Erdoğan Netanyahu'nun 'savaş hedeflerimize ulaşıyoruz' dediği plana desteğini ilan etti
Erdoğan, Netanyahu'nun kabul ettiği Trump'ın Gazze planına katkı vermeye devam edeceklerini belirtti.
AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bir açıklama yaparak sürece katkı vermeye devam edeceklerini ilan etti. Erdoğan Türkçe mesajında "tarafların kabul edeceği" ifadesini kullanırken, İngilizce yaptığı paylaşımda "tüm tarafların kabul edebileceği" diye belirtti.
Trump'ın planının duyurulmasının ardından Erdoğan sosyal medya hesabından "Gazze’de akan kanın durması ve ateşkesin sağlanması için ABD Başkanı Sayın Trump’ın gösterdiği çabayı ve liderliği takdir ediyorum. Tarafların kabul edeceği adil ve kalıcı bir barışın tesis edilmesi için Türkiye olarak biz de sürece katkı vermeye devam edeceğiz" şeklinde bir açıklama yaptı.
Erdoğan bu açıklamasını İngilizce olarak da paylaşırken, İngilizce metnin ikinci cümlesinde küçük bir nüans yer aldı: "Türkiye, tüm tarafların kabul edebileceği adil ve kalıcı bir barışın tesisi amacıyla sürece katkı sağlamaya devam edecektir."
Netanyahu Trump'la düzenlenen ortak basın toplantısında planı kabul ettiğini belirterek, "savaş hedeflerimize ulaşıyoruz" demişti. Hamas henüz kendilerine plana ilişkin yazılı bir teklifin ulaşmadığını duyurmuştu.
***
Erdoğan'ın ABD, İmamoğlu'nun Guardian çıkarması -Çağdaş Gökbel-
Yoksul Anadolu evlatlarının, Memetlerin vay haline! Çanlar, onlar için çalıyor! NATO, en büyük ikinci ordusunu Trump’ın ağzından sahaya davet ediyor!
Soykırım suçu işlediği, Uluslararası Ceza Mahkemesi (Lahey) tarafından da tespit edilen ve hakkında tutuklama kararı çıkarılan bir katilin kürsüden tüm dünya halklarına hitap ettiğine tanıklık ettik. Tüm bunlar gerçekleşirken, yeni dahiyane projelerle bir kez daha şok olduk. Filistin’deki soykırım, onların deyimiyle savaş biterse eğer, Filistin’e atayacakları geçici yönetimin başına Tony Blair’i geçirmek istediklerini öğrendik.1 Muhteşem bir plan! Irak savaşındaki kararlarından dolayı ‘savaş suçlusu’ olarak kabul edilmesi gereken bir adam Blair. İşte emperyalizm, küresel iletişim silahıyla dumura uğrattığı halkların akıllarıyla böyle dalga geçiyor. BM, artık her şeyiyle çivisi çıkmış bir yapı. Çünkü, ikinci dünya savaşından sonra inşa edilen uluslarası hukuk düzeni tamamıyla çöktü. Peki, neden? SSCB’nin çöktüğü bir siyasi denklemde emperyalistlerin, ‘yeni kolonizasyon’ dalgasını başlatabilmesi için uluslararası hukukun ilgası şarttı. Bunu dünya sahnesinde ilk duyuran ya da haykıran kişi, İrlanda Cumhurbaşkanı Michael D. Higgins oldu.
Yeni kolonizasyon çağının koçbaşı İsrail. Soykırım, işgal ve soykırımı meşrulaştırmak için ayağını Nazizme basan, Avrupa’da sokakları kontrol etmeye çalışan lümpen ordularının ABD ile birlikte sponsoru. İşte Recep Tayyip Erdoğan, böylesi bir siyasi iklimde BM genel kuruluna ayak bastı.
Genel kurul öncesinde ise, ana muhalefet lideri Özgür Özel’in doğrulanan iddiaları gündeme damga vurmaya çalışmıştı. Başkan ve adamları akıllı insanlardı. Donald Trump, denen kriminal adamın her şeyi yapabileceğini biliyorlardı. Zelenski’nin başına gelenler, tüm dünya liderlerinin kabusu olmuştu. Bu yüzden önden Trump’ın oğlu ile pazarlıklar yapılmış, açlıkla yüzyüze olan yoksul Anadolu halkının üç kuruşu, uçaklar ve gaz pazarlığına (Sıvılaştırılmış gaz alımı için 40 milyar dolardan bahsediliyor) kurban edilmişti. Emekli olmamamakta ısrar eden ve kamuoyunu hiçkimseye yurtseverlik payesi bırakmayacak biçimde domine eden, emekli paşaların anti-emperyalist Erdoğan rüyaları bu pazarlıklarla suya düşüyordu. İnsan, televizyon ekranında gördüğü ve dinlediği bazı emekli paşalara bakınca, koca ordunun bunlara nasıl teslim edildiğine hayret ediyor gerçekten. Yoksul Anadolu evlatlarının, Memetlerin vay haline! Çanlar, onlar için çalıyor! NATO, en büyük ikinci ordusunu Trump’ın ağzından sahaya davet ediyor!
Bayraktar, SİHA ve KAAN mucizesi derken, yine mesele döndü dolaştı F-35 acizliğimize geldi. Tarihin garip benzerliklerle bizlere göz kırptığı bir çağda, Türkiye tarihinde hiç olmadığı kadar yıkılmaya yüz tutmuş Osmanlı’ya benziyor. Ve bu sefer de üçüncü paylaşım savaşının eşiğindeyiz ve ibre maalesef NATO’ya doğru kaymış görünüyor. Parasını ödediği ve bakım masrafları yüzünden de ödemeye devam ettiği uçakları alamayan ama içerideki propaganda aparatları sayesinde, emperyalizme kafa tuttuğu iddia edilen bir ülke ve Osmanlı özentisi eğreti bir rejim. Üçüncü paylaşım savaşının arifesinde böylesi bir tablo halklarımız açısından hiç hayra alamet değil.
Yazıyı uzatacak ve üzerine sayfalarca fikir yürütecek bir mesele yok ortada. ABD’ye gittik, haydut Trump ve ekibine boyun eğdik ve ‘ne istedilerse verdik’. Böylece takiyeci İslamcıların mumu yatsıya kadar yanmış oldu. Bu anlaşmalardaki en ilginç ve anlamakta zorlandığım bölüme değinip geçeyim. Türkiye, Rusya’dan aldığı gazdan vazgeçecek (istatistiklere bakan biri buna doya doya gülebilir) ve haritanın bir ucundaki ABD’den kaya gazı alacak. Kapitalizmin, rasyonalizm propagandası ile kendisini ‘akılcı’ gösterdiği ve öyle pazarladığı bir gerçek. Oysa bu rasyonalizm, kendi içerisinde saf bir irrasyonalizmi barındırır. Aptallığın ve şuursuzluğun bu kadarına pes! Doğal kaynaklarını emperyalist şirketlere, vahşi yağma için açan ve kendi yoksul köylüsünü jandarmalara coplatanlara PES!
Şimdi, gelelim bir diğer garabete! Tutuklu İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, yaklaşık bir hafta önce kendi siyasi tutsaklığını ve ülkenin durumunu anlattığı bir yazı kaleme aldı. Peki, bu yazı nerede ve hangi gazetede yayınlandı? Yazı, ‘The Guardian’ gazetesinde yayınlandı.2 İmamoğlu, tutuklu olduğu için bu hususta ağır tenkitler yazmak istemiyorum.
Ancak insan bu gazeteyi ve yazıyı bir anda görünce, çıldırmamak gerçekten içten değil diyor kendi kendine. Türkiye’de tutuklu bir insan, seslenmesi gereken topluma neden bir İngiliz gazetesi üzerinden seslenir? Bu durumu şununla karıştırmamak gerekiyor, elbette bir siyasi ülkesindeki ve dünyadaki siyasi gelişmelerle ilgili dünyadaki herhangi bir gazeteye mülakat verebilir ya da makale kaleme alabilir.
Ancak tutuklu ya da siyasi olarak esir olan bir siyasetçinin meşruyetini kendi toplumunda aramadan önce bir İngiliz gazetesine başvurması oldukça entresan. Muhtemelen uzmanlar ve danışmanlar terörizminin kurbanı Ekrem başkan.
Anlaşılan küçük başkan ve adamları çareyi yanlış yerlerde arıyor. Britanya adalarında yaşayan bir gazeteci ve yazar olarak, kendilerine kötü bir haber vermek isterim. Yoksul İngiliz halkının, çok da umurunda bilmem kaç kilometre ötedeki belediye başkanının tutukluluğu! Burada murat edilen şey, elbette yoksul İngilizlerin ne düşündüğü değil. Siyaseti domine eden İngiliz aristokrasisine bir şeyler anlatılmaya çalışılıyor gibi görünüyor. Çok yazık, milyonlarca hatta milyarlarca insanın siyaset dışına itildiği ve kaderlerinin bir avuç soytarının elinde olduğu karanlık bir çağdayız.
Ekrem İmamoğlu, Türkiye’de makale yayınlayacak bir gazete bulamadı mı? Bu yüzden mi kendi dilinde, kendi toplumuna seslenmek ve adalet aramak yerine Atlantik kıyılarına vurdu, bilinmez!
Neticede büyük başkan ve adamlarının meşruiyeti ABD’de aradığı yerde, kimsenin aklına dönüp Anadolu’ya bakmak gelmiyor. Kim takar, Anadolu halkını? Seçimler, kitle iletişim araçlarıyla gerçekleştirilen dijital savaşlar sonunda kazanılmıyor mu? Meşruiyet denen şey parayla satın alınmıyor mu? Böyle bir denklemde meclisler, saraylar, yüce divanlar, emekli paşalar, büyük popüler yazarlar ve daha niceleri ‘biz kara koyunları’ düşünür mü?
Tüm bu kocaman kara komedinin ortasında Filistinli çocuklar, Filistinli bebekler! Soykırımdan geçiyor! BM genel kurulunda bir araya gelen yüzlerce halk bir İsrail’in, bir ABD’nin hakkından gelemiyor. Bu yüzden ABD terör devleti, hiç utanmadan yaptığı açıklamalardan dolayı Kolombiya devlet başkanı Gustavo Petro’yu vize iptali ve sınır dışı edilmekle tehdit ediyor. Petro, katıldığı eylemde yaptığı konuşmada seslendiği kitlelerden Arapça bilmediği için özür diliyor ve Arapça öğrenmek istediğini söylüyor. Bunca rezilliğin, cinayetin ve arsızlığın ortasında erdemli sesler duymak insana ne iyi geliyor. Şimdi, Gustavo Petro ile aynı utancı paylaştığımı hissediyorum. Komşu halkların dilini öğrenmemek ve bu halklarla aramıza görünmez duvarlar örmek bizim en büyük ayıbımız. Bu ayıp kapitalist sistemin bizi yabancılaştıran, sömüren ve yaşamdan söküp alan vahşi yapısından ileri geliyor ve elbette kültür emperyalizmi denen ve insanı en aşağılık ruh hallerine sokarak ezen akılsızlıktan kaynaklanıyor. Tüm bunların yaşanabileceğini görseydim, İngilizce için harcadığım çabanın yüz katını Filistin halkının dilini öğrenebilmek için harcardım.
Kolombiya devlet başkanı Petro’nun sözleri, bizim siyasilerimiz için de büyük dersler barındırıyor. Sömürücü sınıfımızın siyasileri ise, bu dersi alabilecek kabiliyete, hayallere ve ufka sahip değiller. Çünkü, sermaye siyaseti çöktü. Çöken bu rezil düzenin altında hayatta kalmak istiyorsak, bedenimize tonlarca ağırlık bindiren ve hareket etmemizi engelleyen bu moloz yığınını üzerimizden atmak ve devrime doğru yürümek zorundayız.
1‘Gazze'yi eski İngiltere Başbakanı Tony Blair mi yönetecek?’ https://www.bbc.com/turkce/articles/c2lxg74z7nqo Erişim Tarihi: 28/05/2025
2‘I was elected mayor of Istanbul, but I write this from jail: Turkish democracy is under grave threat’ https://www.theguardian.com/commentisfree/2025/sep/24/mayor-istanbul-jail-ekrem-imamoglu-turkey-democracy Erişim Tarihi: 28/09/2025
/././
Akwel işçisi fabrikada kurulan kölelik düzenini anlattı: Küfür, tehdit, taciz, hak gaspı...
Akwel Otomotiv'de çalışan işçiler, mobbing, zorla fazla mesai, küfür, taciz ve kıdem tazminatına el koyma gibi uygulamalarla karşı karşıya olduklarını anlattı. Fabrikada, vardiya amirlerinin işçilere baskı kurduğu, kadın işçilere yönelik tehdit ve hakaretlerin arttığı belirtiliyor.
ocaeli’nin Gebze ilçesinde faaliyet gösteren Akwel Otomotiv Sanayisi’nde çalışan işçiler bir süredir mobbing, üretim arttırma baskısı ile mücadele ediyor.
Ancak işçilerin Akwel’de yaşadıkları sadece bunlarla sınırlı değil. İşçiler işyerini kendine mesken edinen patrondan aldığı güçle zorbalık yapan bir vardiya amiri ile karşı karşıyalar.
Yaklaşık 800 işçinin çalıştığı fabrikada ise yetkili sendika Türk Metal Sendikası.
Patronların Ensesindeyiz Ağı’na konuşan işçiler çalışma koşullarını ve yöneticisi baskısını anlattı.
Akwel’de bir süredir işçiler yan yana geliyor, bu yan yana gelişin nedenleri nedir?
A: Öncelikle Akwel’deki çalışma koşullarının sadece bize özgü olmadığını biliyoruz. Fazla mesai, iş yetiştirme baskısı ve daha birçok şey sayabiliriz ve Türkiye’nin birçok yerinde benzer koşullarda binlerce işçi çalışıyor bunu da biliyoruz ancak kimileri patrondan aldığı güçle kraldan çok kralcılık yapıp bu koşulları daha da ağır hale getiriyor.
İşçi arkadaşlarla yan yana gelişimizdeki temel sebep de bu. Bizler yalnız kaldıkça, tek başımıza durdukça vardiya amirinin baskısı daha da artıyor.
Vardiya amirinin çalışma koşullarınızı nasıl ağırlaştırdığını açıklayabilir misiniz?
A: Şöyle ki vardiya amirleri patronların karını garanti altına almak, fabrikanın huzuru için bir düzen kuruyorlar.
Bizim Vardiya amirimiz ise bunu sonuna kadar yapıyor. Mesela şöyle bir şey düşünün; hukuken öğrendiğim kadarıyla fazla mesaiye kalmak son noktada işçilerin kararı ancak bizim vardiya amirimiz fazla mesaiye kalmak istemeyenlerin yanına gelip “Bunun faturası size ağır olacak” söylemleriyle işten atmakla tehdit ediyor.
Kadınlara küfür, taciz ve mobbing
A: Son derece zor koşullarda çalışıyoruz, sürekli belli hedefler var ve onu tamamlamaya uğraşıyoruz. İnanır mısınız makinenin başından ayrılıp su içmeye vaktimiz olmuyor. Bunun bir sonu da yok, hedefleri tamamladıkça daha da artırıyorlar. Başımızda akbaba gibi vardiya amiri ve adamları bekliyor. Molalardan dönüşte 1 dakika geç kalsak hemen başımıza üşüşüyorlar. Nerede kaldınız? Böyle giderse sayıyı tutturamayacaksınız?
D: Herhangi bir işçiden tepki gelmeyeceğine çok güveniyorlar. O nedenle yaptıklarının sınırı yok. Kadın çalışanlara karşı ise -işe ihtiyacı olduğunu bildikleri için- daha da kabalar. Moladan biraz geç dönene, izin isteyene fazla mesaiye kalmayacağım diyene küfür kıyametle, tehditle cevap veriyorlar.
Bu da yetmiyor. Siz bu baskıdan bunalıp başka bölüme geçmek isterseniz, ya da bu mobbinge maruz kalmak istemezseniz de bu da aynı vardiya amirine takılıyor. Kendisine hediyeler almadan geçişinize izin vermiyor. Düşünsenize fabrika içinde insanları tehdit eden, küfreden üstüne bunu yaptığı insanları kendine hediye aldırtmak zorunda bırakan biri var.
Vardiya amiri kıdem tazminatına çöktü
D: Biz işçiler için belki de en hayati şeylerden biri kıdem tazminatıdır. Hele ki Türkiye’de bugün işten çıkan tüm arkadaşlarımız için sıcak paranın değeri büyük. Diyelim ekonomik sıkıntı yaşıyorsunuz tazminatınızı alıp işten çıkmak istiyorsunuz işten çıkacaksınız yönetime yakınlığıyla bilinen vardiya amirine yönlendiriyorlar tam da burada vardiya amiri kıdem tazminatı işinizi çözüyor. “Kıdemi almak istiyorsan benim de payımı vereceksin” diyor. Zaten bir süre işsiz kalacak arkadaşlarımız da ihtiyaçları olan bu paraya kavuşabilmek için her ne kadar istemeseler de bunu kabul etmek zorunda kalıyorlar. Kısacası yıllardır çalıştığınız emeğin bir kısmına bu vardiya amiri el koyuyor. Bunu göz göre göre yapıyorlar.
Akwel’de bundan sonrası nasıl olacak peki?
A: Yukarıda bahsettiğimiz olayların tümü aslında bizim yalnız ve tek başımıza durmamızdan kaynaklanıyor. Biz tek kaldıkça üzerimize daha fazla gelmeye devam edecekler bunun sonu yok. Bizler de artık buna engel olmak için yan yana geldik insani koşullarda çalışmak ve insan yerine konmak istiyoruz. Birçok arkadaşımızla beraber mücadelemize devam edeceğiz.
Akwel’de bundan sonra ne olur bilmiyoruz ancak hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
***
TOKİ'nin deprem konutlarında üç aydır maaş alamayan işçiler isyan etti: İşçiler kule vinçte eylemde
Hatay’da TOKİ şantiyesinde çalışan işçiler üç aydır maaşlarını alamadıkları için kule vinçlere çıkarak iş bırakma eylemine başladı. Patronlarla görüşmelerden sonuç alamayan işçiler, "Alacaklarımız ödenmeden inmeyeceğiz" dedi.
Hatay Antakya Çekmece TOKİ 6. Bölge 1. Etap şantiyesinde çalışan inşaat işçileri, üç aydır ücretlerini alamıyor. Patronlarla görüşmelerden sonuç çıkmaması üzerine kule vinç işçileri, iş makinelerinin üzerine çıkarak eylem başlattı.
Kule vinçlerde direniş
Kanca asarak kule vinçlerde oturan işçiler gün boyunca iş bıraktı, gece saatlerinde de eylemlerini sürdürdü. Patronların Ensesindeyiz İşçilerin Dayanışma, Haberleşme ve Mücadele Ağı’na ulaşan işçiler, akşam saatlerinde hâlâ vinçlerin tepesinde beklediklerini bildirdi.
“Şu an tepedeyiz, havada rüzgar var. Ama alacağımızı, hakkımızı almadan inmeyeceğiz” diyen işçiler soL’a konuştu.
İşçilere gözaltı ve darp
Gün içinde ücret alacakları için görüşmek üzere kule vinçten inen bir işçi darp edilip gözaltına alındı. İşçilerin ifadesine göre şantiyede taşeron firma Elçi Yapı’nın yetkilileri ya da yakınları tarafından saldırıya uğrayan işçi, yaralandı ve karakola götürüldü.
'Sürekli oyaladılar'
İşçiler, üç aydır patronların çeşitli bahanelerle ödeme yapmadığını belirtiyor:
“Sürekli ‘15’inde ödeme yapacağız, hak ediş yapacağız’ gibi sözlerle oyaladılar. Hiçbir ödeme yapılmadı. Avans ya da harçlık da vermediler.”
İşçiler, hak ettikleri ücretlerin ödenmesini talep ediyor. Taşeron firma Elçi Yapı’nın ise “paraları yatırdık” diyerek ödeme yaptığını iddia ettiği, ancak hiçbir dekont sunmadığı ifade ediliyor. İşçiler ayrıca, kendilerine sektördeki ortalamanın çok altında ücret teklif edildiğini belirtiyor.
Eylemlerini vinçlerin tepesinde sürdüren işçiler, aç ve susuz kaldıklarını, bir arkadaşlarının da fenalaştığını aktardı. Polise durum bildirilmesine rağmen herhangi bir adım atılmadığı belirtildi.
“Paramız ödenene kadar inmeyeceğiz” diyen işçiler, şantiyedeki baskı ve şiddete rağmen direnişlerini sürdürmekte kararlı olduklarını açıkladı.
(https://x.com/pensendeyiz/status/1972743961706909867)
***
Mahkeme 'Kayyıma devam' dedi, Özgür Çelik mazbatasını aldı: Şimdi ne olacak?-Yalçın Çuğ-
Mahkeme, CHP İstanbul İl Başkanlığı'na atanan kayyımın görevde kalmasına karar verirken, görevden uzaklaştırılan Özgür Çelik ise bugün yeniden mazbatasını aldı. Böylece konu daha da çetrefilleşti, oysa hukuki açıdan sonuç belli.
CHP İstanbul İl Kongresi'nin mahkeme kararıyla iptal edilmesinin ardından Özgür Çelik başkanlığındaki il yönetimi görevden uzaklaştırılmış, aralarında Gürsel Tekin'in de bulunduğu bir heyet kayyım olarak atanmıştı.
Bunun üstüne CHP, 24 Eylül'de İstanbul Olağanüstü İl Kongresi'ni toplamış ve mahkeme kararıyla durdurulmak istenen kongre, Yüksek Seçim Kurulu'nun kararıyla gerçekleştirilmişti. Olağanüstü kongrede kazanan ise yeniden Özgür Çelik olmuştu.
Diğer taraftan İstanbul 45’inci Asliye Hukuk Mahkemesi de CHP’nin kayyım kararına yönelik itirazını 26 Eylül'de reddederek, Tekin ve diğer iki ismin görevde kalmasına hükmetmişti.
Halihazırda yaşanan bu ikilik, Özgür Çelik'in bugün Sarıyer İlçe Seçim Kurulu’nda mazbatasını almasıyla daha da çetrefilleşti.
Oysa hukuki açıdan sonuç belli: CHP İstanbul İl Başkanı Özgür Çelik.
Emekli Anayasa Mahkemesi Raportörü Ali Rıza Aydın, konuyu soL'a değerlendirdi.
‘CHP İstanbul İl Başkanı yeniden seçilmiştir ve görevinin başında olması gerekir’
Sürecin iki hat üzerinden ilerlediğini ifade eden Aydın, “Birinci hat Siyasi Partiler Yasası gereği olan Yüksek Seçim Kurumu’nun devrede olduğu süreç. İkinci hat ise çeşitli başvurular nedeniyle ortaya çıkan yargı hattı” dedi. Aydın, “Bu süreç de Can Atalay örneğinde olduğu gibi bir inatlaşma ve tartışma içinde devam ediyor” diye konuştu.
Siyasi Partiler Kanunu ve Anayasa’ya işaret eden Aydın, siyasi partilerin kongre ve seçim süreçlerinin Yüksek Seçim Kurulu gözetiminde yapılması gerektiğini vurguladı. Aydın buradan hareketle, 21 Eylül’de yapılan CHP İstanbul Olağanüstü İl Kongresi’nin de önümüzdeki haftalarda gerçekleştirilecek olağan kurultayın da Siyasi Partiler Kanunu’na dayandığını belirtti.
Aydın, “Ki İstanbul Kongresi de bu şekilde yapılmış, sonuçlanmış ve il başkanı mazbatasını almıştır. Burada herhangi bir tartışma yoktur, yapılmasının da anlamı yoktur” dedi.
"Geriye kalıyor kayyım atamasını yapan İstanbul Mahkemesi’nin diretme meselesi” diyen Aydın, sözlerine şöyle devam etti:
“Yüksek Seçim Kurulu’nun devrede olduğu ve olağan seçme seçilme hakları süreci içinde devam eden bir konuda, artık kayyım bahsinin sonlandırılması gerekir. Yani kayyım konusu bir nevi boşa düşmüştür. Konuya hukuki açıdan baktığımızda şu an itibariyle CHP İstanbul İl Başkanı yeniden seçilmiştir ve görevinin başında olması gerekir.”
'Olması gereken kayyımın görevi bırakmasıdır'
Hukuki açıdan “CHP İstanbul İl Başkanı kim?” sorusunun yanıtı açık olmasına karşın, Özgür Çelik’in görevini yapamaması ihtimali de tartışılmaya devam edilen başlıklardan birisi.
Aydın, bu ihtimale dair, “Artık olması gereken ilgili kayyımın, hukuk devleti gereğini düşünerek görevi bırakmasıdır. Bunun olmaması halinde sorunun, ilgili siyasi partinin, hukuk yoluyla yapacağı itirazlarla çözümlenmesi gerekecektir” değerlendirmesinde bulundu.
Aydın konuya bütünsel olarak bakıldığında, Türkiye’nin siyasi faaliyet hakkının, seçme ve seçilme hakkının engellenmeye çalışıldığı bir süreçten geçtiğini vurguladı.
Aydın, “Tabii endişe şudur ki, bu durumun muhalefette olan başka siyasi partilere de yansıyacak derecede genişletilmesi ya da hukukta hiç de istemediğimiz bir şekil çifte standart uygulamalarla sürmesidir” diye konuştu.
Bu durumun gerçekleşmesi halinde, iktidar ortağı olan siyasi partiler ile olmayanlar arasındaki düzen içi kavganın süreceğine işaret eden Aydın, sözlerine şöyle noktaladı: “Türkiye'nin siyasal ve ekonomik anlamdaki gerçek sorunlarını tartışan siyaset için savaşım, tabii ki buradaki kayıkçı kavgası dışında sürmeye devam edecektir. Ama bu hiçbir zaman Anayasa’nın ve Siyasi Partiler Yasası’nın tanıdığı seçme ve seçilme hakkının, siyasi faaliyet yapma hakkının engellenmesi meselesini hafife almak anlamına gelmez. Türkiye'nin geleceği ile ilgili savaşımın içinde, elbette ki siyasi faaliyet hakkını, seçme seçilme hakkını engelleyen düzene karşı da mücadele sürecektir.”
/././
Parkları işgal edilen vatandaş oksijen peşinde!-Yusuf Yavuz-
Antalya Konyaaltı’nda parkları işgal edilen vatandaş aylardır kurumların kapısını aşındırarak çözüm arıyor…
Türkiye’de kişi başına düşen kentsel yeşil alan miktarı son 40 yılda 7 metrekareden ortalama 10 metrekareye çıkmış. Bu rakama hayvanat bahçeleri, mesire alanları ve çocuk parkları da dâhil. Bu konuda yapılan bilimsel çalışmalar, iyileştirmeye yönelik atılan adımların yetersizliğine işaret ediyor. Kentlerde imar rantının belirlediği plan değişiklikleri, daha yüksek binalar, daha fazla inşaat alanı ve daha çok ısı adasının ortaya çıkmasına yol açarken, mevcuttaki yeşil alanların farklı kullanımlarla işgal edilmesi kentte yaşayanların nefes alma alanlarını kısıtlıyor.
Amsterdam'da 45, Stockholm’de 90, Antalya'da 8,3 metrekare yeşil alan
Kasım 2024’te düzenlenen bir sempozyumda konuşan dönemin Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek, kentte kişi başına düşen yeşil alan miktarının 8,3 metrekare olduğunu açıklamıştı. Bu oran, Türkiye ortalamasının da altında kalıyor. Türkiye’nin turizm başkenti olarak tanıtılan Antalya’daki kentsel yeşil alanların oranı, dünyanın başka birçok ülkesindeki turizm kentlerine göre de oldukça düşük görünüyor. Dünyada birçok kentte kişi başına düşen yeşil alan miktarları Amsterdam’da 45, Madrid’de 14, New York’ta 27, Stockholm’da 90, Pekin’de 88, Viyana’da ise 60 metrekare olarak kaydedilmiş. Dünya Sağlık Örgütü’nün araştırmalarına göre kentlerde 5 dakikalık yürüme mesafesinde kişi başına en az 9 metrekarelik yeşil alanın bulunması sınır değer kabul ediliyor. Birçok ülkenin ortalaması kişi başına 20 metrekare yeşil alan olarak belirtiliyor.
Parklar işgal altında: Taksi durağı da var muhtarlık binası da
Antalya’da kişi başına düşen kentsel yeşil alan miktarının bu kadar düşük olmasına karşın mevcuttaki yeşil alanların farklı kullanımlarla işgal edilmesi kent halkının da tepkisini çekiyor. Konyaaltı ilçesinde yaşayan vatandaşlar, Altınkum Mahallesi’ndeki Zübeyde Hanım Parkı ile Konyaaltı Kent Meydanı’nı çevreleyen parkın taksi durakları, muhtarlık binası ve farklı kullanımlarla işgal altında olduğunu belirterek işgallerin kaldırılması için harekete geçti.
Mahalle halkı tepkili: 'Parklarımızı elimizden aldılar'

Konyaaltı’ndaki birçok park ve yeşil alanın mevzuata aykırı şekilde UKOME kararları ile işgal edildiğini dile getiren vatandaşlar, “Taksi durakları maalesef parklarımızı elimizden aldılar. Mahalle halkı parka girerken neredeyse izin alacak duruma geldi. Bu işgallerin bir an önce sonlandırılmasını, parkların ve yeşil alanların amacına uygun kullanıma açılmasını istiyoruz” görüşünü dile getirdi.
Konyaaltı Belediyesi'nden 'muhtelif kullanım' yanıtı
Konuyla ilgili öncelikle Konyaaltı Belediyesi’ne bir dilekçeyle başvuran vatandaşlar, sorunun çözülmesini talep etti. Konyaaltı Belediyesi’nin dilekçeye verdiği yanıtta, park içerisinde yer alan Altınkum Taksi ile Sahil Taksi duraklarının herhangi bir imar planı değişikliğine dayanmadığı, Planlı Alanlar İmar Yönetmeliği’nde ise "muhtelif kullanım" olarak belirtilen uygulamalar kapsamında yapıldığı bildirildi. Konyaaltı Belediyesi’nin yanıtında ayrıca UKOME kararıyla ilgili yetkinin Büyükşehir Belediyesi’nde olduğu ve bu kurumdan bilgi alınması gerektiği belirtildi.
Büyükşehir birimi: 'Bizim yetki ve sorumluluğumuzda değil'
Bunun üzerine Antalya Büyükşehir Belediyesi’ne yazılı başvuruda bulunan vatandaşlar, Konyaaltı ilçesi sınırlarında bulunan yeşil alan ve çocuk parklarının amacı dışında kullanıldığını, Muhtarlık binası ve taksi duraklarıyla işgal edildiğini belirterek çözüm istedi. Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin başvuruya verdiği yanıtta ise Konyaaltı ilçesindeki park ve yeşil alanların işgal edilerek amacı dışında kullanımlarına ilişkin iş ve işlemlerin ilgili Kent Estetiği Daire Başkanlığının yetki ve sorumluluğunda olmadığı belirtildi. Genel Sekreter Yardımcısı Vekili Hüsamettin Elmas imzasıyla verilen yanıtta, konunun dilekçe sahibine de iletilmesi istendi.
Vatandaşlar parkları için çalmadık kapı bırakmadı

Bu yanıt üzerine yine çözümsüzlükle baş başa kalan vatandaşlar, bu kez de Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü’ne başvurdu. Açık Kapı uygulaması üzerinden yapılan başvuruda, Altınkum Mahallesi’ndeki parkların UKOME kararı gerekçe gösterilerek amaç dışı kullanıldığı ve taksi durağı yapıldığı belirtildi. Yapılan uygulamanın 3194 Sayılı İmar Kanununa aykırı olduğu belirtilen başvuruda, UKOME kararları ile imar planlarının değiştirilemeyeceği yönündeki Danıştay kararının bulunduğu hatırlatıldı. Başvuruda ayrıca parkların amacı dışında kullanılmasının Anayasa’nın 35. ve 56. maddelerine aykırılık teşkil ettiği de vurgulanarak işgallerin sona erdirilmesi, sorumlular hakkında ise adli ve idari soruşturma açılması talep edildi.
Çevre Şehircilik: 'Amacı da dahilinde kullanıma açılsın'
Vatandaşların başvurusuna yanıt veren Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü, ilgili belediyelere yazı yazarak parklarda taksi durağı yapılmasına dayanak olarak gösterilen UKOME kararının mevcut imar planına aykırı olup olmadığı yönünde bilgi talep edildiği bildirildi. 3194 sayılı imar kanunu ve yürürlükte bulunan imar planı yönetmelikleri ile ilgili tüm mevzuatlar kapsamında konunun incelenmesinin istendiği belirtilen İl Müdürlüğünün yazısında, “gerekmesi halinde belediye meclisinde yeni bir karar alınarak bu taşınmazların amacı dâhilinde kullanımına açılması ve konu hakkında yürütülen iş ve işlemler hakkında ilgilisine iletilmek üzere tarafımıza bilgi verilmesi…” ifadelerine yer verildi.
/././
İddia: 'Selçuk Bayraktar ABD'den F-16 alımını geciktiriyor, yerine KAAN motoru istiyor'
Kamuya ait silah sanayi şirketlerinde söz sahibi olduğu sıkça dile getirilen Selçuk Bayraktar'ın bu defa ABD'den F-16 alımını geciktirdiği öne sürüldü.
Fidan, "yerli ve milli" olarak pazarlanan KAAN uçağının ABD motor satmadığı için seri üretime geçemediğini söylemiş, Görgün ise yerli motor üretme projesine devam ettiklerini açıklamış ama takvim paylaşmamıştı.
Hakan Fidan'ın iktidarın vaatlerine ters düşen çıkışı dikkat çekerken, konuya ilişkin bir açıklamada CHP'den geldi.
CHP'nin Dış Politikadan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Namık Tan, AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın damadı ve BAYKAR şirketinin patronu Selçuk Bayraktar'ın KAAN uçağı için ABD'den motor tedarikini savunduğunu ve bu nedenle F-16 alımını geciktirdiğini öne sürdü.
'Bayraktar F-16 yerine KAAN için motor verilmesini istiyormuş'
Namık Tan'ın sosyal medya hesabından paylaştığı açıklaması şöyle:
"Benim edindiğim bilgilere göre; F-16’lar konusunda Türkiye bugüne kadar 1,5 milyar dolar ödediği halde Selçuk Bayraktar’ın bu alımı desteklemediği kaydediliyor. Buna göre Bayraktar, KAAN uçağının yapımına ve geliştirilmesine öncelik verilmesi düşüncesindeymiş. Bu çerçevede de, F-16 alımı yerine savunma sanayiindeki işbirliğinin kapsamlı bir şekilde derinleştirilmesinin yanı sıra, KAAN için Türkiye’ye motor verilmesini istiyormuş.
Ancak, ABD’de hem Trump hem Kongre, önemli bir gelir kaynağı olması nedeniyle Türkiye’ye F-16 satışı yapılmasında ısrar ediyormuş. Dolayısıyla, Bayraktar’ın F-16 tedarikini istememesinin ABD tarafından memnuniyetsizlikle karşılandığı rivayet olunuyor.
Halbuki, bizlere söylenen; KAAN’ın tamamen yerli ve milli olduğu idi. Meğer öyle değilmiş. Motorunu dışarıdan alacakmışız. Bizim yapmadığımız hiçbir uçağın ABD’den alınmış herhangi bir uçaktan farkı olmayacaktır. Öte yandan, F-16’ları almayacak isek, hava savunmamızda gerekli olduğu söylenen acil modernizasyonu nasıl sağlayacağız?"
Barrack F-16 ticaretiyle övünmüştü: 'Lockheed’i ayakta tutuyorlar'
F-16 alımı Erdoğan-Trump görüşmesi öncesinde ABD'nin Ankara Büyükelçisi Tom Barrack tarafından da dile getirilmişti. Barrack, Türkiye'ye istediği F-35 uçaklarının verilmesi gerektiğini savunarak, "Türkiye bizim en büyük müttefikimiz. Dünyadaki en büyük F-16 alıcısı. Bu da Lockheed’i ayakta tutuyor. Ama biz onlara F-35 vermeyi engelliyoruz" demişti.
***
Başkentte su yok: Plansızlığın faturası müteahhitlere değil, halka kesildi -Özkan Öztaş-
Ankara’da ASKİ, su kesintilerini “yoğun kullanım”la açıkladı. Enerji ve iklim politikaları uzmanı Önder Algedik kayıp-kaçak oranı ve şantiyelerin tüketimine dikkat çekerek yönetimi eleştirdi.
ASKİ’nin bugün yayınladığı açıklama ise sorunun boyutunu gözler önüne serdi. Kurum, resmi sitesinde Sincan, Mamak, Çankaya, Keçiören, Beypazarı, Yenimahalle gibi birçok ilçede su kesintileri duyurdu. Birçok mahalle ve yerleşimi kaplayan kesintilerde gerekçe olarak “yoğun su kullanımına bağlı olarak depolardaki su seviyelerinin düşmesi” gösterildi. Keçiörende etkilenen yerler olarak "yüksek rakımda kalan her yer" ifadesi kullanılırken Çankaya'da Arka Topraklık, Aşağı İmrahor, Balgat, Boztepe, Cebeci, Çamlıtepe, Devlet, Emek, Erzurum, Fakülteler, İleri, İncesu, Kızılay, Kocatepe, Kızılırmak, Kültür, Meşrutiyet, Namık Kemal, Mustafa Kemal, Orta İmrahor, Seyranbağları, Tınaztepe, Yukarı Bahçelievler, Yücetepe mahalleleri susuz kalan yerler arasında. Sincan'da da birçok mahalle susuz kalırken suyun kesildiği ilçe sayısı 10'u geçti
'Suyu kesmek ihtiyacı azaltmıyor'
Enerji ve iklim politikaları uzmanı Önder Algedik, yapılan açıklamanın çelişkili olduğunu belirtiyor. Algedik’e göre, suyu kesmek yurttaşların ihtiyacını azaltmıyor; aksine panik ve yokluk duygusu nedeniyle tüketimi daha da artırıyor. “Bu tür adımlar halkın su depolamasına, paniğe kapılarak daha fazla tüketmesine yol açıyor” diyen Algedik, sorunun planlama hatasından kaynaklandığını vurguluyor.

Ankara’da kayıp-kaçak oranı yüzde 40
Algedik’in dikkat çektiği bir başka nokta ise Ankara’daki kayıp-kaçak su oranının yüzde 40’a ulaşması.
“Düşünebiliyor musunuz? Ankara’da her 10 litre suyun 4 litresi musluğa ulaşmadan yok oluyor. Büyükşehir bu konuda önlem alsa, sadece yarısını bile kurtarsa bugün bu sorunu yaşamayabilirdik” diyor.
Halk susuz, müteahhitler suya doymuyor
Algedik’in işaret ettiği bir başka çelişki ise susuzluk tartışmaları sürerken şantiyelerin tankerlerle su tüketmeye devam etmesi. “Bugün Türkiye’de tüm şantiyelerin tükettiği su, büyük bir şehrin tüketimine eşit. Çim sulamaları, meydan yıkamaları, vızır vızır gezen çimento kamyonları… Asıl tasarruf, inşaat patronlarının değil yurttaşların hedef alınmasıyla sağlanamaz” diyor.
Kuraklığın göstere göstere geldiğini ifade eden Algedik, "Yıllar önce işaret edildi. Kuraklık işte geldi çattı. Türkiye'de belli periyotlarda bu yaşanıyor. Yaşanacak. Bakın bugünden söyleyeyim. 2028 yılı da çok kurak olacak. Ama esas soru şu. Bu nedenle kaçak-kayıp oranları azaltılacak mı? Halk susuzken meydanları tankerlerle yıkamak durdurulacak mı? Park ve bahçe hizmetleri çim ekmeye ve sulamaya eşitlenmeye devam mı edecek? Korkarım ki 2028 yılında da benzer sorunları konuşuyor olacağız."
Algedik ayrıca, Ankara’nın su ihtiyacının uzun süredir Kızılırmak’tan takviyeyle karşılandığını, bu uygulamanın sağlık sorunlarına yol açtığını hatırlatıyor. “Sular azalınca ilk fatura yurttaşa çıkarılıyor. Oysa yöneticilerin tasarrufu halktan değil patronlardan istemesi gerekiyor” diyerek mevcut politikaların yanlışlığına işaret ediyor.
/././
İnsan Marx…-Atilla Özsever-
Bu pazar günü, bilimsel sosyalizmin kurucusu Karl Marx’ın insani yönlerinden söz etmek istiyorum. Üç kızı olan Marx nasıl bir babaydı, eşi Jenny’ye olan aşkı, en sevdiği çiçek, en sevdiği yemek ve en sevdiği özdeyiş neydi?
Bu pazar günü, 68 kuşağı olarak bizi gençliğimizde “yoldan çıkaran” bir insandan söz etmek istiyorum. Bu büyük insan, kuşkusuz Karl Marx’tı (1818-1883). Marx’ın ideolojik yönü, “komünizmin babası” olarak mücadelesi hakkında çok sayıda kitap ve makale yazıldı.
Bu tatil gününde daha ziyade “kız babası” Marx’tan, onun insani yönlerinden bahsetmenin daha uygun olacağını düşünüyorum. (Başlık ve yazı fikri, yakın arkadaşım gazeteci Nazım Alpman’dan geldi.)
Marx’ın, eşi Jenny’den yedi çocuğu olur. Bunlardan dördü büyük ölçüde yoksulluk nedeniyle küçük yaşta ölürler. Kızları Jennychen, Eleanor ve Laura ise daha uzun yaşarlar. Karl Marx, çalışmalarından fırsat bulduğunda çocukları ile yakından ilgilenirdi.
‘At’ sırtında gezinti
Marx’ın kızlarından Eleanor, babasının kendisini sırtına alıp bir at gibi gezdirdiğini şöyle anlatır:
“Mağribi’ye (siyahi görünümlü, zenciye benzettikleri babalarına böyle hitap ederlerdi) at gibi binmeyi tercih ederdim. Omuzlarına oturur, siyah gür saçlarına sıkıca yapışırdım. Minik bahçemizde ve evin çevresinde muhteşem at gezintileri yapardık”. (Francis Wheen: Karl Marx, Biyografi, E yayınları, 2005).
Marx ve kızları gezmeden eve dönüşlerinde Alman halk şarkıları ya da zenci ilahiler söylerlerdi. Zaman zaman da Shakespeare ve Dante’den uzun pasajlar okurlardı. Yine Eleanor’dan dinleyelim:
“Babam, Homeros’un tümünü, Don Kişot’u ve Binbir Gece Masalları’nı anlatırdı. Daha altı yaşındayken Shakespeare’den birçok bölümü ezbere bilirdim”. (Erich Fromm: Marx’ın İnsan Anlayışı, Arıtan Yayınevi, 1992).
Kız babası Marx
Kızlarından Laura, ülkemizde “Tembellik Hakkı” olarak bilinen kitabın yazarı, 1871 Paris Komünü’nün kuruluşuna ve ayaklanmalarına katılan Paul Lafargue’ın sevgilisidir. Marx, Lafargue’a şu mektubu yazar:
“Kızımla ilişkilerinizi sürdürmek istiyorsanız halihazırdaki ‘flörtçü’ tavırlarınızdan vazgeçmek zorundasınız. Gayet iyi biliyorsunuz ki, henüz hiçbir şeye karar verilmediğinden henüz bir bağ oluşmamış durumdadır. Ve eğer Laura resmen sizinle nişanlanmış olsaydı bile bunun uzun süreli bir durum olduğunu unutmamanız gerekiyor.”
Yine Marx, evliliği onaylamadan önce Lafargue’a şöyle bir mektup gönderir:
“Biliyorsunuz ben tüm servetimi devrimci mücadeleye feda ettim. Bundan pişmanlık duymuyorum. Tam tersine hayatımı yeni baştan yaşama imkanım olsaydı aynını yapardım.
Bununla birlikte evlenmezdim. Benim elimde olduğu sürece, kızımı, annesinin yaşamını mahveden kayalıklardan sakınmak isterim…Evliliği düşünmeden önce hayatta bir şeyi başarmış olmalısınız, ayrıca siz ve Laura için uzun bir sınama dönemi gerekiyor”. (Wheen, a.g.e)
Klasik baba tavrı
Evet görüldüğü gibi Marx, nerdeyse klasik bir baba tavrıyla kızını korumak istiyor ve eşi Jenny’e çektirdiği yoksulluğu Laura’nın da yaşamasına gönlü razı değil. Ancak hayat ise, bildiğini okuyor. Marx’ın bu mektubu göndermesinden sadece bir ay sonra Eylül 1866’da iki genç nişanlanıyor ve 2 Nisan 1868’de de evleniyorlar.
Laura ve Paul Lafargue, Marx’ın yakın arkadaşı Engels’in yardımlarıyla Paris dışında yaşarlar. Kasım 1911’de Paul 69, Laura ise 66 yaşında iken artık yaşamak için hiçbir neden kalmadığını belirterek birlikte intihar ederler.
Jenny’ye olan aşkı
Marx ve eşi Jenny’nin ilişkisi de, gerçekten özveriye dayanan bir birliktelikti. Erich Fromm, bu ilişkiyi şöyle tanımlıyor:
“Karl ile Jenny’nin evlilik hayatında sevgi ve bağlılık o kadar ilerlemiştir ki Jenny’nin ölümünden bir yıl geçmeden Karl da sevgili eşinin peşinden gözlerini bu hayata yummuştur.
Sarsılmaz bir sevginin ve mutluluğun bir ifadesi olan bu evlilik, farklı sosyal yapılardan gelinmiş olmasına, sürekli bir fakirliğe ve hastalıklara rağmen bir ömür boyu devam etmiştir. Bence böylesine bir evlilik, ancak güçlü bir sevme yeteneğine sahip olan ve birbirlerine büyük bir aşkla bağlanmış olan insanların arasında mümkündür”.
Cebinden çıkan resim
Karl Marx öldüğünde, göğüs cebinden üç resim çıkar. Babası, eşi Jenny ve kızı Jennchen’in fotoğrafları.
Karl Marx’ın en küçük kızı Eleanor da, babasının hastalığını yenmesini şöyle anlatır:
“Kendisini annemin odasına gidecek kadar güçlü hissettiği sabahı hiç unutmayacağım. Sanki birlikte yeniden gençleşmişlerdi. Annem, sevgi dolu genç bir kız, babam ise anneme delicesine aşık bir gençti yine. Bu, hastalıklı ve yaşlı bir adamın, ölmekte olan yaşlı bir kadına ‘elveda’ demesi değildi. Adeta yepyeni bir hayata beraberce dalmak ve o hayatı tatmaktı”.
Acısını çalışmak dindiriyor
Marx, Jenny’nin hastalığı dönemlerinde yaşadığı büyük acıları matematikle uğraşarak dindirmeye çalışır ve bu amaçla diferansiyel hesaplarla boğuşurdu.
Karl Marx, acılarını dindirmek için kendisini çalışmaya hasreden bir kişiliğe sahipti. Düştüğü sıkıntılı durumdan tek güvenilir kaçış yöntemi çalışmaktı. Çalışma sırasında da “okuduğum her kitaptan özet çıkarma alışkanlığı edindim. Bu, asla terk etmeyeceğim bir alışkanlıktı” diyordu.
Yaşamın yasası: Mücadele
Marx’ın en sevdiği çiçek defne, en sevdiği renk kırmızı, en sevdiği yemek ise balıktı.
Karl Marx’a göre sefalet, boyun eğmek, kendisini rahatsız eden en önemli şey ise, iki yüzlülüktür. En sevdiği özdeyiş de “İnsani olan hiçbir şey bana yabancı değildir” idi…
Marx, 1880 yılında Amerikalı gazeteci John Swinton’ın “Sizce yaşamın yasası nedir” sorusuna şu yanıtı vermiştir: “MÜCADELE!”
Engels’in mezar konuşması
Karl Marx öldüğünde en yakın arkadaşı, yoldaşı Friedrich Engels mezarının başında şöyle bir konuşma yapmıştı:
“Gerçekten de, kendisini tanımladığı gibi bir devrimciydi o. Yaşamının gerçek anlamı, ücretli emekçi sınıfının mevcut kapitalist iktisadi üretim sisteminin zincirlerinden kurtulması için verdiği mücadeleydi. Bu yolda bugüne dek ondan daha etkin bir savaşçı görülmedi.
Marx sadece bir eylemci değildi, çığır açan bir kuramcıydı da. Nasıl Darwin insan doğasının evrim yasasını keşfettiyse Marx da insanlık tarihinin evrim yasasını keşfetmiştir.”
Ailesindeki kadınlar
Yazımıza Marx’ın kızlarıyla başladık, yine o çerçevede ailesindeki kadınlarla bitirelim.
Son yıllarda Karl Marx üzerine yapılan kapsamlı biyografik çalışmanın yazarı Mary Gabriel de, “Aşk ve Kapital” isimli kitabında (Yordam Kitap, 2019) şu yorumda bulunuyor:
“Marx ailesindeki kadınlar olmasaydı Karl Marx var olmazdı ve Karl Marx olmasaydı, dünya bugün bildiğimiz dünya olmazdı”…
/././
Zehra Kınık ceza almamak için tazminat istemeyen anneye habersiz para gönderdi.
Fatma Zehra Kınık Demir, ölümüne neden olduğu Batın Barlasçeki’nin annesi Hasret Doğan’a istemediğini iletmesine rağmen haber vermeden 500 bin lira gönderdi. Anne “parayı kabul etmiyorum” dedi.
BirGün’den İsmail Arı’nın haberine göre, Zehra Kınık Demir’in avukatları İstinaf’a gönderilmek üzere İstanbul Anadolu 8. Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunduğu dilekçede, PTT üzerinden 3 Eylül günü anne Hasret Doğan’a manevi tazminat adı altında 500 bin lira yolladıklarını belirtti.
Kınık Demir dava sürecinde, anne Hasret Doğan’a da defalarca para ödemeyi teklif etti. Ancak Hasret Doğan, Zehra Kınık en ağır cezayı alana kadar hukuk mücadelesini sürdüreceğini söyledi, tüm teklifleri reddetti.
Anne Hasret Doğan, “Defalarca para vermek istediler ancak ve kabul etmediğim halde, manevi tazminat adı altında zorla, kafalarına göre para yatırmışlar. Cezadan kurtulmak için yolladıkları bu parayı kabul etmiyorum. Adalet mücadelem sonuna kadar devam edecek. Toplumun bu davaya sahip çıkmasını istiyorum” dedi.
Bu arada baba Serdal Barlasçeki, mahkemeye bir dilekçe vererek şikayetini geri çekmişti. Ardından Zehra Kınık’ın çarptığı, Batın Barlasçeki’nin arkadaşı ve motosikletin sürücüsü Yavuz Selim Öztürk de mahkemeye bir dilekçe vererek, Zehra Kınık’tan artık şikayetçi olmadığını bildirmişti.
Ne olmuştu?
Zehra Kınık, 9 Temmuz 2024’te 17 yaşındaki Barlasçeki’nin hayatını kaybetmesine ve üç kişinin yaralanmasına neden oldu. Sadece bir gece gözaltına kalan ve 15 yıla kadar hapsi istenen Zehra Kınık, kazanın ardından çıkarıldığı mahkemece tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Davanın 26 Mayıs’ta görülen duruşmasında ise Fatma Zehra Kınık Demir’e sadece 4 yıl 2 ay hapis cezası verildi.
Mahkeme heyeti, sanığa verilen hapis cezasının miktarı itibarıyla cezanın ertelenmesine ve hükmün açıklanmasının geri bırakılması uygulanmasına yer olmadığına hükmederek, sanık hakkında uygulanan adli kontrol tedbirlerinin de devamını kararlaştırdı. Kınık’ın 2 yıl süreyle ehliyetine de el konuldu, dosya istinaf mahkemesine taşındı.
***
Halit Çelenk’in savunmalarında 4 gerilla: Filistin Kartalları -Özkan Öztaş-
1979’da Ankara’daki Mısır Büyükelçiliği’ne giren dört Filistinli eylemciye dair savunmalar, Halit Çelenk’in dosyalarından çıkarak okurla buluştu. Serpil Çelenk ve Sultan Özer, Filistin Kartalları kitabının öyküsünü soL’a anlattı.
Mervan Sebanu, Muhammed Dip Ebuzerat, Mustafa Beşeyşi ve Hüseyin Abdullah, 11 günlük keşif döneminde Kavaklıdere'de, Atatürk Bulvarı’ndaki Mısır Büyükelçiliği’ni izlediler. Kuğulu Park’ta ya da bulvar üzerinde yürürken giriş çıkışları gözlemlediler ve elçiliğe girmenin en uygun yolu olarak “vize randevusu” planını belirlediler.
Vizeyi alacak olan Mustafa Beşeyşi’ydi; ancak plan boşa düştü çünkü gittikleri gün elçiliğin kapısının açık olduğunu fark ettiler. Vize bahanesine gerek kalmadan içeri giren gerillalar, aralarında Mısır Büyükelçisi Ahmet Kemal Ülema’nın da bulunduğu 7’si Türk toplam 20 elçilik görevlisini 48 saat rehin aldılar.
Olaylar bundan sonra gelişti.
48 saat, böyle bir olay için uzun bir zaman dilimiydi. Ankara diken üzerindeydi; tüm dünyanın gözü ajanslardan gelecek haberdeydi.
'Filistin davası bizim Kurtuluş Savaşı'na benzer'
Serpil Çelenk ve Sultan Özer, Halit Çelenk’in arşivini tararken bir dosya bulurlar.
Daha sonra adı “Filistin Kartalları” olacak kitabın öyküsü bulunan bu dosyayla başlar.
Dosya, Mervan Sebanu, Muhammed Dip Ebuzerat, Mustafa Beşeyşi ve Hüseyin Abdullah’ın Mısır Büyükelçiliği baskını sonrası yargılanmalarında kullanılan savunmaya ilişkin belgeler içeriyordu.
2016’da bu dosya üzerinde çalışmaya karar veren Serpil Çelenk ve Sultan Özer, kimi kesintiler yaşasa da sabır ve ısrarla çalışmayı tamamladı.
Halit Çelenk’in yalnızca bu toprakların devrimcilerini değil, aynı zamanda Filistin için mücadele eden gençleri de savunduğunu gösteren dosyalar, oldukça özel notlar içeriyordu.
Çalışmanın okurla buluşmasına katkı sunan isimlerle yapılan söyleşilerden, dönemin tanıkları ve aydınlarının konuya ilişkin önemli bilgiler aktardığına şahitlik ediyoruz kitap boyunca.
Aralarında dönemin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş, Filistin Kurtuluş Örgütü Siyasi Büro Üyesi ve eylemcilerle arabulucuk yapan Abu Firaz ve Mustafa Yalçıner gibi isimler var.
Söyleşiye Serpil Çelenk'le başlıyoruz.
Çelenk, babası Halit Çelenk’in dosyayı alışındaki ilginç bir detaya değinerek başlıyor sözlerine:
“Elçiliği basan dört Filistinli’nin birilerini öldürmek ya da kan dökmek gibi bir niyeti yoktu. Seslerini duyurmak istiyorlardı. Ancak baskın sürecinde biri polis, diğeri bekçi iki kişi hayatını kaybetti. Teslim olan Filistinli direnişçiler idamla yargılanınca işler bir anda değişti. Buradaki detay, Halit Çelenk ile bu dört gerillanın yollarının nasıl kesiştiği. Abu Firaz ile yaptığımız söyleşide, idam cezasıyla suçlanan dört Filistinliyi kurtarabilecek kişinin Halit Çelenk olduğu söylendiğini belirtiyor.
Bunu FKÖ yöneticilerine öneren kişi de Mümtaz Soysal olmuş.
1 Mayıs 1980’de Uğur Mumcu, Mümtaz Soysal ve Halit Çelenk birlikte yürürken kortejde Abu Firaz ile tanıştırılmış. Halit Çelenk, elçilik baskınında yargılanan gençlerin idam cezasıyla yargılanmasına karşı savunmayı üstlenmiş. Savunmasını kurduğu yer ise gayet net ve sade: Filistin halkı, bizim 1923’te olduğu gibi bir kurtuluş mücadelesi veriyor. Kurtuluş mücadelelerinde yapılan eylemler, terör eylemi olarak adlandırılamaz. "
Böylece dört Filistinli genç idam cezasından kurtuluyor, ancak uzun sürecek bir mahkumiyet süreci başlıyor. Halit Çelenk, bu dört Filistinli gerillayı idamdan kurtarıyor.

'Denizler bugün olsa tereddüt etmeden Gazze’nin yanında, hatta orada olurdu'
Halit Çelenk deyince akla haliyle Deniz, Yusuf ve Hüseyin geliyor.
6 Mayıs 1972 tarihinde kaybettiğimiz, devrim mücadelesinin en cüretkar neferlerinden olan bu üç fidanın avukatı Halit Çelenk, aynı zamanda Filistinli devrimcilerin de avukatlığını yapıyordu.
Denizlerin mücadeleye başlarken Filistin'e gidişleri, oradaki direnişe destekleri hepimizin hafızalarında...
Bugün ülkede Filistin konusunda ikircikli davranan ve Filistin’e destek vermeyi gericilere destek vermekle eşitleyen örnekleri hatırlatınca her iki yazar da gülüyor. Sultan Özer söze giriyor önce:
“Ortadoğu’da birçok şey, 7 Ekim 2023 tarihinde başlayan olaylarla köklü bir biçimde yerinden oynadı dersek yanlış olmaz. Belki bir diğer kritik eşik de Nasrallah’ın öldürülmesi oldu. Hizbullah deyince, Türkiye’de kontrgerilla faaliyetleri yürüten, domuz bağıyla insanları öldüren bir örgütten başka bir şey gelmeyen bir hafızaya, Ortadoğu’yu ve Filistin’i anlatmak gerçekten çok zor.
Düşünsenize, evlerinizi basan, yerle yeksan eden ve sizi evlerinizden, köylerinizden kovan insanlara karşı hakkınızı savunduğunuz için haksız duruma düşüyorsunuz. Filistin meselesi böyle bir şey. Hatta neredeyse Yahudi şeriatına göre yönetilen İsrail’e destek vermek gericilik olmuyor da, taşla, sapanla tankların önünde direnen yoksul Filistin halkına destek vermek İslamcılara hizmet oluyor.
Ne desem boş, gerçekten.”
Yüzünde öfkeyle karışık bir gülümseme beliriyor Sultan Özer'in bunları anlatırken.
Serpil Çelenk ise gözleri uzaklara dalarken anlatıyor:
“Denizler olsaydı, hiç şüphem yok ki Gazze’nin yanında olurdu. Yanında olurdu belki de eksik kalır; orada, Gazze’de olurdu. Daha önce yapmışlardı, yine yaparlardı.
Çünkü denklem çok basit. İsrail ve ABD’nin bu açıdan meşruiyeti yoktur. Emperyalist bir kuvvete nasıl meşruiyet verilebilir? ‘Filistin mi var, Filistinliler topraklarını sattı, bunlar Arap değil mi, bizi Birinci Dünya Savaşı’nda arkamızdan vurdular’ falan filan... Türlü saçmalığı yan yana getirip anlamlı bir bütün yaratmaya çalışıyorlar. Ne için? İsrail’in yarattığı vahşete kılıf bulmak için.
Meşruiyetmiş!
Yahu İsrail diye bir devlet mi var? Ciddi ciddi soruyorum. Arkasında ABD olmazsa bir saat dahi ayakta kalamayacak bir ülkeye ‘var’ diyebiliyor musunuz?
Ortada bir cinayet ve soykırım var. Orada yaşananları gördükçe torunumun yüzüne bakamıyorum. İnsan olmanın gereğidir bugün Filistin’le birlikte olmak.”

Dönemin İçişleri Bakanı ve Köy Enstitüsü Öğrencisi
Tekrar kitaba, öykünün kahramanlarına dönüyoruz.
Bu sürecin önemli ayrıntılarından biri, Mısır Büyükelçiliği’ni ele geçiren ve 48 saat boyunca elinde tutan Filistin Devrimi’nin Kartalları örgütünün, yani Filistin Kurtuluş Örgütü’ne bağlı bir birimin dört gerillasının öldürülmeden operasyonun tamamlamış olması.
Kitabın yazarları, burada dönemin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’in özel ağırlığını hatırlatıyor.
Güneş, bu eylem yapılırken sorumluluğu üzerine alıyor. Yapacağı en ufak hata tüm dengeleri sarsabilirdi. Biri polis, diğeri bekçi iki kişi ölmüş, elçilik çalışanları rehin alınmış, Ankara’nın orta yerinde, Atatürk Bulvarı’nda, Kuğulu Park’ın köşesinde bir elçilik gerillalar tarafından ele geçirilmişti.
Hasan Fehmi Güneş önce içeridekilerle iletişime geçiyor. Saatler uzuyor.
"Önce içerdeki gerillalardan biriyle telefonlaşıyorlar. Saatler uzayınca içeridekiler yemek talep ediyor. ‘Yemeklerine uyuşturucu koyalım, zehirleyelim’ diyenler oluyor, türlü şeyler. Hasan Fehmi Güneş her seferinde ‘Hayır, olmaz’ diyor. Bugünden ya da o günden bakınca çok anlaşılır bir iş değil. Ama Güneş, o dönem devletteki farklı bir eğilimi temsil ediyor; bugün törpülenen ve üstü tırpanlanan bir şeyi.
İçeriye normal yiyecekler iletiyor.
Gerillalar için bu, ilk samimiyet testi. Malum, akla geldiği gibi yemekleri önce rehinelere yediriyorlar. Onlara bir şey olmayınca kendileri yiyor. İşte orada bakanın ciddiyetini ve samimiyetini ölçmüş oluyorlar. Belki böyle olmasaydı, tarihe çok kanlı bir eylem ve birçok yurttaşımızı kaybettiğimiz bir vaka olarak geçecekti. Belki de en önemlisi, Filistin Kurtuluş Örgütü ile Türkiye arasındaki ilişkiler tamamen kopmuş olacaktı. Güneş’in bu etkisi önemli,” diye anlatıyor Serpil Çelenk.
Sözü Sultan Özer alıyor:
“Eylemcilerin talepleri net aslında: Filistin devleti tanınsın, Mısır’daki tutuklu FKÖ üyeleri serbest bırakılsın gibi talepler. Sonra 48 saat bitince önce rehineler, sonra eylemciler dışarı çıkıyor. Kapıda İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş karşılıyor onları. Söz veriyor: ‘Canınıza kast olmayacak.’ Çıkınca gelen ilk gerillayı öpüyor ve sarılıyor. Gözünüzde canlandırabiliyor musunuz?” diyor ve gülümsüyor.
“Hatta sonrası var,” diye heyecanla söze giriyor Serpil Çelenk.
"Mesela bir bakıyor ki gerillaların ayağında ayakkabıları yok. Hengamede düşmüş, kaybolmuş falan. Sonra bakan, odasındaki bir çift ayakkabıyı eylemciye veriyor. Bu da gündem oluyor tabii o dönem basında. 'Bakan falanca marka ayakkabıyı eylemciye verdi' diye.
Aradan yıllar yıllar Sonra bakan Fehmi Güneş aynı ayakkabıların satıldığı mağazaya gittiğinde mağaza müdürü ayakkabıdan para almıyor. Gerekçe olarak da yıllar önce Filistinli gerillaya hediye ettiği ayakkabı sunuluyor. Mağaza müdürü hediyemiz olsun diyor"
Tüm bunlar olurken akla tek bir soru geliyor: Peki ama nasıl?
Serpil Çelenk yanıtlıyor.
“Çok önemli bir çoğunluğu, belki de tamamı bir inisiyatif aslında. Hikaye çok başka yazılabilirdi, tarihe çok farklı da geçebilirdi. Ama sonuç bu. Evet, eylemciler insanlara kast etmek için oraya giren eylemciler değil; Filistinli devrimciler. Ölen iki kişi de kaza eseri, hedef gözetmeden açılan ateşle istemeden ölüyor.
Sonrasında Hasan Fehmi Güneş… Köy Enstitüsü mezunu biri. Toplumun dayanışma ve aydınlanma kültüründe mayalanmış biri.
Kendisiyle Meclis Kütüphanesi’nde röportaj yaptık bu kitap için. Belki de ölmeden önceki son röportajlarından biriydi. Hasan Fehmi Güneş’in kişisel çabası ve inisiyatifiyle böyle yazıldı bu sürecin hikayesi.”
Ortadoğu’nun kara talihi: Camp David Anlaşmaları
1970’lerin sonu, Ortadoğu’da ciddi değişikliklerin yaşandığı, Soğuk Savaş yıllarında rüzgarın ABD lehine döndüğü yıllardı.
1980’de Türkiye’de, sonrasında İran ve Afganistan’a kadar uzayan yeni gelişmeler, dönüşümler… Aynı zamanda Camp David, bu sürecin ürünlerinden biriydi.
Bu sayede Mısır, İsrail’i tanıyan ilk ülke olmuştu.
Enver Sedat’ın Mısır adına imzaladığı anlaşma, İsrail’in vurdumduymazlığının ilk meşru tanınması olmuştu. Aradan geçen yıllar ve yaşanan gelişmeler, Camp David Anlaşması’ndan İbrahim Anlaşmaları’na kadar Ortadoğu’da İsrail lehine kritik gelişmeler yaşandığını gösteriyor. Ama ilklerinden biri olarak Camp David gösterilebilir.
Filistin Kartalları kitabının özelliği, bunu bu şekilde tespit etmesi ve çerçeveyi bunun üzerine inşa etmiş olması.
Serpil Çelenk bunu şu sözlerle anlatıyor:
“Malum, kitabın öyküsü uzun yıllara dayanıyor. Biz Camp David’i bu açıdan kurgunun merkezine koyarken, henüz bu kadar gündemde olan bir konu değildi. Elbette bilenler biliyordu ve her şey apaçık ortadaydı. Ama anlaşmanın ve yarattığı yıkımın bu kadar popüler hale gelmesi, son İsrail-Filistin savaşıyla denk geliyor. CHP Dış Politika Koordinatörü Prof. Dr. İlhan Uzgel'in açıklamaları sonrasında Edward Said’in kimi makalelerinin yeniden gündem olması, bu anlaşmanın aslında ne kadar belirleyici olduğunu yeniden göstermiş oldu. Hatta kimi otoriteler, ABD’nin bugüne kadar en başarılı iki şeyi varsa, birinin Soğuk Savaş, diğerinin Camp David olduğunu söylüyor.
İşte bizim Filistinli eylemcilerin de karşısına aldıkları şeylerden biri bu anlaşma.”

'Evet, tüm bir Filistin’i yıkabilirler ama teslim alamazlar!'
Söyleşimizin sonuna doğru Sultan Özer, 1978 Camp David Anlaşmaları’ndan bir yıl sonra yapılan bu eylemin ülkede yarattığı etkiyi ve süreci anlatırken, yakalanan ve iki kişinin ölümüyle yargılanan dört eylemcinin 22 yıl boyunca cezaevinde kaldığını hatırlatıyor. Rahşan Affı’yla serbest kalan dört Filistinli, yıllar sonra yakınlarıyla buluşuyor.
“Bugün Filistin’i ve Filistin mücadelesini terörizmle eşitleyenler var. Ne kolay, değil mi? İşlerine gelmeyen şeye ‘terör’ deyip geçiyorsun. Ama kendi yaptığın gerçek terörizmi görmezden geliyorsun. Düşünsenize, tanka karşı taşla, sapanla direnmek terör. Ama binlerce çağrı cihazına sızarak binlerce insanı kör ve sakat bırakacak operasyonlar düzenlemek ‘siber saldırı’. Çocuk mu kandırıyorlar? Bugün Filistin’in yanında olmak bir insani çizgidir. Ötesinde olanın insanlığını sorgulamak gerekir" diyor Sultan Özer.
Peki ya yarın? "Yarın ne olacak? diye sorunca Serpil Çelenk söze giriyor:
“Dünya genelinde sokağa çıkan insanlar, Filistin için bir araya gelenler, kendi ülkelerinin iktidarlarını bu başlıkta adım atmaya zorluyor. Yanlış anlaşılmasın, Avrupalı devletlerden medet ummak falan değil bu. Ama o iktidarlar, sokağa çıkan yüz binleri, milyonları sandıkta karşısına almak istemez. Kendi çıkarları doğrultusunda Filistin’e sahip çıkacak adımlar atmak zorunda kalıyorlar. Yani yine ne varsa emekçilerin mücadelesinde var.”
Gazze’yi hatırlatınca her iki yazar da derin bir nefes alıyor.
“Konuşmak zor. Ama bir konuda eminim: Gazze’yi, hatta tüm bir Filistin’i yıkabilirler, ama Filistin halkını teslim alamazlar. Bu direnci teslim almak, teknik ya da teknolojik bir konu değil. Şu ana kadar İsrail bu kadar zaman hala başarılı olamamışken, sarsılmaz denilen savunması delik deşik olmuşken umut kesmek kötülüktür.
Ama umut derken de, Avrupa’da ve ülkemizde sokağa çıkan emekçileri, Gazze’de her şeye rağmen direnenleri kast ediyorum. Evet, yıkıyorlar, yerle bir ediyorlar. Ama teslim alamıyorlar.”
Söyleşimiz biterken yazarların gözlerinde hem öfke hem de umut okunuyor. Filistin Kartalları, bu öfkeyi besleyip umudu büyütüyor.
/././
Karanfil Yangını ve bir albüm -Ayşe Şule Süzük-
Derken, derken Eylül giderayak müjdelerle geldi. Usulcacık, alçakgönüllüce bir albüm bıraktı avuçlarıma: Sevgili Cem Yarkın’ın “Gitme Kal” adını verdiği albümü bu.
Telaşlı bir yaşamak uğraşısı içinde karabatak gibi bir görünüp bir kaybolan umuttan ve sevinçten başlayalım. Heybemize dolduracağımız zeytin, soğan ve ekmek kadar doğal ve kadim bir azık bu: umut ve sevinç.
Ama Eylül ne zaman geldi de geçiyor?
Sessizce, soluklanmadan ama gözle görünür bir ivecenlikle arkasına bakmadan, kayacak ellerimizden belli ki… Herkes gitsin, bütün ışıklar sönsün, burayı atlayalım. Burayı unutalım, burayı geçelim, hiç yaşanmamış gibi olsun şu 21. yüzyılın ilk çeyreği mesela. Ama yirmi-otuz sene de eski yüzyıldan atalım, olmaz mı?
Olur belki…
Ege’ye gidelim. O zeytin ağacının gölgesinde kulağımıza ninni gibi gelen tatlı derenin şırıltısına kulak verelim. Herkes gitsin; bütün gökdelenler, bütün bankalar, atom bombaları, kitle imha silahları, bütün kan emiciler, bütün mezar soyguncuları, ışıltılı kostümleri ile el ele vermiş bütün canavarlar gitsin. Puf, yok olsun.
Eylül’den dileğim bu idi.
Bunların hiçbiri olmadı.
Karabasan günleri devam ediyor. Tamam. Dünyaya ve memlekete şöyle bir tepeden baktığımda karanlık bir sis perdesinin üstüne o kesif kokuyu; çürümüş, dağılmış, dökülmüş et kokusunu duyuyorum. Eğrilmiş insan iskeletleri ile aç çocuk gözleri upuzun yatıyorlar boydan boya. Alışma, diyorum kendime. Karanlığa çok bakınca yüreğin uyuşur; gören gözün görmez olur. Nasır bağlar duyguların. Karanlığa çok bakma, kaybolursun. Gücün tükenir, yorulursun. Karanlığa çok bakma; kötürümleşir ellerin, ayakların. Yutmadan seni karanlık sen onu yut; tersyüz et, kendin gibiyi ara o karanlık kuyuda, kuyu her şeyi ve herkesi yutamıyor. Dikkatli bak, orada olmalı iyi bak… Bir adım daha, ha gayret. Gördün mü?
Derken, derken Eylül giderayak müjdelerle geldi. Usulcacık, alçakgönüllüce bir albüm bıraktı avuçlarıma: Sevgili Cem Yarkın’ın “Gitme Kal” adını verdiği albümü bu.
Neye ihtiyacımız var?
Güzel haberlere, yüzümüzü güldüren hikâyelere, dost sesine, bir şeylerin değişebilecek olmasına yönelik umuda ihtiyacımız var. Dante, “Sen yoluna devam et, herkes ne derse desin.” der. Cem bunu yapıyor. Sabırla ve aşkla devam ediyor müziğe, vazgeçmiyor. Müziğine inceliğini, kırılganlığını ama bunlardan daha fazla yumuşacık umudunu ve inancını koyuyor. İnsana dair bir inanç bu, temelsiz değil. Temelsiz olmadığını kanıtlıyor birbirinden güçlü dizelere sahip şairler… Onlar ki bizden, onlar ki aydınlık yüzümüz, babamız, evimiz, memleketimiz. Bütünleştiriyor kollarını sanatın, bizleri toparlıyor. Cem, şiirden müzik dokuyor. Müziğe şiiri armağan ediyor. Edebiyatın insana değen, insana iyi gelen, insanı inşa eden anaçlığında bizleri yekpâre bir insanlık çınarının dallarında buluşturuyor.
Az şey mi? Değil.
Güzel bir roman okuduğumda, güzel bir şiirden dizeler aklıma geldiğinde, ansızın bir şarkı dilime dolanıp da günümü aydınlattığında neşeleniyor ve güçleniyorum. Hepimiz böyle değil miyiz? O zaman sanata, iyi sanata ihtiyacımız var. Çünkü o iyi sanatta insanlığın geçmişi, bugünü ve geleceğiyle harmanlanmış verimli ve ışıklı bir yol var. Üstelik Eric Hobsbawn “Sözcükler çoğu kez belgelerden daha canlı tanıklardır” dediğinden ve “kılıcın yarası bir, kalemin yarası bin” olduğundan koca şairlerimizin sesi müzik olmuş “Gitme Kal”dan atlayıp bizi tutuyor, sarıyor, kucaklıyor.
Şairler gülümsüyor. Sevgili Mehmet Barış’tan “Gitme Kal”, “10 Eylül”, “Karanfil Yangını”; Hasan Hüseyin Korkmazgil’den “Güzel Günler” ve “Bıçak Kemikte”; Nâzım Hikmet’ten “Kelam”; Melih Cevdet’ten “Barış Olsun Da Gör”; “Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan “Çocuklar Korkunç”; Harun Güzeloğlu’ndan “Yağmur” ve Gabriela Mistral’den “Değilim Bir Başıma” şiirlerinden oluşuyor albüm.
Yüzü gülüyor eylülün. Değer bilmek, unutmamak, kıymet bilmek, umut dokumak, yumuşakça dövüşmeye çağırmak, elini uzatmak… Cem’in bestelerinden şairlerin güçlü dizelerinden yaşamımıza, bugünümüze sızıyor, yağmur sonrası kokusu gibi içimi dolduruyor müzik… Tazelenmişim gibi geliyor. Ay parlıyor, kuş ötüyor, çocuklar oynuyor… Cem ise bestelerine dair şöyle diyor: “Şarkının diğer sanat eserlerinden farklı bir gücü var. Bir romanı belki bir kez okursunuz, bir filmi birkaç kez izlersiniz ama bir şarkıyı defalarca dinleyebilirsiniz. Dolayısıyla şarkılar tekrarlandıkça büyüyen bir çağrıya dönüşür. Bir şarkı bir anda insanları ortak bir paydada buluşturabilir. Melodiler halkın belleğini diri tutan, mücadele anlarında ortak bir nefese dönüşen bir güç taşır,” Ne yaptığını biliyor, usta işi biricik bir sanat parçası, bir albüm var elimizde. Devam ediyor Cem, “Gitme Kal”ı, bu ülkenin en güzel kelimelerini, en cesur seslerini ve en kırılgan anılarını bir araya getirmek için yaptım. Şairlerin kaleminden süzülen hakikatleri notalara dökerken hem geçmişin direnişini hem bugünün umudunu duyacaksınız. Bu albüm, yalnızca dinlenmek için değil hissetmek ve hatırlamak için var.”
Söylediği gibi hatırlanacak ve hissedilecek belli ki, karanfil bize geçiyor.
Sevgili Metin Tapkı ise perdenin arkasındaki adam. Düzenleme, mix ve mastering, Metin Tapkı tarafından yapılmış. Canlı kayıtlar Cem’in ev stüdyosunda gerçekleşmiş. Akustik gitarlar yine Cem tarafından çalınmış. Şarkı icraları AI teknolojileriyle Metin Tapkı tarafından oluşturulmuş. AI yani yapay zekâ pek başarılı. Korkirem… Bu yapay zekâ parmağı çok su kaldırır. Müzisyenler bunu konuşsun. Şaka bir yana dinleyin “Gitme Kal”ı, seveceksiniz, çok seveceksiniz.
Sevgili Mehmet Barış’ın güzelim dizeleriyle bitirelim. Karanfil Yangını ile…
"İvecen bir kardelen
dışı çiğdem içi fıstık yeşili
bir soruyu içliyor;
Gölgesinde dinlenir mi bir çınar,
söyleyin hangi çiçek kendine kokar?
Nisan’ın muştusuna şaşırdınız mı?
O bir karanfil yangınıdır
Elden ele, dilden dile kardeşler
iletin! Çoğalsın karanfiller!
Ne demişti Şiirin Mor Külhani Abisi?
“Aşk örgütlenmektir, bir düşünün abiler”
/././
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder