Ergin Yıldızoğlu + Mehmet Ali Güller -Cumhuriyet-

Güney Avrupa’da demokrasiye geçiş

 Giorgos Tsiridis’in Utrecht Üniversitesi için hazırladığı “Southern Europe in Comparative Perspective: Democratic Transitions in Portugal, Greece, and Spain” (Karşılaştırmalı bir perspektif içinde Güney Avrupa: Portekiz, Yunanistan ve İspanya’da demokrasiye geçiş) başlıklı master tezi, faşist diktatörlüklerden çıkarak demokrasiye geçişin arka planındaki dinamikleri derinlemesine analiz ediyor. Günümüz Türkiye’sinde, bir demokrasiye geçiş paradigması içinde düşünenlere yardımcı olur umuduyla özetlemeye çalışacağım.

Tsiridis’in mukayeseli tarihi çalışması, Portekiz, İspanya ve Yunanistan’ın 1970’lerde, kısa bir zaman aralığında diktatörlükten demokrasiye geçişini üç temel faktör üzerinden açıklıyor: Siyasal elitin rolü, uluslararası etkiler ve sivil toplumun gücü. Bu değişkenlerden biri mevcutsa demokrasinin mümkün olduğu ama hepsinin yokluğu halinde otoriterliğin sürdüğü çıkarımını benimsiyor.

PORTEKİZ’de beklenmedik bir askeri darbe ile otorite hızla devrilirken bu yeni düzenin itici gücü, geleneksel politik elitten çok, radikalleşen orta düzey subaylar ile sokağa taşan kitle hareketleri oluyor. İSPANYA ise Franco’nun ölümünün ardından, Kral Juan Carlos ve Adolfo Suarez öncülüğünde yavaş, adım adım ve müzakereye dayalı bir “pazarlıkçı geçiş” modeliyle demokrasiye yöneliyor. YUNANİSTAN’da ise rejimin çöküşünde Kıbrıs krizinin yarattığı uluslararası sarsıntı ile halkın ve siyasal liderliğin birlikteliği öne çıkıyor; Karamanlis, halkın güvenini arkasına alarak siyasi dönüşümü başarıyla yönetiyor.

Sadece coğrafi ve tarihsel benzerlikler değil; modern tarihte eşzamanlı bir demokrasi arayışının nedenleriyle ilgili yapılan özgün sentezler bu üç örneği birbirine bağlıyor. Yazar, modernleşme teorilerinden (sosyoekonomik yapının rolü) ulusötesi etkilere (uluslararası krizler ve AB çıpası) ve siyasal elitin stratejilerine kadar farklı teorik zemindeki açıklamaları kesiştirerek dinamiklerin birlikte nasıl çalıştığını gösteriyor. “Boolean mantığıyla” yapılan analiz, okura bu karmaşık süreçte hangi değişkenlerin olmazsa olmaz olduğuna dair somut veri sağlıyor.

DEMOKRATİK BİLİNÇ, ÖRGÜTLENME ÖNEMLİ

Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması. Özellikle her ülkenin kendi iç dinamikleriyle uluslararası etkiler arasındaki karşılıklı etkileşimler somut örneklerle anlatılıyor. Kaynak zenginliği ve tek tek olaylarla inilen detaylar çalışmanın çıkarsamalarını destekliyor. Ancak Portekiz ve Yunanistan’da askeri müdahalelerin sonrasındaki istikrarsızlığa ve güçlü liderlerin siyasal alanı ne kadar daralttığına, toplumda diktatörlük dönemlerinde yerleşen algısal kilitlere, siyasette ve kültürde “patika bağımlılığına” dair daha derin çözümlemeler çok yararlı olabilirdi diye düşünmek de olanaklı.

Çalışma, üç ülkede de demokratikleşme süreçlerinin aynı dönemde benzer tarihsel ve yapısal koşullarda gerçekleştiği vurgulanmakla birlikte, farklı oranlarda üç temel unsurun -siyasi elitin rolü, uluslararası etkiler ve güçlü bir sivil toplumun varlığı- geçiş sürecinde belirleyici olduğunu tespit ediyor. Çalışma; tüm örneklerde “sivil kültür”ün (yani toplumsal demokratik bilinç ve örgütlülük düzeyinin) gerekli ve ortak koşul olduğu ancak siyasi elitlerin veya uluslararası baskı ve olayların (ya da ikisinin birlikte) bu süreci hızlandırıcı ve biçimlendirici diğer temel faktörler olarak öne çıktığını gösteriyor. Sonuç olarak demokratikleşmenin Güney Avrupa’daki temel dinamiği, her ülkede farklı derecelerde karşılık bulan, toplumsal tabana yayılmış demokratik taleplerin ve toplumsal hareketlerle birlikte siyasi elitin ya da uluslararası konjonktürün müdahalesidir. Geçiş dönemlerinin ne kadar karmaşık, çok -sebepli ve özgün olduğunu kavramak için, böyle bir karşılaştırmalı araştırma çok yararlı katkı sunuyor.

Tsiridis’in çalışması, sadece tarih meraklıları ve akademisyenler için değil, siyasal değişime ilgi duyan, bugünü anlamak isteyen herkesin yararlanabileceği bir kaynak sunuyor. Tsiridis demokrasinin aslında “bir gece ansızın” gerçekleşmediğini; aksine çok boyutlu mücadelelerin, krizlerin ve bir toplumsal seferberliğin ürünü olduğunu hatırlatıyor.

                                                     /././

Yapay zekâ dünyayı yutuyor

YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil. Yeni nesil yapay zekâ, veri merkezleri gezegenin enerji, su ve metal kaynaklarını, insan hayatını, doğal dengeleri dikkate almadan hızla tüketmeye başladı.

MEGA VERİ MERKEZLERİNDE TÜKETİM

Yapay zekâ ve yüksek performanslı veri merkezleri, olağanüstü düzeyde elektrik tüketiyor, aşırı ısınmaya karşı dev soğutma sistemleri çalıştırıyorlar. Geleneksel veri merkezleri tipik olarak 3-20 kilovat aralığında enerji tüketirken, NVIDIA gibi şirketlerin süper bilgisayar merkezlerinde tek bir “rack” (sunucu rafı) 132 kilovata ulaşabiliyor. Microsoft’un yeni “YZ kampüsleri” 300 megavat, Meta’nın Hyperion süper kümesi ise 2 gigavat seviyesine ulaşıyor. Bu yoğun enerji ihtiyacı, sadece elektrik şebekeleri üzerine büyük bir yük getirmekle kalmıyor, aynı zamanda özel nükleer santralların yeniden devreye alınmasını, yeni iletim hatlarını gerektiriyor.

SU TÜKETİMİ: GÖRÜNMEZ KRİZ

YZ odaklı veri merkezleri özellikle soğutma sistemlerinde su kullanıyorlar. Google’ın veri merkezleri, 2023 yılında 23 milyar litre su tüketti. Microsoft ise 2022’de yüzde 34’lük bir artışla 1.7 milyar galonluk kullanım bildirdi. ChatGPT tarzı sistemlerin her bir sorgusu, yaklaşık 500 ml su tüketebiliyor. Yeni nesil “grafik işlemciler” ve sıvı soğutmalı raflar devreye girdikçe merkezlerin su ihtiyacı da artıyor. Şirketlerin su verimliliği çalışmaları artarken, suyun çoğunluğu buharlaşarak tekrar kaynaklara dönmüyor.

YZ veri sistemleri, erişilebilir tatlı su stokunu azaltıyor. Küresel olarak YZ veri merkezlerinin 2027’de 1.1-1.7 trilyon galon suyu soğutma maksatlı tüketeceği tahmin ediliyor. Bu rakam, kimi gelişmiş ülkenin, örneğin, Danimarka’nın toplam yıllık su kullanımını geride bırakıyor.

NÜKLEER ENERJİ, BAKIR: YENİ STRATEJİK CEPHELER

Yapay zekâ talebinin enerji boyutu, teknoloji devlerini nükleer enerjiye yatırım yapmaya yönlendiriyor. Microsoft ve Amazon, veri merkezleri için özel nükleer santrallar inşa ediyor ve çalıştırıyor. Google ise gelişmiş nükleer tesislere yatırım yapıyor. Rüzgâr ve güneş enerji kaynakları, YZ’nin sürekli ve yüksek miktarda enerji talebini karşılamakta yetersiz kalıyor. Nükleer enerji ise istikrarlı ve büyük ölçekli bir çözüm sunuyor; böylece sıfır emisyonlu ve kesintisiz elektrik ihtiyacı karşılanabiliyor. Bu sırada nükleer enerji yeniden canlanıyor tüm riskleriyle (Çernobil, Fukişima vb.) beraber.

Yüksek wattlı GPU’lar, bakır iletkenler ve soğutma altyapıları bakır talebini rekor düzeylere çıkardı. Kıymetli ender minerallerin yanı sıra, Bakır da YZ veri merkezlerinin artan yoğunluğuyla birlikte yeniden çok kritik bir hammaddeye dönüştü.

KAYNAK REKABETİ: ENDÜSTRİLER VE İNSANLAR

Yapay zekâ merkezlerinin giderek büyüyen kaynak ihtiyacı, su ve enerji başta olmak üzere, diğer sektörlerle ve doğrudan insanlarla rekabete dönüşüyor. Tarım suyun yüzde 70’ini kullanırken endüstri ve evsel tüketim geri kalanını paylaşıyor. YZ ise, özellikle su kıtlığı olan bölgelerde yeni bir tüketici olarak devreye girerek yerel tedarikte baskı ve stres yaratıyor. Amerika’nın güneybatısında ve su sıkıntısı çeken birçok bölgede yeni veri merkezleri yerel halkın ve çiftçilerin su haklarını tehdit ediyor.

Enerji piyasasında ise nükleer ve iletim hatlarına olan bağımlılığı ile YZ, endüstriyel tüketim seviyesini aşarak bazı şehirlerin ve ülkelerin enerji ihtiyacıyla eşleşmeye başladı. Küresel YZ enerji talebinin önümüzdeki yıl 50 gigavatı bularak Fransa gibi ülkelerin seviyesine ulaşması bekleniyor.

YZ veri merkezlerinin büyümesi sürdürülebilirlik tartışmalarını da canlandırdı. Su ve enerji verimliliği ile yenilenebilir ve nükleer çözümlerin entegrasyonu alanlarında şeffaf raporlama, yasal düzenleme çağrıları giderek artıyor. Kaynakların hızlı tükenişi ve gerginlik, sadece endüstrileri değil, insan topluluklarının ve ekosistemlerin geleceğini de yakından ilgilendiriyor. YZ dünyayı hızla dönüştürürken, kaynak savaşları ve toplumsal etkiler tartışılması gereken en önemli konular arasında yerini alıyor.

YZ, Sanayi Devrimi’nden sonra en büyük kaynak tüketen gelişme olarak dünya dengelerini yeniden şekillendiriyor. Bu dev yarışta dev teknoloji şirketleri sermaye brikim süreçlerini hızlandırırken; gezegenin suyu, elektriği ve mineralleri üzerindeki baskı her geçen gün artıyor.

Ergin Yıldızoğlu

                                                      /././

TRÇ ve beşli mekanizma

Bahçeli’nin “ABD-İsrail şer koalisyonuna karşı Türkiye, Rusya, Çin’den oluşan TRÇ ittifakı” önermesi, kimin söylediğinden ve ne amaçla söylendiğinden bağımsız olarak tek başına çok önemlidir. Zira Türkiye, Rusya ve Çin arasında bir “ortaklığın”, olasılık olarak kamuoyunun önüne gelmesi, konuşulması ve tartışılması bile Atlantik’te boğulmakta olan ülkemiz açısından başlı başına önemlidir.

Önerinin Bahçeli’den gelmesi, MHP’nin Soğuk Savaş’ta biçimlenen kimliği ve Cumhur İttifakı’nın izlediği neo-Abdülhamitçi çizgi nedeniyle elbette antiemperyalist, anti-Amerikancı ve NATO karşıtı kesimlerde kuşkuyla karşılandı. Önerinin Erdoğan’ın 21 Eylül’deki BM Genel Kurulu sırasında ABD Başkanı Trump’la görüşme arzusunun hemen öncesinde gelmesi de kuşkuları artırdı.

Haksız değiller. Zira iktidar ŞİÖ ve BRICS’le ilişkisinden Astana Platformu’na kadar hemen her ilişkisini, ABD’yle pazarlığının bir kartı olarak gördü, görüyor. Bu durum ne yazık ki Pekin ve Moskova’da da güven sorunu oluşturuyor.

BÜYÜK GÜÇ KAYMALARI

Bunlar doğru ama bir doğru da şu: Erdoğan’a, Bahçeli’ye, diğer Atlantikçi siyasetçilere rağmen, Türkiye kaçınılmaz olarak Asyacılığa yöneliyor zaten. İktidar bu çıkışları Batı’yla ilişkilerinde elini güçlendirmek için yapıyor da olsa, bazı muhalif liderler sandığa üç kala Rusya karşıtlığı da yapsa, bazı muhalifler “Kürt devleti Çin’e yarar” diyerek Çin karşıtlığı da yapsa, Türkiye kaçınılmaz olarak bölgeciliğe, Asyacılığa, Küresel Güney’ciliğe kayıyor. Bu isimler ise kaymayı yavaşlatabiliyor sadece.

Bahçeli’nin çıkışı, ABD destekli İsrail saldırganlığının arttığı, “ABD’den satın alınan güvenliğin” işe yaramadığının Katar’da görüldüğü ve Suriye’de çelişmelerin sürdüğü şartlarda geldi. O bakımdan Bahçeli’nin önerisinin taktik düzeyde mi olduğu, stratejik seviyeyi mi amaçladığı net değil. Ama mesele ifade edildiği gibi “ABD-İsrail şer koalisyonuna” karşı bir “ittifak” çağrısıysa, konu hızla netleştirilebilir: ABD’nin İsrail’e dolaylı istihbarat sağladığı Kürecik Radarı’na vurulacak bir kilit, çağrı yapılan ülkelerin çağrının ciddiyetini anlamalarını kolaylaştırabilir.

BÖLGESEL BEŞLİ GÜVENLİK MEKANİZMASI

Ancak şunu söylemeliyim: Ne Çin’le ne de Rusya’yla, böyle “ABD-İsrail şer koalisyonuna karşı” diyerek “ittifak” kurulmaz. Çin, Rusya’yla çok gelişmiş ortaklığını bile “Üçüncü ülkelere karşı değil” diyerek yürütmektedir. Kaldı ki Çin, “ittifak” türünden ilişkileri “Soğuk Savaş’tan kalma” ilişkiler diyerek reddetmekte, “işbirliği” ve “ortaklık” kavramlarını tercih etmektedir.

Pratikleşebilmesi bakımından, Türkiye’nin Çin ve Rusya’yla bu çapta bir “ortaklık” kurabilmesinden önce, Türkiye’nin Çin ve Rusya’nın bölgedeki ortaklarıyla işbirliği mekanizmaları kurması gerekir.

ABD’nin İsrail hegemonyasında yeni Ortadoğu düzeni kurmaya çalıştığı şartlarda, “ABD-İsrail şer koalisyonuna” karşı bir bölgesel güvenlik mekanizmasına ihtiyaç olduğu ortada. Türkiye, İran, Mısır, Suudi Arabistan ve Pakistan işbirliğiyle oluşturulabilecek bir beşli güvenlik mekanizması, “ABD-İsrail nasıl durdurulur” sorusunun en somut yanıtıdır.

ÇEKİRDEK ANLAŞMA HAZIR

Suudi Arabistan ile Pakistan, birkaç gün önce çok kapsamlı bir savunma anlaşması yaptılar. Anlaşmanın İran ve Hindistan’ı rahatsız edebileceği üzerinde duruluyor. Oysa bu anlaşmayı çekirdek alarak kurulacak Türkiye, İran, Mısır, Suudi Arabistan ve Pakistan beşli güvenlik mekanizması, Hindistan’ı da rahatlatacaktır.

Suudi Arabistan’ın yaptığı savunma anlaşması, pratikte, hem nükleer karta hem de Çin’in silahlarına erişmeyi amaçlıyor zira Pakistan yüzde 80’den fazla oranla Çin silahları alıyor. Diğer yandan Trump’ın “ticaret savaşı”, Hindistan’ı son ŞİÖ zirvesinde Çin ve Rusya’yla “özel üçlü görüntü” vermeye itti.

Yani şartlar aslında hiç olmadığı kadar uygun. Kıtada Çin, Rusya, Hindistan ortaklığı, bölgede Türkiye, İran, Mısır, Suudi Arabistan, Pakistan ortaklığı, son tahlilde zaten Büyük Asya Ortaklığı demektir.

“ABD-İsrail nasıl durdurulur” sorusuna gerçekten yanıt arayanların dikkatine...

                                                       /././

Trump’ın Bagram amacı

Trump Grönland, Panama ve Gazze’den sonra, şimdi de Afganistan’daki Bagram Hava Üssü’nü istiyor. Trump’ı önceki ABD başkanlarından ayıran bir özelliği, önceki başkanlar gibi demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi Amerikan yalanlarına başvurmadan, daha açık bir şekilde amacını ortaya koyması. 

Trump Bagram’ı neden istediğini de nispeten açık bir şekilde söyledi: “Burası, Çin’in nükleer silahlarını ürettiği yerden bir saat uzakta.”

ABD’NİN ASIL HEDEFİ

Çin Emperyalist ABD’nin, terörle mücadele, Afgan halkına özgürlük ve demokrasi getirme yalanıyla Afganistan’ı işgal ederken de asıl amacı Çin’di, Orta Asya’ya yerleşerek Çin’i kontrol edebilmekti, Çin ile Rusya’nın arasına yerleşmekti. 

Şimdi Trump bunu “Çin’in nükleer silahlarını ürettiği yerden bir saat uzakta” diye, nispeten daha açık bir şekilde ortaya koyuyor. Ve burayı terk ettiği için de önceki ABD yönetimini suçluyor. Gerçi Afganistan’dan çekilmeyi ilk başkanlık döneminde kendisi de savunmuştu.

ABD-İSRAİL ORTAKLIĞI

Trump’ın önceki ABD başkanlarına göre amacını daha açık bir şekilde söylüyor olması, onu daha ahlaki bir siyaset mertebesine yükseltmiyor elbette. Hatta Trump, yüzyılın en büyük insanlık düşmanlığı olan İsrail’in Gazze’de Filistinlileri soykırıma uğratmasına sponsorluk yaptığı için, birçok ABD başkanından daha da gayri ahlaki bir siyasi seviyeye düşmüş durumda. Sadece açık açık emlak gibi nedenler üzerinden Gazze’yi istemesi bile yeterince ahlak dışı. Üstelik onunla gayri ahlaki politika yapmakta omuz omuza yürüyebileceği İsraillilerden çok var. Örneğin İsrail Maliye Bakanı Bezalel Smotrich şöyle diyor: “Gazze’nin yıkımı için çok para harcadık. Emlak ganimetini ABD ile bölüşeceğiz.”

Hakikaten bunların alçaklığını niteleyecek bir kavram, bir söz yok sözlüklerde!

ABD YALANLARI

SSCB dağıldıktan sonra ABD Yugoslavya’yı parçaladı; gerekçesi Balkan halklarının özgürlüğüydü.  ABD Afganistan’ı işgal etti; gerekçesi terörle mücadeleydi, Afgan halkına özgürlük ve Afganistan’a demokrasi getirmekti.

ABD Irak’ı işgal etti; gerekçesi Saddam Hüseyin’in elindeki (olmayan) kitle imha silahlarını almaktı, Irak halkını Saddam Hüseyin’in zulmünden kurtarmaktı, Irak’a demokrasi getirmekti.

ABD Libya ve Suriye saldırılarını başlattı; gerekçesi halklara özgürlüktü. 

UYGUR BÖLGESİNİN ÖNEMİ

ABD’nin bir de yapamadıkları var: Örneğin Uygur Türklerini Çin’in “zulmünden(!)” kurtarmak istiyor, Uygur Türklerinin bağımsızlığını amaçlıyor! Gerçi yukarıdaki örnekler, ABD’nin bu amacındaki “samimiyetini” ortaya koymaya yeter ama tersinden bir örnekle teyit edelim. Uygur Türklerinin Çin’den ayrılmasını savunan ABD, ayrı yaşadığı halde neden Kıbrıs Türklerinin Kıbrıs Rumlarıyla birlikte yaşamasını istiyor?

Mesele şu: Sincan-Uygur Özerk Bölgesi Çin’in Orta Asya’ya açılan kapısıdır. Bölge, hem Pakistan’a hem Afganistan’a hem de diğer Türk devletlerine komşudur. Pakistan’ın Gwadar limanına boşaltılan Körfez petrolü, boru hattıyla kuzeye, Kaşgar’a ulaştırılabilmektedir. Sincan-Uygur Özerk Bölgesi, Kuşak ve Yol açısından kritik önemdedir.

ABD KÖPRÜBAŞI PEŞİNDE 

ABD’nin 1990’lar boyunca FETÖ tipi örgütlerle Orta Asya’ya yerleşme çabaları, Şanghay İşbirliği Örgütü içinde Çin, Rusya ve Türk devletlerinin ortak mücadelesiyle püskürtüldü.

ABD ve çeşitli terör örgütleri Özbekistan’dan, Kırgızistan’dan, Tacikistan’dan ve Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’nden kovuldu. İşte Trump Bagram’ı isteyerek ABD’nin bölgede yine bu tür faaliyetler için bir köprübaşı elde etmesini amaçlıyor.

Önemle belirtelim: ABD’nin işi, bugün dünden daha zor!

                                                    /././

Trump’ın Netanyahu’dan farkı ne?

Başlıktaki çok önemli soru bir canlı yayın kazasına uğrayınca, ne yazık ki mevcut siyasal iklimde bir soruşturmaya dönüştü.

Duymayanlar için özetleyeyim: Pazar akşamları benim de sabit konuğu olduğum Tele1 TV’deki Türkiye’nin Yönü programında, programın sabit konuklarından emekli general Dr. Haldun Solmaztürk, konuşmasını bitirirken sordu bu soruyu ve kendi yanıtını da verdi.

Konuşma sırası bana geçerken, rejideki görevli arkadaş, televizyoncuların KJ dediği, daha doğru bir tabirle ekran alt bant yazısına dönüştürüyor bu sözü. Fakat bizim programımızın sonuna yaklaştığımız için, çalışanlar bir yandan da bir sonraki canlı spor programının görüntülerini hazırlıyorlar, zira Fenerbahçe kongresi konuşulacak.

İşte o şartlarda, ne yazık ki görevli arkadaş Trump yerine Erdoğan yazıyor. Sunucu Musa Özuğurlu fark etmiyor bile. Zira çok kısa süre ekranda kalıyor yazı. Hatayı fark edip altyazıyı çekiyor reji. Ama böyle bir hatayı “kollayanlar” var elbette. Pazartesi günü troller devreye sokuldu ve Tele1 hedef alındı.

YA TRT HABER’İN HATASI?

Kuşkusuz altyazı aslında hukuken sorun içermiyor ama siyaseten de insani açıdan da Erdoğan ile Netanyahu’yu karşılaştırmak hem yanlış hem haksızlık. Tele1 Yayın Kurulu da bu gerekçeyle kamuoyuna açık bir özür metni yayımladı. Nitekim bir süre sonra açıklama yapan AKP Sözcüsü Ömer Çelik, altyazıya tepki gösterdi ama özre de dikkat çekti. Fakat ne olduysa ondan sonra oldu ve önce danışmanlar ardından resmi kurumlar Tele1’i hedef almaya başladı. Sonunda Adalet Bakanı Yılmaz Tunç bir açıklama yapıp soruşturma başlatıldığını duyurdu.

Salı günü Tele1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ, Tele1 Sorumlu Müdürü İhsan Demir ve programın sunucusu Musa Özuğurlu, polis eşliğinde ifadeye götürüldü. Üç arkadaşımız yurtdışına çıkış yasağı ve adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı.

Oysa bırakın özel televizyonları, en geniş kadroyla yayıncılık yapan TRT Haber bile zaman zaman bu tür canlı yayın kazaları yapıyor. Örneğin birkaç yıl önce Karabağ savaşı sırasında ekranda beliren “Azerbaycan sivillere saldırıyor” altyazısı bunlardan en hafifiydi. Hata olduğu ortadaydı ve soruşturma açılmadı elbette.

HALKIN HOŞGÖRÜSÜ

Durum, kamuoyunun önemli bir kısmı tarafından basın özgürlüğünü sınırlama boyutu nedeniyle tepki gördü. Ortada bir suç olmamasına rağmen, bir hatanın soruşturmaya dönüştürülmesi, elbette budanan demokrasimizin geldiği yeri resmediyor.

Öte yandan bu süreçte bazı sanatçılar ve mizahçılar da hedef alınmış durumda. “Halkı kin ve nefrete tahrik” diye bir suçlamayla kültür ortamı baskılanıyor. Halbuki halkımız gayet hoşgörülüdür ve öyle kolay kolay tahrik olmaz. (Geride kalan yıllarda yaşanan bazı “tahrik” olayları, elbette halka mal edilemez, zira tipik Gladyo operasyonlarıydı.) Nitekim bu suçlamayla sayısız soruşturma yaşandı son yıllarda ama gerçekte sokaklarda tahrik olan bir halk yoktu. Ne vardı? Sosyal medyada görevli trollerin yaygarası!

Bu toprakların hoşgörüsü, hâlâ dinlenen ve söylenen türkülerimizde yaşıyor. Ama o türkülerden daha “muhafazakâr” olan şarkı sözleri nedeniyle bugün sanatçılar hedef alınıyor.

ERDOĞAN’IN BATI’YA DEMOKRASİ ELEŞTİRİSİ!

Bu arada kimi “çok cesurlar” da Tele1’in özrüne, “Korkup geri adım attınız” diyerek tepki gösterdiler.

Merdan Yanardağ başta Tele1 ailesinin korkmadığını herkes bilir. Bilmeyenlere şöyle anlatayım: Birincisi, Tele1 henüz hiçbir açıklama yokken bu özrü yaptı, bir baskı üzerine değil! İkincisi, biz devrimciler kendimize güveniriz, hata olduğunu düşünüyorsak, özür dileriz, bizim kültürümüz böyledir. Başka kültürlerdeki gibi kamuoyundan ve muhatabından özür dilemek yerine, “Allah affetsin” diyerek meseleyi geçiştirmeyiz!

Ve bitirirken konuyu trajik yapan asıl noktaya dikkat çekeyim. Arkadaşlarımızın ifade verdiği akşam, Cumhurbaşkanı Erdoğan BM Genel Kurulu’nda konuştu ve şöyle dedi: “İsrail’in artan saldırganlığı sebebiyle Avrupa başta olmak üzere Batı’da, II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan değerler de çok ağır yara almıştır.

En temel insan hakları, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, gösteri ve protesto özgürlüğü, kadın hakları, çocuk hakları, demokrasi, eşitlik, adalet gibi kavramlar rafa kaldırılmıştır.”

Doğru, bu demokrasi kazanımları İsrail’i savunmak adına Batı’da rafa kaldırılmış durumda. Ancak ne acı ki iç siyasi mücadele nedeniyle bizde de çoktan rafa kalkmış durumda!

                                                      /././

Trump’la zirvenin maliyeti

İktidarın “küresel ve bölgesel olarak yeni diplomatik sayfalar açacak”  diyerek müjdelediği Erdoğan-Trump zirvesinin, Türk halkına siyasi ve ekonomik maliyetinin ağır olacağı anlaşılıyor.

Ziyaret öncesi Trump’a jest olarak gümrük vergileri kaldırıldı. ABD ziyareti sırasında da THY için 150’si kesin, 75’i opsiyonlu 225 adet Boeing uçak  anlaşması yapıldı. THY Genel Müdürü Bilal Ekşi bu alışverişi “uçak sayısı ile dünyanın en büyük beş havayolundan biri olma” hedefiyle  gerekçelendirdi. Asgari ücret, emekli maaşı gibi alanlarda Türkiye’nin kaçıncılığa gerilediği elbette umurlarında değil.

BOEİNG İSRAİL’E BOMBA VERİYOR

Geçen pazar Tele1’deki yayında anlattım: Boeing sadece ticari uçak satmıyor, envanterinde askeri uçak ve mühimmatlar da var.

Uluslararası Af Örgütü, İsrail’in Gazze’deki soykırım ve işgaline destek sağlayan 15 şirketi açıkladı. Bu şirketler arasında Boeing ve Lockheed Martin de var. (TRT Haber, 19.9.2025)

TRT’nin internet sayfası ayrıntıyı vermemiş ama Uluslararası Af Örgütü’nün tespitine göre “İsrail’in Filistinli sivilleri katleden hava saldırılarında kullanılan Boeing silahları şunlar: Müşterek Doğrudan Taarruz Mühimmatı (JDAM) ve GBU-39 Küçük Çaplı Bombalar.” (Agos, 18.9.2025)

Lockheed Martin demişken...

New York’taki Concordio Zirvesi’nde Trump’ın Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff ile aynı panelde konuşan ABD’nin Ankara Büyükelçisi Barrack Türkiye-ABD ilişkileri üzerine bir soruya cevap verirken şöyle dedi: “Türkiye bizim en büyük müttefikimiz. Dünyadaki en büyük F-16 alıcısı, değil mi? Bu da Lockheed’i ayakta tutuyor. (Serbestiyet, 25.9.2025)

ABD’DEN YÜKLÜ DOĞALGAZ ALIMI

Erdoğan-Trump görüşmesinin bir diğer maliyetli başlığı enerjiydi.Trump“Türkiye’nin yapabileceği en iyi şey Rusya’dan petrol ve gaz almamak” dedi.

Rusya’dan gaz almamak, ucuz gazdan olup pahalı ABD sıvılaştırılmış doğalgazı (LNG) almak demektir. Nitekim Erdoğan’ın ziyareti, bu yönde başlamış bir alışverişe yeni anlaşmalar dahil etmekle sonuçlandı. BOTAŞ iki ayrı şirketle, yüksek kapasiteli ABD gazı alımı anlaşması yaptı. BOTAŞ İsviçre merkezli Mercuria şirketiyle ile yıllık yaklaşık 4 milyar metreküp kapasiteli, toplamda 70 milyar metreküpü bulan, 20 yıllık ABD’ye ait LNG alımı anlaşması imzaladı. BOTAŞ Avustralya merkezli  Woodside şirketiyle, yıllık 5.8 milyar metreküp kapasiteli, 9 yıllık ABD’ye ait LNG alımı anlaşması imzaladı.

BOTAŞ ayrıca Mayıs 2024’te ABD’li ExxonMobil şirketiyle yıllık 3.2 milyar metreküp kapasiteli 10 yıllık, Eylül 2025’te ABD’li Cheniere şirketiyle yıllık 1.2 milyar metreküp kapasiteli 3 yıllık LNG alımı anlaşmaları imzalamıştı.

Ayrıca şu Batılı şirketle anlaşmalar da var: Eylül 2024’te İngiliz-Hollanda ortaklı  Shell şirketiyle yıllık 4 milyar metreküp kapasiteli 10 yıllık, Eylül 2024’te Fransız Total şirketiyle yıllık 1.6 milyar metreküp kapasiteli 10 yıllık, Eylül 2025’te  İtalyan ENI şirketiyle yıllık 0.5 milyar metreküp kapasiteli 3 yıllık, Eylül 2024’te İngiliz BP şirketiyle yıllık 1.6 milyar metreküp kapasiteli 3 yıllık LNG anlaşmaları imzalanmıştı.

Dolayısıyla Batılı şirketlerle yıllık yaklaşık 22 milyar metreküplük anlaşmalar imzalanmış durumda. Türkiye’nin yıllık doğalgaz tüketimi ise yaklaşık 53 milyar metreküp düzeyinde.

Fiyatlar her anlaşmaya göre farklılık gösterse de, kabaca LNG, yüzde 25 daha pahalı bir gazdır. ABD, Avrupa’yı Rusya’ya yaptırıma mecbur ederek bu ülkelerinin Rusya’dan ucuz enerji alımını kesmiş, yerine kendi pahalı sıvılaştırılmış doğalgazını (LNG) satmıştı. Bu da Avrupa ekonomilerinin durağanlığa girmesinde en önemli etken olmuştu.

‘PATRİK’İN ŞİKÂYETLERİ

Kuşkusuz siyasi maliyetler ekonomik maliyetlerden daha önemli. Bu alanda verilecek tavizlerin başında Heybeliada Ruhban Okulu’nun geleceği anlaşılıyor, zira Erdoğan “üzerimize düşeni” yaparız dedi. Trump 10 gün önce Patrik  Bartholomeos’u Beyaz Saray’da kabul etmiş, “ekümenik, okul ve dini özgürlükler” şikâyetlerini dinleyerek ekibine not aldırmıştı.

138 dakikalık basına kapalı bölümde başka hangi alanlarda tavizlerin verildiği de yavaş yavaş ortaya çıkacaktır.

Mehmet Ali Güller

                                                         /././



 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

“Baltacı ve Katerina efsanesi” yazıları üzerine bir özür ve etik tartışma -Faruk Bildirici /T24-

Mehmet Ali Çiçekdağ, Metin Gülbay ve Vikipedi’den alıntılar yapmış ama hiç kaynak göstermemiş. Gülbay ise Vikipedi’den alıntı yaptığı bölüml...