Futbol Ekonomisti Tuğrul Akşar : Futbol, Türkiye’de rantın en büyük enstrümanı + Ballon d’Or: Gösteri çağının kusursuz bir simgesi -Evrensel-

Futbol Ekonomisti Tuğrul Akşar : Futbol, Türkiye’de rantın en büyük enstrümanı - Özlem Songül Abayoğlu

Futbolun sermaye ile ilişkisini konuştuğumuz Tuğrul Akşar, “Güçlü, paralı insanlar kulüp başkanı olmak isterler. Kolay ihale alır, bir vergi problemi olduğunda çok rahatlıkla hallolur” dedi.

Türkiye’de büyük takımların yönetim kurulu başkanlarının büyük sermaye sahipleri olması alışılagelmiş bir durum. Galatasaray’ın Başkanı Dursun Özbek otel zincirleri sahibiyken Fenerbahçe’nin Eski Başkanı Ali Koç Türkiye’nin gayrisafi yurt içi hasılasının yüzde 10’unu kontrol eden Koç ailesinin temsilcisi. Beşiktaş’ın başkanı ise inşaat, servis, lojistik, ketring ve inşaat gibi sektörlerde sermaye sahibi olan Serdal Adalı. Bu örnekler saymakla bitmezken sermayenin Futbol ile ilişkisini, büyük sermaye sahiplerinin neden futbol kulüplerine başkan olmak için çabaladığını Futbol Ekonomisti Tuğrul Akşar ile konuştuk.

Futbolun sadece bir spor dalı olmaktan çıktığını anlatan Akşar, özellikle Türkiye gibi ülkelerde hem siyasetin hem de rantın en etkili araçlarından biri haline geldiğini söyledi. Akşar, kulüp başkanlarının ve futbol üzerinden güç elde eden kişilerin bu yapıyı kendi çıkarları doğrultusunda kullandığını, bunun da sporu yozlaştırarak kurumsal yapının önünü kestiğini ifade etti.

Futbolun toplum üzerindeki etkisine değinen Akşar, “Bir kere futbol çok yararlı, popüler bir enstrüman. Özellikle kitlelerin yönlendirilmesinde çok etkin bir şekilde kullanılıyor. Siyaset bundan çok faydalanıyor. Diğer taraftan da aynı zamanda bir rant elde etme aracı, yani nüfuz oluşturma alanı. Çünkü bu kulüplerden herhangi birine başkan olduğunuzda mevcut işlerinizi daha kolay ve daha rahatlıkla yapabiliyorsunuz. İlave işler alabiliyorsunuz. Futbolun popülerliğini ve bulunduğunuz makamın olanaklarını bir şekilde kullanıyorsunuz. Bunlar sermaye sahiplerinin önünü açıyor. Dolayısıyla iş yapıyorsanız kârlılığınıza veya servet edinmenize birtakım artı avantajlar sağlıyor” diye anlattı.

Türkiye gibi ülkelerde futbolun ilginç bir sinerji yarattığını vurgulayan Akşar, özellikle kulüp başkanlarının bu gücü kendi çıkarlarına göre kullandığını belirtti:

“Futbolu kendi çıkarları doğrultusunda kâr ve servet maksimizasyonu aracı olarak kullanabiliyorlar. Bunu sadece ülkemizde değil, Avrupa’nın bizim gibi çevre ülkelerinde de görebiliyoruz. O yüzden hep güçlü, paralı olan insanlar kulüp başkanı olmak isterler. Kolay ihale alırsınız, bir vergi probleminiz olduğunda çok rahatlıkla hallolur. Daha fazla insana ulaşma şansınız olur. Siyasette açılmayan kapı kalmaz önünüzde. Futbol sizin sorunlarınızı çözmeye yarayan bir anahtar vazifesi görür.”

‘Futbol yozlaşıyor, ekosistem kokuşuyor’

Bu durumun sporu yozlaştırdığını söyleyen Akşar “Futbolu bu şekilde kullanmak sporu yozlaştırıyor, kurumsallıktan uzaklaştırıyor. Avrupa’da futbollaşmış kurumsal yönetim egemen bir örgüt modeli haline getirilmişken bizim gibi ülkelerde siyasetle iç içe yöntemler uygulanıyor. O yüzden de gelen kulüp başkanları kolay kolay koltuğu bırakmıyorlar ve arkalarında da mutlaka siyasetin desteğini alarak bu işi götürmeye çalışıyorlar. Bunun sonucunda düşük performans, finansal dengesizlikler ve çürümüşlük ortaya çıkıyor. Bu genelleştiğinde futbol iklimi, futbol ekosistemi kokuşmaya başlıyor. Bu da rekabeti yukarı çeken değil aşağı iten bir unsur haline geliyor” dedi.

‘Faşizm döneminde futbol, kitleleri apolitikleştirme aracıydı’

Futbolun tarihsel olarak da siyasete alet edildiğini hatırlatan Akşar, “Özellikle 1930-50’li yıllarda Avrupa’da faşizmin yükseldiği dönemde futbol kitleleri yönlendirmede kullanılan en önemli enstrümanlardan biriydi. O dönemde çok büyük statlar yapıldı. Portekiz diktatörü Salazar statları uyku tulumuna benzetiyordu. ‘Ne kadar çok büyük stat yapar ve buraya insan doldurursak onları sosyal meselelerden uzaklaştırırız’ diyordu. 1950’lerden sonra UEFA’nın kurulmasıyla işin siyasi yönü biraz geri planda kaldı, pazarlama, finans ve ekonomi öne çıktı. Bu adımı atan ülkeler hem sportif hem finansal anlamda fark yarattı ve Avrupa’nın beş büyük ligi böyle oluştu. Ancak bizim gibi ülkelerde siyasetin etkisi hâlâ devam ediyor” şeklinde anlattı.

‘Avrupa siyaseti futboldan ayırdı’

Avrupa’daki siyaset- futbol ilişkisi ile Türkiye’deki arasında temel farklar olduğunu anlatan Akşar, “İngiltere, Almanya, İspanya, Fransa, İtalya gibi ülkeler futbolda siyaseti tamamen dışarıda bırakmış durumda. Onlar futbolu bir spor ve finansal örgütlenme olarak biçimlendirdiler. UEFA ve FIFA aracılığıyla süreç ekümenik bir yapıya büründü. O nedenle oralarda futbol çok daha başarılı, çok daha fazla parasal gelir yaratıyor. Ama bizim gibi ülkelerde siyasetin etkisi hâlâ futbolun üzerinde. Kulüp başkanlığı, nüfuz alanını genişletmek için önemli bir makam. Demokrasi sıkıntısı yaşayan ülkelerde futbol hâlâ kitleleri yönlendirme aracı olarak kullanılıyor” dedi.

‘Şeffaf olmayan transferler futbolcuları da olumsuz etkiliyor’

Futbolun siyaset ve sermaye ile ilişkisi taraftarı oyundan ve sahadan uzaklaştırırken futbolcular için nasıl bir etkisi olduğunu sorduğumuzda ise Akşar, “Oyuncular açısından yüksek montanlı hesap hareketleri ve şeffaf olmayan transferler önemli bir sorun. Çok yüksek maliyetli transferler yapılır ama bunlar kamuoyuyla paylaşılmaz. Takıma bu tür oyuncular geldiğinde iç dengeler bozulur, futbolcular arasında birlik ve motivasyon kaybolur. Paranın gücü öne çıkar, yetenek ve nitelik geri planda kalır. Bunun sonucu sportif başarısızlık olur. Yüz milyonlarca avro harcanmasına rağmen başarı gelmez” diye anlattı.

‘Kurumsallık olmadan başarı mümkün değil’

Akşar, Türk futbolunun Avrupa’da rekabet edememesinin temel nedenini ise kurumsallık eksikliği olarak özetledi:

“Her şey kurumsal yönetimle, rekabetçi dengenin yükseltilmesiyle mümkün. Siyasetin futbola etkisinin en aza indirilmesi gerekiyor. Ama bizde tam tersi bir yapı var. Kulüpler siyasete teşne, siyaset de bundan memnun. Çünkü bu düzen siyasetçilerin de başkanların da işine geliyor. Böylece kendi içimizde çalıp oynadığımız bir ekosistemde Avrupa’da rekabet etmeye çalışıyoruz ama edemiyoruz.”

                                                               /././

Ballon d’Or: Gösteri çağının kusursuz bir simgesi -Onur Özgen-

Lamine Yamal, Neymar’ın videolarını izleyerek büyüdü. Narsisizmine rağmen kendini hiç “1 numara” olarak görmeyen bir oyuncuydu Neymar; çünkü başka şeylerin yanı sıra kariyerinin en parlak yıllarında Messi’nin gölgesinde yaşamak zorunda kaldı.

Yamal ise idolünü izlemek için pazar özetlerini beklemek zorunda değildi. Tıpkı Messi’nin yirmi yıl önce Pablo Aimar’a duyduğu hayranlık gibi, o da büyükannesinin evindeki odaya koşup Brezilyalının YouTube videolarını açar, ardından parka gidip hareketlerini denerdi. “Onu kopyalamaya çalışıyordum. Ve hep ilk denemede olurdu,” diyor Yamal, hiç mahcup olmadan. İnsan gülümsüyor ve düşünüyor: Tabii, olurdu; çünkü Rocafonda’daki parkta Marquinhos, Raphael Varane ya da Sergio Ramos yoktu. Ne var ki mesele şu: Sonra onlarla-ya da aynı kalibrede savunmacılarla- karşılaştığında da aynı derecede başarılı oldu.

Kendini “en iyi” sanmak neredeyse hiç iyi sonuç vermedi. Kibir, küstahlık, efelenme hep zor ve bencil bir karakterle ilişkilendirildi. Geride bıraktığımız dünyada, en iyi olduğun anlarda bile kendini en iyi görmenin makul bir gerekçesi yoktu. Ölçülülük, tevazu, ağır ve gösterişsiz çalışma; yirminci yüzyıl boyunca sessizce yayılan Protestan değerlerinin bir parçasıydı ve aynı zamanda o dönemin kimliğinin kurulduğu tüm mesellerin de. Fakat anlatının yeni gerçekliğin temeli haline geldiği sosyal medya çağında “1 numara olduğunu hissetmek”, “1 numara olmanın” ön koşulu. Ya da en azından öyle görünmek -ki bu artık neredeyse aynı şey.

Fransız Filozof Gilles Lipovetsky’nin söylediği gibi, bu aşırılıklı, gelip geçici, kitsch çağın altın parlaklığından daha iyi bir sembolü yok. Gösteriş, trap, TikTok, Trump ve onun altın kaplama kulesi… Ya da Yamal’ın sırtındaki 10 numarayla kurduğu şov, Ballon d’Or’la (Altın Top) ilgili haberleri almak üzere Paris’e giden ekibi (Ki Altın Top aslında pirinçtendir) … Hepsi, zaferin teşhirinin temel ifade mecrası olduğu bir döneme ait. Farklı görünmek, gerçekten farklı olmanın ön şartı. Carlos Alcaraz belgeseline “A mi manera” (Benim Yolum) adını vermişti. Yani demek istiyor ki: “Ben Rafa Nadal değilim, dikkat; ben benim. Hayatımda uygun gördüğümü yaparım; sizin çalışmaya dair o eski kanonlarınız ne derse desin, boomerlar.”

Ballon d’Or, Paris’teki görkemli gala gecesi ve bu ödülün, kolektif bir oyunun bireyleri için temsil ettiği kişisel takıntıyla birlikte, yetmiş yılın ardından başarı koreografisinin mükemmel bir sembolüne dönüştü. Bu yüzden çağını çözmeye, ona yön vermeye ve kendi tarihsel anlatısını kurmaya her zaman çok kafa yoran Real Madrid’in, geçen yıl yaşananlara -ödülün Vinicius Jr. yerine Rodri’ye verilmesine- duyduğu öfke hâlâ dinmiş değil.

Ama orada Rodri de vardı; Yamal’dan on bir yaş büyük ve “İşin eskiden nasıl yapıldığını” bilen bir figür. Bu kez Arsenal’ın etkileyici Futbolcusu Mariona Caldentey de sahnedeydi: çekingen ve alçakgönüllü -belki gereğinden de fazla. Ya da Pedri’yi düşünün. Töreni evindeki kanepeden izliyordu; muhtemelen şu an en formda oyuncu. Kendini biraz pazarlasa, belki oy verenler ona Ballon d’Or’u bile verirdi.

Yirmi birinci yüzyılın ikinci çeyreği, insanın yapay zekadan ayrışma mücadelesine ve hâlâ yararlı olduğunu kanıtlama çabasına dayanacak. Bunu başarabilmek içinse kimi zaman önce kendini ikna etmek gerekir. Yamal’dan önce Yamal olmak. Bekleme payı olmadan; Rocafonda’dan Paris’e, büyükannesinin elinden tutarak, baş döndürücü bir hızla. Ya kibir gibi görünen şey, imkansızı gerçekleştirmek için gereken o öz güvenden ibaretse? Yamal’la ilgili soru, bu kez kazanamamış olsa da, en iyi olup olmayacağı değil; bunu ne kadar süre sürdürebileceği. 

                                                                /././

Evrensel

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

“Baltacı ve Katerina efsanesi” yazıları üzerine bir özür ve etik tartışma -Faruk Bildirici /T24-

Mehmet Ali Çiçekdağ, Metin Gülbay ve Vikipedi’den alıntılar yapmış ama hiç kaynak göstermemiş. Gülbay ise Vikipedi’den alıntı yaptığı bölüml...