmadığı halde dosyada kısıtlılık kararı verilmesi, katliamla ilgili halen gizlenmeye çalışılan gerçeklerin bulunduğunu bir kez daha göstermektedir.” Davanın görüldüğü Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi de bu soruşturmanın sonucunu beklemeden nihai kararını verdi.
Katliamın üzerinden 10 yıl geçti. Bazı gerçekler hala “kısıtlı”, bazıları ise gün gibi ortada olmasına rağmen yok sayılıyor.
/././
Önce AYM şimdi YSK: Taktik mi strateji mi?-Yaşar Aydın-
İktidarın AYM ve YSK’ye dönük müdahalelerini ‘anlık çıkış’ ya da ‘taktik' olarak okumak doğru değil. Bu süreç seçimlere kadar uzanacak stratejinin bir parçası.
Her şey Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın beğenmediği bir AYM kararı sonrası “saygı duymak zorunda değilim” demesi ile başladı. Sonra Bahçeli “Kapatalım” dedi. İlk önceleri siyasilerin kamuoyuna yönelik anlık çıkışları olarak okundu. Ama özellikle Can Atalay sürecinde meselenin o kadar basit olmadığı ortaya çıktı. Hatırlanacağı gibi AYM, 25 Ekim 2023 tarihinde Can Atalay'ın "seçilme ve siyasi faaliyette bulunma" ve "kişi hürriyeti ve güvenliği" haklarının ihlal edildiğini belirterek dosyanın ilk derece mahkemesi olan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderilmesine karar verdi. Mahkeme, Anayasa Mahkemesi'nin kendisine gönderdiği kararı değerlendirmesi için dosyayı Yargıtay 3. Ceza Dairesi'ne gönderdi. Yargıtay 3. Ceza Dairesi, 8 Kasım 2023 tarihinde, Can Atalay hakkında kesinleşmiş hüküm verdiğini ve AYM'nin yetkisini aştığını söyledi. Oysa karar TBMM Genel Kurulunda okunmamıştı. Bu yetmezmiş gibi Anayasa'yı ihlal ettikleri gerekçesiyle 9 AYM üyesi hakkında suç duyurusunda bulunuldu. Yılan hikayesi gibi süren sürecin sonunda TBMM başkanı Kurtulmuş sayesinde Can Atalay kararı okundu ve vekilliği düşürüldü.
Bu mesele bir milletvekili üzerinden şekillenmiş gözükse de asıl amaç iktidarın ayağına dolanan AYM'yi işlevsiz kılmaktan başka bir şey değildi. Nitekim bu olaydan sonra da AYM'nin aldığı birçok karar ya görmezden gelindi ya da arkasından dolanılmaya devam edildi. AYM belki kapatılmadı ama artık bir işlevinin kaldığından bahsetmenin de pek olanağı kalmadı. Şimdi benzer bir süreç YSK için deneniyor. CHP kurultayına ilişkin YSK'nin defaatle verdiği kararlara rağmen bir yerel mahkeme eliyle süreç kilitlenmeye çalışılıyor. CHP yönetimi adeta satranç oynar gibi her hamleye karşı bir hamle yapmak durumunda kalıyor. Yerel bir mahkemenin bu kadar önemli bir konuda üstelik konu seçim olmasına rağmen böyle bir irade göstermesi hiç kuşku yok ki iktidardan bağımsız değil. İktidar şimdilik AYM'ye karşı aldığı pozisyonu YSK'ye karşı almış değil. Ama bu durum ileride buna yeltenmeyeceği anlamına gelmiyor. YSK artık açık hedef haline gelmiş durumda. Her kararı tartışılır hatta iğdiş edilebilir bir kurum haline getirilmeye çalışılıyor. Uydurma 'Ahmak' davasıyla İmamoğlu'na siyasi yasak getiren YSK dokunulmazlığı iktidar cenahı için hiçbir anlam ifade etmiyor. Yüksek yargı üzerinden devam eden bu tartışma hiç kuşku yok ki iktidarın Türkiye için uygun gördüğü gelecek tahayyülünden bağımsız değil. Kendisine bağlı bir yargı eliyle ülkenin hemen her şeyini dizayn etme gücüne sahip olmayı istiyor. Buna seçimler dahil. Yıpranmış, kararları sorgulanan hatta uygulanmayan bir YSK'nin yöneteceği bir seçimin başına neler gelir bir düşünün. Çok açık iktidar yüksek yargıyı yıpratarak bunun zeminini yaratmaya çalışıyor. Bu yüzden AYM ve YSK'ye Saray efradının eleştirilerine 'anlık çıkış' ya da 'taktik' olarak değil ucu 2028 seçimlerine kadar uzanabilecek bir strateji olarak görmekte fayda var.
CHP İstanbul İl Kongresi ya da Genel Merkez Kurultay'ına ilişkin YSK kararlarına rağmen yerel mahkemenin aldığı tutumuna ilişkin verilecek reaksiyon son derece önemli. Sadece bugünü değil gelecek seçimlerin kaderini belirleyecek nitelikte. YSK eliyle başardığı 'ıslak imza' ve 2019 İBB seçimlerini akılda tutup üzerine bugün olan biteni eklemek gerekiyor. O yüzden sandık gününü beklemek ve oradan demokratik bir sonuç çıkacağını ummak muhalefet güçlerinin yapacağı en büyük yanlış olur. Açık ki iktidarın hamle yapmakta elini titretecek tek şey örgütlü bir halk direnişinin varlığı olacak. İktidarın yargı stratejisini boşa çıkaracak yegane şey de ancak bu olacak.
/././
Dev restorasyon işleri arkadaşa gitti -İsmail Arı-
Kamunun iki ihalesi iktidara yakın isme gitti. Cumhurbaşkanlığı Milli Saraylar Başkanlığı’nın 1,3 milyar TL’lik Edirne Mahmudiye Kışlası restorasyonu ihalesi ile 29,8 milyon TL’lik Dolmabahçe Sarayı ihalesi Erdoğan’ın arkadaşı Gürsoy'a verildi.
Erdoğan’ın arkadaşı Gürsoy (sağda) daha önce de birçok ihale almıştı
Kamunun dikkati çeken iki ihalesi iktidara yakınlığıyla bilinen bir isme verildi. Hem Edirne Mahmudiye Kışlası restorasyonu ihalesi hem de Dolmabahçe Sarayı ihalesi AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın arkadaşı Hasan Gürsoy’a gitti.
Kamu İhale Bülteni’nde yer alan bilgilere göre; Cumhurbaşkanlığı’na bağlı Milli Saraylar Başkanlığı 18 Temmuz 2025’te “Edirne Mahmudiye Kışlası Restorasyon Uygulama İşi” adı altında ihale düzenledi. İki şirketin teklif verdiği ihale Güryapı Restorasyon Şirketi’nde kaldı. 15 Ağustos tarihinde Milli Saraylar Başkanlığı ile şirket arasında 1 milyar 380 milyon TL’lik sözleşme imzalandı. Mahmudiye Kışlası 1826 yılında II. Mahmut döneminde yapıldı. Kışla geçirdiği yangınlar nedeniyle "Yanık Kışla" olarak anılmaya başlandı. 1915 yılında adı Müşir İbrahim Paşazade Nurettin Paşa tarafından Mahmudiye Kışlası olarak değiştirildi. Askeri okul olarak bir süre kullanılan kışla binası uzun yıllar cezaevi olarak hizmet verdi.
Cumhurbaşkanlığı Milli Saraylar Başkanlığı, 24 Temmuz’da da “Dolmabahçe Sarayı Muayede Salonu ve Mavi Salon Güncel Rölöve, Restitüsyon, Restorasyon, İnşaat Mühendisliği Projeleri Hizmet Alım İşi” adı altında bir ihale düzenledi. Bu ihale de yine 29 milyon 842 bin TL teklif veren Güryapı Restorasyon Şirketi’ne verildi. Dolmabahçe Sarayı, 7 Haziran 1856 tarihinde kullanıma açıldı. 13 Haziran 1843 yılında başlanan yapımı 13 yıl sürdü. Osmanlı padişahları tarafından kullanılan saray Cumhuriyet’in ilanından sonra Mustafa Kemal Atatürk tarafından kullanıldı ve Atatürk bu sarayda hayatını kaybetti.
AKP DÖNEMİNDE BÜYÜDÜ
Çamlıca Camii projesini, Cumhurbaşkanlığı Huber Köşkü, Süleymaniye Camii, Galatasaray Üniversitesi, Arkeoloji Müzesi ve Topkapı Sarayı'nın restorasyon işlerini yapan şirket olarak biliniyor. Bilal Erdoğan'ın yöneticisi olduğu Okçular Vakfı tarafından kullanılan Okçular Tekkesi’nin restorasyonu da Gürsoy Grup tarafından yapıldı.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin önerisiyle Bitlis'in Ahlat ilçesine milyonlarca lira harcanarak yapılan ve 25 Ağustos 2020’de AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Devlet Bahçeli’nin birlikte açılışını yaptığı Ahlat Köşkü’nü de yine Hasan Gürsoy’un şirketi inşa etti. Geçen Mayıs ayında da Gürsoy’un sahibi olduğu Güryapı Taahhüt isimli inşaat şirketinin internet sitesinde, “Ahlat Konukevleri Projesi” adı altında bir projenin inşa edileceği duyuruldu. Cumhurbaşkanlığı’nın kullandığı Ahlat Köşkü’nün hemen yanına yapılacak Ahlat Konukevleri Projesi'nin 83 bin 499 metrekarelik bir alan üzerine inşa edileceği belirtildi. Ahlat Konukevleri Projesi kapsamında “9 adet bakan konutu, bir kafeterya binası, bir otopark, bir revir binası, iki güvenlik/düzen binasının” inşa edileceği açıklandı.
***
Kanal İstanbul rantı sürüyor: İhaleler jet hızıyla sonuçlandı
İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun tutuklanmasının ardından hız verilen Kanal İstanbul güzergâhındaki ihaleler bir bir sonuçlanıyor. Son iki haftada sonuçlanan 5 ihalenin tutarı 10 milyar TL'ye yaklaştı.
AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘inadına yapacağız’ dediği Kanal İstanbul projesi güzergahında verimli tarım arazileri ve İstanbul’da 750 bin kişiye su sağlama kapasitesi olan Sazlıdere Su Havzası’nda binlerce konut inşa ediliyor.
Proje güzergahında yapımı planlanan 24 bin konuta ek olarak yapılacak olan 12 bin konut için geçen günlerde, çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) sürecini tamamladı. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, üç farklı şekilde yapılan başvurulara bir ay geçmeden “ÇED gerekli değildir” onayını verdi. Bakanlığa sunulan ÇED dosyalarına göre, ilk başvuru Sazlıbosna’daki 13, 14 ve 15’inci bölge için yapıldı. Bu üç bölge için toplamda 14 milyar 694 milyon 903 bin TL harcanacağı belirtildi.
2 HAFTADA 5 İHALE
Halk TV’nin haberine göre Kanal güzergahında projeler jet hızıyla sonuçlanıyor. Bölgede yapılacak konutlar için 2 haftada 5 ihale sonuçlandı. 15-28 Eylül'de yayımlanan ihalelerin toplam sonucu ise 9 milyar 726 milyon TL'yi buldu. Bu ihaleler kapsamında Zinar Harita ve Star Plus Yapı İnşaat'a 2 milyar 148 milyon, Bulut Yeşil İnşaat Anonim Şirketi, Raymak Yapı Anonim Şirketi İş ortaklığına 1 milyar 858 milyon TL, İŞ MA Yapı İnşaat Sanayi Ticaret Anonim Şirketi 2 milyar 517 milyon TL, ÖZ ER-KA İnşaat, Endülüs Altyapı İnşaat Anonim Şirketi iş ortaklığına 1 milyar 675 milyon TL, Yine Bulut Yeşil İnşaat Anonim Şirketi, Raymak Yapı Anonim Şirketine ise 1 milyar 528 milyon TL'lik ihale verildiği ifade edildi.
***
Erbaş’tan geriye gölgesi kaldı -Mustafa Bildircin-
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Özel Kalem Müdürlüğü’ne, “Erbaş’ın sadık ekibinde” yer alan iki isim atandı. Diyanet kaynakları, eski döneme ait usulsüz işlemlerin sümen altı edilebileceği kaygısını dile getirdi.
Diyanet İşleri Başkanlığı’na 18 Eylül’de atanan Safi Arpaguş, yönetim kadrosunu şekillendirdi. Diyanet İşleri Başkanlığı Özel Kalem Müdürlüğü’ne yapılan atamalar ise “Ali Erbaş’ın kurumdaki etkisi devam edecek” yorumlarına neden oldu.
Diyanet’in en kritik birimi olarak nitelendirilen Özel Kalem Müdürlüğü’ne, “Ali Erbaş’ın sadık ekibinde” yer alan Başkan Yardımcısı Kadir Dinç ile Teftiş Kurulu Başkanı ve Özel Kalem Müdürü Hasan Güçlü’nün hemşerisi Yusuf Tunç atandı.
Erbaş’ın Diyanet’te vazgeçemediği üç isimden ikisinin Kadir Dinç ve Hasan Güçlü olduğunu kaydeden Diyanet kaynakları, “Yusuf Tunç ise bu ikilinin en sadık üyesiydi” dedi. Atama ile “Ali Erbaş’ın kurumdaki etkisinin devam edeceğini” ifade eden Diyanet kaynakları, “Hasan Güçlü döneminde yapılan usulsüz işler böylelikle sümen altı edilecek” diye konuştu.
STRATEJİK HATA
Özel Kalem Müdürlüğü’ne getirilen Tunç’un, Erbaş’ın damadı Muhammet Likoğlu’nun Beykoz Müftülüğü’ne atamasını yapan dairenin başında olduğunun altını çizen Diyanet kaynakları, şunları kaydetti: “Yeni Başkandan umutluyuz ancak çok büyük bir stratejik hata yapıldı.
Yapılan bu atama Tunç’un başında olduğu Atama 1 Dairesi, Diyanet’in en önemli dairesidir. Müftülerin tayinleri bu birimde yapılır. Yeni başkan özel kalemine Erbaş döneminde Diyanet’in en kritik dairesinin emanet edildiği kişiyi kendisine özel kalem yaparak büyük bir stratejik hata yaptı. Telafisi elbette mümkün ancak başkanlık çalışanları arasında büyük bir hayal kırıklığı yaşandı.”
***
Erdoğan’ın koruma ordusu için 8 ayda 2 milyar TL harcandı!-İsmail Arı-
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün, AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın koruma ordusu için sekiz ayda 2 milyar TL’den fazla para harcadığı ortaya çıktı. Koruma ordusu için günde ortama 8,2 milyon TL harcandı.
AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan koruma ordusu için yeni bir rekora imza atıldı. İçişleri Bakanlığı’na bağlı Emniyet Genel Müdürlüğü’nün (EGM) verilerine göre, Ocak ayından Ağustos ayına kadar, bu yılın sekiz aylık döneminde Erdoğan’ın korumalarının bağlı olduğu Cumhurbaşkanlığı Koruma Başkanlığı 2 milyar 7 milyon 644 bin TL harcadı. Bu açıklamaya göre Erdoğan’ın koruma ordusunun günlük harcaması 8 milyon 262 bin TL’yi buldu. Bu harcama yaklaşık 90 bin 800 asgari ücretlinin bir aylık maaşına denk geliyor.
BİRÇOK BİRİMİ GERİDE BIRAKTI
Öte yandan Cumhurbaşkanlığı korumaları için yapılan harcama, Emniyet’in İstihbarat Daire Başkanlığı, Terörle Mücadele Dairesi Başkanlığı, Siber Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı, Narkotik Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı ile Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Başkanlığı gibi birçok birimin harcamalarını da geride bıraktı.
HARCAMA KATLANARAK ARTIYOR
Yıllara göre katlanarak artan koruma giderleri şöyle:
2020: 263,1 milyon TL
2021: 306 milyon TL
2022: 526,1 milyon TL
2023: 1 milyar 77 milyon TL
2024: 2 milyar 291 milyon TL
2025 (Sekiz aylık dönem) 2 milyar 7 milyon TL
AİLESİNİ DE KORUYORLAR
Cumhurbaşkanlığı Koruma Dairesi Başkanlığı’nın görev tanımı şöyle: "Cumhurbaşkanlığı Koruma Dairesi Başkanlığı, Cumhurbaşkanı ve aile bireylerinin can güvenliği ve saygınlığı başta olmak üzere, konut, çalışma yeri, her türlü ulaşım vasıtası ile intikali esnasında, yakın koruma hizmetlerinden sorumludur. Ayrıca Cumhurbaşkanlığı’na ait tüm yerleşkelerin ve Cumhurbaşkanı’nın bulunduğu her türlü bina ve tesisin güvenliğini sağlamakla görevlidir."
Uzun yıllardır AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yüzlerce araçlık konvoyu hep gündemde oluyor. Erdoğan’ın helikopterler tarafından da korunan konvoyu gezdiği şehirlerde trafik kilitleniyor, yurttaşlar saatlerce trafikte bekletiliyor.
***
RTE Külliyesi kaynağı eritti -Havva Gümüşkaya-
TOKİ tarafından inşa edilen Marmara Üniversitesi RTE Külliyesi binaları, anahtar teslim olmasına rağmen üniversitenin kaynaklarını eritti. Binaların tesliminden sonra üniversite bütçesinden milyonlarca lira harcandı.
Marmara Üniversitesi’nin Göztepe ve Kartal’daki fakültelerinin taşındığı Recep Tayyip Erdoğan (RTE) Külliyesi, yapım aşamasında başlayan tartışmaların ardından bu kez de ek maliyetleriyle gündeme geldi. Şehir merkezine uzaklığı nedeniyle öğrencilerin eleştirdiği külliye, şimdi de yüksek bakım ve onarım giderleriyle üniversitenin bütçesini zorluyor.
TOKİ tarafından inşa edilen Külliye’nin binaları için üniversite bütçesinden milyonlarca lira harcandı. ‘Anahtar teslim’ olarak yapılan ve 2022-2024 yıllarında üniversiteye teslim edilen binalar için kısa süre sonra bakım, onarım ve ek imalat harcaması yapıldı.
Sayıştay’ın 2024 yılı denetim raporunda, yapım işlerinde yüklenici ve alt yüklenicilerin yapının kurallara uygun yapılmaması, hileli malzeme kullanılması ve benzeri nedenlerle ortaya çıkan zarar ve ziyandan sorumlu olduğu hatırlatıldı. Kanun gereği, yüklenicilerin bu sorumluluğu kesin kabul tarihinden itibaren 15 yıl süreyle devam ediyor.
6,9 MİLYON TL HARCANDI
Raporda yeni yapılan imalatlara yönelik olarak 2023 ve 2024 yıllarında 17 kez bakım onarım yapıldığı, bu işler için toplamda 6 milyon 916 bin TL’lik harcama yapıldığı kaydedildi. Üniversite bütçesinden RTE Külliyesi'ne iki nizamiye binası ve çevre duvarı projelendirme işi, mezarlık ve okul sınırlarına tel çit çekilmesi, öğrenci bekleme alanlarının düzenlenmesi ve kampus içi yollara hız kesicilerin inşası, yemekhane binası, mutfak bulaşıkhanesi altyapı revizyon işleri gibi işlerin yapıldığı görüldü.
Sayıştay denetçileri, söz konusu yerlere ilişkin olarak bakım onarım işlemlerinin yapılmasına devam edildiğini tespit etti. Denetim raporunda, sorumluluğun tespiti ve kamu kaynağında eksilmeye neden olunmaması için TOKİ nezdinde gerekli girişimlerde bulunulması gerektiği belirtildi.
***
İstifa ettirilen AKP'li başkan hakkında iddia: "Tefecilik yoluyla arazilere kondu"
İstifa ettirilen AKP Kınık İlçe Başkanı Sami Mollaahmet İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunuldu. Verilen dilekçelerde Mollaahmet'in tefecilik yoluyla arazilere konduğu iddia edildi.
AKP İzmir Kınık İlçe Başkanı Sami Mollaahmet’in istifasının ardından tefecilik yaptığı iddia edildi. İki köylü, Mollaahmet’in aracılığıyla borç alıp tapularını kaybettiklerini, tehdit edildiklerini ve toplamda 28 kişinin benzer şekilde mağdur edildiğini belirtti. Mollaahmet hakkında suç duyurusunda bulunuldu.
AKP'de geçtiğimiz hafta büyük bir istifa depremi yaşandı. İl başkanlarının istifasının ardından İzmir'de de AKP teşkilatında istifa depremi yaşandı. İzmir'de altı ilçenin AKP başkanı istifa etti. Bunlardan biri de AKP Kınık İlçe Başkanı Sami Mollaahmet'ti.
Halk TV'de yer alan habere göre Mollaahmet'in tefecilik yaptığı iddia edildi.
Paraya sıkışan İhsan Yılmaz, AKP'li Mollaahmet'in aracılığı ile Yaşar Bulgurcu'dan 200 bin lira aldığını bu parayı da ödeyemediği için kardeşlerinin evlerinin olduğu araziye el konduğunu söyledi.
Ailesinin evsiz kalma tehlikesi nedeniyle intiharın eşiğinde olduğu öğrenilen Yılmaz, Mollaahmet ve Bulgurcu hakkında İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundu. Yılmaz, şunları anlattı:
"İcraya düştük, Ziraat Bankası'nda Ziraat Bankası'nda 89 bin liramızı Yaşar Bulgurcu ödedi. Biz buna ayda 16 bin lira faiz ödüyoruz. Sami bana "Git ondan al" dedi. Gittim ondan aldım. Sami, Kınık'ta AK Parti İlçe Başkanı. Hatta bana Sami dedi ki 'Sana abi çok kötüye gidiyorsun' Sami'nin dükkanında 3-4 sefer buluştuk. Tapuyu para karşılığı verdim, araziyi satmadım. Parayı getirmezsen başka bir aileye devrederiz dedi. Tapu benim babamdan kalma. Biraderlerimin hiçbirinin de haberi yoktu."
Bir diğer köylü Gürsoy Abaydın da AKP'li Mollaahmet'in tefecilik yaptığını öne sürdü. Abaydın, Mollaahmet'e güvendiğini fakat arazisinden olduğunu söyledi. Abaydın, Yılmaz ve kendisi gibi 25 kişinin bu tefecilik ağına düştüğünü ifade etti.
***
(Birgün)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder