DOĞA-ÇEVRE (Gündem)-29 Eylül 2025-

 

Zeytinlik yasasından Akbelen ve İliç'e; enerji ve maden hikâyesinde kaybolan gelecek -Bekir Ağırdır/T24-

Ekonomi mi, doğa mı? Enerji faturası mı, zeytin ağacı mı? Türkiye’nin uzun süredir tartıştığı bu ikilem, Akbelen’den zeytin yasasına uzanan mücadelelerde yeniden gündeme geldi. Peki, bu tartışma gerçekten sadece kalkınma ve çevre meselesi mi, yoksa toplumun geleceğe dair güvensizliğinin ve umutsuzluğunun bir yansıması mı?

zeytinlik

Bu topraklarda zeytin ağacı yalnızca tarımsal üretim değil, bir yaşam biçimi. Ege’de, Akdeniz’de köylünün geçim kaynağı ama aynı zamanda kültürel belleğin simgesi. Ancak son yıllarda defalarca gündeme gelen “zeytin yasası değişiklikleri”, enerji ve maden yatırımlarına alan açmak için zeytinliklerin sınırlarını gevşetmeye, zeytin ağacı katliamına gerekçe üretiyor. Bir yandan köylünün geçim ağacı sözde bir başka ekonomik üretim uğruna feda ediliyor. Bir yandan bu toprakların kültürel belleği yok ediliyor. Bugünün hoyratlığıyla memleketin geleceği sökülüyor. Zeytin ağacına dokunmak, aslında toplumsal belleğe dokunmak gibi. Çünkü zeytin, Anadolu’daki on iki bin yıllık geçmişin ve geleceğin sembolü.

Muğla’daki Akbelen ormanları çevresinde kömür madeni genişletme girişimi, yalnızca yerel bir doğa mücadelesi olarak başlamadı; kısa sürede ülke çapında sembolik bir direnişe dönüştü. Çünkü Akbelen, “Kömür için orman feda edilir mi?” sorusunu hepimizin önüne koydu. Bir yanda enerji ihtiyacı söylemiyle kömür çıkarılmasını savunan iktidar, diğer yanda ormanlarını savunan köylüler ve çevreciler...

Zeytin yasası ve Akbelen direnişi Türkiye’de çevre mücadelesinin yalnızca doğayı korumak değil, aynı zamanda demokrasi ve yaşam hakkı mücadelesi olduğunu gösteriyor. Yavaş yavaş bir direniş belleği oluşuyor: Kaz Dağları, Cerattepe, İkizdere, Akbelen… Zeytin yasası kalkınma uğruna kültürel belleğin ve geçim kaynaklarının göz ardı edilmesini sembolleştirdi. Akbelen köylülerinin mücadelesi doğanın korunmasıyla demokrasinin korunmasının aynı anda mümkün olduğunu hatırlattı. Bu iki örnek bize şunu söylüyor: Türkiye’nin enerji ve maden politikaları, yalnızca ekonomik ve teknik değil, aynı zamanda kültürel ve demokratik bir meseledir.

Enerji ve maden hikayesinde kaybolan gelecek

Aslında bu mesele etrafında yine aynı soruyla yüzleşiyoruz: Para mı, doğa mı? Enerji faturaları mı, zeytin ağaçları mı? Kömür mü, orman mı? Kalkınma mı, çevre mi?

Bu sorular yalnızca ekonomik ve teknik tercihler değil. Aslında toplumun geleceğe dair güvenini, devletle ilişkisini, kendi yaşamına sahip çıkma iradesini gösteren aynalar. Son yıllarda yapılan araştırmalar, zeytin yasası tartışmaları ve Akbelen direnişi, hep aynı fotoğrafı önümüze koyuyor: Türkiye toplumu bilgi eksikliği, güven kaybı ve umut yoksunluğu içinde, kendi geleceğini göremiyor. Toplum iklim değişikliğini, doğa felaketlerini, hava ve su kirliliği gibi meseleleri biliyor. Buna karşılık gündelik yaşamı radikal biçimde etkileyen gıda erişimi, enerji kaynağı, göç, deniz seviyesi yükselmesi gibi meseleleri daha az biliyor. Aynı bilgisizlik madenlerde de var. Altın madenlerinde kullanılan siyanürün gerçek risklerini bilen çok az kişi var.
Toplumun bilgisi ve farkındalığı kendi deneyimi üzerinden ve doğrudan kendi yaşamına değen sorunlardan biçimleniyor. O nedenle bu topraklarda, kendi yaşamında sıkça yaşamakta olduğu sıcaklık artışının, yağışlardaki azalmanın, kuraklığın, temiz suya erişim sorunlarının toplum farkında, duyarlılığı da yüksek. Toplumun hemen her sınıfsal, kültürel, demografik kesimi kendini bu meselelere karşı son derece kırılgan hissediyor. Öte yandan bilgi eksikliği yurttaşı edilgen hale getiriyor. Ta ki Akbelen’de, Kaz Dağları’nda olduğu gibi olan bitenin doğrudan kendi yaşamına, hanesine yönelik tehdide, saldırıya dönüştüğü ana kadar.

Yaşanan tüm iklim ve çevre krizleri toplumsal bellekte birikiyor, bilgi ve farkındalık artıyor. İçgüdüsel olarak yaşamı savunma güdüsü yükseliyor. Bir yandan da memleketin her yeri maden uğruna delik deşik ediliyor. Maden sahaları köylünün suyunu, tarlasını tehdit ediyor. Hemen her hafta bir yerlerde maden göçükleri, atık havuzu kaçakları yaşanıyor. Zeytin yasası değişiklikleri, köylünün geçim ağacını enerji üretimi uğruna feda ediyor ama aynı zamanda enerji faturaları her ay cebi yakmaya devam ediyor.

Bu süreç iki konuda güven krizi üretiyor. Birincisi yurttaşın devlete, iktidara ve hukuka güveni giderek azalıyor. Çünkü toplum her seferinde devletin sermayedardan yana tavır aldığını görüyor. Maden izni verilirken yurttaşa, yaşamı doğrudan yok olacak köylüye sorulmuyor. Örneğin TEMA Vakfı’nın pilot seçilen 15 ile odaklanan raporuna göre, bu 15 ilin yüzölçümlerinin yüzde 60’ını kapsayan topraklar için iktidarın iradesiyle maden arama ya da işletme ruhsatı verilmiş durumda.

Karanlık tünelde umut yitimi ve kimliklere sıkışma

Soma maden göçüğünde, İliç altın madeni sahasında heyelan ve zehirli atık kaçağı vakasında, Kaz Dağları'nda, Yırca köyünde, İkizdere’de devletin yurttaşlara karşı hoyratlığına tanıklık ediyor toplum. Pandemide, depremlerde, doğal felaketler ve yıkımlarda çaresizliği yaşıyor. Her akşam haberlerde başka ülkelerde de yaşanan felaketleri dinliyor, öğreniyor. Pandemide gördüğü gibi meselelerin küreselleştiğini deneyimliyor. Ukrayna savaşıyla beraber insanlığın nasıl bir enerji krizine girdiği, o zamana dek verilen küresel sözlerin nasıl birdenbire çöp olduğunu görüyor. Yaşananların kökünde yalnızca bu topraklara dair değil insanlığa ve gezegene dair daha büyük bir değişimin emareleri olduğunu hissediyor.

Toplumun kaygıları, korkuları katmerleniyor. Karşılaşılan hoyratlık, yaşanılan çaresizlik, toplumsal farkındalığı artırıyor ama paradoksal biçimde geleceğe dair umudu değil umutsuzluğu yükseltiyor. İnsanlar “ne yaparsak yapalım sonuç değişmeyecek” duygusuna kayıyor.

Yaşananlar yalnızca umut kaybı üretmiyor aynı zamanda bir başka kadim zihin ve duygusal meselemizi de canlandırıyor. Her bir meseledeki tutum ve davranışımızı, tercihimizi belirleyen zihni ve duygusal ambargolarımız var. Bu ambargoların en önemlisi kültürel kimliklerimiz. Toplumdaki kadim muhafazakar ve seküler kimlik ve siyasal kutuplaşma ekseni iklim ve çevre krizlerine bakışımızda da belirleyici. İkinci bir katman olarak kalkınma ve çevre ikilemlerindeki pozisyonlarımızı da belirleyici. İklim değişikliği, çevre meseleleri, enerji veya maden politikalarını tartışmaya başladığımız zaman görüyoruz ki bilgisizliğin başladığı yerde kültürel kimliklere aşkımız, sadakatimiz, kolaycılığımız devreye giriyor.

Örneğin araştırmaların bulguları enerji tercihlerinde dahi siyasal kimliklerin belirleyici olduğunu, kültürel ve siyasal kutuplaşmanın ne kadar derinleştiğini gösteriyor. Birçok konuda olduğu gibi, enerji meselesi de “yerli-milli” ya da “modern-evrensel” gerilimine sıkışmış durumda. Muhafazakar kesimler yerli kömür ya da yerli doğalgazdan yana olurken, modern kesimler rüzgar ve güneşi savunuyor. Aynı zamanda sınıfsal pozisyonlar da elbette etkili, örneğin doğa meselelerine dair algılarda, kırsalda, alt sınıflarda, mavi yakalarda ekonomi ve geçim, şehirde, görece üst sınıflarda, beyaz yakalılarda çevre öne çıkıyor.

İkinci bir zihni ve duygusal ambargomuz da kadim siyasi gerilim ekseni olarak kalkınma mı çevre mi ikileminde vücut buluyor. Türkiye’nin kalkınma hikayesi uzun yıllar “ne pahasına olursa olsun büyüme” üzerine kuruldu. Barajlarla sular altında kalan köyler, kömür ocaklarındaki facialar, siyanür gölgesindeki tarım alanları… Hep aynı cümle tekrarlandı: “Ülkenin kalkınması için fedakarlık yapmak gerek.” Bu anlatı aynı zamanda ülkeyi yöneten sağ parti iktidarlarının da anlatısı.

Toprak, doğa, kalkınma ve demokrasi arasında köprü

Her toplumun toprağıyla, doğasıyla ilişkisi, aslında kendi geleceğine bakışının da bir aynası. Kimi toplumlar toprağını bir hazine sandığı gibi görüyor, sonuna kadar kazmak, tüketmek istiyor. Kimisi için toprak ve doğa kutsaldır, uğruna savaşılacak bir kimliktir, ona dokunmak bile kutsallığı bozmak olarak algılanıyor. Kimisi içinse toprak ve doğa, gelecek kuşakların emaneti. Bizim ise toprağımızla, doğamızla kurduğumuz ilişki, bu üç bakışın hiçbirinde netleşmiş değil. Çünkü her tartışmada aynı ikilem gündemi ve zihinleri ele geçiriyor: Kalkınma mı çevre mi?

Bugün geldiğimiz noktada toplumun büyük kısmı hâlâ “kalkınma ile çevre arasında seçim yapmak zorundayız” ikilemine sıkışmış durumda. Örneğin geçenlerde İliç vakasında çalışan bir uzman, yurttaşların bir an önce madenin yeniden çalışmaya başlamasını talep ettiklerini, kasabanın ekonomik geçiminin madene bağımlı olduğunu anlatıyordu bir toplantıda. Bu tartışmalar ve İliç vakasına dair anekdot da Akbelen köylülerinin çaresizliği de aslında bir hikaye boşluğuna işaret ediyor. Geleceğe dair bir hikâyemizin olmayışı, toplumu ortak bir gelecek tahayyülünden mahrum bırakıyor. İnsanlar bireysel yaşam öncelikleriyle ülkenin geleceği arasında seçim yapmak zorunda kalıyor.

Artık toplum bu hikâyenin sonuna geldi. Çünkü insanlar daha sık biçimde görüyor ki, bugünün büyümesi yarının yaşamını tüketiyor. Bu tablo, çıkışı olduğundan emin olamadığımız bir tünelde yolculuk gibi. En büyük tehlike işte bu umutsuzluk hissi. Ve biliyoruz ki umut yoksa, gelecek de yok.

Siyaset toplumun önüne yeni bir hikaye koyacaksa, bu hikayenin iklim ve doğa politikaları kendi başına değil, aynı zamanda ekonomik eşitsizlikler ve toplumsal kırılganlıklarla iç içe düşünülmeli. Doğaya uyum, iklimle mücadele programları, sosyal yardımlar ve eşitsizlik azaltıcı mekanizmalarla, sosyal devletin yeniden inşasıyla birlikte ele alınmalı.

Bugün ihtiyacımız olan, korkunun ve felaketin diliyle değil, umut ve bereketin diliyle konuşan yeni bir hikaye. Zeytin ağacını da Akbelen ormanını da köylünün geçimini de şehrin havasını da aynı hikayeye dahil edecek bir dil. Köylünün geçim kaygısına, kentlinin temiz hava ihtiyacına, emeğin ve istihdamın iş talebine seslenen bir dil. Afet bütçelerinin yerini dayanıklılık bütçeleri aldığında, madenin gölgesi yerine bereketli toprağın umudu öne çıktığında, bu ülke yeniden geleceğe güvenle bakabileceğimizden kuşkum yok.

Çünkü aslında mesele sadece zeytin ağacını korumak, bir ormanı savunmak değil. Asıl mesele geleceği, umudu ve demokrasiyi yeniden inşa etmek. Ve bu topraklarda umut yeniden yeşerirse, biliyoruz ki bereket de yeniden filizlenecek.

Oksijen'den alınmıştır.

                                                               /././

Cengiz yazlığı örnek aldı -Sözcü-

Bodrum’un nadide bölgelerinden Cennet Koyu’nda Cengiz Holding inşaata devam ederken, projede yazlık sarayda olduğu gibi hilal şeklinde iki ayrı plaj yapılacak. AKP iktidarı döneminde aldığı milyarlık ihalelere 2012 yılında Bodrum’un en özel koylarından olan 700 dönümlük Cennet Koyu arazisini de ekleyen Mehmet Cengiz,  Bulgari ile anlaştığı projede yapacağı 2 plaj için Cumhurbaşkanlığı’nın Okluk Koyu’ndaki ‘yazlık saray’dan ilham aldı. Bulgari Hotels & Resorts, Jeweler of Hospitality koleksiyonunun 12’nci halkası olarak planlanan ve 2027’de açılması beklenen proje kapsamında iki adet yazlık saray benzeri hilal şeklinde plaj yapılması hedefleniyor. İnşaat görüntüsü ile çokça tartışılan projeyi yerinde gören Gazeteci Yazar Ertuğrul Özkök yazısında projelerin de detaylarına da yer vererek, projede 2.000 metrekarelik malikanelerin yer aldığına dikkat çekti.(EVİNİN 5 KATI) İnşaat projesi için “Dışardan bakıldığında gerçekten insanı rahatsız eden bir görüntüsü vardı” ifadelerini kullanan Özkök, Bulgari Grup Başkan Yardımcısı ve Bulgari Otel Kurucusu Silvio Ursini ile dev bir malikanede buluştuğunu belirtti. Proje detaylarına ilişkin “Silvio ile yarımadanın rezidans olarak yapılan bölümde tamamlanmış evlerden birinde konuştuk ve yemek yedik.  Ev dediysem, gerçekten Hamptons’taki malikanelere taş çıkartacak bir bina. İç mekanı 2.000 metrekare. Benim evimin 400 metrekare olduğunu düşünürsem, beş katı. 20 tane 100 metrekarelik apartman dairesi yani” bilgilerini veren Özkök’ün yazısına göre projede toplam 101 Bulgari Mansion ile otel kısmında 43 misafir odası ile 40 bağımsız villa yer alacak. (277 milyon TL’ye aldı) Bodrum Gölköy Mahallesi’ndeki Cennet Koyu’nda 700 dönümlük arazi, Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun 1 Haziran 2010 tarihli kararıyla özelleştirme kapsam ve programına alındı. Mülkiyeti Hazine’ye ait olan ve halk arasında ‘Cennet Koyu’ olarak bilinen 423 No’lu parselin satış ihalesi, 12 Temmuz 2012 tarihinde yapıldı. Mülkiyeti o dönemde Hazine’ye ait olan kamu arazisini Mehmet Cengiz ortağı olduğu ‘Bodrumbir’ isimli şirketi, 277 milyon TL’ye satın almıştı. Daha sonra şirket Cengiz Holding’e devredilirken, sit alanı olan bölgede proje başladı.

                                                         ***

TOKİ dere yatağına mahalle inşa edecek -Birgün-

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na bağlı Toplu Konut İdaresi Başkanlığı’nın (
TOKİAntalya Konyaaltı’nda yapacağı 6 etaptan oluşan yeni toplu konut projesi için seçilen yer tartışma yarattı. Evrensel’in haberine göre Çakırlar Mahallesi sınırlarında bulunan arazi, Boğaçayı’nın kolu olan Çandır Çayı’nın yatağında yer alıyor.

206 bloktan oluşan projede iki ilkokul ve bir cami de yer alıyor. Geçmişte kum ve çakıl ocaklarının bulunduğu bölge, AFAD’ın hazırladığı İl Afet Azaltım Raporunda taşkın riski olan yerler arasında gösteriliyor. Dere yatağı ve dağ eteğindeki arazi, hızlı gelişen seller için de risk taşıyor. TOKİ’nin hazırladığı proje tanıtım dosyasında ise, "Proje sahasında proje kriterlerini etkileyecek yavaş gelişen, hızlı gelişen ve ani gelişen seller söz konusu değildir" ifadelerine yer verilmesi dikkati çekiyor.
                                         ***
Sıfıra sıfır elde var sıfır!-Özer Akdemir/Evrensel-

Küresel ısınmayı 1.5-2 derecede sınırlamayla ilgili ortaya konan net sıfır emisyon hedefine dair her alandan çeşitli araştırmalar, öneriler yayımlanıyor. İstanbul Politikalar Merkezinin (İPM) açıkladığı yeni raporuna göre 2053 bu tarihe kadar bina sektöründen kaynaklanan emisyonların tamamen sıfırlanması mümkün. Ancak bunun için bu işi dert edinip uygulayacak merkezi bir yapılanmaya ve 200 milyar dolarcık bir paraya ihtiyaç var!

İPM’den karbonsuzlaşma raporu

Sabancı Üniversitesi İPM eylül ayının başında yazarları arasında Doç. Dr. Bora Kat, Prof. Dr. Ebru Voyvoda, Dr. Erdinç Ersoy, Doç. Dr. Duygu Erten, Prof. Dr. Erinç Yeldan, Prof. Dr. İlkay Dellal gibi çeşitli üniversitelerden öğretim üyeleri ile enerji, inşaat sektöründen yöneticilerin bulunduğu “Türkiye’nin karbonsuzlaştırma yol haritası / 2053’te net sıfıra doğru ” başlıklı raporunu açıkladı. Raporun 24 sayfalık “yönetici özeti”nde Türkiye’nin 2021 yılında Paris Anlaşması’na taraf olduğu ve sera gazı emisyonlarını 2053’te net sıfıra indirme hedefini açıkladığına dikkat çekilerek, “Ancak 2022’de güncellenen ulusal azaltım beyanında (NDC) belirlenen sera gazı emisyonlarını 2030’da referans senaryoya göre yüzde 41 azaltma hedefi bu uzun vadeli hedefle uyumlu değildir” deniliyor.

Bina emisyonları nasıl sıfırlanabilir?

İPM’nin raporuna konut emisyonlarının azaltılmasına ile ilgili katkıda bulunan Doç. Dr. Duygu Erten’e göre Türkiye’nin 2053 net sıfır hedefine ulaşabilmesi için yapacağı ilk iş fosil yakıtlardan çıkış ve enerji verimliliği tedbirlerinin alınması olmalı: ”Bu zorlu dönüşümün başarılması, Türkiye’yi iklim hedeflerine yakınlaştırmakla kalmayacak, enerji tasarrufu ile hane bütçelerine de önemli katkı sunacak. Türkiye’de binaların doğrudan emisyonları, toplam karbondioksit emisyonlarının yaklaşık yüzde 14’üne neden oluyor. Tüm binalar arasında konutlar ise yüzde 76 ile emisyonların aslan payından sorumlu”.

İPM’nin raporu 2053 net sıfır hedefine uygun olarak bu emisyonları tamamen sıfırlamanın olanaklı olduğunu ileri sürüyor. Peki nasıl? “Doğru hedefler belirlenir ve gerekli yatırımlar yapılırsa bina sektörü emisyonları 2035’te yüzde 67, 2053’te ise yüzde 100 azaltılabilir”.

Nedir bu “doğru hedefler?​” sorusuna, binalarda fosil yakıt kullanımını sonlandırmakla başlayıp, doğal gaz yerine elektrikli sistemlerin kullanılmasının bina sektöründeki toplam azaltımların yarısından fazlasını sağladığı gibi yanıtlar veriliyor.

‘Sihirli değnek’

Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümünde yapan, sonrasında yüksek lisans ve doktora derecelerini ABD’de Rutgers Üniversitesi İnşaat ve Çevre Mühendisliği alanında tamamlayan Erten, “Elimde bir sihirli değnek olsa ilk yapacağım iş, kömürden çıkmak olurdu,’’ diyor. İyi ama “Siyasi, ekonomik, ekolojik ve sosyal sonuçları olan bu kararı verecek olan siyasi iktidar bu işin neresinde? Ekonomik kriz altında inim inim inleyen, en basit demokratik hakları, seçme-seçilme hakkı bile elinden alınmış yurttaşlar bu işin neresinde?​” diye bakarsak durum hiç de iç açıcı görünmüyor.

                                                                  Duygu Erten
Erten, tam da bu düşünceden yola çıkarak ‘‘Türkiye’de kaç hane, bu tasarruflar için gereken dönüşümü yapabilecek bütçeye sahip? Cam ve pencere değiştirmek, yalıtım yapmak, bunlar oldukça masraflı işler” diyor ve çözüm önerisini de şu şekilde ortaya koyuyor; “Bunun daha merkezi bir sistemden yapılması, kömürden doğal gaza ve son olarak elektrifikasyona geçilmesi gerek.”

Fotoğraf: Özer Akdemir/ Evrensel

200 milyar dolarcık lazım!

İPM’nin raporuna göre; 2053’te bina emisyonlarının sıfıra indirilmesi için yeni binaların neredeyse tamamının sıfır enerjili bina olarak inşa edilmesi, binalarda yenilenebilir enerji oranının 2050’de yüzde 30’a çıkarılması, 2000 yılından önce inşa edilmiş binaların kademeli olarak yıkılıp yenilenmesi ve binalarda enerji verimliliği iyileştirmeleri yapılması gerekiyor. Tüm bu dönüşüm için gereken para ise 200 milyar dolarcık!

Yoksulluk sınırının 89 bin 385 lira seviyesine yükseldiği, 22 bin 104 lira asgari ücret alınan ülkemizde açlık sınırının 27 bin 441 lira olduğu bir ekonomik düzende bu işi gerçekleştirmek için sihirli değnekten fazlasına ihtiyaç olduğu kesin!

Konutlarda elektrik tüketimi yüzde 25-40 azalabilir

Biz yine de iyimserliği elden bırakmayalım; “Oldukça maliyetli olan bu dönüşüm başarıldığında ise yalnızca Türkiye’yi iklim hedeflerine yaklaştırmakla kalmayacak, hane bütçesi için de yararlı olacak. Ortalama bir konutta yüzde 25 ila 40 arası tasarruf sağlanabilecek.”

Konutlarda yüzde 25-40 arasında elektrik tüketimi azaldığında elektrik alım garantileri verilen enerji üretim şirketlerinin ürettikleri fazla elektrik ne olacak peki? Şimdiye kadarki uygulamalardan gördük ki böylesi bir durumda (Ki AKP’nin elektrik tüketiminin bu derece düşmesine izin vermesi çok olası gözükmüyor) alıp çöpe attığımız elektriğin parası gene genel bütçeden karşılanacaktır.

Tüm bu dönüşümünün ön koşulunun devletin bu süreci sahiplenmesi olduğu yazıyor raporda. Bunun için de özel sektörle birlikte (Özel sektör yine yaşadı, buradan da ekmek yiyecek!), yeşil konut kredileri, yeşil mortgage (Bankalara kıyak olsun) ile birlikte kooperatiflerin ve belediyelerin önemli rol üstlenmesi gerekiyor. Söz buraya gelmişken İzmir depreminden sonra evleri yıkılan, hasar gören yurttaşların kooperatifçilik modeli ile ucuza ev sahibi yapılmasına dayanan model nedeniyle İzBB Eski Başkanı Tunç Soyer ve İzBB bürokratlarının tutuklu olarak yargılandığını da ekleyelim. Sistem, bu türden kooperatifçilik gibi kolektif üretim-tüketim modellerini pek sevmez de...

Fotoğraf: Özer Akdemir/ Evrensel

‘Aslında boşa konuşuyoruz’

Duygu Erten’in değerlendirmelerinden belli bölümlere bakalım; “En önemli strateji değişikliği olarak kömürden doğal gaza ve doğal gazdan elektriğe geçişle 2045’e kadar ısınmada fosil yakıtların tamamen terk edilmesini hedefledik. Bu, devletin, hükümetin, bakanlıkların koyduğu hedeflerden farklılaştığımız en önemli nokta: 2045’e kadar fosil yakıtlardan çıkıyoruz.”

Yani, devlet-hükümet bu işin içinde değil! Öyle olsa, Akbelen Ormanı’nı YK Enerji Termik Santraline kömür temini için keserler miydi? Öyle olsa on binlerce zeytin ağacının yine kömür ocağı açabilmek için sökülerek taşınması (Siz yok edilmesi olarak anlayın) için tüm tepkilere rağmen “süper talan yasası” çıkarılır mıydı?

Bilimsel rapor mu Feriştah yenge fentezisi mi?

Raporda; fosil yakıtlardan çıkış, enerji tasarrufu gibi konulardaki dünyadaki uygulamalara atıfta bulunularak Türkiye’nin de bunları örnek alabileceği temennisi dillendiriliyor. Örneğin elektrikli ısı pompası, ocaklar veya sıcak su sistemlerine geçen hanelere dünyadaki birçok ülkede yapılan geçici fatura indirimleri, fosil yakıtlardan çıkış için uygulanan hurda desteği, eski kombileri, sobaları teslim ederek, alacağınız yeni ürünlerde indirimler, devletin de vergi düzenlemelerinde bulunması, KDV, ÖTV indirimleri yapması vs... Peki bunlar, bu ekonomik programda uygulanabilecek şeyler mi? Sorunun yanıtı belli aslında.

“Elimde bir sihirli değnek olsa ilk yapacağım iş, kömürden çıkmak olurdu” diyen Erten şöyle bitiriyor cümlesini; “Kömürden çıkıncaya kadar aslında boşuna konuşuyoruz”.

AKP’nin kömürden çıkış gibi bir niyetinin olmadığı ortadayken buna benzer tüm bilimsel raporlar da ne yazık ki birer “Feriştah yenge fentezisiden” öteye gidemiyor!

Yani; “Sıfıra sıfır elde var sıfır”!

                                                        /././

Sel riski yok sayıldı: TOKİ Antalya'da dere yatağına mahalle kuracak -Yusuf Yavuz / soL-

TOKİ’nin Antalya’da inşa edeceği mahalle büyüklüğündeki yeni toplu konut projesi için seçilen dere yatağındaki arazi, AFAD İRAP raporunda taşkın riski altındaki bölge içinde yer alıyor.

OKİ’nin Antalya Konyaaltı’nda yapacağı 6 etaptan oluşan yeni toplu konut projesi için seçilen yer tartışma yarattı. Çakırlar Mahallesi sınırlarında bulunan arazi, Boğaçayı’nın kolu olan Çandır Çayı’nın yatağında yer alıyor. Toplam 206 bloktan oluşan projede iki ilkokul ve bir cami de yer alıyor. Geçmişte kum ve çakıl ocaklarının bulunduğu bölge, AFAD’ın hazırladığı İl Afet Azaltım Raporunda taşkın riski olan yerler arasında gösteriliyor.


Çandır Çayı'nın yatağına 206 blok inşa edilecek

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na bağlı Toplu Konut İdaresi Başkanlığı (TOKİ) Antalya’da yapılması planlanan yeni konut projelerini duyurdu. Konyaaltı ilçesine bağlı Çakırlar Mahallesi’nde, yaklaşık 563 bin metrekarelik alanda yapılması planlanan mahalle büyüklüğündeki proje, 6 etaptan oluşuyor. Toplam 4574 konut, 70 dükkan, 2 ilkokul ve 1 camiden oluşan proje için 23 Eylül 2025 tarihinde ÇED sürecinin başladığı duyuruldu. TOKİ’nin resmi internet sitesinde ise projelerin ihale tarihleri paylaşıldı. Ancak TOKİ’nin kuracağı yeni mahalle için yapılan yer seçimi tartışma yarattı.

Birçok ilde yapılan projelerde kayalık ve sağlam zeminleri tercih eden TOKİ’nin Antalya’da yapacağı yeni proje için taşkın riski olan dere yatağını seçmesi dikkat çekti. Proje için seçilen arazi, Boğaçayı’nın bir kolu olan ve geçmişte kum ve çakıl ocaklarıyla tahrip edilen Çandır Çayı’nın yatağında yer alıyor. Alüvyon zeminden oluşan arazide, bodrum zemin ve artı 5 kattan oluşan toplam 206 blok inşa edilecek.


AFAD Raporu'na göre arazi taşkın riski altında

AFAD’ın 2021 yılında hazırladığı Antalya İl Afet Azaltma (İRAP) Raporu’na göre TOKİ’nin yeni kuracağı mahalle taşkın riski altındaki bölgede yer alıyor. Boğaçayı ve kollarını etkileyecek taşkın riski haritasına da yer verilen raporda, 1620 hektarlık alanı etkilemesi beklenen senaryoya değinilerek şu ifadelere yer veriliyor:

“Boğa Çayı Çayın Q100 değeri 1355 m3 /s, Q500 değeri 1892 m3 /s’dir. Q100 dikkate alındığında muhtemel taşkın riski altında bulunan alanının 1530 ha, Q500 dikkate alındığında ise muhtemel taşkın riski altında bulunan alanın 1620 ha olduğu belirlenmiştir. Boğa Çayı sınırları ve belirtilen debiler altında taşkın riski altında bulunan alanları gösteren harita Şekil 2.10’da verilmektedir.”

ÇED Raporunda sel riski de yok sayıldı

2016 yılında, dönemin Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından hazırlanan Antalya Havzası Taşkın Yönetim Planı’nda da bölge taşkın riski bulunan yerler arasında gösteriliyor. Dere yatağı ve dağ eteğindeki arazi, hızlı gelişen seller için de risk taşıyor. Ancak TOKİ’nin hazırladığı ÇED raporunda (Proje Tanıtım Dosyası), “Planlanan proje sahasında proje kriterlerini etkileyecek yavaş gelişen, hızlı gelişen ve ani gelişen seller söz konusu değildir” ifadelerine yer verilmesi dikkati çekiyor.

TOKİ’nin bağlı olduğu Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, taşkın yönetim planı kapsamında önleyici tedbirleri alması gereken paydaş kurumlar arasında yer alıyor. Özellikle kentlerde büyük zararlara yol açan sel ve taşkınların önlenmesinde, yapılaşma için seçilen arazilerin planlanması önem taşıyor. Mekânsal Planlama da aynı bakanlığın sorumluluğunda. Ancak birçok ilde TOKİ için seçilen yerlerin kayalık ve sağlam zeminlerde yer almasına rağmen Antalya’da taşkın riski olan dere yatağındaki alüvyon arazinin seçilmesi planlama hatası olarak yorumlanıyor.

                                                               /././

(derleyen: mstfkrc)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

“Baltacı ve Katerina efsanesi” yazıları üzerine bir özür ve etik tartışma -Faruk Bildirici /T24-

Mehmet Ali Çiçekdağ, Metin Gülbay ve Vikipedi’den alıntılar yapmış ama hiç kaynak göstermemiş. Gülbay ise Vikipedi’den alıntı yaptığı bölüml...