İsrail, Suriye’de şimdilik hedef küçülttü -Akdoğan Özkan/T24
Şam ve Tel Aviv arasındaki kapsamlı güvenlik anlaşması görüşmeleri hedef küçültüp “gerilimi düşürme” görüşmelerine direksiyon kıvırmış gibi görünüyor. Ankara için geçici de olsa bir zafer, bir soluklanma imkânı. Ama tehdit ortadan kalkmış değil.
Suriye’de Ankara için bir felaketin eşiğinden dönüldü. Tabii “şimdilik” kaydını düşelim.
Plan şuydu: Suriye Geçiş Hükümeti Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şara, 58 yıl sonra New York’ta BM Genel Kurulu’na seslenecek ilk Suriye lideri olacak ve bu oturum sonrasında İsrail ile -ABD arabuluculuğunda- bir güvenlik anlaşması imzalayarak, bir anlamda ülkenin güney kesiminin anahtarını Tel Aviv yönetimine bırakacaktı. Görüşmelere yakın dört kaynağın Reuters haber ajansına verdiği bilgilere bakılırsa, iki ülke arasında güvenlik anlaşmasına varma çabaları, İsrail'in Suriye'nin güneyindeki Süveyda vilayetinde kendisi için bir “insani koridor” açılmasına izin verilmesi talebi nedeniyle son dakikada sekteye uğradı. Suriye’nin özellikle İsrail’e “insani” amaçlı da olsa bir “kara koridoru” açılması talebini egemenliğinin ihlali olarak değerlendirerek son dakikada reddettiği kaydediliyor.
Ankara için de İsrail’in ABD'nin müttefiki olan Kürt grupların kontrolündeki bölgeleri, Suriye'nin Golan Tepeleri'nden başlayıp Dera, Süveyda, Tenef, Deyrizor ve Ebu Kamal vilayetlerinden geçerek Fırat Nehri'ne uzanan bir koridor üzerinden İsrail'e bağlama planı şimdilik ötelenmiş oldu. Davut Koridoru, ilan edilmiş resmi bir Tel Aviv hedefi olmasa da analistler, Nil Nehri'nden Irak'taki Fırat Nehri'ne kadar uzanan Tevrat'taki bir hududa atfen kullanılan bu koridorun “Büyük İsrail” projesinin bir parçası olarak bu ülkeye bölgesel nüfuzunu arttıracak stratejik bir erişim noktası sağlayacağını, Netanyahu’nun da böyle bir hesapla hareket ettiğini düşünüyorlar.
Diplomatik kaynaklardan İsrail ve Arap medyasına sızan bilgilere bakılırsa, Suriye iye bu koridorun ilk adımı gibi görülen “güvenlik anlaşması” imzalanırsa, İsrail ordusu 1974’te imza edilen ateşkes anlaşmasına uygun olarak, Suriye’de işgal ettiği yerlerden büyük ölçüde çekilecek, ancak bunun karşılığında da Suriye ordusu Şam’dan Süveyda'ya kadar uzanan bölgeyi asker ve silahtan arındıracak, Süveyda Valiliği dahilinde İsrail için bir “insani koridor” kurulmasına izin verecekti. Ayrıca Suriye ordusu, ülkede füze ve hava savunma sistemleri de dahil olmak üzere stratejik silah konuşlandırmamayı taahhüt edecek, İran'a yönelik hava saldırılarını sürdürebilmesi için hava sahasını İsrail savaş uçaklarına açmayı resmen kabul edecekti.
Geçen hafta detaylı şekilde yazdığım üzere, ABD'nin Şam'a yönelik yaptırımlarını kalıcı olarak kaldırması da biraz bu “güvenlik anlaşmasının” imzasına bakıyordu.
Yine geçen hafta yazdığım şekilde, anlaşma bu şekilde imzalanırsa, İsrail Golan Tepeleri’nden Süveyda’ya, oradan da Suriye’deki ABD desteğinde hareket eden Kürt milislerin kontrolünde bulunan kuzeydoğu Suriye topraklarına uzanan “Davut Koridorunu” üzerinden l yakın bir gelecekte Türkiye’nin bir anlamda komşusu olabilecekti.
Diplomatik çevrelerden geçen hafta yansıyan haberler de Suriye ile İsrail’in, ABD'nin arabuluculuğunda Bakü, Paris ve Londra'da aylarca süren ve nihayet New York'ta yapılan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu öncesinde hız kazanan görüşmelerin ardından, bir “güvenlik anlaşmanın” genel hatları üzerinde anlaşmaya yaklaştıkları yönündeydi.
Markaj sonuç verdi
Ankara Şara’yı bu amaçla bir süredir -deyim yerindeyse- sıkı markaj altına tutuyor ve yoğun temaslarla -iki ülke arasında bir güvenlik anlaşması imzalanacaksa bile- Ankara’nın güvenliğini tehlikeye atacak şartlar barındırmasına engel olmaya çalışıyordu. O yüzden, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, BM'nin 80. Genel Kurulu'na katılmak için gittiği New York'ta Suriye Geçici Cumhurbaşkanı Ahmed Şara ile Türkevi'nde dahi bir araya gelmişti. New York’ta da “markaj” uygulanan Şara’nın bu ziyareti, Şam’ın güvenlik anlaşması görüşmelerinde Ankara’nın taleplerini dikkate alıp almadığının sinyallerini vermesi açısından önemliydi.
Gelinen noktada, Ankara’nın 2011’den başlayarak Suriye politikasında yaptığı hatalı birtakım tercihler, bu ülkenin bir devletsizliğe teslim olmasına ve güç vakumunda ancak İsrail’in silah oynatabildiği bir ülke haline gelmesine katkıda bulunmuştu. Ankara’nın Suriye’deki -eğitim için dahi olsa- olası askeri varlığını açıkça reddeden Tel Aviv, bu çerçevede daha önce Humus çevresindeki bir havalimanı ile hava savunma üssünü Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının konuşlanmasına izin vermeyecek ve Ankara’ya meydan okuyacak şekilde imha etmişti.
Suriye’nin kuzeyinde askeri üsler kuran, Şam yönetimine muhalif askeri yapılanma olan Suriye Milli Ordusu’nun kuruluşuna ve eğitimine büyük destek veren ve nihayet Esad’ı iktidardan uzaklaştırarak Şara’yı zafere ulaştırdığını zanneden Ankara, bir anda Suriye’de sadece 3 milyon Sünni Arap Suriyeliyi mülteci olarak kendi coğrafyasına almış olarak denklem dışı kalma noktasına gelmişti.
Sürecin geldiği noktadan bakarsak, İsrail’in dayattığı şartlara Şara’nın şimdilik prim vermemiş olması Tel Aviv’i Washington üzerinden belirli ölçülerde de olsa dizginlemeye çabalayan Ankara için geçici bir zafer sayılabilir. Ancak konu kapanmış değil. Şam, yaptırımların kalıcı olarak kalkması için görüşmeleri sürdürecek. Bu arada, Ankara, bir yandan Şara’nın yukarıda detaylarını verdiğim şartlar barındıran bir güvenlik anlaşmasının altına imza atmasına engel olmaya çalışırken, bir yandan da 10 Mart Mutabakatı’na uymasını istediği Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile Washington’a, “Aralık ayına kadar Kürt milislerin Suriye’ye entegrasyonu sonuçlanmazsa, askeri harekata geçebiliriz” mesajını vermeye çalışıyordu. ABD, Beyaz Saray’daki Erdoğan- Trump görüşmesinde, Biden döneminde imtina ettiği itibarı Ankara’ya geri vermiş, abartılı davranışsal jestler ile Türkiye’yi “güvenilir müttefik” gibi hissettirmiş iken Ankara’nın Aralık ayı terminine de fren koymuş olabilir. Ancak “entegrasyon” konusunda da henüz atılmış somut bir adım yok. Kürtlerin entegrasyon öncesinde kendilerine özerkliğin yolunu açacak anayasal garantiler istediği de biliniyor.
Son olarak, Suriye Kürt Ulusal Konseyi (KUK) Başkanlık Kurulu üyesi Naamat Davud, Geçiş Dönemi Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şara’dan görüşme için halen resmi bir davet almadıklarını açıkladı. Davud, “Suriye çok etnikli ve çok uluslu bir ülkedir ve Kürt sorunu, anayasal olarak ele alınması gereken ulusal bir meseledir ve Kürt ulusal hakları anayasada güvence altına alınmalıdır," şeklinde konuştu. Davud, Kürt Ulusal Konseyi'nin temel talepleri arasında “tüm Suriyeliler için çoğulcu, demokratik ve istikrarlı bir Suriye'nin kurulması, yeni anayasada her unsurun kendine özgü niteliğini koruyacağı ve Kürt ulusal haklarının tüm Suriyeli toplulukların haklarıyla birlikte güvence altına alınması gerektiğini,” vurguladı.
“Gerilimi düşürmeye” doğru
Velhasıl, Suriye’nin kuzeyinde “entegrasyon” meselesi kolay çözülecek gibi görülmüyor. Bu şartlar altında, Ankara’nın da Washington üzerinden bastırmasıyla, Şam ve Tel Aviv arasında, yakın vadede, Suriye’nin güneydeki egemenliğini yitirmesine yol açacak kapsamlı bir “güvenlik anlaşmasından” ziyade, yukarıda saydığım maddelerden bazılarını dışarıda bırakabilecek “gerilimi düşürme” amaçlı bir anlaşma imzalanabilir. Zaten ABD’nin Suriye Özel temsilcisi Thomas Barrack da son günlerde, “insani koridor” şartının yer almadığı bir “gerilimi düşürme” anlaşması için çalışıldığından dem vuruyor. Gerilimi düşürme anlaşmasının” İsrail ile Şam yönetiminin müzakere ettiği güvenlik anlaşmasına giden yolda “ilk adım” olacağını belirtiyor.
Zira Washington aslında iyi biliyor ki, İsrail’in “insani koridoru” fırsat bilip Dürziler üzerinden Suriye’nin egemenliğini hiçe sayan bir manevraya girişmesi halinde, Ankara da kuzeyde inisiyatifi askeri yöntemlerle ele alacak bir operasyona girişeceği mesajını net olarak verdi.
Gerek Şam gerek Ankara şu şartlar altında bir miktar daha zaman kazanmış görünüyor. Ancak ilerleyen süreçte Ankara’nın kaygıları ne ölçüde dikkate alınacak, bu arada Kürt milis güçlerinin ana omurgasını oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG), Şam’ın otoritesini tam olarak kabul edip, -adını dahi koymadığı bazı “süreçlerde” geldiği “hukuki çözüm aşamasını” Meclis Komisyonu’nun gündemi yapmaya çalışan- Ankara’nın da onaylayacağı şartlar altında Suriye ordusunun bir parçası olacak mı, bunu zaman gösterecek.
Suriye İnsan Hakları rakamlarına bakılırsa, bölgede Sünni aşiretler ile Dürziler arasında temmuz ayında yaşanan mezhep çatışmaları, infazlar, İsrail bombardımanları ve diğer şiddet olaylarında 2 bin 26 kişi hayatını kaybetmişti. Suriye’nin güneyini Suriye askerleri ve silahlarından arındırmayı hedefleyen İsrail, bir yandan da belirli Dürzi gruplara silah ve para yardımı yapıyor, tüm Dürzi grupları birleştirmeye çalışıyor.
/././
Gazze Şeridi'nde can kaybı 66 bini aştı -soL-
İsrail ordusunun 7 Ekim 2023'ten bu yana Gazze Şeridi'ne düzenlediği saldırılarda yaşamını yitirenlerin sayısı son 24 saatte 79 artarak 66 bin 5'e yükseldi.
Gazze'deki Sağlık Bakanlığından yapılan yazılı açıklamada, İsrail'in devam eden saldırılarında yaşanan can kayıpları ve yaralanmalara ilişkin son bilgiler paylaşıldı.
Son 24 saatte Gazze Şeridi'ndeki hastanelere 79 ölü ve 379 yaralının getirildiği aktarıldı.
İsrail ordusunun Gazze Şeridi'nde 19 Ocak'ta varılan ateşkesi bozarak 18 Mart'tan bu yana düzenlediği saldırılarda 13 bin 137 Filistinlinin öldüğü, 56 bin 121 kişinin yaralandığı belirtildi.
İsrail-ABD güdümlü yardım dağıtım noktalarında Filistinlilerin hedef alındığı sistematik saldırılarda 27 Mayıs'tan bu yana öldürülenlerin sayısının 2 bin 566'ya, yaralananların sayısının da 18 bin 769'a ulaştığı ifade edildi.
İsrail'in Gazze Şeridi'ne 7 Ekim 2023'ten beri düzenlediği saldırılarda hayatını kaybedenlerin sayısının ise 66 bin 5'e, yaralıların 168 bin 162'ye yükseldiği kaydedildi.
Gazze Şeridi'nde enkaz altında hâlâ binlerce ölü olduğu belirtiliyor.
***
Sandalye ve Blair House ötesi: Erdoğan’ın sıkıştığı üçgen -Yalçın Doğan /T24-
Erdoğan tam açmazda. Trump - Putin - Bahçeli üçgenine düşüyor. İçeride ve dışarıda bu üçgen içinde sıkışıyor. Trump’la işbirliğine giderse, Bahçeli’ye çarpıyor, yani iktidar ortağına!..
İki siyasi çığırtkanlık var, Erdoğan - Trump görüşmesine ilişkin yandaşların hezeyanında:
Sandalye ve Blair House.
Trump’ın Erdoğan’a “ne kadar değer verdiğini” anlatmak üzere, sandalye örneği veriliyor.
“Sandalyeye otururken, Trump rahat oturması için Erdoğan’ın sandalyesini arkadan tutuyor ve ona doğru çekiyor.”
Sandalye sahnesi devamında “Trump Erdoğan’ı el üstünde tutuyor” haberleri flaş, flaş, flaş!..
Oysa...
Trump 14 Şubat’ta Hindistan Başbakanı Modi’nin,
7 Nisan’da da Netanyahu’nun rahat oturmaları için sandalyelerini yine arkadan tutuyor ve onlara doğru çekiyor.
Erdoğan’a özel değil, Oval Ofis’te kabul ettiği liderlere jest.
Yağdanlık uğruna çarpıtma serbesttir!..
Blair House
Washington’da Erdoğan Blair House’da ağırlanıyor.
Beyaz Saray’ın hemen karşısındaki Blair House 1824’ten beri Başkanın Konuk Evi olarak hizmet veriyor. Yabancı liderlerin “devlet ziyareti” sırasında ağırlandıkları ev.
“Devlet ziyareti” çerçevesinde ABD Başkanı ile görüşmeye gelmişse, Patagonya lideri de Blair House’da ağırlanıyoor, Papua Yeni Gine lideri de. Konuk evinde liderle birlikte gelen heyetten toplam on iki kişi kalabiliyor.
Blair House’da ağırlanan başka Türk liderleri de var:
1954’te Cumhurbaşkanı Celal Bayar,
1959’da Başbakan Adnan Menderes,
1964’te Başbakan İsmet İnönü,
1967’de Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay,
1972’de Başbakan Nihat Erim,
1991’de Cumhurbaşkanı Turgut Özal,
1992’de Başbakan Süleyman Demirel,
1993’te Başbakan Tansu Çiller,
1999’da Başbakan Bülent Ecevit.
Erdoğan için ayrıcalıklı bir muamele yok.
Erdoğan, Blair House çalışanlarıyla hatıra fotoğrafı çektirdi
Bahçeli’nin TRÇ formülü
Zafer tamtamları karşısında ciddi bir itiraz yükseliyor.
Erdoğan Amerika’ya ayak basarken, ortağı Devlet Bahçeli çok farklı bir siyasi tercih ilan ediyor:
“Dünyaya meydan okuyan ABD - İsrail şer koalisyonuna karşı en uygun seçenek Türkiye, Rusya ve Çin’den (TRÇ) oluşan ittifaktır”.
Erdoğan “Dostum Trump” diyor, Bahçeli Amerika’yı her türlü kötülüğün beklenebileceği ülke olarak niteliyor. Sonra önerisini tanımlıyor:
“Askeri bloktan ziyade, enerji, ulaştırma, sanayi, teknoloji, finans alanlarında (...) ortaklık modeli.
(...)Uluslararası güvenlik alanında kaos devam ederse, barışa katkı verebilecek unsurlarla desteklenen, ekonomik ve ticari konular dahil, çok yönlü işbirliği imkanları da mümkündür.”
Trump’tan şok çıkış
Araya Trump giriyor. Beyaz Saray’da basının karşısında Erdoğan’ı fena sıkıştırıyor:
“Türkiye Rusya’dan petrol ve doğalgaz alımını durdursun, bu alanda bizimle anlaşmaya varsın!”
Bu laf orada kalmıyor, Türkiye Amerika ile:
-LNG, sıvılaştırılmış doğalgaz anlaşması ile
-Nükleer enerji santralları anlaşması imzalıyor.
Önceden anlaşmaya varılmış ki, imzalar anında atılıyor.
Bahçeli - Trump
Bahçeli sektirmiyor, ertesi gün:
“Rusya ve Çin ile (...) LNG kapasitesi ve nükleer projelerde Türkiye’nin arz güvenliği ve fiyat istikrarı sağlayacak uygulamaları geliştirmek mümkündür”.
Bahçeli çok net, Amerika ile imzalanan enerji anlaşmasına karşı çıkıyor.
Erdoğan - Bahçeli arasında ilk en net görüş ayrılığı.
Rusya boş durmadı
Bahçeli’ye paralel, Rusya lafı çakıyor:
“Türkiye egemen bir devlet olarak, Rus petrolü alımı dahil, Rusya ile işbirliğinin devamına bağımsız olarak karar verecek durumdadır.
Türkiye ile ekonomik ve ticari anlaşmamızı sürdürüyoruz. TürkAkım ve Mavi Akım tam kapasiteyle çalışmaktadır”.
Petrol ve doğalgaz alımının yanı sıra, Rusya Akkuyu’da halen bir nükleer enerji santralı inşa ediyor. Ayrıca, Ankara Rusya’ya geçen yıl ikinci nükleer santral için öneri götürüyor.
Ama, Beyaz Saray’da hem sıvılaştırılmış doğalgaz, hem nükleer santral imzaları atılıyor!..
Trump - Putin - Bahçeli
Trump Türkiye’nin Rusya ile enerji ilişkisinin kesilmesini istiyor.
Putin Türk - Rus anlaşmalarının devam edeceğini bildiriyor.
Bahçeli Amerika’ya “şer ittifakı” derken, Rusya’ya yanaşmayı öneriyor.
Erdoğan tam açmazda.
Trump - Putin - Bahçeli üçgenine düşüyor.
İçerde ve dışarda bu üçgen içinde sıkışıyor.
Dışarıda:
Trump’ı aşarsa, Putin’e çarpıyor.
Putin’i aşarsa, Trump’a çarpıyor.
İçeride:
Trump’la işbirliğine giderse, Bahçeli’ye çarpıyor, yani iktidar ortağına!..
Trump’la görüşmesini öve öve bitiremiyorlar ya...
Geldiği noktada bu üçgende sıkışıp kalıyor.
Ayıkla pirincin taşını!..
/././
İlham Ahmet açıkladı: Şam, Mazlum Abdi’ye savunma Bakanlığı teklif etti -Namık Durukan/T24-
“Suriye’nin birliğini korumak ve tüm Suriyelilere güvenceler sunmak için ademi merkeziyetçi bir sistem çok gerekli”
Kuzeydoğu Suriye’nin defacto Özerk Yönetimi Dış İlişkiler Eşbaşkanı İlham Ahmed, Suriye Demokratik Güçleri (DSG) Genel Komutanı Mazlum Abdi’nin veya SDG’den başka bir subayın Suriye ordusunda Savunma Bakanı veya Genelkurmay Başkanı olarak görev alması yönünde Şam ve diğer taraflardan teklifler geldiğini belirtti.
Kuzeydoğu Yönetimi Dış İlişkiler Eşbaşkanı İlham Ahmed, Londra merkezli Arapça ve İngilizce yayın yapan al-Majalla dergisine verdiği röportajda, merkezi Suriye yönetimi ile yürütülen müzakerelerin detayları ve üzerinde görüşme ve tartışmaların sürdüğü anlaşmazlık noktalarını anlattı.
Ahmed ile yapılan kapsamlı röportajda, Suriye Dışişleri Bakanı Esad el-Şeybani ile yapılan görüşmelerin detayları ve iki taraf arasındaki anlaşmazlık noktaları, ABD temsilcisi Tom Barrack'ın rolü, ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTCOM) Komutanı Brad Cooper'ın Kamışlı ve Şam ziyareti, GEÇİCİ Cumhurbaşkanı Ahmed-Şara ile yapılan görüşmeler ve Suriye'de mutabakat sağlanması olasılığı konusunda Türkiye'nin rolüne değinildi.
Üç bölüm halinde yayınlanan röportajda Ahmed, Suriye hükümetiyle en önemli iki anlaşmazlık noktasının Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile Yeni Suriye Ordusu arasındaki ilişkinin geleceği ve Suriye'nin kuzeydoğusundaki "özerk yönetimin" geleceği, yani Suriye rejiminin niteliği ve merkezileşme ile ademi merkeziyetçilik arasındaki ilişki olduğunu söyledi. Röportajda İlham Ahmed’e yöneltilen sorular ve yanıtları şöyle:
* Bu röportajın zamanlaması, sizinle Suriye hükümeti arasında birkaç tur müzakerenin ardından geldi. En son müzakere turu, geçen Ağustos ayı sonunda Şam'da sizinle Dışişleri Bakanı Asad el-Şeybani arasında gerçekleşti. Bu konuda bize neler söyleyebilirsiniz?
İlham Ahmed: Esas itibariyle, aramızda müzakere edilen veya teati edilen evraklar hakkında, özellikle sorunlu maddeler olmak üzere, çözülmesi gereken birçok alan hakkında görüşleri yakınlaştırmayı amaçlayan toplantılardı.
Pek çok sorunlu konu var, ancak temel olarak şunlar: Bunlar nasıl tartışılıyor veya görüşler neler? Bu görüşmeler sırasında görüşlerimizi sunduk ve komitelerin toplanması için bir takvim belirleneceği konusunda bir mutabakat veya anlaşmaya varıldı. Bu komiteler tüm konuları görüşür ve tartışmalar tamamlanana kadar toplantıdan ayrılmaz, ardından da mutabakatlar açıklanır.
“Şam’ın görüşü henüz net değil”
* Elbette görüşmelerin özü, müzakerelerin esası, Cumhurbaşkanı Ahmed Şara ile Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Komutanı General Mazlum Abdi arasında 10 Mart'ta varılan mutabakattır... İki taraf arasında özellikle hangi temel anlaşmazlık noktaları var?
İlham Ahmed: Öncelikle birçok anlaşmazlık noktası var. Açıkçası, Şam'ın gündeme getirilen hususlara ilişkin görüşü henüz net değil. Tüm konular komitelere havale edildi, bu komiteler öncelikle görüşleri tartışacak ve toplantılarda da bunu gözlemliyoruz. Örneğin, ihtilaf noktaları askeri güçler, "Suriye Demokratik Güçleri"nin orduya entegrasyonu, entegrasyon mekanizması ve yönetim mekanizması, Suriye'de yönetimin nasıl şekilleneceği olabilir.
Bunlar, engeller ve zorluklar yaratabilecek iki temel noktadır. Gerekli olan veya olması gereken, uzmanlaşmış teknik komiteler arasında genişletilmiş diyalog ve toplantılardır. Bu komiteler, her iki tarafla ilgili mevcut vizyonları tartışacaktır.
İki anlaşmazlık noktası
* Açıkça söylemek gerekirse, en belirgin iki anlaşmazlık noktası şunlardır: Suriye Demokratik Güçleri ile Yeni Suriye Ordusu arasındaki ilişkinin geleceği ve Suriye'nin kuzeydoğusundaki özerk yönetimin geleceği veya Suriye rejiminin niteliği ile merkezileşme ve ademi merkeziyetçilik arasındaki ilişki. Doğru mu?
İlham Ahmed: Kesinlikle doğru.
* İlgili komiteler bu konuları görüşmek üzere toplantılar yaptı mı?
İlham Ahmed: İlgili komitelerin bu ay toplanması planlanıyordu ve toplantıları için bir takvim belirlendi. Ancak Şam'dan bu komitelerin toplanması konusunda bir yanıt bekledik ve hâlâ bekliyoruz.
“New York sonrası komitelerin toplanabileceğine inanıyorum”
*Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şara'nın New York'a gitmesi öncesinde Şam'da bir dizi müzakerenin gerçekleşmesi bekleniyordu...
İlham Ahmed: Hayır, toplantıların New York'a gitmeden önce bu ay içinde yapılması veya komitelerin toplanması gerekiyordu, ancak bu gerçekleşmedi ve ziyaret (İlham Ahmed'in Şam ziyareti) de gerçekleşmedi. (Cumhurbaşkanı Şaraa) New York'a gitmeden önce özel bir davet yoktu. Ancak komiteler toplanana kadar her zaman iletişimi sürdürmeye, belge ve fikir alışverişinde bulunmaya çalıştık ve çaba gösterdik. Komitelerin toplantısı için de bir tarih belirlenmesini bekledik, ancak New York'tan sonra bu komitelerin toplanabileceğine inanıyorum.
“Önerileri memnuniyetle karşılıyoruz”
*Bakan El Şeybani ile yapılan görüşmeler sırasında size Suriye hükümetinde bazı görevler teklif edildiği doğru mu? Ayrıca, bazı ülkelerin size, örneğin General Mazlum Abdi'nin Genelkurmay Başkanı veya Savunma Bakanı olarak atanması gibi, görevler teklif etmesi ne kadar doğru?
İlham Ahmed: Bu tür öneriler oldu ve ülkelerin de bu doğrultuda düşünmesi doğal. Ancak bizim için bölgenin temsili ve Şam'daki yönetime Suriye'nin farklı kültürlerden gelen topluluğunun katılımı önemli. Anayasal bildirge konusunda mutabakat sağlanması konusu da bizim için öncelikler arasında. Dolayısıyla masada ve gelen önerileri gerçekten memnuniyetle karşılıyoruz, incelemeye açık ve inceliyoruz. Elbette, anayasal bildirgenin güvenceleri de benim için önemli.
* Dolayısıyla sizin görüşünüze göre, Suriye'nin geleceğine ilişkin anlaşmanın ayrılmaz bir parçası olarak pozisyonlar belirlenmeli.
İlham Ahmed: Elbette. Doğru.
“SDG Genelkurmay Başkanlığı’nı devralabilir”
* Peki bu vizyonlar içerisinde geleceğe dair bir mutabakata varıldıktan sonra Genelkurmay Başkanı veya Savunma Bakanı "Suriye Demokratik Güçleri"nden mi olacak?
İlham Ahmed: Suriye Demokratik Güçleri'nden biri Genelkurmay Başkanlığı'nı devralabilir . Biz buna açığız ve bu konuları onlarla da görüştük. Ancak şimdiye kadar bir yanıt alamadık. Bahsettiğim gibi, idari sistem, askeri sistem veya askeri entegrasyon konusunda mutabakatların olması gerekiyor. Mutabakatların olması gerekiyor ve ardından kurumlara entegrasyon sağlanıyor.
"SDG 100 bin kişiden oluşuyor”
* "Suriye Demokratik Güçleri" kaç kişiden oluşuyor?
İlham Ahmed: Tabii iç güvenlikle birlikte yaklaşık yüz bin kişi.
* Toplam olarak "Suriye Demokratik Güçleri" ve "Asayiş" (polis) ve ayrıca "Kadın Koruma Birlikleri"nden mi bahsediyorsunuz?
İlham Ahmed: Kesinlikle doğru.
***
İktidarda 'KAAN' çatlağı: Fidan 'Amerikan motoru lazım' dedi, Görgün 'yerli motor yolda' yanıtını verdi -soL-
AKP’nin “yerli ve milli” savaş uçağı olarak tanıttığı KAAN, motor meselesi üzerinden iktidar içinde tartışma konusu oldu. Dışişleri Bakanı Fidan, uçağın üretiminin ABD’den alınacak motor lisansına bağlı olduğunu söylerken, Savunma Sanayii Başkanı Görgün ise KAAN’ın yerli motorla planlandığını açıkladı.
AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın ABD ziyaretinde pazarlık masasındaki başlıklardan biri de F-35 savaş uçaklarıydı.
Bir dönem Türkiye için üretilmiş 6 uçak hâlâ hangarda tutuluyor. Ancak Türkiye istediği sayıda uçağı alsa da düğüm çözülmüyor. Tıpkı uzun yıllardır F-16'da olduğu gibi F-35'de ekipman, yazılım ve eğitim için ABD'ye bağımlılık sürecek.
AKP'nin bu noktadaki en büyük iddiası "yerli ve milli" savaş uçağı KAAN. Henüz iki uçuş gerçekleştiren uçağın seri üretiminin 2030'ların ortalarını bulması bekleniyor. KAAN'da şu an F-16’larda da kullanılan ve ABD’den satın alınan F-110 motoru bulunuyor. Yani ABD'ye olan bağımlılık sürüyor. Türkiye'de motor üretme seçeneğiyse teknik kapasitedeki yetersizlik ve yüksek maliyet nedeniyle kısa sürede mümkün görünmüyor. Ama bu yöndeki çalışmaların devam ettiği biliniyor.
Bu sorun iktidar içerisindeki bir gerilim hattını daha ortaya çıkardı. New York'ta konuşan Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ABD yaptırımlarından dem vururken, KAAN uçaklarının motoru için ABD'nin onayını beklediklerini vurguladı.
"Şu anda almayı beklediğimiz F-35 ve KAAN'ın motorları var. ABD Kongresi'nde bekletiliyor ve lisansları durmuş durumda. Onların lisanslarının hayata geçirilmesi ve motorların gelmesi lazım ki KAAN'ların üretimi başlayabilsin. Bizim ABD ile olan ilişkimizde sınırlamaların olması, bizi ister istemez uluslararası sistemde daha farklı arayışların içerisine itecek. Kendi yeteneklerimizi elbette geliştiriyoruz ancak hiçbir ülke, sadece kendi geliştirdikleri ile kendisi için yeterli hale gelemez."
AKP'nin KAAN uçağına dair iddiası tümüyle yerliliğe dayanıyorken bir kabine üyesinin ABD olmadan KAAN uçağını üretemeyeceklerini dile getirmesi iktidar içerisinde hızla karşılık buldu.
Cumhurbaşkanlığı Savunma Sanayii Başkanı Haluk Görgün, Anadolu Ajansı'na konuşarak KAAN için yerli motor geliştirme çalışmalarının planlandığı gibi ilerlediğini, KAAN'ın geleceğinin hiçbir şekilde tek bir ülkenin motoruna bağlı olmadığını söyledi.
"KAAN seri üretimi yabancı değil yerli motor üzerinden planlandı. KAAN savaş uçağının ana motoru TF35000 ve yardımcı güç ünitesi APU60 için geliştirme faaliyetleri başarıyla devam etmektedir. Savunma sanayiinde süreç daima bu şekilde işler. Önce mevcut motorlarla başlanır, ardından milli motor projeleri devreye alınır. Biz de KAAN’ı blok yaklaşımıyla üretiyoruz. Yani farklı aşamalarda, farklı kabiliyetlerle güçlenen versiyonlarını envantere kazandırarak, kademeli olarak geliştiriyoruz. Bu kapsamda KAAN savaş uçağımızın teslimat takviminde bir gecikme bulunmamaktadır. Seri üretimimizi riske atmamak için de yalnızca tek bir kaynağa bağlı kalmıyor, farklı tedarik kanallarıyla çalışıyor, alternatifleri eş zamanlı olarak değerlendiriyoruz. Böylece hem takvimi güvence altına alıyor hem de milli motor geliştirme yol haritamızı kesintisiz ilerletiyoruz."
***
Fidan: Kaan’ın üretimi için ABD’den lisans ve motor bekleniyor -Serra Karaçam/halkTV-
WASHİNGTON
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu için bulunduğu New York’taki Türkevi’nde konuştu. Fidan Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ABD Başkanı Trump ile görüşmesi ardından merak edilenlere açıklık getirdi.
Fidan, ABD’nin Türkiye’nin insansız hava aracı üreticisi Baykar’dan Amerika Birleşik Devletleri’nde bir üretim tesisi açmasını talep ettiğini duyurdu.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ABD Kongresi’nin Türkiye’nin beşinci nesil savaş uçağı Kaan’da kullanılacak motorların ihracatını engellediği hatırlattı.
Türkevi’nde basın mensuplarına konuşan Fidan, şunları söyledi:
"Şu anda almayı beklediğimiz F-35 ve KAAN'ın motorları var. ABD Kongresi'nde bekletiliyor ve lisansları durmuş durumda. Onların lisanslarının hayata geçirilmesi ve motorların gelmesi lazım ki KAAN'ların üretimi başlayabilsin. Bizim ABD ile olan ilişkimizde sınırlamaların olması, bizi ister istemez uluslararası sistemde daha farklı arayışların içerisine itecek. Kendi yeteneklerimizi elbette geliştiriyoruz ancak hiçbir ülke, sadece kendi geliştirdikleri ile kendisi için yeterli hale gelemez."
Fidan, Kongre’ye dayalı yaptırımların kaldırılması gibi konuların siyasal olarak ilerlemesi gerektiğini de hatırlattı.
“SURİYE’DE HERKESİN EŞİT HİSSETMESİ İÇİN GEREKEN KATKIYA HAZIRIZ”
Bakan Fidan, Suriye’deki “Kürt kardeşlerimiz dahil hiçbir azınlık ve çoğunluk grubunun kendini tehdit altında görmediği; özgürce kimliğini yaşayabildiği, eşit hissettiği, kendini güvende hissettiği bir ortamın olması için gerekli olan ekonomik katkı, kurumsal kapasite, askeri ve güvenlik tedbiri ne ise Türkiye hepsini vermeye hazır” şeklinde konuştu.
Fidan, SDG ile ilgili konuların üç taraflı takip edildiğini söyledi:
“Merkezi Şam’daki yönetimle SDG arasındaki müzakere süreçlerini yakından takip ediyoruz. ABD’nin bu konuya ilişkin evrilen rolüyle ilgili değerlendirme ve yönlendirmelerimiz var. Türkiye’nin çok yakın takibi söz konusu. Kendi aramızda yaptığımız değerlendirmeler ve aldığımız kararlar var.
Türkiye’nin milli güvenliğinin tehdit altında olmadığı; Suriye’deki Kürt kardeşlerimiz dahil hiçbir azınlık ve çoğunluk grubunun kendini tehdit altında görmediği, özgürce kimliğini yaşayabildiği, eşit hissettiği ve kendini güvende hissettiği bir ortamın olması için gerekli olan ekonomik katkı, kurumsal kapasite, askeri ve güvenlik tedbir ne ise Türkiye hepsini vermeye hazır.”
“GİZLİ GÜNDEMİMİZ YOK”
“Bu tek taraflı değil; bölgedeki ortaklarıyla bulabildiği paydaşlarıyla yapmaya hazırız. Bu yönde çalışıyoruz. Saydığım hedefler konusunda şeffafız, netiz; gizli gündemimiz, ajandamız yok. Cumhurbaşkanı da bunun altını çiziyor. Biz de ilgili kurumlar olarak bu vizyonu koordine edip alanda hayata geçiriyoruz.
Amerikalılarla bu konuyu sık sık gündeme getiriyoruz. Bölgesel ilkeler çerçevesinde görüşmelerimiz var; mümkün olan en uygun yöntemle çözmeye gayret ediyoruz.”
İHA’LAR VE ABD’NİN YABANCI SAVUNMA ALIMI
Dışişleri Bakanı Fidan, ABD’nin Türkiye’nin insansız hava aracı üreticisi Baykar’dan Amerika Birleşik Devletleri’nde bir üretim tesisi açmasını talep ettiğini ifade etti:
“ABD’nin Türkiye’deki gelişmiş teknolojiden istifade etme konusunda talepleri var. Türkiye, ABD pazarına mühimmat satabiliyor; bizim hassas olduğumuz konu iki ülke arasındaki müttefiklik ruhuna yakışmayan sınırlamalara takılmamak, CAATSA’nın ortadan kalkması.”
ABD, müttefiklerinden askeri teçhizat satın alabilir; ancak bunu koşulları var.
Amerikan Güvenlik İnsansız Hava Aracı Yasası (American Security Drone Act, NDAA 2024 mali yılı kapsamlı) uyarınca, 22 Aralık 2025’ten itibaren, belirli yabancı kuruluşlar tarafından üretilen veya monte edilen ve güvenlik riski olarak değerlendirilen insansız hava araçlarının ABD federal kurumları ve yüklenicileri tarafından tedarik edilmesi veya işletilmesinin yasaklanması üzerinde duruluyor.
“Buy American Act” ve “Defense Production Act” yasaları Pentagon’u öncelikle ABD’de üretilen sistemleri satın almaya yönlendirmekte.
ABD hükümeti, özellikle güvenlik riski oluşturduğu değerlendirilen yabancı kuruluşlardan gelen yabancı yapımı dronların tedarikine kapıyı kapatma yoluna giderken, Fidan’ın duyurduğu gibi ABD merkezli üretim tesisleri kurmak satın alma kısıtlamalarını aşabilecek bir yol olabilir. Bir insansız hava aracı (UAV) ulusal savunma açısından kritik olarak değerlendirildiğinde istisnalar tanınabiliyor.
Kritik ihtiyaç ve yerel üretim/teknoloji paylaşımı ortaklığında istisnalar, ulusal güvenlik gereksinimlerine uyumu sağlamak için titiz inceleme ve onay süreçlerine tabi.
ABD’nin yabancı bir savunma satın alabilmesi için Kongre’nin onayı ve son derece sıkı yabancı yazılım/donanımın güvenlik incelemesi gerekiyor.
Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasası (NDAA) ise genellikle, eşdeğer bir Amerikan ürünü bulunmadıkça ya da yabancı bir ürünü almak bir çatışmada kritik zaman kazandırmadıkça, savunma fonlarının yabancı yapımı sistemlerde kullanılmasını kısıtlıyor.
Türkiye’nin F-16, Black Hawk ve F-35 parçalarının bir bölümünü ortak üretmesi örneğinde olduğu gibi ortak üretim veya teknoloji paylaşımıysa mümkün.
/././
Zorbalığın değişmez yazgısı -Engin Solakoğlu/soL-
Trump’ın Erdoğan’a sağlayacağı veya sağladığı ileri sürülen meşruiyet, ABD’nin çıkarlarına hizmet karşılığında sömürü ve gericileştirmeyi Türkiye halkının rızası hilafına sürdürme iznidir.
Türkiye’yi yönetenlerin ABD’yi ziyaretlerinin her defasında büyük heyecan ve merak uyandırması boşuna değildir. 5 Nisan 1946’da Missouri zırhlısı İstanbul’a yanaştığı gün ikili ilişkin yeni modalitesi belirlenmiştir. Bir taraf ötekine hükmettiği sürece devam edecektir. Daha kısa söylemek istersek asimetriktir.
Bu ilişkideki asimetri sadece iki ülke arasındaki güç farkından kaynaklanmamaktadır. Zayıf görünen tarafın ideolojik tercihleri belirleyici olmuştur. Yine mi sınıf? Evet, yine sınıf.
Türkiye-ABD ilişkilerindeki yapısal dengesizlik ülkeyi yöneten burjuvazinin tercihi, isteği hayat sigortasıdır. Cumhuriyet devrimini ele geçirmenin ve geriletmenin en kestirme yoludur. Türkiye sermayesi ABD sayesinde ülke üzerinde hakimiyet tesis etmiştir. Zorlandığı her noktada ABD’yi yardıma çağırmış ve paçayı sıyırmıştır. Trump’ın Erdoğan’a sağlayacağı veya sağladığı ileri sürülen meşruiyet, ABD’nin çıkarlarına hizmet karşılığında sömürü ve gericileştirmeyi Türkiye halkının rızası hilafına sürdürme iznidir.
Geçen haftaki ziyarette gördüğümüz iç burucu manzaralar o sürecin geldiği dip noktayı göstermektedir. Ziyaretin içeriğini günlerdir okuyoruz, dinliyoruz, izliyoruz. Elbette Türkiye bizim ülkemiz ve en öncelikli derdimiz. Ancak meseleye tek mercekten bakmak çözüm yolları üzerinde sağlıklı düşünmemizi de zorlaştırıyor.
Trump Türkiye’ye yamuk yaptı çünkü bizi sevmiyor ya da “... lobisi”nin etkisinde diye başlayan analizler meseleyi kısır bir milliyetçilik girdabına sokuyor. Orada çaresizce dönüp duruyor, dibe doğru sürüklenmeye engel olamıyorsunuz.
O yüzden ben bugün biraz daha geniş açıdan bakmaya çalışacağım.
Özellikle 20. Yüzyıldan itibaren iletişim stratejisi denen kavram hem siyasetin hem de diplomasinin ayrılmaz bir parçası haline gelmişti. Yapılandan veya yapılmayandan ziyade gösterilen ya da gösterilmeyen, anlatılan ya da gizlenen önem kazanmıştı.
El-etek öpmenin dahi her seferinde zafer diye anlatılması, gerçeklerin halktan gizlenmesi ve yenilen kazıklara rahatça taraftar toplanması bu sayede mümkün olmuştu. Yalnız bunun gerçekleşmesi için hükmeden tarafın da en az hükmedilen taraf kadar istekli olması gerekiyordu. Sonuçta bu iki tarafı olan bir oyundu. Bir tarafın mızıkçılık yaptığı senaryoda yürümesi olanaklı değildi.
ABD yine emrediyor, Türkiye veya başka bir müttefik de gereğini yapıyordu ama ufak tefek yol kazaları dışında, bu tabiiyet ilişkisinin karşılıklı faydaya dayanan bir işbirliği görünümü alması için elden ne gelirse yapılıyordu. Bu sayede, ABD sermayesine ve küresel kapitalizme hizmet etme yükümlülüğü sırtına bindirilen halklarda rıza üretilmesi de başarılabiliyordu.
Trump yönetiminin dünyayı bugünden daha kötü bir hale sokacağını, gezegeni yok oluşun eşiğine getireceğini ve alışılmadık haltlar yiyeceğini tahmin etmek için uzmanlık gerekmiyordu. Ancak şunu da teslim edelim ki, Trump ve kadrosu şayet giderayak hepimizi küle çevirmezlerse en azından birkaç konuda dünya halklarına iyilik yapmış olacaklar.
Birincisi bugün dünyada gördüğümüz, eşitsiz ve alçak düzenin jeneratörü konumundaki ABD’yi içten zayıflatıp küresel hegemonyasının sarsılmasını hatta daha da iyisi yıkılmasını sağlayacaklar. ABD’de koşar adım yaklaşan bir iç savaş perspektifi var. ABD düzenini içinde hep var olan ancak bugüne kadar renkli ambalajlarda gizlenen ırkçılık ve dinci gericilik müthiş bir cüret kazanmış durumda. ABD elbette dinci, gerici ve ırkçı yığınlardan ibaret değil. ABD’nin her renkten vicdan sahibi emekçileri ve aydınları var. Üstelik kurulu düzen organları ve sermayenin içinde bu gidişin sonunun pek hayırlı olmayacağını düşünenler de mevcut. ABD içindeki bu karşıtlaşmanın sıcak bir iç çatışmaya evrilmesi çok da uzak bir olasılık gibi görünmüyor. Bu da dünyaya nefes aldırabilir.
İkincisi, Trump ve hempaları oyunu açık oynuyorlar. Kötülükte dürüstlük bir erdem midir, tartışılır. Ancak karşımızda kötü olduğunu gizlemeyen, bizi kandırmaya zahmet dahi etmeyen, komplekssiz bir insanlık düşmanlığı var. Neye karşı mücadele edeceğimizi bilmek, bir yandan direnirken bir yandan da kandırılanlara laf anlatmakta zorunda kalmamak iyi bir şey.
Burayı biraz açalım. Özellikle, 1945’ten beri Demokratlar ve Cumhuriyetçiler bütün kötülüklerini, halk ve emek düşmanlıklarını “demokrasi, özgürlük, insan hakları” kılıfına sokmayı bir şekilde becermişlerdi. ABD devletinin kendi mekanizmalarının ötesinde, bu amaçla özenle oluşturulmuş akademya, medya ve düşünce kuruluşları bir yandan dünya haklarının mezarını kazarken bir yandan da o mezarın ne kadar konforlu ve havadar olacağı propagandasını yapmakta zerre kadar zorlanmıyorlardı.
Trump geldikten sonra yukarıda saydığım üçlü taarruz birliğinin kendi içinde ciddi biçimde parçalandığını ve güç kaybettiğini görüyoruz. Trump ve çetesi açıkçası bu kandırmacaya artık ihtiyaç duymayacak kadar güçlü olduklarını düşünüyorlar. O yüzden de, geçmişte göz boyama araçları olarak kullandıkları bu kurumları hedef almakta ve zayıflatmakta bir sakınca görmüyorlar. ABD’nin bugüne dek kullandığı en etkili propaganda araçlarından olan ve yıllık bütçesi 40 milyar ABD dolarını bulan Uluslararası Kalkınma Ajansı USAID’in elinin kolunun budanması bunun çarpıcı bir örneği. Bir başka örnek, dünyanın en parlak beyinlerini çeken üniversitelerin doğrudan hedef alınmaları ve yabancı öğrenci almalarının zorlaştırılması. Siyaset bilimi ve diplomasi meraklılarının pek sevdikleri deyimle bu “yumuşak güç” araçları bugüne dek görülmemiş ölçekte bir saldırı altındalar.
Yeni ABD, doğal olarak klasik diplomaside de aynı yaklaşımı benimsemiş durumda. Asimetrik ilişki içinde bulunduğu ülkelerin yöneticilerini perde arkasından gütmek yerine, tasmayı ekranlar önünde takıp çekiştirmeyi tercih ediyor. Aklıma ilk olarak Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski geliyor. Siz de başka örnekleri hatırlarsınız mutlaka...
Trump, “senin için bir şeyler yapmamı istiyorsan cebime şu kadar koyacaksın” demekten hiç çekinmiyor. Karşısındaki yardakçılar da halkın cebinden ne koparabilirlerse masaya seriyorlar.
Son yıllarda Türkiye’de de yaygınlaşan ama esas itibariyle ABD kaynaklı olan bir olgu var: Okul zorbalığı. Bir grup öğrencinin tek tek hedef aldığı öğrencilere hayatı dar etmesi ve böylelikle bütün okul üzerinde bir tür hakimiyet tesis etmesi. Okul idaresi zayıf. Zayıflığı ölçüsünde de zorbalığın işbirlikçisi haline geliyor. Burada genellikle bir lider ve yardakçılarını görüyoruz. Lider ya çok kuvvetli ya da babası zengin. Yardakçılar “iyi” hizmet ettikleri ölçüde liderin çekirdek grubunda yükselip bir tür dokunulmazlık elde ediyorlar. Zorbanın başlıca yöntemi ise hedef aldığı bireyi herkesin önünde rezil etmek. Sonra iş kolaylaşıyor. Hedef birey korkusundan boyun eğiyor, sürüye katılıyor. Boyun eğmezse de en iyi ihtimalle dışlanıyor, hayatı cehenneme çevrilmiş oluyor, çoğu zaman okunu değiştiriyor. Bu sarmalı kırmanın tek bir yöntemi var. Hedef alınanların, dışlananların, eziyet görenlerin ortak bir amaç etrafında birleşmesi ve zorbalığa direnmesi. Yalnız orada kritik bir nokta var. Kurbanların ittifakının yeni bir zorba yaratmaması. O yüzden de amaçta ortaklaşmak yetmiyor. O ortaklaşmanın temel ilkelerinde de birleşmek gerekiyor.
Trump ABD’sinin özellikle ikinci Başkanlık döneminde ortaya koyduğu diplomasi anlayışının okul zorbalığından farkı yok. Yalnız kurduğu çete sadece tehdit ve şiddete dayandığı için sürdürülebilirliği çok tartışmalı. Hegemonya görünüşte sağlam ama içi çürük, giderek de çürüyor. O yapıyı çürüten başlıca unsur ise kibir. Trump’un kibri, önceki ABD yönetimlerinden farklı olarak akla ve kurnazlığa ihtiyacı olmadığını düşünmesine yol açıyor. Ziyadesiyle yanılıyor.
Çok da uzak olmayan bir zaman sonra kendisi de, dünyaya yayılmış çetesi de dağılacak. Aklı ve vicdanı olanlar, bu düzen böyle gitmez diyenler kazanacak. İnsanlık kazanacak.
/././
NATO'dan yeni 'Baltık Denizi' çıkışı: Polonya hava sahasını kapattı, Danimarka ve Norveç'ten 'İHA' iddiaları -soL-
NATO, dün Danimarka ve Norveç'te kimliği belirsiz İHA'lar görüldüğünü iddia ederek Baltık Denizi'nde önlemleri artırdığını açıkladı. Polonya da "Rusya tehdidine" karşı hava sahasını bir süreliğine kapattığını duyurdu.
Polonya ve müttefik uçaklarının bugün ülkenin hava sahasına konuşlandırılması, NATO'nun Danimarka'da yapıldığını iddia ettiği İHA akınlarına yanıt olarak Baltık Denizi'ndeki misyonunu yükselttiğini duyurmasının ve Norveç'te İHA görüldüğüne dair ortaya atılan iddiaların ardından geldi.
Son olarak, Polonya silahlı kuvvetleri, Rusya'nın Ukrayna'ya saldırı başlatmasının ardından hava sahasının güvenliğini sağlamak için uçaklarını havalandırdığını açıkladı.
Polonya ordusu, "bu eylemlerin önleyici olduğunu ve hava sahasını güvence altına almayı ve vatandaşları korumayı amaçladığını" öne sürdü.
Ukrayna hava kuvvetlerine göre, Rus saldırılarına yanıt olarak bugün itibarıyla ülke genelinde hava saldırısı alarmına geçildi.
Lavrov'dan Polonya ve NATO'nun 'Rus İHA'ları' iddialarına yanıt
Bu ayın başlarında, Polonya ve NATO güçleri, Polonya hava sahasına giren Rus insansız hava araçlarını etkisiz hale getirdiklerini iddia etmişti.
Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ise NATO ve Avrupa Birliği'ni "ülkesine yönelik herhangi bir saldırının kararlı bir yanıtla karşılanacağı" konusunda uyardı.
Dün New York'taki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda konuşan Lavrov, Moskova'nın Batı'ya saldırmak gibi bir planı olmadığını, ancak kışkırtılırsa harekete geçmeye hazır olduğunu vurguladı.
'Danimarka'da ve Norveç'te İHA'lar' iddiası
NATO, dün Danimarka'da bir dizi "İHA faaliyeti" görüldüğünü iddia ederek, buna yanıt olarak Baltık Denizi'ndeki misyonunu bir hava savunma firkateyni ve "istihbarat, gözetleme ve keşif platformları" da dahil olmak üzere diğer unsurlarla güçlendirdiğini duyurdu.
Danimarka'nın iddiasına göre, dün gece askeri tesislerin yakınında kimliği belirsiz insansız hava araçları gözlemlendi.
Geçtiğimiz pazartesi günü geç saatlerde, İskandinav bölgesinin en yoğun havalimanı olan Kopenhag Havalimanı da hava sahasında birkaç büyük insansız hava aracı görüldüğü gerekçesiyle saatlerce kapalı kaldı. Sonraki günlerde, hem sivil hem de askeri olmak üzere beş küçük Danimarka havalimanı da geçici olarak kapatıldı.
Danimarka yetkilileri, saldırıları "hibrit saldırılar" olarak nitelendirdi. Başbakan Mette Frederiksen bu haftanın başlarında bunun "Danimarka'nın kritik altyapısına bugüne kadar yapılan en ciddi saldırı" olduğunu söyledi.
Norveç'te de polis, dün yaptığı açıklamada, ülkenin orta kesimindeki Oerland Hava Kuvvetleri Üssü yakınlarında olası insansız hava aracı gözlemlerini araştırdıklarını belirtti. Üs, Norveç'in F-35 jetlerinin ana üssü konumunda.
Norveç Silahlı Kuvvetleri Ortak Karargahı sözcüsü, Reuters haber ajansına yaptığı açıklamada, "Üsteki muhafızlar, Cumartesi sabahı erken saatlerde üssün çevresinin dışında birkaç gözlem yaptı" dedi.
Sözcü Brynjar Stordal, AFP haber ajansına yaptığı açıklamada, "Görüntülenenler muhtemelen İHA'lar, ancak soruşturma bunların ne olduğunu ortaya çıkaracak" diye konuştu.
Sözcü, en az iki İHA, üssün yakınındaki kısıtlı bir alanda yaklaşık bir saat uçtuktan sonra ortadan kaybolduğunu ifade etti.
Alman bakan: İHA'ları vurabilmek için yasaları değiştirelim
Almanya İçişleri Bakanı Alexander Dobrindt de dün yaptığı açıklamada, önceki gün Danimarka sınırındaki kuzeydeki Schleswig-Holstein eyaleti üzerinde bir İHA "sürüsünün" görüldüğünü ileri sürdü.
Alman bakan, ayrıca silahlı kuvvetlerin İHA'ları vurabilmesi için hava güvenliği yasalarını revize etmek istediğini söyledi.
AB ülkeleri 'İHA duvarı' inşa etmek istiyor
Önceki gün, yaklaşık 10 AB ülkesinin savunma bakanları, sınırlarını güvence altına almak için "İHA duvarı" inşa etmeyi önceliklendirmek istediklerini açıkladı.
Rus resmi haber ajansı RIA Novosti'ye göre, Rusya Dışişleri Bakanlığı ise bu önlemlerin "kıtada askeri ve siyasi gerginliğin artmasına" yol açacağını vurguladı.
Bakanlık, söz konusu planların "AB'nin yönetici elitlerinin kişisel hırsları ve siyasi oyunları" olduğunu belirtti.
***
Bahçeli’nin TRÇ çelişkileri -Mehmet Ali Güller/Cumhuriyet-
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Erdoğan’ın ABD ziyaretinin hemen öncesinde dile getirdiği TRÇ önerisini, Türkgün gazetesinde yayımlanan üç günlük söyleşiyle ayrıntılandırdı.
Ancak bu ayrıntılandırma, önerinin ilk halinden ciddi bir dönüşüme işaret ediyor. “ABD-İsrail’e karşı” diye önerilen Türkiye-Rusya-Çin ittifakının yerini, NATO’ya karşı olmayan, hatta NATO’yu bütünleyen, dahası Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) açısından “NATO sigortası” sağlayan bir öneriye dönüştü.
Bu dönüşümde, TRÇ sorulduğunda “Takip etmedim” diyen Erdoğan’ın ve daha önemlisi iktidar nezdinde “ABD’yle yeni sayfa açılmasının” etkisi ne oranda, göreceğiz...
‘ABD’YE KARŞI’DAN ‘İKİ YÖN’E BAKMAYA
Bahçeli öneriyi ortaya attığında, açık bir şekilde, TRÇ ittifakının “ABD-İsrail şer koalisyonuna karşı” olduğunu belirtmişti. Söyleşinin birinci günü şöyle dedi:
“Türkiye’nin NATO üyeliği eğer Türkiye’yi NATO içinden gelebilecek muhtemel saldırılara karşı korumanın ötesine geçemiyorsa, bazı NATO müttefiklerimiz en hayati önceliklerimi görmezden gelebiliyorsa, (...) her iki yöne bakma vakti gelmiştir.”
Burada anahtar sözcükler, “iki yön”dür; Bahçeli şartlar şöyle olursa, iki yöne, hem Batı’ya hem Doğu’ya bakarız, diyor. Sorun şu ki hem olursa dediği şartlar zaten oluşmuş durumda hem de sorun öyle iki yöne birden bakılarak çözülebilecek aşamayı çoktan geçti.
NATO SORUMLULUKLARIYLA ÇELİŞMEYEN BİR TRÇ MÜMKÜN MÜ?
Bahçeli söyleşinin ikinci günü ise daha da geri adım atıyor ve önerisinin “Türkiye’nin mevcut NATO mimarisinin yerini almaya yönelik olmadığını” belirtiyor. Devamında TRÇ’nin bir “askeri blok” olmadığını vurguluyor. Ve “NATO’nun Türkiye’ye caydırıcılık ve güvenlik sağladığından” hareketle, TRÇ’nin “askeri nitelikte kurgulanmaması” gerektiğini söylüyor, dahası “TRÇ’nin Türkiye’nin NATO yükümlülükleriyle çelişmemesi gerektiğini” savunuyor.
Ve Bahçeli üçüncü gün, önerisini “Türkiye’nin Batı’dan vazgeçmeden Doğu ile işbirliği” şeklinde formüle ediyor.
Böylece “ABD’ye karşı” diye başlayan öneri, “NATO’ya ve Batı’ya karşı olmayan”, dahası, “Türkiye’nin NATO sorumluluklarıyla çelişmeyecek türden bir işbirliği” haline dönüşüyor. Nasıl olacak? Mümkün mü? Elbette değil, zira NATO konseptine göre Rusya tehdit, Çin mücadele edilecek baş rakip konumunda.
Nitekim Bahçeli sonunda, başladığı yere dönüyor: “NATO kapsamında bir müttefikimiz olan ABD ile ilişkilerimiz Avro-Atlantik bölgesi ve hatta dünya barış ve istikrarı açısından kritik önem taşıdığı gerçeğine uygun olarak (...) eşitlik ve karşılıklılık temelinde yürütülmesi esas olmalıdır.”
BAHÇELİ’NİN TDT’YE BİÇTİĞİ MİSYON
Meselenin işbirliği yapabilme ve ortaklık kurabilme zemini açısından daha sorunlu yanı ise şu: Bahçeli, Rusya ve Çin’le bir ittifak tasarımını, Türkiye’nin Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) nezdindeki pozisyonu üzerine kurguluyor. Bir nevi TDT’nin “ağabeyi” olarak ve onları da arkasına alarak Rusya ve Çin’le ittifak tasarlıyor.
Tasarı, bu devletlerin siyasal pozisyonlarının gerçekliğinden o kadar uzak ki devamında bakın Bahçeli ne diyor: “TDT kamuoyundaki duyarlılıklara koruyucu diplomasi ile yaklaşmak suretiyle ‘çifte sigorta’ (NATO yükümlülükleri + TRÇ’de uyumlu alanlarda derinleşme) ilkesi gözetilerek...”
Ve dahası, TRÇ “çok kutupluluğun” bir gereği olarak önerilmişken söyleşinin üçüncü gününde TRÇ aşısından kritik önemde görülen TDT’den “kutuplaşmaları törpüleyecek” bir yapı olarak bahsedilmektedir!
RUSYA VE ÇİN KANDIRILABİLİR Mİ?
Bahçeli’nin Türkgün’deki üç günlük açıklamalarını özetlersek:
1) TRÇ, Türkiye’nin ABD karşısında Rusya ve Çin’e dayanarak elini güçlendirmek içindir.
2) TRÇ NATO’ya karşı değildir, dahası Türkiye’nin Rusya ve Çin karşısında pozisyonunu güçlü tutmasını sağlayacak TDT açısından “çifte sigorta” niteliği taşımaktadır.
3) Türkiye, son tahlilde Avro-Atlantik’te ABD’yle müttefikliği esas almaktadır.
Tasarı tamam da Rusya ve Çin, bu tasarıma kanabilecek türden ülkeler mi? Asıl mesele de bu işte
/././
ABD zaferi Milei’i kurtarır mı?-Ertan Erol/Evrensel
Arjantin’in aşırı sağcı Devlet Başkanı Javier Milei, geçtiğimiz hafta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu için bulunduğu ABD’de Başkan Donald Trump ile kısa bir basın toplantısı gerçekleştirdi. Trump’ın toplantı öncesi sosyal medya hesabından paylaştığı ve Milei’i Arjantin ekonomisini kurtaran fantastik ve güçlü bir lider olarak övgüye boğduğu mesajı büyük bir kağıda basılmış olarak Milei’in elinde duruyordu. Kameralar ışıklarını açmadan önce Milei bu kağıdı Trump’a uzattı, Trump ise basın toplantısında aynı övgüleri tekrarlayarak aynı kağıdı Milei’e ‘hediye’ etti. Her ne kadar Arjantin’de başkanlık seçimlerine iki seneden fazla olmasına rağmen Trump Arjantin halkına Milei’i tekrar seçmesi çağrısı yapıyordu, en nihayetinde Arjantin’deki solculara benzer bir biçimde Biden ve demokratlar Trump’a bir enkaz bırakmışlardı. Milei de ustası Trump gibi Arjantin ekonomisini tekrar saygı duyulan ve güçlü bir ekonomi haline geri döndürmekteydi.
Tabii Arjantin ekonomisi bu kadar hızlı bir iyileşme gösteriyorsa neden 6 ayda bir yeni bir mali yardım paketi ile kurtarılmaya ihtiyaç duyuyor diye sormadan geçemiyoruz. Nisan ayında IMF’nin 20 milyar dolarlık ek kurtarma paketinden sonra geçtiğimiz hafta para piyasaları doların hızla yükseldiği ve devlet tahvillerinden büyük bir çıkışın başladığı yeni bir dalgalanma ile karşı karşıya kalmıştı. 2024’te uygulanmaya başlanan şok tedavisi küresel finans çevrelerinden büyük övgü toplarken, 2025’te gelinen durum bugün yine aynı finans çevreleri tarafından kaygı verici olarak görülüyor. Aşırı değerlenen peso, yüksek faiz sonucu duran ekonomik faaliyetleri, özellikle tekstil ve inşaat sektörü gibi alanlarda çöken iş gücü takip ediyor. Buna ek olarak ise alım gücü sürekli olarak daralan toplumun tüketimi devamlı olarak kısmak durumunda kalması.
Bu krizin politik yansıması ise geçen ay Milei’in Buenos Aires’teki yerel seçimlerde aldığı hezimet oldu. Seçimlerdeki bu başarısızlık ile 26 Ekim’de gerçekleşecek olan kongre seçimlerinde de Milei’in partisinin başarısız olacağı düşüncesi de güçlenmeye başlayınca hükümetin ekonomik programı sürdürüp sürdüremeyeceği ve daha ne kadar kısa vadeli ve birbiri ile çelişen çözümler ile devam edileceği sorusunu da gündeme getirdi. Tam da bu esnada Milei’in ABD ziyareti imdada yetişmiş gibi görünüyor.
Trump yönetimi Arjantin’e ilk aşamada 20 milyar dolarlık bir kredi açılacağını ilan ederken daha sonraki süreçte de ABD’nin Arjantin devlet tahvillerini alabileceğini de ekliyor. Arjantin Ekonomi Bakanı Luis Caputo ülke ekonomisinde yeni bir dönemin başladığını ilan ederken, ülkenin risk primleri 1500’lerden 900’lere geri dönüş yaptı. Ekonomi yönetimi bu ziyaretin ekonomik sonuçlarını köpürtmek için televizyon kanallarına akın ederken dolar da 1500 pesodan 1350 pesoya doğru inişe geçmiş bulunuyor.
Peki Trump yönetiminin bu teveccühü ve ekonomik yardımı gerçekten Milei’i kurtarabilir mi? Bu sorunun cevabını düşünürken Trump’ın karşılıksız bir iyilik yapmayacağını hatırlamak gerekiyor. ABD Hazine Bakanı Scott Bessent Arjantin’in Çin ile sahip olduğu SWAP anlaşmasından hazzetmediklerini çoktan ilan etmişken, bu mali yardımın ekim ayında gerçekleştirilecek seçimlerin sonuçlarına bağlı olduğunun da altını çiziyor. Yani ABD aslında bir nevi Arjantin halkını Milei’e oy vermesi için ekonomik yıkım ile tehdit ediyor.
Bununla birlikte iki ülke arasında değerli madenler ve nükleer iş birliği konularında da önemli anlaşmalar imzalanmış bulunuyor. Milei siyasi kariyeri uğruna ülkeyi ABD yönetiminin müdahalesine açmaktan çekinmiyor. Buna toplumun ne cevap vereceğini göreceğiz ancak ABD’nin mali yardımının ne kadar işe yarayıp yaramayacağı da belirsiz. Arjantin’de çökmekte olanın sadece Milei’in siyasi kariyeri olmadığı, aynı zamanda kelli felli iktisatçı ve siyasetçilerin yıllardır savunduğu ana akım yapısal reformlar teranesinin çöktüğünü de unutmamak gerekiyor.
/././
(derleyen: mstfkrc)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder