soL "Köşebaşı + Gündem" -15 Eylül 2025-

Hikmet Çetin'den dikkat çeken 'Kılıçdaroğlu' iddiası: 'Mutlak butlan için en üst düzeydekilerle temas içinde...'

CHP'nin eski Genel Başkanı Hikmet Çetin, kurultay davasında mutlak butlan kararı çıkması için Kemal Kılıçdaroğlu’nun yoğun çaba harcadığını ve üst düzey isimlerle temas kurduğunu iddia etti.

Eski CHP Genel Başkanı Hikmet Çetin, geçtiğimiz günlerde önce MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, ardından MHP Genel Başkan Yardımcısı Feti Yıldız ile yaptığı görüşmelerin ardından gündeme dair dikkat çeken açıklamalar yaptı.

T24’ten Cansu Çamlıbel'e konuşan Çetin, CHP'nin bugün görülecek 'Kurultay davası', tutuklu İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, Selahattin Demirtaş ve siyaset gündemine ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

Dikkat çeken 'Kılıçdaroğlu' iddiası 

Kurultay davasından ‘mutlak butlan’ yönünde bir karar çıkacağını tahmin ettiğini belirten Çetin, CHP'nin önceki Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun bu konuda "çok çalıştığını, en üst düzeydekilerle temas içinde olduğunu" iddia etti.

Çetin, “Kılıçdaroğlu Erdoğan’ın yeniden aday olamayacağı konusu üzerinde gereken ağırlıkta durmadı. Anayasaya aykırı olduğunu bile bile dokunulmazlıkların kaldırılmasına ‘evet’ dedi, Selahattin Demirtaş bugün onun yüzünden hâlâ içeride” dedi.

'Eski genel başkanımız bu konuda çok çalışıyor'

Çetin kendisine kurultay davasına ilişkin yöneltilen soruya şöyle yanıt verdi:

"Ben 2023 kurultayımızın ‘mutlak butlan’ sayılması yönünde bir karar çıkacağını tahmin ediyorum. Senin hatırlattığın İstanbul teşkilatına kayyım atanmasının bana kalırsa da bunun işareti oldu. Bence Ankara’dan ‘mutlak butlan’ kararı çıkacak çünkü eski Genel Başkan’ımız bu konuda çok çalışıyor."

Çetin, Çamlıbel'in "Kemal Kılıçdaroğlu mu?" sorusuna ise "Evet" yanıtını verdi.

'Üst düzeydekilerle temas içinde'

Çamlıbel Çetin’e, Kemal Kılıçdaroğlu’nun süreci sessizce izlemekle kalmayıp, kurultayın iptali için bizzat aktif biçimde çalıştığını iddia ettiğini belirterek, elinde bu iddiayı destekleyecek herhangi bir bilgi olup olmadığını sordu.

Çetin ise soruyu, "Ben onun en üst düzeydekilerle de temas içinde olduğunu sanıyorum" şeklinde yanıtladı.

Çetin, "Cumhurbaşkanı Erdoğan ve yakın çevresini mi kastediyorsunuz? O halde size göre ona net biçimde işaret verildi ve o da hazırlığını yapıyor, öyle mi?" sorusuna işe şu cevabı verdi:

Evet. Dikkat ederseniz 'Ben neredeysem Genel Merkez orasıdır' gibi şeyler söyledi bir ara. Hazırlığı ona göre yapıyor.

Bahçeli görüşmesi

Çetin, MHP lideri Devlet Bahçeli ile görüşmesinde konuşulanları da şöyle anlattı:

Şimdi Sayın Bahçeli’ye bir anımı anlattım. 12 Eylül'de Alparslan Türkeş’i gözaltına aldılar, sonra bıraktılar. Yıllar sonra ben bir gün Ankara Oran’da yürüyüş yaparken kendisiyle karşılaştım. Arkasında beş altı kişiyle, korumalarıyla o da yürüyordu. Türkeş o kısa sohbette bana şöyle dedi: ‘Eğer 12 Eylül’den önce CHP ile MHP koalisyon yapsaydı, sokaklarda anarşi biterdi ve 12 Eylül olmayabilirdi.’ Sonra bana ‘Siz ne düşünüyordunuz?’ diye sordu.

Ben dedim ki: ‘Ben de o sırada kesinlikle böyle düşünüyordum. Vedat Dalokay ile birlikte Cumhuriyet Halk Partisi – MHP koalisyonunun çok şeyi halledeceğini düşünüyordum. Bence de bu yapılabilseydi 12 Eylül de olmayabilirdi.’ Sonra ülkücülerin o dönem yaptığı bazı şeyleri eleştirince Türkeş ‘Her şeyi kontrol edebildiğinizi sanıyorsunuz. Oysa bazı şeyleri ben de kontrol edemedim. Beni de aştılar’ dedi.

'CHP-MHP koalisyonunun çok başarılı olacağına inanıyorum'

Çetin, “Peki siz Alparslan Türkeş ile yıllar önce aranızda geçen bu sohbeti bugünün konjonktüründe MHP lideri Devlet Bahçeli’ye neden anlatma gereği duydunuz?” sorusuna şu yanıtı verdi: Ben hala bugün bile CHP ile MHP'nin koalisyonu çok başarılı olacağına inanıyorum.

                                                       ***                                                  

Fahrettin Altun’un hızla zenginleşen oğlu evlendi: Erdoğan ve ailesi katılmadı, tüm protokol şahit oldu

Fahrettin Altun’un 210 milyonluk sermaye artışıyla gündeme gelen oğlu Mustafa Bilge Altun, Rümeysa Reis'le Mecidiye Kasrı’nda evlendi. Nikaha AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan katılmadı, mesaj gönderdi.

Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı görevinden alınarak, Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu (TİHEK) Başkanlığı’na atanan Fahrettin Altun'un oğlunun düğünü yapıldı.

Beykoz'daki Mecidiye Kasrı'nda düzenlenen gösterişli nikah töreninde, İlknur Çakmak ve Engin Reis'in kızı Rümeysa Reis ile Fahrettin Altun ve Fatmanur Altun'un 210 milyonluk sermaye artışıyla gündeme gelen oğlu oğlu Mustafa Bilge Altun evlendi.

Törene, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Burhanettin Duran, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Cumhurbaşkanlığı Savunma Sanayii Başkanı Haluk Görgün, Cumhurbaşkanı Dış Politika ve Güvenlik Başdanışmanı Büyükelçi Akif Çağatay Kılıç, TBMM Milli Savunma Komisyonu Başkanı ve AKP Kayseri Milletvekili Hulusi Akar, TBMM İçişleri Komisyonu Başkanı ve AKP İstanbul Milletvekili Süleyman Soylu, AKP Merkez Karar ve Yönetim Kurulu Üyesi Mahir Ünal, İstanbul Valisi Davut Gül, İstanbul Emniyet Müdürü Selami Yıldız, Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Başkanı ve Genel Müdürü Serdar Karagöz, AKP İstanbul İl Başkanı Abdullah Özdemir, eski Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati, eski Avrupa Birliği Bakanı ve Büyükelçi Egemen Bağış, eski Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan ile bazı milletvekilleri ve belediye başkanlarının yanı sıra çok sayıda davetli katıldı. Katılanlar arasında TYT Türk'ün sahibi Eski MHP milletvekili Arzu Erdem de vardı.

Erdoğan katılmadı, mesaj gönderdi

Düğüne Erdoğan ve ailesinden herhangi birinin katılmaması da dikkat çekti.

Gazeteci Fatih Altaylı, Fahrettin Altun’un İletişim Başkanlığı görevinden alınmasının gerekçesinin AKP’li bir isme karşı komplo girişiminin parçası olması olduğunu öne sürmüştü. Altaylı, “Bu komplo girişimi belgeleriyle cumhurbaşkanına sunulunca Erdoğan bir an bile tereddüt etmeden ipi çekmiş. Ankara'da konuşulan bu” demişti.

Erdoğan düğüne gönderdiği şu mesajı sahneden okundu:

“Nazik davetiniz için içtenlikle teşekkür ederim. Değerli çiftimize çıktıkları bu yolda sevgi ve saygı çerçevesi içinde sağlıklı bir ömür sürmeleri temennisiyle iki cihan saadeti diler, beraberliklerini her iki aileye de huzur ve mutluluk getirmesini cenab-ı allahtan niyaz ederim. Bu vesileyle sizlere ve kıymetli misafirlere en kalbi sevgi ve selamlarımı sunarım.”

Nikahı Tevfik Göksu kıydı, Ali Erbaş dua okudu

Kuran okunmasıyla başlayan törende, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş dua etti.

Çiftin nikahını Esenler Belediye Başkanı Mehmet Tevfik Göksu kıydı. Nikah şahitliklerini ise davete katılan protokol üyeleri yaptı.

Nikahın ardından çifte mutluluklar dileyen Hulusi Akar, "Allah bir erkek bir de kadın yaratmış. Dolayısıyla bunların birleşmesinden de evlilikler ve aile oluyor. Dolayısıyla aile bizim toplumumuzun olmazsa olmazı. Bu zaman içerisinde maalesef içeriden dışarıdan yapılan bir takım neşriyatla erozyona uğratılıyor. Buna müsaade etmemek lazım. Bu güzel toplumun bunun farkında olduğuna eminim" diyerek, evlilik cüzdanını çifte takdim etti.

500 bin liralık sermayesini 3 yılda 210 milyon liraya çıkarmıştı

Timur Soykan, Altun'un, göreve geldiği yıl şirket kuran 20 yaşındaki oğlunun, 500 bin liralık sermayesini 3 yılda 210 milyon liraya çıkardığını yazmıştı.

Tarım alanında faaliyet gösteren MBA adlı şirkete imtiyaz tanınıp tanınmadığını soran Soykan, yanıt hakkı tanımak için aradığı Fahrettin Altun'un, sorularına cevap vermediğini belirtti.

                                                     ***

CHP kararı hukuken ne söylüyor: 9 maddede kararın anlamı -Emre Alım-

CHP kurultay davasında alınan erteleme kararı sonrası gözler önce 21 Eylül’de yapılacak olağanüstü kurultaya ve sonrasında 24 Ekim’de görülecek davaya çevrilmiş durumda. Anayasa Mahkemesi eski raportörü ve hukukçu Ali Rıza Aydın, davanın hukuki çerçevesini 9 maddede soL’a değerlendirdi.

CHP'de İstanbul yönetimi görevden uzaklaştıran yargının, Özgür Özel ve ekibini de görevden alıp almayacağı merak konusu.

Ankara 42. Asliye Hukuk Mahkemesi bugün bu soruya yanıt vermek için toplandı. Haziran ayında "erteleme" kararı alan mahkeme, yine aynı kararı verdi. Sonraki duruşma 24 Ekim Cuma günü görülecek.

Bu tarih Özel yönetimi açısından kritik öneme sahip. Bugünkü davadan "mutlak butlan" kararı çıkması ihtimaline karşı 900'den fazla delegenin imzasıyla 21 Eylül'de olağanüstü kurultaya gidilmesi kararlaştırılmıştı. Böylece mahkeme Kemal Kılıçdaroğlu'nu partinin başına getirse de 6 gün sonra yeniden Özgür Özel'in genel başkan seçilmesi planlanıyordu.

Mahkeme henüz Kılıçdaroğlu lehine bir karar vermedi ancak CHP kurmayları delegelerin imzasıyla düzenlecek kurultayın, mahkemenin iptal etmek istediği 3 yıl önceki kurultayda alınan kararları boşa düşüreceğini böylece yargılama için de hukuki zeminin ortadan kalkacağını savunuyor. 

Buna karşın mahkemenin bugünkü duruşmada, 21 Eylül’de yapılacak kurultaya ilişkin tüm delege listeleri ve birleştirme tutanaklarını talep etmesi de dikkat çekti.

Tartışmalar sürerken Anayasa Mahkemesi eski raportörü, hukukçu Ali Rıza Aydın dava sürecini soL'a değerlendirdi.

'Dava aslında reddedilmeliydi'

Aydın’a göre, davanın özü itibarıyla reddedilmesi gerekirdi. Ancak mahkemenin erteleme yoluna gitmesi, siyasi iktidarın baskısı altındaki yargının “kaçamak kararlarla” süreci idare etmeye çalıştığını gösteriyor.

Aydın, siyasi partilerde seçimli kurultayların denetiminin yalnızca YSK’ya ait olduğunu, mahkemelerin bu sürece müdahale etmesinin Anayasaya aykırı olduğunu vurguluyor. Bu nedenle 21 Eylül’de yapılacak kurultay ve buradan çıkacak sonuç, davanın seyrinden etkilenmeyecek. 24 Ekim’de verilecek kararın da kurultay sonuçlarına herhangi bir etkisi olmayacağına dikkat çekiyor.

Ali Rıza Aydın'ın 9 maddelik değerlendirmesi şöyle:

1-Bugünkü Ankara/CHP davasının açılma süreci ve amacı anayasal yönden okunduğunda, Anayasanın yargı mercileri önünde davacı olarak hak arama özgürlüğünü kullandığı savına sığınıldığı ileri sürülse de Anayasanın siyasi faaliyet, seçme ve seçilme hakları ile siyasi partilerle ilgili hükümlerine, siyasi partilerin seçimli kongreleri de dahil olmak üzere seçimlerin genel yönetim ve denetiminin Yüksek Seçim Kurulu'na ait olduğuna ve YSK kararları aleyhine başka merciye başvurulamayacağına ilişkin hükümlerine göre davranmak ve değerlendirmek gerekecektir. 

2-Bu kapsamda bugünkü davanın reddedilmesi beklenirdi. Erteleme kararı ret anlamına gelmez. Mahkemenin açılmış olan başka birçok davayı ve sonuçlanmış olan kararları, bilirkişi raporlarını toparlamak üzere erteleme kararı vermesi bir ölçüde kabul görebilir. Ret kararı verememesini içinde bulunulan düzenin siyasi iktidarının etkisi altında kalan mahkemeler yönünden de okumak olası. 

3-Bir yandan da kimilerince ısrarla dile getirilen tedbir, mutlak butlan gibi kararlara imza atabilmenin en azından yargının birikimi ve hukuk devleti sınırları içinde dayanağının bulunması da abesle iştigal olacaktı.

4-Ama yargı da artık işin içinden çıkamıyor. Kendisini dahi kurtaramayacak mayınlı, sorunlu bir alanda dolaşıp duruyor. Kaçamak kararlarla durumu idare etmeye çalışıyor. Espirili bakışla anlatılırsa, Adalet Bakanı'nın sürekli beyan etme gereği duyduğu “bağımsız yargı”nın da bir adabı var sonunda ama yargı da çıkmazda. Çürüme genel.

'Davanın yeni kurultay sürecine etkisi yok, kurultay meşrudur'

5-Anayasaya dönersek, siyasi partilerin demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez olduğu ilkesi herkesi olduğu gibi yargıyı da bağlar. Gerisi “yargı da bir yere kadar, o yer de egemen sömürücü sınıfın ve siyasal iktidarının istek ve gereksinmeleridir” tanımlamasına girer ki bugünkü Anayasa ve hukuk bunu yazmıyor.

6- “Yazmadığı halde”den, “fiili durum”a hareket edildiğinde konu anayasa, hukuk, devlet, siyaset, seçme ve seçilme gibi düzenlemelerden başka bir yere kayar. Siyaset bilimcilerin konusuna girmeyelim. 

7-Bugünkü ertelenen davanın olası geleceğine anayasal yönden bakıldığında, CHP’nin Anayasa, Siyasi Partiler Kanunu ve Tüzük gereği olağanüstü kurultay kararı meşrudur, buradaki seçimin yönetim ve denetimi YSK’dedir ve ertelenen davanın ne şimdi ne kurultay süresinde ve sonucunda kurultaya bir etkisi olmaz. Eğer erteleme tarihi olan 24 Ekim'de karar verilecekse, verilecek kararın da bu kurultayın sonucuna herhangi bir etkisi olamaz. 

8-Konuyu aynı gemide çok parti ama tek siyaset savunucularının, o tek siyasetin çürüttüğü kurumlardan medet ummalarına getirmenin anayasal bir okuması var kuşkusuz. Ancak Anayasanın birçok maddesi, Cumhuriyetin birçok ilkesi ihlal ya da ihmal edilirken, Anayasaya aykırı yasalar ortada cirit atarken, seçim hukukunun adaletsizliği tavana vurmuşken suskun kalmanın, “adaletsizlik” gibi bir sonuçla haykırılması da tartışmalara açık.

9-Bütünsel bakıldığında, siyasi faaliyet, seçme ve seçilme, seçim güvenliği gibi hakların siyasal iktidarın güdümüne sokulmak istenmesi gibi bir durumla karşı karşıya Türkiye. Eşitsiz düzen adaletsizliği yaratıyor, aynı düzenin kurumlarından adalet aranıyor. İyileştirmelerle gelir mi? Tarih bize gelmeyeceğini gösteriyor. 

                                                                      /././

Devletin merkezini taşıyorlar: Bu neyin hazırlığı?-Ali Ufuk Arıkan-

Türk-İş’in Atatürk Orman Çiftliği arazisi üzerinde başlattığı inşaat büyük tepki çekerken bölgeye bir de Medipol inşaatı eklenmişti. Aynı hat üzerine yeni Genelkurmay binası ve Dışişleri binasının da yapılacağı belirtilirken, bölgenin devletin “yeni merkezi” olarak kurgulanacağı iddiaları var.

Bundan yaklaşık bir ay önce eski Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın üniversitesine Atatürk Orman Çiftliği arazisinde inşaat izni verildiği iddiaları kamuoyunda büyük tepki çekmişti.

Bu tepkilerin merkezinde yer alan CHP’li bazı isimler, AOÇ arazisi yağmasının durdurulmasını istemişti.

Oysa aynı arazinin yanı başında Türk-İş’in bir inşaatı bulunuyordu ve bu inşaat CHP tarafından gündem dahi edilmiyordu.

Sonrasında öğrenildi ki, söz konusu inşaata ilişkin açılan davada itirazcı konumunda olan ABB, şerhini çekmiş, inşaata onay vermişti.

Kısacası Fahrettin Koca’nın tepki konusu olan üniversite inşaatına komşu olan Türk-İş inşaatı Mansur Yavaş ve CHP’li ilçe belediyesi tarafından onaylı şekilde faaliyetlerine devam ediyor.

Üstelik söz konusu inşaat Gökçek döneminde Ankara’da her taşın altından çıkan Söğüt İnşaat tarafından yapılıyor.

İnşaatın ruhsat tarihi ve inşaatı yapan şirketin adı AKP-CHP ortaklığının özeti niteliğinde

Yeni devlet merkezi mi?

Bölgedeki gelişmeler AOÇ yağmasının sadece bu iki adımla sınırlı kalmayacağını gösteriyor.

Aynı hat üzerine AKP iktidarı tarafından Genelkurmay ve Dışişleri binası da yaptırılacağı, devlet kurumlarının bu hatta taşınmaya devam edeceği belirtiliyor.

Bu adımlar AKP’nin bölgede yeni bir hazırlığı olduğunu gösterirken, tüm bu inşaatlara Mansur Yavaş ve ABB’nin aldığı destekçi pozisyon da oldukça dikkat çekici.

Üstelik süreç sadece bir inşaata ruhsat verilmesi ve davadaki şerhin kaldırılmasından ibaret de değil.

CHP'li belediye-AKP ortaklığıyla inşaatlar tüm hızıyla ilerliyor

Konuyu gündeme getiren ve atılan adımlara tepki gösteren isimlerden Enerji ve İklim Uzmanı Önder Algedik, bölgede artan yapılaşmalara ilişkin yaptığı çekimleri bir süredir sosyal medya hesaplarından paylaşıyor. Algedik, Ankara’nın çehresini değiştirecek bu hazırlıklarla ilgili soL’a yaptığı değerlendirmede, “Görünen o ki bu bölgeye yeni devlet merkezi inşa ediliyor. ABB'nin öncekli dönemlerde AOÇ'yi kesen bulvarlar ile bölgeyi bölmesi, son dönemlerde de bu bulvarları birleştiren yollar açması ile bölge inşaata uygun hale geldi. Ayrıca askeri birlikler de çok sayıda yolla daha erişilebilir oldu. Böylece AOÇ ve askeri arazilerde yeni merkezler, üniversiteler ve devlet kurumları inşaatı yükselmeye başladı” dedi.

Bu değerlendirme oldukça kritik. Yavaş’ın daha önceki Türk-İş binası şerhini neden kaldırdığı, Koca’nın inşaatına hangi gerekçelerle göz yumulacağı da bu değerlendirmeyle birlikte okununca daha net anlaşılıyor.

İşbirliği yapan sadece ABB değil...

İktidarın neden bu hattı tercih ettiğine dair de görüşünü paylaşan Algedik, “Siyasetin asfalt ve beton merkezli ekonomisi bu işin bir boyutu. Ama siyasi olarak yeni bir devlet inşası bu işin asıl boyutu gibi görünüyor” ifadesini kullandı.

AKP-ABB ortaklığının en net göstergesi olan bu sürece dair ise Algedik, “Son dönemde belediyenin AOÇ'yi parçalayan bağlantı yolları yapması bunun en güçlü işareti. Ayrıca kamuoyuna duyurmaması, itiraz etmemesi göz önüne alınırsa bu süreçte kendini sakladığı bir ortaklık var. Bu ortaklık sadece ABB ile sınırlı değil, siyaset de bunlardan haberdar ve sessizliği gösterdiği rızanı ile bağlantılı” diye konuştu.

                                                                   /././

Mansur Yavaş-AKP ortaklığı: Atatürk Orman Çiftliği’nde Melih Gökçek izi!

Atatürk Orman Çiftliği’ndeki Türk-İş inşaatı tüm hızıyla sürerken, inşaatı üstlenen şirket tanıdık çıktı.

Geçtiğimiz aylarda eski Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’ya Atatürk Orman Çiftliği arazisinde yer verildiği ortada çıkarken, konu büyük tepki çekmişti.

Öte yandan ilgili bölgenin yanı başında Türk-İş’in de inşaatının sürdüğü, üstelik bu inşaatın Mansur Yavaş izinli olduğu, ABB’nin bu inşaata itirazını geri çektiği öğrenilmişti.

Enerji ve iklim uzmanı Önder Algedik, sürece ilişkin yeni ayrıntılar ve görüntüler paylaştı.

Videodaki ayrıntıları “duymayan kalmasın” diyerek aktaran Algedik, şu ifadeleri kullandı:

-2017'de Gökçek'in AOÇ'yi parçalamak için açtığı Sabancı Bulvarı
- Türk-İş'in AOÇ'ye çöken yeni saray inşaatı.
- Arkadaki vinçler ise Medipol'un AOÇ'ye çöken üniversite inşaatı!

Videoda Türk-İş'in inşaatını yapan müteahhit dikkatinizi çekti mi?

Gökçek'in ODTÜ ormanını parçalayan Malazgirt Bulvarı'nın müteahiti ile aynı; Söğüt İnşaat (https://twitter.com/i/status/1967088420972621866)

                                                             ***

İkizköy’de şafak vakti ağaç kıyımı: 'Zeytinlikler köklerinden sökülüyor, kamyonlara yükleniyor'

Limak-İçtaş’ın maden sahası için zeytin ağaçlarını kökünden söktüğü İkizköy’de jandarma köylüleri engelledi. Muhtar, 'Burası direnç noktası. Herkes sahip çıkmalı' dedi.

Muğla’nın Milas ilçesine bağlı İkizköy’de, Yeniköy-Kemerköy Termik Santrali’nin kömür ihtiyacı gerekçesiyle maden sahasını büyütmek isteyen Limak-İçtaş ortaklığına bağlı şirket sabahın erken saatlerinde harekete geçti. Kamyonlar, dozerler ve kesim makineleriyle Akbelen Ormanı ve çevresindeki zeytinliklere giren ekipler, jandarma koruması altında ağaçları kökünden sökerek kamyonlara yükledi.

Jandarma barikatı köylüleri durdurdu

Maden sahasına çevrilen bölgede jandarma yolları kapatarak İkizköylülerin ormana girişini engelledi. Ağaç kıyımını durdurmaya çalışan köylüler ve çevre gönüllüleri direnişe geçti ve sosyal medya üzerinden destek çağrılarıyla seslerini duyurmaya çalışıyor.

https://twitter.com/i/status/1967476468168196480

'Zeytin ağaçları kökünden söküldü'

Köylülerden gelen bilgilere göre sabah saatlerinde 20 ila 30 zeytin ağacı kökünden sökülerek taşındı. Ancak kesimin devam etmesi nedeniyle kesin sayı henüz netleşmedi. Bölgeye yakın olanlara “destek için gelin” çağrısı yapıldı.

soL’a konuşan İkizköy Muhtarı Nejla Işık, bölgede yaşananları şöyle anlattı:

Şu an ağaçların söküldüğü yere girmeye çalışıyoruz köylülerle, ama jandarmalar izin vermiyor. Direkt bir ağaç kıyımı yaşanıyor. Kesim değil, ağaçlar gövdelerinden sökülüp kamyonlara yükleniyor. Görmemize, bilgi almamıza bile engel olunuyor. Herkesin buraya yetişmesi gerekiyor. Bu zeytinden geçinen sadece biz değiliz. Eğer burada başarırlarsa Türkiye’nin her yerinde istedikleri ormanı maden sahasına çevirebilirler. Burası direnç noktası. Tüm muhalif partilere, milletvekillerine çağrımız var: Buraya gelin, sesimize ses verin. En çok da bu zeytinliklerden ekmeğini kazananlara sesleniyorum: Gelin ve geleceğinize sahip çıkın.”

İkizköylüler, Tarım Bakanlığı’nı göreve çağırarak “Zeytin ağaçlarının talan edilmesine engel ol, görevini yap” dedi. Köylüler, şirketin ve jandarmanın bölgede hâlâ hazır beklediğini, sökümün ise sabah saatleri itibariyle devam ettiğini aktardı.

Direnenler gözaltına alınıyor

Ağaç kıyımına karşı bölgede bulunanlar polis tarafından gözaltına alınmaya başladı.

İkizköylüler, sosyal medyadan yaptıkları paylaşımda, Akbelen’de tüm tepelerin jandarmalar tarafından kuşatıldığını ve gözaltına alındıklarını belirtti.(https://twitter.com/i/status/1967498263315247613)

                                                              ***

Kömür santrallarına yeni teşvikler: Enerji patronları palazlanacak, bedelini yine halk ödeyecek

AKP döneminde özel şirketlere sağlanan milyar dolarlık desteklere yenisi daha ekleniyor. Yerli kömür santrallarına 2045’e kadar alım garantisi verilecek. Makine Mühendisleri Odası "Maliyetini yurttaşlar ödeyecek" dedi.

Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar, yerli kömür üretimini artıracak bir "teşvik paketi" üzerinde çalıştıklarını belirterek son aşamaya gelen paketin ana hatlarını açıkladı.

Buna göre 2030 yılına kadar yerli kömür santrallarında üretilen elektrik 7,5 dolar/cent’ten alınacak. Yerli kömürle çalışacak yeni santrallar da 2045 yılına kadar alım garantisi kapsamında olacak. Sanayide yerli kömürün kullanılması teşvik edilecek. İthal kömür santrallerinden yerli kömürü harmanlayabilecek teknik kabiliyeti olanlara teşvik verilecek.

TMMOB Makina Mühendisleri Odası (MMO), kömür santrallarına teşvik artışında maliyetin yurttaşlar tarafından ödeneceğini hatırlattı.

MMO Başkanı Yunus Yener imzasıyla yayımlanan açıklamada, enerji yönetiminin temel politikasının özel şirketlere kamu kaynaklarını aktarmak olduğu vurgulandı. Oda, yerli kömür santrallarına verilecek alım garantilerini ve yeni teşvik planlarını “ballı imtiyazlar” olarak nitelendirdi.

MMO, elektrik enerjisi sektöründe yıllardır uygulanan özelleştirme ve piyasalaştırma politikalarının, halkın sırtına yeni yükler bindirdiğini belirtti. "Yap-İşlet", "Yap-İşlet-Devret", "İşletme Hakkı Devri" ve "varlık satışı" gibi modellerle kamu yatırımlarının önü kesilirken, özel şirketlere doğrudan transferler, vergi muafiyetleri, arazi tahsisleri ve satış garantileri sağlandığı hatırlatıldı.

Patronlara 22 milyar dolar aktı 

Bakan Bayraktar’ın Kasım 2024’te açıkladığı Yenilenebilir Enerji Eylem Planı’na dikkat çeken MMO, bu planın “yeşil dönüşüm” görüntüsü altında şirketlere yeni kâr garantileri sunduğunu ifade etti.

Plana göre 2035 yılına kadar 40 bin MW rüzgar ve 80 bin MW güneş kurulu gücü hedefleniyor. Bunun için yılda 8 bin MW yeni kapasite devreye alınması ve toplam 80 milyar dolarlık yatırım gerektiği aktarılırken, MMO bu hedefin Bakanlık belgelerinde bile yer almadığını, planlamanın olmadığını vurguladı. Buna rağmen yatırımcılara alım ve kâr garantili tahsislerinin gündemde olduğuna işaret edildi.

Çinli şirketlerle işbirliği planlanıyor

MMO’nun açıklamasına göre, iktidar şimdi de yerli kömür santrallarına 7,5 dolar cent/kWh alım garantisi vermeye hazırlanıyor. 

Ayrıca yeni kömür santrallarının kurulması için Çin şirketleriyle işbirliği planlandığı ifade edildi.

Soma soruları: Kamu zararını kim ödeyecek?

Bakan'ın duyurduğu yeni planda çevre yatırımı yapmamış, işçi ödemelerini aksatan veya kamuya borcu olan santrallerin teşviklerden faydalanamayacağı belirtildi.

Makine Mühendisleri Odası'ysa özellikle Soma Termik Santralı’nın durumunu gündeme taşıdı ve şu soruları yöneltti:

*Soma Termik Santralı’nı satın alan grup, ihale bedelini tamamen ödedi mi?

*Vergi, sigorta, ücret alacakları ve TKİ’ye olan borçların düzeyi nedir?

*Bu yüksek kamu zararı nasıl tazmin edilecektir?

'2053 Net Sıfır' hedefi bir aldatmaca

MMO, iktidarın 2045’e kadar kömür santrallarına destek verme yaklaşımının, 2053 net sıfır emisyon hedefinin samimi olmadığını ortaya koyduğunu belirtti. “İktidarın insanı ve doğayı korumak gibi bir niyeti yoktur” denildi.

Enerji ve maden faaliyetlerini kolaylaştıran son torba yasa da hatırlatıldı. Zeytinliklerin, mera alanlarının ve doğal varlıkların sermayeye açıldığına dikkat çekilerek, “kamu yararı ve çevre sağlığı yerine kısa vadeli sermaye çıkarları öne çıkarıldı” denildi.

                                                           ***

Öcalan’dan ‘Türkiye’ partisi hazırlığı: Çağrılar sürerken Genel Başkan tercihini de yaptı

Öcalan’ın kurulmasını istediği yeni partinin adında ‘Türkiye’nin yer alacağı, partinin genel başkanının da belli olduğu öne sürüldü.

Cumhur İttifakı ile çözüm sürecini İmralı’dan yöneten Abdullah Öcalan’ın DEM yerine yeni bir partinin hazırlığını yaptığı biliniyor.

Öcalan’ın yeni parti için DEM ile meclise giren ‘soldan’ isimlere de katılım çağrısı yaptığı kamuoyuna yansırken, sürece ilişkin yeni ayrıntılar ortaya çıktı.

Gazeteci Sedat Bozkurt, Kısa Dalga’da yer alan köşe yazısında HDP’ye açılan kapatma davasının ortada kaldığına işaret edip “HDP kapatılmayacak gibi” dedi. 

Bozkurt, Öcalan’ın parti hazırlığına ilişkin ise yazısının ilgili bölümünde şu ifadeleri kullandı:

"Öcalan’ın Selahattin Demirtaş’ın 'Seni başkan yaptırmayacağız' çıkışına tepki gösterdiği biliyoruz. Bunu son görüşmelerinin birinde de 'Bizim işimiz birisinin başkan olmasını engellemek değil ki, çok yanlış bulmuştum, bulduğumu da Sırrı’ya da söylemiştim. O da yanlış yapmıştı' diyerek hatırlattı.

Öcalan ile Demirtaş arasındaki politik ayrışmayı göstermesi açısında bu açıklamalar çok önemli. 23 Şubat 2013 tarihli görüşme notlarında Öcalan, 'Biz Tayyip beyin başkanlığını destekleriz. Biz temelde AKP ile bir başkanlık ittifakına girebiliriz' demişti, Demirtaş’ın 'seni başkan yaptırmayacağız' açıklamasından yıllar önce. Bu çok temel bir ayrışma noktasıdır.

Sırrı Süreyya Önder bunu bana da anlatmıştı. Arabada giderken Demirtaş ile yaptıkları bir görüşmede 'Seni başkan yaptırmayacağız' cümlesini kendisinin önerdiğini. Ve bu konuşma bir sonraki görüşmede Öcalan tarafından da eleştirilerek önlerine konulmuştu. Bu bilgi Öcalan’a kadar ulaşmıştı yani.

Suriye’de Bahçeli ile Erdoğan’ın kurgusu çok yolunda gitmiyor. SDG meselesi de öyle kolay çözülmeyecek noktada. Bu koşullar altında başlatılan sürecin devamı da çok kolay değil. Hem devam ettirmek hem de şu saatten sonra sonlandırmak hayli politik risk barındırıyor.

HDP kapatılmıyor ama DEM kapatılacak gibi. İçinde Türkiye olan bir yeni adla Öcalan yeni bir parti kurma hazırlığında. Parti programını da kendisi kaleme alacakmış. Bu bilgiler ikinci kaynaktan elde edilmiş kulis bilgileridir. Yeni parti Öcalan partisi olacak, yörüngesindeki, ona sahip çıkan parti değil. Kafasındaki genel başkan ise doğal olarak Selahattin Demirtaş değil, Pervin Buldan.

HDP kapatılmazsa ve Demirtaş dışarı çıkabilirse Öcalan da yeni partiyi kurarsa siyasetin Kürt cephesi de hayli hareketlenecek.

İnsanın aklına da gelmiyor değil, burayı da bölmeyi başaracaklar mı?"

                                                       ***

Deprem konutlarında endişe veren görüntü: 'Kusurlar donatı ve kalıp imalatlarındaki özensizlikten'-Özkan Öztaş-

Hatay Samandağ'da TOKİ inşaatlarında çekilen görüntüler sosyal medyada gündem oldu. İnşaat mühendisleri "Hızlı konut üretimi, güvensiz yapılar doğurmamalı" uyarısında bulunuyor.

6 Şubat depremleri, etkilediği 11 ilde 53 binden fazla kişinin ölümüne neden oldu 518 bin konutu kullanılamaz hale getirdi.

Depremden etkilenen bölgelerde iktidar yandaşlara verdiği ihalelerle inşaatlara başladığını duyurdu ancak yapılan konutların yeri, kimler tarafından hangi kaynaklarla yapıldığı tartışma konusu. 650 bin konut inşa edeceğini duyuran iktidar henüz kendi koyduğu hedefe dahi ulaşamadı. Hâlâ konteynerlerde kalan depremzedeler var. Üstelik su, ısınma gibi çok temel problemlerle mücadele etmeye devam ederken, çıkarılma tebligatlarıyla karşı karşıyalar.

Konut inşasına başlanan kentlerde de başka sıkıntılar var. Hatay şantiyeye dönüştü, yaşanmaz hale getirildi.

Konutların yapım sürecinde sık sık vurgu yapılsa da denetimsiz ve usule uygun olmayan adımların atıldığına ilişkin endişe bu sefer de ortaya çıkan görüntülerle gündemde.

Daha önce de benzer şekilde kamuoyuna yansıyan yapım hataları, sosyal medyada tartışma yarattı. TOKİ ve yetkililerden henüz herhangi bir açıklama yapılmazken, depremzedeler yaşananlara ilişkin inceleme ve açıklama talep ediyor.

Yapım hataları sıvalarla mı kapatıldı?

Süreç ilk olarak Hataylı gazeteci Mustafa Dilek’in yazdıklarıyla gündeme geldi. Dilek’in sosyal medyada yayımladığı videoda TOKİ tarafından yapılan inşaatlarda kalıp ve imalat hataları gözler önüne serildi.

Benzer bir şekilde 2024 yılında da kimi TOKİ inşaatlarındaki yapım hatalarının sıvalarla kapatıldığı iddiaları gündeme gelmişti. 

Yurttaşlar, aynı sorunların yeni bir felakette ağır sonuçlara yol açacağından endişe ediyor.

Endişe veren yeni görüntüler Samandağ'dan

Ortaya çıkan yeni görüntüler Hatay'ın Samandağ ilçesinden. 

Görüntüleri inceleyen İnşaat Mühendisi Neslihan Eroğlu soL’a yaptığı değerlendirmede, her şeyden önce bu tür görüntülerin yurttaşlarda kaygıyı artırdığını belirtti. Eroğlu, bu kaygının mutlaka yetkililer tarafından giderilmesi gerektiğini vurguladı.

Eroğlu, düşük basınç dayanımına sahip beton sonuçları, kalıp hataları ve beton segregasyonu (Çeşitli sebeplerden dolayı betonu oluşturan malzemelerin birbirinden ayrılması ve betonun homojen yapısını kaybetmesi olayına segregasyon denir. Betonarme yapılarda sık sık karşılaşılan bu yapısal hata, önemsenmediği zaman geri dönüşü olmayan hasarlara yol açabilir) gibi sorunların videodan dahi fark edildiğini belirterek, “Bu tür sorunların yapısal güçlendirme elemanları ile mi tamir edildiği, yoksa sıva ile kapatılıp kapatılmadığının mutlaka denetlenmesi gerekir” dedi.(https://haber.sol.org.tr/sites/default/files/2025-09/i_0.mp4)

                                                                 ***

Bakanlık ‘aşı’da kolayını buldu: ‘Uygulamayı sağlıkçının kişisel telefonuna yükle, aşıyı reddinde maaştan kes!’-Özkan Öztaş-

ASM'lerde zorunlu kılınan “Aşıla” uygulaması için yatırım yapmayan bakanlık mobil uygulamayı sağlıkçıların kişisel telefonlarına yüklemek istiyor. Genel Sağlık-İş duruma tepki gösterirken, bir başka soruna da dikkat çekti. Aşı olmayı reddedenler imzadan kaçınıyor, sağlıkçının maaşından kesinti yapılıyor.

Sağlık Bakanlığı’nın “Aşıla” uygulamasının Aile Sağlığı Merkezleri (ASM) çalışanlarının kişisel cihazlarına indirilmesi için baskı uyguladığı belirtildi.

Genel Sağlık-İş Sendikası Genel Başkanı Derya Uğur, bakanlığın 1 Ağustos itibarıyla aile hekimliği sisteminde zorunlu hale getirdiği “Aşıla” uygulamasının hukuka ve anayasaya aykırı olduğunu, çalışanların kişisel cihazlarına zorla indirilen bu uygulamanın hem mülkiyet hakkını ihlal ettiğini hem de veri güvenliği açısından ciddi riskler barındırdığını belirtti.

Uğur, dijital onay ya da ret mekanizmasının bulunmaması nedeniyle sağlık emekçilerinin haksız yere performans kesintileriyle cezalandırıldığını vurgulayarak, kamusal sorumluluğun çalışanların kişisel telefonlarına yüklenemeyeceğini ifade etti.

Çalışanların haklarını ve kişisel alanlarını hiçe sayan bu dayatmaya derhal son verilmesi gerektiğini söyleyen Uğur, aksi halde Genel Sağlık-İş’in hukuki süreci kararlılıkla yürüteceğini açıkladı.

‘Kamusal sorumluluk bireysel cihazlara yüklenemez’

Sendika tarafından yapılan basın açıklamasında da “Bakanlık, dijital sistem kurmak istemekte; fakat bunun için gerekli altyapı ve donanımı sağlamamaktadır. Kamusal bir sorumluluk bireysel cihazlara yüklenemez” denildi.

Kişisel alanı ihlal eden, çalışanların hak ve özgürlüklerini zedeleyen bu uygulamadan derhal vazgeçilmesi çağrısında bulunan sendikaya göre aşıyı reddeden hasta veya veli çoğu zaman imza vermekten kaçınıyor. Buna rağmen sistem, performans kesintisiyle tüm sağlık emekçilerini cezalandırıyor.

Sendikanın açıklamasında “Oysa dijital onay ya da ret seçeneği hastaya sorumluluk yükleyecek ve sorunu çözecektir, ancak uygulamada buna dair seçenek bulunmamaktadır” denildi.

‘Reddeden kişilerin çoğu imzadan imtina ediyor’

Genel Sağlık-İş Bursa Şube Başkanı ve Sağlık Çalışanları Hak ve Mücadele Derneği (SAHADER) Bursa İl Temsilcisi Hatice Şeker Erdoğan “Bizim yazılı olarak ailelerden imzalı ‘ret formu’ almamız gerekiyor ve bununla birlikte, eğer formu alamazsak bakanlıktan maaşımız kesiliyor” dedi.

Ret formunun kurul tarafından kabul edilmesi gerektiğini söyleyen Erdoğan, soL'a yaptığı açıklamada, "Ancak zaten reddeden kişilerin çoğu imzadan imtina ediyor; çünkü ilerleyen dönemde kendi üzerlerinde hukuki bir sorumluluk olabilir diye endişe ediyorlar. Yani bu durumda sorumluluk tek taraflı tutulmuş oluyor; sorumluluğu bize yüklüyorlar” diye konuştu.

‘Bir işlem için hemşireden 6 bin, hekimden 18 bin lira kesiliyor’

Sağlık emekçisinden hastanın aşıyı reddettiğini ispatlamasının istendiğini ifade eden Erdoğan bunu “saçma bir durum” diye niteleyerek şunları kaydetti:

Aile imzayı vermediği zaman da bayağı bir uğraşıyoruz. Tutanaklar tutuluyor. İspatlamak için bayağı sıkıntı yaşıyoruz. Eğer ispatımız kabul görmezse maaşımızdan ciddi miktarda kesinti yapılıyor; mesela bir işlem için ya da bir aşı için 6.000 TL gibi bir miktar sadece hemşireden kesiliyor. Hekimden de yaklaşık 18.000 TL civarı para kesiliyor.

Bu aslında sorunu çözmek adına yurttaşlarla sağlık emekçilerini karşı karşıya getiren bir problem.

Kimisi dini sebeplerle, kimisi güvenmediği için reddediyor ama imza da atmak istemiyor. 'Aşılar zorunludur' gibi bir ibare de olmadığından dolayı, imzalamasa da vatandaş reddedebiliyor. Bu sefer de biz insanların peşine düşüyoruz; evlerine gidiyoruz imza almak için. Bazen günlerce aradığımız oluyor; aradığımız için de laf yediğimiz oluyor ayrıca.”

Bakanlığın bu konuda sorumluluk alması gerektiğini ifade eden Erdoğan " ‘Tabii ki de aşılar zorunludur; toplum sağlığı için gereklidir. Pandemi oluşmaması adına uyguladığımız bir işlemdir’ diye bir beyan hiç olmadığı için mahkemelerde de geri dönüş oluyor. Vatandaş dava açtığında falan. Öyle de sıkıntı. Ama tabii olan yine bize oluyor, arada maaşımız kesiliyor” dedi.

                                                           /././

Nepal’de halk hareketine dair izlenimler -Eren Korkmaz-

Kralın kovulup cumhuriyetin kurulmasının ardından barış süreci döneminde Nepal’e gitmiş, devrimin önderleriyle, kadrolarıyla görüşmüş, kurtarılmış bölgeleri ve gerillaları ziyaret etme fırsatına erişmiştim. Bunları paylaşmanın bugüne gelen yolu anlamaya katkısı olabilir.

    ARŞİV: Nepal'de 2006'dan bir kare...

epal’de son haftalardaki halk hareketlenmesinden ilginç videolar ve fotoğraflar geliyor. Bunun en önemli yanlarından biri Gen Z denilen gençlerin isyana ağırlıklı olarak katılması, belirli bir örgütlülüğün görünmemesi ve bu esnada sarayın ve başbakanlığın yakılması, başbakanın, bakanların, vekillerin ve siyasi liderlerin dövülmesi, nehre atılması ve evlerinin ateşe verilmesi gibi olaylara yansıyan büyük bir öfkenin açığa çıkmasıdır. Birkaç hafta öncesinde Endonezya’daki gençlik gösterilerinde olduğu gibi Nepal’de de yoksulluk, geleceksizlik, yolsuzluk ve bilhassa siyasi elitlerin çocuklarının lüks yaşamları gibi konular öne çıkıyor. Nepal’de buna ayrıca internet ve sosyal medyaya dair alınan bazı kararlar da eşlik etti.

Elbette yoksulluk, yolsuzluk ve geleceksizlik önemli ve haklı konular. Bununla birlikte bu halk hareketi içinde monarşi yanlıları, faşistler ve Hindistan-ABD ile bağlantılı kurumların olduğu görülüyor ve “renkli devrim” olarak kodlanan bir hareketlenmeye dönüşmesinden kaygı duyuluyor. Anamuhalefetteki Prachanda ve Maoistler de bir yandan bu saldırılardan ve öfkeden nasiplerini alıyorlar, diğer yandan yolsuzluk karşıtı söylemlerle sürece yön vermeye çalışıyor.

Bu yazıda aslında monarşinin yıkılıp cumhuriyetin kurulduğu döneme, buna yol açan silahlı gerilla mücadelesinin başarısına ve sonrasındaki tartışmalara değinmek istiyorum. Bugünkü gelişmeleri açıklama iddiasında değilim. Ancak kralın kovulup cumhuriyetin kurulmasının ardından barış süreci döneminde, uluslararası bir konferans nedeniyle bizzat Nepal’e gitmiş, Kathmandu ve Chitwan başta olmak üzere birçok şehirde devrimin önderleriyle, kadrolarıyla görüşmüş, kurtarılmış bölgeleri ve gerillaları ziyaret etme fırsatına erişmiştim. Bunları paylaşmanın bugüne gelen yolu anlamaya katkısı olabilir.

Elbette bir ülkede halkın ve gençliğin yoksulluğa ve geleceksizliğe isyan etmesi ve sarayları, konakları yakması anlaşılırdır ve meşrudur. Nepal özgülünde bu gerçekliği biraz üzülerek kabul ediyorum. Çünkü bu ülkede 20 yıl önce, 2005’te bir devrim olmuştu. Kendisini tanrının temsilcisi olarak gösteren köklü monarşi yıkılmıştı. Kırsaldaki gerilla mücadelesi başkentte bir halk isyanıyla birleşmiş ve monarşi net bir programla ve birleşik cephe marifetiyle devrilmişti. Nepal halkı büyük bedeller ödemişti ve geleceğe umutlu bakıyordu. Bu nedenle o günden bu yana Nepal siyaseti kendisini komünist ve sosyalist olarak adlandırılan çok sayıda sol parti tarafından domine ediliyor. Devrime katılan Kongre Partisi en sağda yer alsa da onlar da merkez sol olarak tanımlanabilir. Dolayısıyla devrim monarşiyle birlikte monarşistleri ve faşistleri siyasetten silmişti. Bu gerçeklik karşısında insan her şey çok daha farklı olabilirdi diye düşünmeden edemiyor. Bu umudun silinmesi ve geçmişin karanlık tiplerinin de kendisine fırsat çıkarması da cabası. 

Nepal gençliği ciddi bir geleceksizlik ve yoksulluk içinde yaşıyor. Tek para kazanma yolu Körfez Arap ülkelerine gidip turizmde ve inşaatlarda kölelik şartlarında çalışıp para biriktirmek. Bir Nepalli öğrencimin tezinde de anlattığı üzere Nepal’den İngiltere’ye veya başka bir ülkeye yüksek lisans ve doktora için başvuru yapıp kabul alan, hatta burs da alan gençler bir de en az 2-3 ay devlet yetkililerinin kapılarında kendilerine çıkış izni almak için uğraşıp rüşvetler veriyorlar. Öğrencimin ailesi sadece ülkeden çıkış izni için tarlasını satmak zorunda kalmıştı. Ve burada suç elbette gerici devlet yapısına dokunmayan, ülke siyasetinde Hindistan’ın etkisine karşı çıkamayan, en fazla Çin’le dengelemeye çalışan geleneksel politikayı sürdüren, devrimin kazanımlarını ileriye götüremeyen ve kendi içlerinde koltuk kavgasına düşen ve sürekli hükümetin değiştiği sistemde.

Buna 1995-2005 arasında silahlı mücadele yürüten, ülkenin yüzde 80’ini kurtaran, başkenti kuşatan ve cephe kurup iktidarı alan ama sonrasında kendi içinde birbirine düşen, Prachanda hariç önemli liderlerinin ayrılıp kendi partilerini kurduğu Maoistler de dahil. Zaten Prachanda daha ilk dönemlerdeki söylemleri ile başta Hindistan olmak üzere birçok ülkedeki Maoistlerce eleştirilip aforoz edilmişti. Savaş ismi olarak “öfkeli, boyun eğmeyen, amansız” anlamına gelen Prachanda’yı seçen Pushpa Kamal Dahal devrim sonrasında uzlaşmacılığı ile bugünün yollarını açtı ve aslında 1995’te savaşa başladığında eleştirdiği NKP (Birleşik Marksist Leninist) ile benzeri bir pratik sergiledi.

Bu arada belirtmek gerekir ki, Nepal’in ekonomisi çok yoksul, doğru dürüst bir sanayisi yok. 2015’te Kathmandu depremi şehre hasar verdi ve yeniden inşa oldukça uzun zaman içinde ve zorlukla oldu. Birkaç sene sonrasında pandemi başladı ve ülkenin en önemli gelir kaynağı olan turizm kesildi. Ayrıca zaten büyük fırtınalara alışık olan ülkede iklim krizi nedeniyle doğal afetler de daha sık ve etkili yaşanıyor. Dolayısıyla gençlerin öfkesini ve halkın yoksulluğunu pekiştiren bu iki olgu, yolsuzluklar ve lüks yaşam iddiaları ile pekişince öfkenin derinliği de tahmin edilebilir.

İki Dev arasında bir ülke

Nepal, Çin ve Hindistan gibi iki dev ve güçlü ülkenin arasında küçük bir ülke. 29,5 milyon nüfusu var. Aslında çok küçük bir ülke değil ama komşuları çok büyük olduğu için bir yanılsama oluyor. Diğer yandan ülke coğrafi olarak çok hızlı şekilde yükselen, dik bir ülke. Hindistan sınırı deniz seviyesindeyken ülkenin zirvesi yaklaşık 9 bin metre ile dünyanın da zirvesi olan Everest. Başkent Kathmandu ise 1400 metre yükseklikte ve 1,5 milyon nüfusla en büyük şehri. Ülkede Hindistan sınırına ova, Kathmandu bölgesine tepe, Everest’e de dağ diyorlar.

Ülkenin tüm ticareti karayoluyla Hindistan üzerinden mümkün. Everest nedeniyle Çin’le karadan ticaret yapmak mümkün değil. Hindistan sınırı kapadığında ülke ekonomisini kilitleyebilir. Hindistan da bu kozu sıkça kullanıyor. Havayolu üzerinden ulaşım ve ticaret de zayıf. Kathmandu havalimanına sabahları yoğun sisten dolayı ancak öğleden sonra iniliyor. Hatta THY Kathmandu’ya uçmaya karar verdiğinde diğer havayolu şirketlerinden yolcu çekebilmek için uyanıklık yapıp uçağın sabah saatlerinde ineceği bir saat seçmişti ve bir süre sonra bir uçağı piste çakılıp kaza yapmıştı. Uçağı çekecek ekipman dahi zor bulunduğu için ülkeye ciddi bir sıkıntı da vermişti.

Nepal solu ve Hindistan

Nepal’de güçlü bir sol, sosyalist, devrimci hareket her zaman oldu. Nepal solu açısından ülkenin en temel sorunu Hindistan’a olan bağımlılıktır. Hindistan’ın kendisi de yarı-sömürge bir ülke olsa da çevre ülkelere yönelik “yayılmacı” politikalarla bunları kendine bağlamakta ve sömürmektedir. Monarşi döneminde ülke egemenleri ve kral da Hindistan devletinin kuklasıydı. Bu açıdan Hindistan karşıtlığı ve yurtseverlik önemli kavramlardır.

Bununla birlikte Nepal devrimci hareketi Hint devrimci hareketinden de yoğun şekilde etkilenmiş ve sıkı bağlar kurmuştu. Pratikte Nepal devrimi de kendisini Hint devrimine bağımlı kılıyor, Hindistan Devriminin başarısı bekleniyordu. Maoizmin etkisinin önemli bir sebebi de buna karşı farklı bir söylem geliştirmesidir. 

Dolayısıyla Nepalli Maoistler 1996’da silahlı mücadeleye başladıklarında sadece Hindistan’a olan bağımlılığa karşı çıkmamış, sol ve devrimci hareket içinde reformizmin kökeninin de Hindistan’ın gücünden duyulan korku olduğuna işaret etmişlerdi. Hatta ünlü bir siyasi belgede Nepal’in Çin ve Hindistan arasında sıkışmış, zayıf bir ülke olmadığını, tersine iki dev ülke arasında bir dinamit olduğunu ve Nepal devriminin bu iki ülkeyi de sarsacağını iddia ediyorlardı. Bir başka yazısında Prachanda ülkenin küçük olmadığını, dik olduğu için öyle görüldüğünü, diklemesine değil yatay olsaydı dünyanın en büyük ülkelerinden biri olacağını belirtiyordu.

Kaderin oyunu olsa gerek Nepalli Maoistler 1995’te eleştirdikleri konuma düşerken bugün kendileri aynı sebeplerle hedef alınıyorlar. Nepal’de 1970’lerde silahlı mücadele veren devrimciler vardı. Hatta bugün gençlik hareketinin ardından başbakanlığa atanan yargıcın eşi 70’li yıllarda bir Hint uçağını kaçırmakla ve silahlı mücadeleye destek için banka soymasıyla bilinen biri. Yeni atanan başbakan da 1990 halk hareketine katılıp hapse düşmüştü. 1990’da birinci halk isyanı ile Nepal’de anayasal monarşiye geçilmiş, kralın yetkileri kısıtlanmış, parlamento açılmış, Kongre Partisi ve NKP (BML) en güçlü 2 parti olarak çıkmıştı. 6 yıl sonra Maoistler halk savaşını başlattıklarını duyurmuştu.

1996’da başlayan çatışma kısa sürede genişlemiş ve 10 yılda monarşiyi tamamen yıkacak halk hareketinin parçası olmuştu. Ülkenin yüzde 80’inde kendi iktidarını kurduğunu iddia etmiş, özellikle köylerde komünler kurmuştu. Bu hızlı gelişmenin ilk sebebi Nepal hükümetinin o dönemde yaşadığı iç çekişmelerden dolayı orduyu harekete geçirmemesi ve polisle müdahale etmesiydi. Ordu olsaydı daha farklı mı olurdu bilmek zor ama polisle çatışan gerillalar daha hızlı yer tutabilmişlerdi. Son dönemlerde artık şehri doğrudan kuşatmasalar da başkente giden yolları günlerce kesmeye başlamışlardı. Bu aslında sürekli yokuşların olduğu, dağlık, tek gidiş gelişli yollarda o kadar da zor değil. Chitwan’dan Kathmandu’ya giderken arabamız arıza yaptığında ve yanımızda yolculuk yapan keçi kaçtığında biz de 5 dakika kadar başkente giden yolu kesmiştik. Stratejik birkaç noktayı tutan bir gerilla birliğinin bunu uzun süre başarması gayet mümkün.

Kırsal ile Kathmandu karşıtlığı

Ancak biz ülkeyi ziyaret ettiğimizde yaptığımız görüşmelerde net şekilde anladık ki, Maoistlerin kırsaldaki gücüne karşın Kathmandu’da pek bir örgütlülükleri yoktu. Kathmandu karşı-devrimin merkeziydi. Sadece devletin tüm kurumlarının olması değil, aynı zamanda kırsalda Maoistlerden kaçan, topraklarına el konulan binlerce insan da başkente göç etmişti. Başkentte gücü olan, mecliste yer alan, bazen hükümete koalisyon ortağı olarak giren, üniversitede ağırlığı olan sol, sosyalist partiler de Maoistlerle selamı sabahı kesmişti. İki taraf da birbirini hainlik gibi sert sözlerle itham ediyordu. Dolayısıyla 2006’da şehirde halk hareketi başladığında bu, NKP (Maoist) tarafından düzenlenen bir hareket değildi. Hatta başlarda harekette bir gücü de yoktu. Ama o dönem hızlı şekilde bir birleşik cephe kuruldu, gerillalar yolları keserken şehirde öğrenciler ve çalışanlar kraliyete karşı mücadele ettiler, böylece tüm ülke ayaklanmış oldu.

Bu nedenle örneğin gerillalar şehre muzaffer bir ordu olarak hiçbir zaman giriş yapmadılar, kendi sınırlarından hiç çıkmadılar. Biz barış döneminde gittiğimizde Kathmandu’da toplantılarda yanımızda oturup bizimle görüşen bazı Maoistlerin bizi kendi bölgelerini gezdirmeye götürdüklerinde, belirli bir sınırın ardından silahlarını kuşandıklarına tanık olduk. Ama şehirde sivil kıyafetlerle geziyorlardı. Ayrıca hem sürecin ilerlemesi hem de Hindistan’ın Maoistlerin legal siyaset yapmasını kabul etmeleri için Maoistler kırsalda kolektiflerin dağıtılacağına, herkese topraklarını geri vereceklerine söz vermişler ve bu sözü yerine getirmişlerdi. Bu durumu sorduğumuzda kadroları bunun birer taktik olduğunu, toprak ağalarına topraklarının geri verilmeyeceğini, ama yanlışlıkla el konulan, kötü muamele gören veya orta sınıf sayılacak köylülerin topraklarını vereceklerini belirtiyorlardı. O dönem atılan geri adımların sadece geçici bir taktik olduğu çok dile getiriliyordu.

Ancak şöyle ilginç bir durum da olmuştu. Malum NKP (BML) ve Kongre Partileri daha o zamanlarda bürokratik, yoz, reformist ve uzlaşmacı olarak tanımlanıyordu. Maoist liderler ise genç, inançlı, adanmış, disiplinli ve eğitimli olarak ortaya çıkmışlardı. Partinin teorisyenlerinden olan ve bir dönem başbakanlık yapan, ardından ayrılıp Sosyalist Parti’yi kuran Baburam Bhattarai ve kadın hareketi içinde tanınan eşi Hisila Yami Hindistan’ın önde gelen üniversitelerinden doktoralı kişilerdi ve Nepal’in sosyoekonomik yapısına dair kitapları vardı. Dolayısıyla zaferin ardından Maoistlere ciddi bir kitle akını olmuş, diğer partilerden katılımlar artmıştı. Hatta bir süre sonra, öncesinde çok kavga ettikleri bir başka partiyle birleşip partinin ismine “birleşik” kelimesini eklemişlerdi. Bizim görüşmelerimizde bu ilgiden memnun olmakla birlikte kaygı duyduklarını da net şekilde görmüştük. “Bu arkadaşları hiç tanımıyoruz, çok yeni geldiler” diyorlardı. Birçok kariyerist ve davayla ilgisiz kişinin saflara geldiğini söylüyorlardı. Ünlü Maoist liderler şehirde sıkça toplantılara ve eylemlere katılıyorlardı ama çok ciddi güvenlik önlemleri de alınıyordu, suikast kaygısı çok yaygındı.
Burada parantez açıp belirtmek isterim ki, bir yandan NKP (BML) ve diğer partiler, öte yanda NKP (Maoist) şimdiki adıyla (Birleşik Maoist) olarak ayrım yapılsa da neredeyse tüm partiler Maoizmi savunuyorlar. Bu nedenle esas ayrım pratiğe ilişkin olarak açığa çıkıyor. Birgün’den İbrahim Varlı’nın bir tweetinde dediği “Nepal’de 14 Maoist partinin katıldığı genel seçimleri Maoist Birlik kazandı” cümlesinde pek bir abartı yok.

Maoistler açısından bir diğer sorunun sadece şehirde değil, kırda da kadro sorunu olduğunu da dinlemiştik. Savaş 10 yılda başarıyla sona erdiği için gerilla ordusunda en deneyimli komutanın deneyimi 10 yılla sınırlıydı. Birçok savaşçı çok yakın zamanda katılmıştı. Birkaç yıllık deneyimleri vardı. Bu nedenle bunu da not etmek gerekir.

Hint işgali ihtimali

Bizim oradaki görüşmelerimizde ve konferans tartışmalarında en çok konuşulan kaygı Hindistan’ın Nepal’e askeri müdahalede bulunup monarşiyi koruyacağı üzerineydi. Mesele sadece sınırı kapatıp ülkenin dışarıdan ihtiyaç duyduğu malların engellenmesi ve ablukaya alınması değildi. Bizzat bir işgal de gündemdeydi. Hindistan da bu yönde sinyaller veriyordu. Bu nedenle sürecin ilerlemesinde Maoistlerle Hint yönetimi arasında yapılan anlaşma belirleyici oldu, Maoistler legal siyasette tanındı, karşılığında tavizler verdi. Bunların en öne çıkanı orduların birleştirilmesi ve toprakların geri verilmesiydi. Bunlar da zaten devrimin en temel kazanımlarıydı. Ancak bu zamana kadar buna dair kaygılar ve stratejiler tartışılıyordu. Önderlerin uzlaşmacı açıklamalarını ve geri adımları taktik olarak tanımlarken kurulan birleşik cephenin korunmasının ve Hint işgali durumunda tüm ulusun birlikte direnmesinin amaçlandığı söyleniyordu. Eğer cephe dağılır veya kendilerine uzak olan ama şu an dinleyen ve karşı çıkmayan kitleler kendilerine soğumazsa işgale karşı direnişe önderlik edebileceklerini düşünüyorlardı.

Yeni teoriler

Bunlar elbette önemli ve kritik kaygılar. Ama bu dönemde yeni teoriler de açığa çıkmaya başlamıştı. Bu da ideolojik açıdan alarm çalmaya neden oluyordu. En sert tepkiyi de Hindistan’da ormanlık bölgelerde gerilla mücadelesi veren ve kabileler arasında örgütlenip Kızıl Koridor kuran, bu bölgedeki yeraltı kaynaklarına el koymak isteyenlerle çatışan Hintli Maoistler vermişti. Örneğin Baburam Bhattarai sosyalist devrim öncesinde demokratik devrime dair stratejilerini yenileyip Nepal’de demokratik devrim öncesinde de bir aşama olması gerektiğini öne sürüyordu. Nepal o kadar geri ve azgelişmiş bir ülkeydi ki, demokratik devrim yapıp oradan sosyalizme geçmek dahi mümkün değildi. Bu ön aşama başlamıştı. Özetle sosyalizme geçiş süreci daha başında erteleniyordu.

Prachanda ise MLM ve Prachanda Yolu olarak tanımlanan bir teorik çerçeve geliştirmişti. Bu aslında Nepal devriminin özgünlüğüne uyarlama ile ilgili bir durumdu. Ülkenin gücü, yeri, Hindistan’ın konumu ve etkisi gibi konularda yeni bir yaklaşım öne çıkarıyordu. Ancak bu dönem bu teorinin evrensel değerlere sahip olduğu iddia edilmeye de başlanmıştı. Örneğin Prachanda sosyalizmde, proletarya diktatörlüğü altında çok partili demokratik bir sistemi önermeye başlamıştı. Tek parti devletinin yanlış olduğunu, aslında Lenin’in çok partili bir sosyalizm planladığını ama ömrünün yetmediğini, o dönemde diğer sol hareketlerin bastırılmasının anlamı olsa da sonrasında yeni hareketlere alan açılması gerektiğini söylüyor, Stalin’i de ismini vermeden eleştiriyordu. Ayrıca hukukun bağımsız olması gerektiğini ve güçler ayrılığı ilkesinin de sosyalizmde olması gerektiğini söylüyordu. Buna göre sosyalizmden geri dönüşler bu nedenle olmuştu. Yönetim ihanet ettiğinde komünistler yargı yoluyla müdahale edebilir veya diğer partilerde birleşip sürece karşı çıkabilirdi. Burada sanki sosyalizmden geri dönüşlere katkı yapılıyor gibi görünse de bu sözler aslında o dönemin Nepal siyasetine ve Hindistan’a verilen mesajlardı. Bu teoriler, silahlı gücün tasfiyesi ve toprakların geri verilmesi ile anaakım politikaya kabul ediliyorlardı. Nasıl 1990’da NKP (BML) bunu yaptıysa 2006-2008 arasında da Maoistlere aynı yol açılıyordu.

Bu süreci pekiştiren ise seçimlerde Maoistlerin genç ve fedakâr adaylarının beklenenin üstünde oy alıp mecliste çoğunluğu almasıydı. Prachanda başbakan olmuş, meclis çoğunluğunu almış, bir anda 10 yıldır savaştığı eski devlet mekanizmasında sorumluluk almıştı. Bu seçim Maoistler çoğunluk olmasın diye iki sistemle uygulanmıştı. Bir grup vekil temsili demokrasi ile partinin oy oranına göre seçilmişti. Bir grup da İngiliz sisteminde, her yerleşim biriminden bir kişinin seçilmesi üzerinden seçilmişti. Maoistlerin ikincisinde zayıf kalması bekleniyordu ama olmadı, iki sistemde de birinci oldular. Ama bu seçim başarısını, halen aktif olan silahlı gücü, halen elde olan toprakları ve etkin olan halk hareketini bir adım öteye götüremedi. Hükümeti kurdu, çok partili demokrasi ve demokratik devrimin önceki aşaması diyerek, kendi eliyle kendi ordusunu Nepal ordusuna kattı, halk içindeki kadroları meclis çalışmalarına çekti, komisyonlar kuruldu, sistem kendisini yeniden restore etti. Yukarıda belirttiğim gibi temel kaygı Hint işgalini engellemek ve kendi kadro gücüne (hem başkentte ve şehirlerde hem de kırsalda) yeterince güvenememekti.

Buna ek olarak ülkenin yoksulluğu, azgelişmişliği, sanayinin dahi olmaması eklenmeli. Maoist birleşik cephe teorisinde cephe içinde ulusal burjuvazi de temsil edilir. Bu vesile ile Maoistlerle işbirliği yapan ulusal burjuvazi teşkilatının başkanı ile görüşmüştük. Adam aslında üniversiteden bu yana devrimci, Maoist. Almanya’da okumuş. Ailesi tavukçuluk yapıyor, hali vakti yerinde bir aileden geliyor. Büyük bir sermayesi, şirketi olan biri olmadığını tahmin ediyorum. Bu adama parti sen ulusal burjuvaziyi temsil et demiş, o da bir kitle örgütü ile esnafı toparlamaya çalışıyordu.

Bugünkü sistemin kuruluşu

Bugün gençlerin nefret ettiği siyasi sistemin, parlamenter ayak oyunlarının, koltuk kavgasının, sürekli değişen hükümetlerin ve yolsuzlukların, rüşvetin, devletin afet ve sorun olduğunda ortada olmaması, çetelerin güç kazanması gibi olgular da bu 2006-2008 arasında barış döneminin bitip monarşinin kaldırıldığı ve federal cumhuriyetin kurulduğu dönemde oluşturulan sistemden kaynaklı.

Monarşiyi yıkan hareket uzun yıllara dayanan bir ittifak değildi. Birbirini etkileyen ama birbirinden bağımsız hareket eden ve tarafların birbirine güvenmediği, monarşi karşıtlığında birleşen bir ittifaktı ve şehirlerde halk hareketi başladıktan sonra kurulmuştu. Ülkede monarşi köklü bir yere sahip ve kral tanrıyı temsil ediyor olsa da o dönemde monarşist ve dindar kesimlerde de kraliyete olan ilgi ve sevgi dibe vurmuştu. Çünkü birkaç yıl öncesinde, 2002’de sarayda prenslerden biri katliam yapıp tüm aileyi öldürmüştü ve sevilen, halk karşısında etkisi olan figürler de can vermişti. Sevilmeyen ve ailesini katleden bir adam varis olarak kalınca en monarşist ve dinci kesimler içinde de onu koruma isteği kalmamıştı. Bu sayede onlarca yıldır verilen monarşi karşıtı hareket için uygun bir an doğmuştu.

Ancak bu hedefe ulaşılınca ve barış süreci devreye girince, bu süreçte Hindistan da aktif şekilde ve belirleyici bir konumda yer alınca, tarafların birbirine güvenmediği de hesaba katılınca öyle bir hükümet ve yönetim sistemi kuruldu ki istikrarlı ve uzun dönemli hükümet kurmak mümkün olmadı. Yukarıda bahsettiğim gibi ilginç ve karmaşık bir seçim sistemi gibi her alanda ciddi bir bürokrasi ve karmaşa yaratıldı. Bu da zamanla herkesin kendi çıkarı için oynadığı, hiçbir işin yapılmadığı, herkesin koltuk kavgası yaptığı, başbakanların 6-7 ay kalıp istifa ettiği, koalisyonlarda da başbakanların dönüşümlü olduğu bir sistem yarattı. Bu da halkta öfke yarattı.

Özetle 1990 ve 2006’daki halk hareketleri benzer yöntemlerle sönümlendi. Nepal halkı da aralıklı olarak isyan etmeye, başkaldırmaya devam ediyor. Bu açıdan Nepal siyasetinde Hindistan’ın belirleyici etkisini görmek ama ona karşı tepkiyi ve öfkeyi de göz ardı etmemek gerekiyor.

                                                           /././

Fransa’da ‘hayat durdu’, Türkiye’de?-Atilla Özsever-

Fransa’da 10 Eylül’deki genel grev, hayatı büyük ölçüde durdurdu. 18 Eylül’de sendikaların da desteğiyle Macron iktidarına karşı daha kapsamlı bir genel grev gündemde. Türkiye’de de “hayatı durduracak eylemler” gündeme getiriliyor. Bakalım bizim işçi sınıfının dinci, faşizan bir iktidara karşı bu tür eylemleri olabilecek mi, tarih ne diyor?

10 Eylül 2025 günü Fransa’nın genelinde 200 bin kişi sokağa çıktı, ulaşım aksadı, Paris metrosu tam zamanlı çalışmadı, çok sayıda okul kapatıldı, tren istasyonları işgal edildi. “Her şeyi durduralım” adı altında yapılan eylemler, Fransa’da büyük ölçüde hayatı durdurdu.

Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve hükümetinin kemer sıkma politikalarına karşı Fransız toplumunun tepkisi, bir anlamda genel grev niteliği taşıyordu. 18 Eylül’de sendikaların da desteği ile daha büyük çaplı bir genel grevin yapılması gündemde bulunuyor.

Türkiye’de de “hayatı durduracak eylemler” konusu gündeme getiriliyor. CHP Genel Başkanı Özgür Özel, geçtiğimiz günlerde dünyanın ünlü gazetelerinden Financial Times’e yaptığı açıklamada Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “hukuk darbesi”ne karşı güçlü bir direniş gösterileceğini belirtti.

CHP lideri Özgür Özel, “Gerekirse hayatı durdurma noktasına getirecek barışçıl eylemler yaparız. Milyonlar değil, on milyonlar sokağa çıkabilir” ifadelerini kullandı.

Ülkemizde yönetimde bulunan dinci, faşizan bir iktidara karşı hayatı durduracak eylemler, o çapta bir genel grev yapılabilir mi? İşçi sınıfının mevcut konumu buna uygun mu, Türkiye’nin tarihinde bu tür eylemler yapıldı mı?

Tüm bu soruları öncelikle Fransa’da yaşananları dikkate alarak yanıtlamaya çalışalım…

‘Sarı Yelekliler’ örneği

10 Eylül’de Fransa’da yaşamı durduran eylemler, öncelikle sosyal medya vasıtasıyla örgütlendi ve harekete geçildi. Gösteriler, 2018-2019 yıllarındaki “Sarı Yelekliler” isyanına benzetiliyor.

Sarı Yelekliler hareketi, benzin fiyatlarına karşı başlayıp kısa sürede eşitsizliklere karşı geniş bir toplumsal öfkeye dönüşmüştü. O hareket, Fransa’da halkın yalnızca sandıkta değil, sokakta da siyasi özne olabileceğini bir kez daha hatırlatmıştı.

Her şeyi durduralım” hareketi ise, gençlerin ağırlıklı olduğu, bir merkez yapılanmasının bulunmadığı bir hareket olarak nitelendiriliyor. Sendikaların daha aktif destek vermesi halinde daha güçlü bir harekete dönüşebileceği ifade ediliyor.

10 Eylül’deki gösterilerde 80 binden fazla güvenlik görevlisi vazife yaptı, polis sık sık biber gazı kullandı, 300 dolayında kişi gözaltına alındı.

Genel grev tarzındaki eylemlerin esas amacı, hükümetin 2026 bütçesindeki kemer sıkma politikalarına karşı tepki göstermekti. Bayrou hükümeti, 8 Eylül’de meclisten güvenoyu alamayarak düşmüştü. Protestolar, Cumhurbaşkanı Macron’un atadığı yeni Başbakan Lecornu’nun göreve başladığı gün gerçekleşti.

'Kemer sıkma'ya karşı

Eylemler, özellikle emekli aylıklarının ve sosyal yardımların dondurulması, kamu hizmetlerinde ciddi bütçe kesintilerinin öngörülmesi üzerine gerçekleştiriliyor. Sosyal kamu harcamalarını azaltan “kemer sıkma” politikalarına karşı yapılıyor. Siyasal anlamda da Macron’un istifası isteniyor.

Gösterilere SUD-Rail (demiryolu sektöründe faaliyet gösteren bağımsız sendika), CGT’nin (Genel İşçi Konfederasyonu) bazı şubeleri, Solidaires (Dayanışmacı) gibi yapılar destek verdi. CFDT, FO, UNSA gibi daha büyük federasyonlar ise, daha “çekinceli” davranarak 18 Eylül’de planlanan ortak sendikal eylemlere odaklandılar.

Siyasi parti olarak da radikal sol eğilimli Boyun Eğmeyen Fransa (LFI) partisi açıktan destek verdi.

18 Eylül’de büyük grev

Fransa’daki gözlemciler, 10 Eylül eyleminin bir başlangıç olduğunu, 18 Eylül’de sendikaların da aktif katılımı ile daha geniş çapta bir genel grev yapılacağını belirtiyorlar. 23 Eylül’de de parlamentoda yeni hükümete karşı bir güven oylaması planlanıyor.

Komünist eğilimli işçi konfederasyonu CGT’nin yöneticisi Laurent Feisthauer, “Sosyal konular ve vergi adaletini dayatmak için bir grev hareketi inşa edeceğiz. Eğer hükümet bizi görmezden gelirse, onu düşürene kadar devam edeceğiz” diye görüşünü açıkladı.

Euronews haberine göre; Fransa'da öfke çeşitli profesyonel sektörlere de yayılıyor. Sağlık emekçileri ve eczane çalışanları da, tıbbi geri ödemelerdeki kesintileri ve belli başlı ilaçlardaki indirimleri protesto ederek sendikaları 18 Eylül'de ülke çapında iş bırakmaya çağırdı.

Türkiye’deki genel grevler

Ülkemizde hayatı durduracak çapta genel grevler yapıldı mı? Kısaca o konuya değinelim. Türk-İş, 16 Haziran 1975’de Demirel başkanlığındaki MC (Milliyetçi Cephe) Hükümeti’nin kıdem tazminatını sınırlama girişimlerine karşı İzmir’de kısmı bir genel grev gerçekleştirdi.


Türk-İş Genel Başkanı Halil Tunç, İzmir’de elektrikleri 8 saat süreyle kesti, elektriğin kesilmesine bağlı olarak epeyce geniş  bir alanda üretim yapılamadı. Enerji dışında ve elektrik kesintisinden doğrudan etkilenmeyen birçok alanda da işçiler eyleme katıldı. 70 bin dolayında işçinin bu eyleme katıldığı belirtildi, eylem nedeniyle bir işten çıkarma yaşanmadı.

Yine Türk-İş, Özal Hükümeti’ne karşı 3 Ocak 1991'de 'genel uyarı eylemi' eylemi adı altında 12 Eylül sonrasının ilk genel grev girişiminde bulundu. Türk-İş Başkanı Şevket Yılmaz 3 Ocak'ta işçilere işe gitmeme çağrısı yaptı. Bu eylem, yasalara uygun değildi ama meşru idi. 3 Ocak 1991 genel eylemi kısmen uygulanabildi.

13 Ağustos 1999'da da Emek Platformu, “Mezarda Emeklilik” yasasına karşı 'genel eylem' kararı aldıysa da bu kez Türk-İş’in “yan çizmesiyle” tam bir uygulama olmadı, 17 Ağustos 1999 depremi nedeniyle de Ecevit Hükümeti, yasayı meclisten geçirdi.

Emek Platformu, Tekel Direnişi nedeniyle 26 Mayıs 2010 tarihinde “Genel Eylem” kararı aldıysa da sendikal bürokrasinin hareketsizliği sonucu eylem işyerlerinde bir saatlik bildiri okumaya dönüştü. (Genel grev konusunda Prof. Dr. Aziz Çelik ile sendika uzmanı Yıldırım Koç’un bilgilerinden yararlandık).

2025’teki eylemler

Bu yıl gerek 600 bin kamu işçisini ilgilendiren toplu sözleşme sürecinde, gerekse 4 milyon memur ile 2,5 milyon memur emeklisini ilgilendiren toplu görüşmelerde uyuşmazlık çıktı, işçi ve memur konfederasyonları da bir günlük iş bırakma kararı aldılar.

Gerek Türk-İş ile Hak-İş’in, gerekse Memur-Sen’in bu eylemlerine katılım son derece sınırlı oldu, gereken etkiyi yapmadı. AKP Hükümeti de “sefalet zammı” düzeyinde ücret artışı gerçekleştirdi.

İşçi ve memur kesiminde sendikal anlamda böyle bir hareketsizlik söz konusu olmasına rağmen toplumun önemli bir kesiminde AKP iktidarının hukuk tanımayan, baskıcı, totaliter, dinci, faşizan uygulamalarına karşı büyük bir tepki var.

Tabii ki toplumdaki tepkinin önemli bir boyutunu da ekonomik zorluklar, hayat pahalılığı, açlık sınırındaki ücretlerle geçim sıkıntısı oluşturuyor. Toplu sözleşmeden yararlanan işçi ve memurlar da geçim sıkıntısı içinde, şu an için sözleşmeyle ellerine toplu bir para geçtiyse de önümüzdeki süreçte, özellikle 2026’nın baharıyla birlikte ekonomik açıdan daha sıkıntılı günlere maruz kalacaklardır.

Türkiye’de işçi sınıfı, ancak ciddi bir ekonomik sıkıntı, “bıçak kemiğe dayanma” noktasına geldikten sonra harekete geçebiliyor. Keza böyle bir süreçte sendikal bürokrasinin “AKP yandaşı” tavrı da zorlanıp yeni bir mücadele süreci başlatılabilir.

Genel grev hakkı

Ülkemizde daha önce Anayasa’nın 54. maddesine göre genel grev açıkça yasaklanıyordu. Daha sonra yapılan Anayasa değişiklikleriyle bu hüküm kaldırıldı. Ancak 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş sözleşmesi Yasası ile 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda bu nitelikteki eylemler için yasaklar bulunuyor.

Öte yandan yine son yapılan değişikliklerle Anayasa’nın 90. Maddesine göre, Türkiye’nin onayladığı uluslararası sözleşmelerle ile iç mevzuatta bir çatışma çıkarsa uluslararası sözleşmelerin esas alınacağı belirtiliyor.

Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) Sendika Özgürlüğü Komitesi ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) de çeşitli kararlarında hükümet kararlarını etkilemek ve değiştirmek amacıyla mesleki, ekonomik ve sosyal taleplerle yapılacak genel nitelikli grevler ve eylemler hak olarak kabul edilmiştir.

Bu nedenle işçi sınıfının ekonomik ve sosyal haklarını ve çıkarlarını korumak amacıyla iş bırakması, genel eylem ve genel grev adı altında üretiminden gelen gücünü kullanması meşrudur ve hukuka uygundur. Bu çerçevede bugüne kadar alınan ve uygulanan genel eylem ve genel grev kararları nedeniyle hiçbir sendikacı ve işçi ciddi bir yaptırıma uğramamıştır.

‘Ayağa kalkalım’

Yazımıza Fransa ile başladık. Yine o ülkeye atıf yaparak bitirelim. Halen Fransa’da yaşayan ve 12 Mart (1971) döneminde avukatım olan değerli hukukçu Enis Coşkun’un (85) kendi bloğunda 5 Eylül 2025 tarihinde yazdığı yazı “Demokrasi İçin Direnme Hakkı” başlığını taşıyordu.

Enis Coşkun, 1789 Fransız Devrimi’ndeki halkın direnişinden örnek vererek şöyle diyor:

“O tarihe kadar egemenlerin önünde başı eğik, kaderine teslim olarak yaşayan Paris’liler, 5 Mayıs 1789’da, Fransız aydınlanma öncüllerinden hukukçu yazar La Boétie’nin duvarlara yazılmış şu ünlü sözleriyle uyandılar; “Tiranlar, muktedirler, önlerinde diz çöktüğümüz için bize büyük görünüyorlar: Ayağa Kalkalım!”.

Başlayan halk direnişi devrimle sonuçlanmış, Fransız Kralı 16. Louis tahtını bırakıp kaçmak zorunda kalmıştı…”

                                                            /././

Turuncunun safran tonu -Engin Solakoğlu-

Nepal’de yaşananlar, can kayıpları, gerici ve dinci taleplerin yükselişi elbette üzüntü verici ama kazın ayağının perdeli olduğunu ve bir çiçekle bahar gelmediğini anlamamıza yardımcı olması bakımından da öğretici.

Son bir hafta içinde dünya birçok önemli gelişmeye sahne oldu. Rusya-Ukrayna savaşının genişlemesi konuşuldu. BM Genel Kurulu Filistin Devletini ve iki devletli çözümü destekleyen bir kararı çok geniş bir çoğunlukla kabul etti. Günde yaklaşık 70 Filistinliyi öldüren, Gazze’yi bina bina havaya uçurmaya devam eden, o arada bölge ülkelerine saldırmayı da ihmal etmeyen İsrail bu kez de ABD’nin en önemli bölgesel müttefiklerinden olan Katar Emirliği’nin başkenti Doha’yı hedef aldı. Suriye’nin başına getirilen “evimizin kravatlı cihatçısı” BM Genel Kurulu’na katılmak üzere New York’a giderken bütün bölge haklarının düşmanı İsrail’le müzakere ettiklerini itiraf etti. ABD aşırı sağının ve Trump’ın MAGA hareketinin liderlerinden sayılan Charles Kirk tam da bir üniversite kampüsünde farklı olan herkese nefret saçar, her yıl binlerce Amerikalı canından eden bireysel silahlanmayı savunurken boynundan yediği bir kurşunla öte yana göçtü.

Bütün bu gelişmelerin yanına bir Nepal’de olup bitenler eklendi. Belki Nepal gerek fiziki gerek kültürel anlamda çok uzağımıza düştüğünden orada yaşananlar bence Türkiye’de pek net anlaşılamadı.

Dış haberlerin ülkemizde sürekli aynı kaynaklardan alınması ve tercüme edilerek yansıtılması bunu bir sebebi olabilir ancak bu kere mesele o kadar basit değil. Zira normalde BBC, DW, Reuters gibi tıyneti belli mecraların aktardıklarına bağışık olması beklenen kesimler dahi bir kafa karışıklığı yaşadılar. Görünen o ki, kafa karışıklığı hâlâ devam ediyor. Kendimce bunun sebebini içinde bulunduğumuz ruh haline bağlıyorum. Yaklaşık 17 yıldır iktidarda bulunan yıpranmış, yolsuzluğa bulaşmış bir iktidar sokağa çıkan gençler tarafından yıkılıverince herkesin içini bir coşku kapladı ve sokağa çıkıp iktidar sahiplerini kovalayan göstericilerle özdeşleşmek cazip geldi. Akepe-Mehape rejiminin sultası altında ayakta kalmaya çalışan bir halk için anlaşılır bir duygu durumu.

Böyle durumlarda işin asıl tam da öyle değil demek, bir tür oyun bozanlığa girişmek beni mutlu etmiyor açıkçası. Ne var ki, bildiklerimizi, öğrendiklerimizi paylaşıp “ama şu da var” demeyeceksek bu köşeleri işgal etmenin bir anlamı da yok.

Meseleyi anlatmaya Nepal’in nerede bulunduğundan, nasıl bir ülke olduğundan başlamazsak hikâye eksik kalacak.

Nepal Güney Asya’da. Tam adı Nepal Federal Demokratik Cumhuriyeti. Dünyanın en yüksek sıradağları olan Himalayalar’a yaslanmış yaklaşık 150 bin km2 büyüklüğünde bir ülke. Türkiye’nin beşte biri kadar. 32 milyon nüfusu var. Ajans haberlerinde ortalama yaşın 25 olduğu söylendiği için genç nüfuslu bir ülke diyebiliriz. Nepal’in coğrafi konumu yaşananları anlamaya çalışmak bakımından ilk ipucu. Sadece iki komşusu var. Kuzeyde Çin Halk Cumhuriyeti, Güneyde Hindistan. Bana sorarsanız zurnanın zırt dediği yer burası.

Asya’da rekabet halinde olduğu bilinen iki devin arasına sıkışmış bir ülke. Halkının çoğunluğu (yüzde 82) Hindu. Bu özelliğiyle sık sık karıştırıldığı Tibet’ten ayrılıyor. Orası Budist. Nepal’de konuşulan bir çok dil var ama neredeyse tamamı Hintçe ile akraba. İki arada bir derede kalmak Nepal’in siyasi kaderi denilebilir. Hindistan B. Britanya’nın sömürgesiyken de Çin İmparatorluğu ile burayı ayıran bir tampon bölgeymiş. Bölgenin en eski Hindu monarşisini barındıran ülkenin yakın siyasi tarihi  monarşi ve meşrutî monarşi yanlıların sürekli itişmesine sahne olmuş. Çin Halk Cumhuriyeti’nin desteklediği Maocu Nepal Komünist Partisi-BML’nin (NKP-BML) 1996 yılında başlattığı silahlı direniş bir iç savaş haline gelerek 2006’ya kadar devam etmiş. 2006’da NKP-BML, ülkedeki diğer muhalefet partilerle işbirliğini ve “demokratikleşme” hedefini kabul edip faaliyetini siyasi alana taşımış. Hinduizm’in devlet dini olmaktan çıkartılmasını da içeren iki yıllık siyasi mücadelenin sonunda monarşi 2008 yılında ilga edilmiş ve cumhuriyet ilan edilmiş. 2015’te yapılan anayasa değişikliğiyle Nepal yedi bölgeli bir Federal Cumhuriyet olmuş.

Şunu vurgulamakta yarar var. Nepal’de devrilen hükümet Komünist bir hükümet değil. NKP-BML ile aşağı yukarı Hindistan’daki Kongre Partisi’yle benzeşen Nepal Kongre Partisi’nin oluşturduğu merkez sol eğilimli bir koalisyon. Esasen NKP-BML’nin mevcut siyasi çizgisi de büyük ölçüde reformist ve sosyal demokrat olarak tanımlanıyor. Tartışılamayacak nokta o hükümetin geleneksel olarak Çin’e yakın durduğu. Görevden ayrılmaya zorlanan Başbakan bu yılın Ocak ayında Çin’le Kuşak ve Yol Projesi konusunda işbirliğini güçlendirmeye yönelik bir Çerçeve Anlaşması’na imza atmış.

Peki sokaklara çıkıp hükümet binalarını yakan göstericilerin talebi ne? Batılı haber ajanslarının büyük puntolarına bakarsanız “Demokrasi, şeffaflık, eşitlik” vs. Nitekim AFP’nin Nepal’de eski Yüksek Mahkeme Başkanı Sushila Karki’nın geçici başbakan olarak atandığına dair haberinde de benzer ifadelere yer veriliyor. Ülkeyi 5 Mart 2026’da düzenlenecek genel seçimlere götürmek üzere 6 ay görev yapacağı söylenen Karki göstericilerin taleplerini “Yolsuzluğun sona ermesi, iyi yönetişim ve ekonomik eşitlik” olarak sıralıyor ve bunları sağlamak için çaba göstereceği sözü veriyor.

Oysa basit bir internet araması farklı sonuçlar veriyor. Öncelikle 19 Şubat tarihinde devrik kral Gyanendra Bir Bikram Shah’ın bir video mesaj yayınlayarak ayaklanma çağrısı yaptığını, Mart ayında gösterilerin başladığını, devrik kral Gyanendra’nın 9 Mart’ta  Hindistan’dan Katmandu’ya geldiğini ve o zamandan beri rejim değişikliği çağrılarını sürdürdüğünü öğrenebiliyorsunuz. İş orada da bitmiyor.

Sokağa çıkan, parlamento ve hükümet binalarını yakan göstericilerin attıkları sloganların monarşiye dönüşün yanında Hinduizmin yeniden devlet dini olmasına da vurgu yaptığı görülüyor. Hinduizm belki birçoğumuzun gözünde çivili tahtaya uzanan çilekeş Hint fakiri, apartman dairelerinde veya lüks otel “inziva”larında gerçekleştirilen -aslında tümüyle keriz silkeleme amaçlı- yoga seansları veya iki elini suratı hizasında birleştirmiş Gandi imajından ibaret ama gerçek hiç de öyle değil. Birçok benzeri gibi Hinduizm de gerici, ayrımcı, kadına hayatı dar eden arkaik bir inanç sistemi. Üstelik Hindistan Başbakanı Modi’nin Hindistan’daki yoksulluğu ve büyüyen gelir dengesizliğini  örtmek için kıyasıya kullandığı bir siyasal, sınıfsal sömürü aracı.

Bize sunulan, “yozlaşmış bir iktidara karşı sosyal medyaya özgürlük ve adalet isteyen gençler” denklemi çok cazip ama bu düpedüz işin cilası. Ortada Çin ve Hindistan arasındaki bölgesel rekabetin yansıması ve bütün dünyada karanlık çağın geri gelmesi için uğraşan ABD kaynaklı sağcılık ve gericilik var.

Olaylar sırasında izleyebildiğim Hint basınındaki sevinç çığlıkları, Hindistan merkezli ve Batı ortaklı “düşünce kuruluşları”nın, Nepal’de iktidarın yeniden ABD ve Hindistan çizgisine geleceği müjdesini paylaşmakta yarışmaları tabloyu netleştiriyor. Ortada düpedüz turuncunun Hindu tonunda bir ayaklanma var. Tesadüfe bakın ki, Hinduizm’de turuncu, daha doğrusu onun safran tonu manevi bağlılığı simgeliyor ve en kutsal renklerden biri olarak kabul ediliyor.

Bundan sonraki süreçte Çin’in ABD/Hindistan damgasını taşıyan bu hamleye yanıt verip vermeyeceğini izleyeceğiz. Çin’in müdahalesinin ne şekilde ve ne zaman geleceğini bilemiyoruz ama belki de geçici Başbakan olarak atanan Karki’nin düşen hükümete çok uzak bir isim olmaması müdahalenin çoktan başladığı şeklinde de yorumlanabilir.

Bu tespitleri yapmak durumunda kalmak, Nepal’de devrilen iktidarın turuncu bir devrimin “günahsız bir kurbanı” olduğunu savunduğum anlamına gelmiyor. Nepal’deki devrik hükümetin halkın temel gereksinmelerini karşılamak ve dürüst bir yönetim sergilemek konusunda başarılı bir sınav vermediği ortada. İktidardan kovulan koalisyonun kendisine sosyalist veya komünist diyenlerin arkasından ağlaması gereken bir yönetim olmadığı da açık. Bununla birlikte, başarısız bir Cumhuriyetin yerini gerici ve dinci bir monarşinin almasına yol açacak gelişmeleri sevinçten el çırparak izlemek de, olabilecek en diplomatik ve hakaret içermeyen ifadeyle, ağır bir yanılgı.

Son olarak, oyunbozanlığa devam bağlamında “derin jeopolitiğe” de bir parantez açalım. 10 gün kadar önce Tiencin’de toplanan Şangay İşbirliği Örgütü zirvesindeki kimi görüntüler Türkiye dahil birçok ülkede eni konu keskin ve iyimser yorumlara zemin sağlamıştı. Dünya değişiyordu, Batı kaynaklı emperyalizmin hegemonyası kırılıyordu, özellikle de Hindistan Başbakanı Modi’nin Şi Jinping’le el ele verdiği pozlar Asya’nın bugüne dek rakip kabul edilen iki devinin yeni bir dünya düzeni için birlikte yürüyeceği umudunu veriyordu. Oysa gelişmeler hiç de bu yargıları doğrular yönde değil.

Nepal’de yaşananlar, can kayıpları, gerici ve dinci taleplerin yükselişi elbette üzüntü verici ama kazın ayağının perdeli olduğunu ve bir çiçekle bahar gelmediğini anlamamıza yardımcı olması bakımından da öğretici. 

                                                             /././

soL




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Gündem + Köşebaşı" -19 Aralık 2025-

 Gözü yaşlı annenin HSK’ya şikâyeti: "Organize şekilde çalışarak adalete engel oldular"-Tolga Şardan-  Sisli Vadi'deki sel fel...