Yalansız yaşamanızı istiyorum -Fikret İlkiz-
Kötülükler ve 12 Eylül rejimi ülkenin siyasi ve toplumsal yaşamında iz bırakmıştır. Önemli olan yaklaşan felaketlere karşı hazırlıklı olabilmek ve başa çıkmanın yollarını yaratmaktır. Kaderden öte geleceğimizi kendimiz yaratmak zorundayız. Memleketi yönetmeli, boyun eğmekten vazgeçmeliyiz
45 yıl önce…
12 Eylül 1980 tarihli Resmî Gazete'nin 17103 sayılı nüshasında yayınlanan Milli Güvenlik Konseyi’nin Bir Numaralı Bildirisine göre; Türk Silahlı Kuvvetleri, “iç hizmet kanununun verdiği Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevini yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış” ve Milli Güvenlik Konseyi ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur.
Böylece “Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini, yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içerisinde ve emirle yerine getirme kararı almış ve ülke yönetimine bütünü ile el koymuş olan” Milli Güvenlik Konseyi’nin, 4 numaralı bildirisi ile; Milli Güvenlik Konseyi Başkanı ve Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, üyeler Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya, Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun’dan oluşan Milli Güvenlik Konseyi kurulmuştur (RG. 12.09.1980 tarih 17103 sayı)
12 Eylül 1980 günü Kenan Evren tarafından yapılan radyo ve televizyon konuşmasında, “...ülkenin ve milletin bütünlüğünü, milletin hak, hukuk ve hürriyetini korumak, can ve mal güvenliğini sağlayarak korkudan kurtarmak, refah ve mutluluğunu sağlamak, kanun ve nizam hakimiyetini, diğer bir deyimle devlet otoritesini tarafsız olarak yeniden tesis ve idame etmek gayesiyle devlet yönetimine el koymak zorunda” kalındığını açıklamıştır. Amaç doğrultusunda; parlamento ve hükûmet feshedilmiş, parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırılmış, bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmişti.
Yaygın şiddet olayları nedeniyle, 26 Nisan 1979 tarihinde Adıyaman, Diyarbakır, Hakkâri, Mardin, Siirt ve Tunceli, 20 Şubat 1980’de Hatay, İzmir, 20 Nisan 1980 ‘de ise Ağrı illerinde sıkıyönetim başlamıştı. 12 Eylül 1980'e gelindiğinde diğer illerde de (48 il) sıkıyönetim ilan edildi. Sıkıyönetim 19 Mart 1984 tarihinden itibaren aşama aşama ve en son 19 Temmuz 1987 tarihinde kaldırıldı.
1961 Anayasası'nın korumasındaki demokratik toplum düzeninin vazgeçilmez unsurları olarak kabul edilen demokrasi ve parlamenter sistem 13 Eylül 1980 günü yok edildi. Tüm siyasi partiler ve muhalif harekette bulunabileceği kabul edilen demokratik kitle ve meslek örgütleri kapatıldı. Yönetici ve üyeleri hakkında soruşturma başlatıldı. Çoğu yıllarca tutuklu bırakıldı. Verilen idam kararları uygulandı ve açılan birçok ceza davası sonunda 12 Eylül rejimi sistem olarak meşrulaştırıldı.
Tüm yargı organları 12 Eylül 1980 döneminin en güçlü organları haline dönüştürüldü. Emir, telkin ve baskılara açık olarak hareket eden sıkıyönetim mahkemeleri, Askeri Yargıtay ve yüksek yargı organları 12 Eylül 1980 darbesinin felsefesine uygun olan yeni rejimin hukukuna teslim oldu, 12 Eylül “rejimine” boyun eğdi. 1980-1983 yılları arasındaki yargı kararlarında ne hukuk ne adalet ne insan hakları vardır. Övünülecek bir “hukuki geçmişimiz” ve bir dirhem adalet dahi yoktur.
Yargı el konulmaması ve etkilenmemesi gereken güç olarak kendi iç dinamiklerini yaratamamıştır.
Yargı, bağımsızlığı ve tarafsızlığı için özerkliği seçmemiş ve özgürlüğünün gücü olmak istememiştir.
Bazen hangi dönemin hangi döneme göre daha iyi veya daha kötü olduğu sorgulanır. Bu zamanda bile 12 Eylül rejiminin ve sıkıyönetimin daha iyi olduğu ileri sürülür. Her rejimin kötülüğü kendine…
Her olağanüstü dönemin acıları ve eziyetleri birbiriyle karşılaştırılmayacak kadar birbirinden beterdir, kötüdür. Kötülükler ve 12 Eylül rejimi ülkenin siyasi ve toplumsal yaşamında iz bırakmıştır. Önemli olan yaklaşan felaketlere karşı hazırlıklı olabilmek ve başa çıkmanın yollarını yaratmaktır. Kaderden öte geleceğimizi kendimiz yaratmak zorundayız. Memleketi yönetmeli, boyun eğmekten vazgeçmeliyiz.
Gazeteci yazar Erbil Tuşalp “Eylül İmparatorluğu / Doğuşu ve Yükselişi” kitabını ( Bilgi Yayınevi Nisan 1988 Birinci Basım) yeni doğan çocuğuna, çocuklara ve yüreği sevgi dolu insanlara “mektuplar” olarak yazdı. 12 Eylül’ün ne olduğuna ve ne yapmak istediğine dair sözleri kitabının ilk sayfalarında yer aldı:
“ (…) Sizin için tartışmasız, başkaldırısız, kavgasız, kitapsız, şiirsiz, bilimsiz, politikasız … bir gelecek öngörüldü. Geleceğinizi araştırıp, sorgulamak için ipuçlarına gereksiniminiz olduğunu sanmıyorum. Geleceğinizin nasıl hazırlandığını bilmek istersiniz diye yazıyorum. Yalansız yaşamanızı istiyorum” (15 Ekim 1987).
Kitabını bitirirken kendi kızına yazdıklarına gelince;
“ Bunları okuyup anlayacak yaşa geldiğinde; imparatorlukların tümünden korkmak gerektiğini, tümüyle savaşmanın kaçınılmaz olduğunu dilerim anlamış olursun. Aralarında hiçbir ayrım olmadığını; birinin daha önce, birinin daha sonra aynı acıları ürettiklerini saptamış olursun. (…) Faşizmi öğren ve bir daha yaşanmaması için onunla kavgaya hazır ol.”
12 Eylül; bilinmesi ve öğrenilmesi gereken acı bir memleket tarihidir.
12 Eylül bir hayaletin gölgesi gibi dolaştığı bu memlekette birbirinden öğrendikleriyle yarattıkları acıları sürekli yineleyenlerin acımasız iktidar hırsıdır.
Birbirlerine öğrettikleri ve birbirlerini tekrarlayarak sürdürdükleri baskı ve zulme karşı mücadele etmenin bin türlü yolu var…
İşte birisi…
Bertolt Brecht, Nazilere karşı yazdığı şiirinde Ya Hep Beraber Ya Da Hiçbirimiz (Çeviri: A. Kadir - A. Bezirci Halkın Ekmeği, S. 104-105) adlı şiirini şöyle bitirmiştir:
“Kim tutacak elinden, bitik kişi?
Birleşmek zorundadır başkalarıyla
yoksulluğa dayanamayan.
Birleş sen de yoksullarla, durma.
Birleş yarına bırakmayanlarla bu işi.
Ya hep beraber ya da hiçbirimiz.
Kurtulmak yok tek başına
yumruktan ve zincirden.
Ya hep beraber ya da hiçbirimiz.”
45 yıl sonra hatırlananlardan geriye kalanlar…
Yaşamasak bile okuyup öğreneceğimiz yaşa geldik, birçoğumuz bu yaşları geçti… Şimdi sokaklarda protestolara katılan ve başkaldıran öğrenciler barikatları aştı, yıktı, geçti… Gençler “siyaset” öğretiyor, sokakları mekanları, protestoları parlamento dışı muhalefet nasıl yapılır, ülkeyi yönetmeye aday olanlara öğretiyor artık. Protestoları yaratan halk politika öğretiyor.
Yalansız yaşamak mı istiyorsunuz; mücadelemiz olmalıdır!
Yalansız yaşamak, geçmişi unutmak mıdır?
Yalansız yaşamak mıdır seçimimiz, susmak mıdır, öğrenemediklerimiz midir hayatımız...
Yoksa ülkeyi yönetmek için geçmiş zamandan kalanları öğrenmek mi?
Bir şiirde bir yol daha var…
Dünya Şiir Antolojisinin (Pozitif yayınları-Eylül 2008) 115 inci sayfasından Ataol Behramoğlu’nun çevirisiyle hepimize göz kırpan Bertolt Brecht’in “Öğrenmeye Övgü” şiiriyle hep beraber öğrenelim ve başlayalım…
“Öğren en basiti. Zamanıdır.
Sakın geç deme.
Öğren abeceyi, çok bir şey değil gerçi
Öğren ama, başla.
Koru kendini yılgınlıktan.
Her şeyi öğrenmelisin.
Çünkü sensin artık yönetecek olan.
Köprü altındaki, öğren!
Öğren, demir parmaklıklar ardındakini!
Ev kadını, öğren!
Öğren, altmış yaşındaki!
Kimsesiz çocuk, okul ara kendine
Bilim ara, soğuktan kıkırdayan.
Sarıl kitaba, aç insan. Silahtır o
Çünkü sensin artık yönetecek olan
Çekinme soru sormaktan arkadaş!
Enayi yerine koydurma kendini
Alın teri dökmeden bellediği şeyi
Biliyor sayılmaz insan.
Geçir gözden hesap pusulasını
Unutma, sana ödetilecek faturası
Parmak bas üstüne her rakamın
Nerden çıkmış, sor bakalım
Çünkü sensin artık yönetecek olan”
Brecht şiirinin yol göstericiliğinde “ öğrenmeye övgü”nün tam zamanıdır!
Yılgınlıktan vazgeç, bilimi ara, kitaba sarıl, soru sor, sorgula, yaşına bakma; öğren öğrenebildiğin ne varsa! Enayi sanmasınlar seni ve hiç kimseyi! Alın teri dökerek bilmelisin olup bitenleri, demir parmaklıklar ardındakini…
Yalansız yaşamak mı istiyorsunuz? Hiçbir şey yoksa bile şiir oku, çocukların ve herkes için!
Zamanıdır öğrenmeliyiz artık, çünkü ülke yalansız yönetilir.
/././
Yılın ilk sekiz ayında da bütçe dolaylı vergilerle stopajın sırtında…-Murat Batı-
2025 ocak-ağustos döneminde geçen yıl aynı döneme nazaran tahsilat oranı en fazla olan gelir kalemi yüzde 93,2 artışla gelir vergisi olmuştur. ÖTV genel toplamı ise geçen yıl aynı döneme göre yüzde 39,2 oranında artmıştır.
Hazine ve Maliye Bakanlığı kendi internet sitesinde 2025 yılı ocak-ağustos dönemi bütçe gerçekleşmelerini 15 Eylül Pazartesi günü yayımladı. Aşağıda detaylı şekilde göreceğiniz üzere vergi gelirlerinin yüzde 47,31’ini KDV ve ÖTV tahsilatı oluşturmaktadır.
Dolaylı vergilerin payı ocak-ağustos döneminde yüzde 62,62; dolaysız vergilerin payı ise yüzde 38,38 olarak gerçekleşti.
Tahsil edilen gelir vergisinin yüzde 91,3’ü stopaj yoluyla alınmış.
2025 yılı ocak-ağustos döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri 8 trilyon 891,2 milyar TL, bütçe gelirleri 7 trilyon 983,6 milyar TL ve bütçe açığı 907,6 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 7 trilyon 465,4 milyar TL ve faiz dışı fazla ise 518,1 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.
Diğer kalemlerin akıbetini ise aşağıda izah etmeye çalışayım.
2025 ağustos ayı bütçe gerçekleşmeleri
2025 yılı ağustos ayında merkezi yönetim bütçe giderleri 1 trilyon 191,4 milyar TL, bütçe gelirleri 1 trilyon 288,1 milyar TL ve bütçe fazlası 96,7 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 1 trilyon 11,6 milyar TL ve faiz dışı fazla ise 276,4 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.

Merkezi yönetim bütçesi 2024 yılı ağustos ayında 129 milyar 594 milyon TL açık vermiş iken 2025 yılı ağustos ayında 96 milyar 705 milyon TL fazla vermiştir. 2024 yılı Ağustos ayında 32 milyar 548 milyon TL faiz dışı açık verilmiş iken 2025 yılı Ağustos ayında 276 milyar 436 milyon TL faiz dışı fazla verilmiştir.
2025 ocak-ağustos dönemi bütçe giderleri
2025 yılı ocak-ağustos döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri 8 trilyon 891,2 milyar TL, bütçe gelirleri 7 trilyon 983,6 milyar TL ve bütçe açığı 907,6 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 7 trilyon 465,4 milyar TL ve faiz dışı fazla ise 518,1 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.
Merkezi yönetim bütçesi 2024 yılı ocak-ağustos döneminde 973 milyar 554 milyon TL açık vermiş iken 2025 yılı ocak-ağustos döneminde 907 milyar 635 milyon TL açık vermiştir. 2024 yılı ocak-ağustos döneminde 209 milyar 545 milyon TL faiz dışı açık verilmiş iken 2025 yılı ocak-ağustos döneminde 518 milyar 124 milyon TL faiz dışı fazla verilmiştir.
2025 ocak-ağustos dönemi bütçe gelir gerçekleşmeleri
Merkezi yönetim bütçe gelirleri ocak-ağustos dönemi itibarıyla 7 trilyon 983 milyar 566 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. Vergi gelirleri 6 trilyon 871 milyar 696 milyon TL, genel bütçe vergi dışı gelirleri ise 894 milyar 771 milyon TL olmuştur.
Aşağıdaki tabloda 2025 ocak-ağustos dönemi vergi gelirleri ve bu vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payları gösterilmiştir.

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere 2025 ocak-ağustos döneminde KDV ve ÖTV’nin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 47,31; dolaylı vergilerin payı yüzde 62,62 ve dolaysız vergilerin payı ise yüzde 38,38 olarak gerçekleşti.
Stopaj yoluyla alınan gelir vergisinin toplam gelir vergisi içindeki payı yüzde 91,3 kadardır.
Ocak-ağustos 2025 ile geçen yıl aynı dönem vergi tahsilatı karşılaştırılması
2024 yılı ocak-ağustos döneminde bütçe gelirleri 5 trilyon 253 milyar 15 milyon TL iken 2025 yılının aynı döneminde yüzde 52 oranında artarak 7 trilyon 983 milyar 566 milyon TL olarak gerçekleşmiştir.
2025 yılı ocak-ağustos dönemi vergi gelirleri tahsilatı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 56,1 oranında artarak 6 trilyon 871 milyar 696 milyon TL olmuştur.
Aşağıdaki tabloda vergi kalemleri bazında ocak-ağustos 2025 tahsilat tutarları ile geçen yılın aynı dönemdeki tahsilat tutarları ve değişim oranları bulunmaktadır.

Yukarıdaki tabloya göre 2025 ocak-ağustos döneminde geçen yıl aynı döneme nazaran tahsilat oranı en fazla olan gelir kalemi yüzde 93,2 artışla gelir vergisi olmuştur. Bunun ardından BSMV yüzde 68,1 ile; kolalı gazozlardan alınan ÖTV yüzde 56,8 ile; yüzde 60,9 ile özel iletişim vergisi, yüzde 65,4 ile dijital hizmet vergisi, yüzde 64,9 ile harçlar, yüzde 60,1 ile dahilde alınan KDV gelmektedir Diğerlerinin artış oranları yukarıdaki tabloda görülmektedir.
ÖTV genel toplamı ise geçen yıl aynı döneme göre yüzde 39,2 oranında artmış.
/././
Sahte belge ile mücadele kurumsal firmalarla mücadeleye dönüşmemeli!-Erdoğan Sağlam-
Mevcut uygulamada şirketlerin ve işlemlerin durumu hiç dikkate alınmadan, yani sahaya inilmeden 1 kat vergi ziyaı cezası ile yetinilmekte ve uzlaşma yolu kapatılmamaktadır. Bunun pratik sonuçları ve tahsilata önemli katkıları olabilir, uyuşmazlıkları azalttığı söylenebilir; ancak hukuka uygun olduğu söylenemez
Değerli okurlar 20 Ağustos’ta yazılı ve sosyal medyanın gündemine düşen haber ve yorumlarla, Vergi Denetim Kurulu'nun mali belgelerde sahtecilik fiillerine yönelik yeni bir çalışma başlattığını, sahtecilik fiillerine ilişkin 1 Ekim itibarıyla daha sert tedbir ve politikaları uygulamaya alacağını öğrenmiş olduk.
Bu kapsamda, mükellef lehine uygulanan "sahte belgeyi bilmeden kullanmaya" yönelik vergisel yaklaşıma son verileceği, belgenin "bilerek" kullanıldığını esas alan bir yaklaşıma geçileceği söyleniyor.
Bu yorum değişikliği (çünkü yasal düzenlemede herhangi bir değişiklik olmadı) nedeniyle, 1 Ekim 2025’ten itibaren yapılacak incelemelerde sahte belge kullandığı tespit edilen mükelleflerin önemli bölümü hakkında artık "vergi kaçakçılığı" kapsamında işlem yapılacak ve bir kat yerine üç kat vergi ziyaı cezası uygulanacak. Ayrıca tabi ki bunun fiili işleyenler hakkında hapis cezasına kadar gider sonuçları olacak.
Başka dolaylı sonuçlarının olacağını detaya girmeden belirtmek isterim.
Önce, sahte belge kullanma ve düzenleme fillerinin ne anlama geldiğini ve nasıl cezalandırılması gerektiğini kısaca açıklayalım.
Sahte veya muhteviyatı itibariyle yanıltıcı belge nedir?
Kamuoyunda “naylon fatura” olarak adlandırılan “sahte veya muhteviyatı itibariyle yanıltıcı belge” düzenleme veya kullanma fiilinin çok ağır müeyyideleri vardır.
Vergi Usul Kanununun 359 uncu maddesine göre;
* Sahte belge, gerçek bir muamele veya durum olmadığı halde bunlar varmış gibi düzenlenen belgedir.
* Muhteviyatı itibariyle yanıltıcı belge ise, gerçek bir muamele veya duruma dayanmakla birlikte bu muamele veya durumu mahiyet veya miktar itibariyle gerçeğe aykırı şekilde yansıtan belgedir.
Sahte veya muhteviyatı itibariyle yanıltıcı belge kullanmanın müeyyidesi nedir?
Bu yazımda sahte belge düzenleyenlere ilişkin konulara girmeyeceğim. Çünkü asıl sorunun “kullanım” fiiline ilişkin uygulamalar olduğunu düşünüyorum. Zaten Maliyenin değiştirmeyi ilan ettiği olumlu yaklaşımından önceki ceza uygulamalarının da en çok tartışma yaratan kısmı buydu. Ayrıca KDV iadesi uygulamalarında da özellikle kullanım boyutu tartışma yaratmaktadır.
Değerli okurlar, vergi kanunları hükümlerine aykırı hareket edenler 213 sayılı Vergi Usul Kanununda (VUK) yazılı vergi cezaları (vergi ziyaı cezası ve usulsüzlük cezaları) ile cezalandırılırlar.
VUK’un 344 üncü maddesine göre, vergi ziyaına sebebiyet verilmesi halinde, mükellef veya sorumlu hakkında ziyaa uğratılan verginin 1 katı tutarında (yüzde 100 oranında) vergi ziyaı cezası kesilir. Bu ceza, vergi ziyaına 359 uncu maddede yazılı kaçakçılık fiilleriyle sebebiyet verenlere 3 kat, bu fiillere iştirak edenlere 1 kat uygulanır.
Yukarıda sahte belge düzenleme ve kullanma fiillerinin tanımında belirttiğim VUK’un 359 uncu maddesinde, kaçakçılık fiilleri arasında sahte belge düzenleme ve kullanma fiilleri de sayılmıştır.
Buna göre, sahte belge kullanma fiili ile vergi ziyaına sebebiyle verilmişse normalde 1 kat uygulana vergi ziyaı cezası 3 kat olarak uygulanır. Ayrıca bu mükellefler uzlaşma müessesesinden de yararlanamazlar.
Sahte belge kullanma fiilinin bu parasal vergi cezası yanında başka vergisel sonuçları da vardır. Aşağıda bunlardan en önemli ikisine yer vereceğim,
Sahte veya muhteviyatı itibariyle yanıltıcı belge kullanımı hapis cezasını gerektirir
VUK’un 359 uncu maddesinde hapis cezası, sahte belge ile muhteviyatı itibariyle yanıltıcı belge kullanımı bakımından farklılaştırılmış, sahte belge için daha ağır bir ceza öngörülmüştür.
Bu maddeye göre yapılması gereken ceza uygulaması aşağıdaki tabloda gösterilmiştir:
(*) Hapis cezasının ertelenmesi yoluyla hapis cezasına mahkûm olan hükümlü cezaevine alınmak yerine, mahkemece belirlenen denetim süresini dışarda “iyi halli” geçirdiği takdirde cezası infaz edilmiş sayılır.
Sahte veya muhteviyatı itibariyle yanıltıcı belge kullananların KDV iade talepleri vergi inceleme raporuna göre yerine getirilir!
Olumsuz rapor bulunması halinde uygulama:
Haklarında sahte belge veya muhteviyatı itibarıyla yanıltıcı belge kullanımına ilişkin olumsuz rapor bulunan mükelleflerin, KDV iade talepleri prensip itibariyle vergi inceleme raporuna göre yerine getirilir. Bu mükellefler Yeminli Mali Müşavir Raporu ile KDV iadesi alamazlar.
Ancak;
- Sahte belge kullanımında 4 kat,
- Muhteviyatı itibarıyla yanıltıcı belge kullanımında ise 3 kat
teminat gösterilmesi halinde iade talepleri yerine getirilmekle birlikte olumsuz raporun intikal ettiği tarihten önceki dönemler için alınan teminatlar da dâhil olmak üzere iade için alınan tüm teminatlar vergi inceleme raporu sonucuna göre çözülür.
Haklarında sahte belge veya muhteviyatı itibarıyla yanıltıcı belge kullanma olumsuz raporu bulunması nedeniyle iade talepleri vergi inceleme raporu sonucu yerine getirilen mükellefler, aşağıda sayılan şartlardan birisinin gerçekleşmesi halinde iade hakkı doğuran işlemler için belirlenmiş usul ve esaslara göre iade talep edebilirler.
- Haklarında sahte belge kullanılmasına yönelik olumsuz rapor bulunan mükelleflerin söz konusu belgeleri indirim hesaplarından çıkarmak suretiyle beyanlarını düzeltmeleri,
- Kullanma raporları üzerine yapılan tarhiyatın yargı kararıyla terkin edilmesi,
- Sahte belge veya muhteviyatı itibarıyla yanıltıcı belge kullanma raporlarında tarhı öngörülen vergi ve buna ilişkin olarak hesaplanacak gecikme faizi ile kesilmesi istenen cezanın ödenmesi veya bunların tamamı için teminat gösterilmesi,
- Vergi inceleme raporu ile iade alınmaya başlanan dönemi takip eden vergilendirme döneminden itibaren bu süre içerisinde başka bir olumsuzluk olmaması kaydıyla (süre dolmadan önce yazılan olumsuz raporlarda en son raporun vergi dairesi kayıtlarına intikal ettiği tarihten itibaren), sahte belge kullanma fiilinde 4 yıl, muhteviyatı itibarıyla yanıltıcı belge kullanma fiilinde 3 yıl geçmesi.
Olumsuz tespit bulunması halinde uygulama:
Haklarında sahte belge veya muhteviyatı itibarıyla yanıltıcı belge kullanma tespiti (olumsuz tespit) bulunan mükelleflerin iade talepleri, kendilerine yazılı olarak verilen 15 günlük süre içerisinde belgenin gerçekliğini ve doğruluğunu tebliğin ilgili bölümündeki açıklamalar doğrultusunda ispat etmeleri kaydıyla iade hakkı doğuran işlem için belirlenmiş usul ve esaslara göre yerine getirilir.
Belgenin gerçekliğini ve doğruluğunu ispat etmemekle birlikte, söz konusu belgelerde yer alan KDV tutarlarını indirim ve iade hesabından çıkaran veya bu kısma sahte belge kullanma tespitlerinde 3 kat, muhteviyatı itibarıyla yanıltıcı belge kullanma tespitlerinde 2 kat teminat gösteren mükelleflerin geri kalan iade talepleri ilgili bölümlerdeki usul ve esaslara göre sonuçlandırılır.
Teminat gösterilmemesi veya bu alışlara isabet eden kısmın indirim ve iade talebinden çıkarılmaması durumunda ise, iade talepleri vergi inceleme raporuna göre sonuçlandırılır.
Sahte veya muhteviyatı itibariyle yanıltıcı belgeden korunmanın yolları
Değerli okurlar, gördüğünüz gibi sahte veya muhteviyatı itibariyle yanıltıcı belge kullanımının çok ağır vergisel sonuçları vardır. Buna ticari itibarın zedelenmesini de eklemek gerekir.
Vergi kaçırmak amacıyla, bilinçli ve kasıtlı olarak sahte veya muhteviyatı itibariyle yanıltıcı belge kullananların cezalandırılmaları doğaldır. Vergi Denetim Kurulunun sahte belge düzenleme ve kullanma fiillerini tespit için yoğun ve yaygın inceleme yapması en önemli görevleri arasındadır. Bunu tüm mükelleflerimizin ve mali müşavirlerin desteklemesi gereklidir.
Ancak iyiniyetli ve kurumsal bazı firmaların, farkında olmadan veya çalışanlarının ihmali ya da kötü niyeti nedeniyle sahte veya muhteviyatı itibariyle yanıltıcı belge kullanmış duruma düşmeleri söz konusu olabilir.
Bu nedenle mükellefleri bu konuda uyarıyor ve birtakım tedbirler almalarını öneriyorum.
Üzülerek ifade ediyorum ki, ülkemizdeki tüm mükellefleri, tüm dikkat ve tedbirlerine rağmen böyle bir duruma düşmekten kurtaracak SİHİRLİ BİR FORMÜL YOKTUR, başka bir anlatımla bu riskin sıfıra indirilmesi mümkün değildir. Ancak, aşağıdaki tavsiyelerimize uyulduğunda, bu risk minimize edilebilir veya risk tezahür ettiğinde İYİNİYETLİ olunduğu izah ve ispat olunabilir:
- Öncelikle, başta satın alma ve mali işler ile görevli personel, firmanın üst düzey yöneticileri ve ortakları olmak üzere, tüm firma ilgilileri, sahte ve muhteviyatı itibariyle yanıltıcı belgeye maruz kalınmasının getireceği vahim sonuçlar ve önleme tedbirleri konusunda yeterince bilgilendirilmeli, yani firma olarak sahte ve muhteviyatı itibariyle yanıltıcı belge kullanımının sonuçları konusunda bilinçli olunmalıdır.
- Bir satın alma yönetmeliği hazırlanmak veya mevcut satın alma yönetmeliği revize edilmek suretiyle, mal ve hizmet alımlarında sahte ve muhteviyatı itibariyle yanıltıcı belgeden korunma esasları belirtilmeli ve bu esaslara uymayan ilgili departman görevlilerinin olaydan sorumlu tutulacakları açıklanmalıdır. Aynı şekilde, evrakın kayda alınmasıyla görevli muhasebe personeline de dikkatli olmaları bildirilmeli ve korunma tedbirlerinden uygun olanlarını tatbik etmeleri istenmelidir.
- Piyasadaki emsallerine göre, bariz şekilde ucuz olan malların belgesinin, sahte veya muhteviyatı itibariyle yanıltıcı olma ihtimalinin daha yüksek olduğu bilinmelidir. Mal ve hizmet alımında kalite, ucuzluk ve diğer faktörlerin yanı sıra, belgenin sağlıklı olması da vazgeçilmez bir faktör olarak dikkate alınmalıdır.
- Mallar mümkün olduğunca ithalatçı veya imalatçı firmalardan temin edilmelidir. Hizmet alımlarında da aynı anlayışla hareket edilmelidir.
- Mal ve hizmet alımlarında satıcı firmanın genel durumu önemlidir. Satıcı firmaların güçlü, varlıklı, müesseseleşmiş, vergi ödevlerini yerine getirdiği konusunda kuşku uyandırmayan, tedariklerini de ithal yoluyla veya sağlam firmalardan yapan firmalardan olmasına özen gösterilmelidir.
- MALIN NAKLİYESİ, işlemin gerçekliğinin ispatı açısından önemli bir unsurdur. Bu nedenle satın alınan mal, alıcı tarafından muteber nakliyecilere taşıttırılmalı ve taşımayı tevsik eden belgeler (taşıma faturası, taşıma irsaliyesi) mal alış faturası ile irtibatlandırılmalıdır (Mal satıcı tarafından alıcıya getirildiğinde veya alıcının kendi aracı ile alındığında nakliye belgesi oluşmadığı için, mal hareketinin gerçekliğini ispat açısından olumsuzluk meydana gelebilir).
- Malın tartı hizmeti veren bir firma tarafından tartıldığı hallerde, tartı fişi ile mal faturasının ilişkilendirilmesi de önemli bir ispat aracıdır. Dahili belgeler olsa da kapı giriş ve ambar teslim fişleri de önemlidir. Keza teslim alınan malların dahili tartı ve kalite kontrol fişleri de saklanmalıdır.
- Mal alımına karar verilmeden önce, malın faturası sorgulanmalı malı satan ile faturayı kesen firmanın aynı firma olması üzerinde durulmalı, faturanın hemen kesilmesi sağlanmalıdır.
- Fatura konusunda hassas olunduğu satıcıya hissettirilmeli, ödeme işlemi kısmen veya tamamen fatura alındıktan ve faturanın sağlığı konusunda emin olunduktan sonra yapılmalıdır.
- Satın alma elemanlarının alım işlemini uzaktan uzağa yapmak yerine satıcı firma ile yakın temasa girerek ve onun işyerini görerek yapması sağlanmalıdır.
- Sahte ve muhteviyatı itibariyle yanıltıcı belge kullanımının yaygın olduğu mal ve hizmetlerde daha dikkatli olunmalıdır.
- İlk defa mal veya hizmet alınacak olan tanınmamış firmalar açısından çok daha titiz davranılmalıdır.
- Faturayı kesenin vergi dairesinde kaydı bulunan, beyanname veren bir mükellef olduğunu anlamak ve kestiği faturadaki KDV’yi beyan ettiğini görmek bakımından, faturanın kesildiği aya ait KDV tahakkuk fişinin örneğini istemek ve ödemenin bir kısmını bu şarta bağlamak, isabetli bir tedbir olabilir.
- Satıcılar tam tasdik yapan YMM’ler aracılığıyla sorgulanabilir.
- Ticaret borsasında tescil suretiyle alınıp satılmakta olan mallarda alımın, borsada tescil edilerek yapılması tercih edilmelidir.
- Mal alımının gerçekliğini ispatta, alıcı firmanın bu mala ilişkin miktar dengesinin (dönem başı mal + dönem içi alışlar – dönem içi satış ve sarflar – fireler = dönem sonu mal miktarı) sağlanmış olması önemlidir.
- ÖDEMENİN faturayı kesene yapıldığının tevsiki çok önemlidir. Ödemenin banka kayıtlarında iz bırakacak şekilde ve faturayı keseni muhatap alacak tarzda ve hatta mümkünse faturayı kesen firma adına açılmış bir banka hesabına havale çıkarmak suretiyle yapılmasına dikkat edilmelidir.
- Hamiline yazılı çeklerle ödeme yapmaktan mümkün mertebe kaçınılmalıdır.
Özetlemek gerekirse aslolan, sahte ve muhteviyatı itibariyle yanıltıcı belgeye maruz kalmamak için bilinçli ve tedbirli olunmasıdır.
Buna rağmen sahte ve muhteviyatı itibariyle yanıltıcı belge alıp kayda geçmiş duruma düşüldüğünde, faturaya konu işlemin gerçekliğini (kasıtlı olunmadığını) ispat için banka, ticaret borsası, nakliye firması gibi üçüncü şahıslar nezdinde iz bırakacak yöntemler uygulanması ve yukarıdaki tavsiyelerimize mümkün olduğunca uyulması gerekmektedir.
Kullanma durumuna düşmeden önce bilinci artırmak ve korunmak çok daha önemlidir. Bunun için vergi danışmanlarınızla bir araya gelerek neler yapılabileceği konusunu değerlendirmenizi öneririm.
Vergi Denetim Kurulu müfettişleri yeni uygulama konusunda çok iyi aydınlatmalı ve uyarmalıdır!
1 Ekim 2025 tarihinden itibaren yapılacak uygulamada vergi müfettişlerinin incelemeleri eksiksiz yapmaları, sadece düzenlenmiş vergi tekniği raporlarında mükelleflerin kullanmış oldukları faturaların sahte veya muhteviyatı itibariyle yanıltıcı belge olduğu konusundaki tespitle yetinmeyerek mükellef nezdinde mutlaka işlemin gerçekliği konusunu araştırmaları gerekir.
Vergi Denetim Kurulu incelemelerde gerekli özenin gösterilmesi ve hukuka uyum konusunda müfettişleri uyarmalıdır.
Aksi taktirde çok sayıda haksız uygulama ve uyuşmazlık yaşanması kaçınılmazdır.
Son dönemlerde gerek yasal ve ikincil düzenlemeler gerekse vergi denetim uygulamaları nedeniyle vergi uyuşmazlıklarının sayısı hızla artmaktadır. Bu davaların artması yargı mercilerini kilitleyecek ve adaletin tecellisini geciktirecektir.
Sahte belge ile mücadele iyi niyetli ve kurumsal firmalarla mücadeleye dönüştürülmemelidir!
Sahte belge ile mücadeleyi günümüzde sadece vergi müfettişleri ile yapmak yeterli değildir. Çünkü incelemeler mahiyeti icabı sonradan ve gecikmeli olarak yapılmaktadır. Oysa maliyenin organize sahte belge düzenleyenleri, para hareketlerini ve e-fatura ile e-arşiv fatura datalarını takip ederek çok daha erken tespit etmesi mümkündür.
Özellikle kurumsal firmalara yönelik incelemeleri sertleştirmek bence olumlu sonuç vermez, gereksiz uyuşmazlık yaratır.
Bir de yasal düzenleme değişmemişken ve ortada çok sayıda yargı kararı varken, böyle bir yaklaşım değişikliğine gitmek yerine Vergi Denetim Kurulu ve Maliye Bakanlığının mevcut standart uygulamasını gözden geçirmesi daha isabetlidir.
Çünkü mevcut uygulamada şirketlerin ve işlemlerin durumu hiç dikkate alınmadan, yani sahaya inilmeden 1 kat vergi ziyaı cezası ile yetinilmekte ve uzlaşma yolu kapatılmamaktadır. Bunun pratik sonuçları ve tahsilata önemli katkıları olabilir, uyuşmazlıkları azalttığı söylenebilir; ancak hukuka uygun olduğu söylenemez.
/././
Kaz Dağları'ndaki madenleriyle gündeme gelmişti; Alamos Gold, Türkiye'deki varlıklarını 470 milyon dolara sattı

Kanadalı madencilik şirketi Alamos Gold, Türkiye’deki varlıklarını 470 milyon dolara yerel holding Nurol Holding’e sattı.
Kanadalı madencilik şirketi Alamos Gold, Türkiye’deki Kirazlı, Ağı Dağı ve Çamyurt projelerini kapsayan tüm varlıklarını, Nurol Holding'e bağlı Tümad Madencilik Sanayi ve Ticaret AŞ’ye 470 milyon dolar nakit bedelle devretmek için kesin anlaşmaya vardığını açıkladı.
Şirketten yapılan duyuruda, satıştan elde edilecek gelirin Kuzey Amerika’daki yüksek getirili projelerin finansmanında ve borçların azaltılmasında kullanılacağı belirtildi.
Anlaşmaya göre, Alamos Gold’a yapılacak 470 milyon dolarlık ödeme üç dilimde gerçekleştirilecek. İşlemin kapanışında 160 milyon dolar, kapanışın birinci yıl dönümünde 160 milyon dolar, ikinci yıl dönümünde ise 150 milyon dolar ödenecek.
Nurol’un iştiraki Tumad, şirketin internet sitesine göre halihazırda Türkiye’de iki madende altın ve gümüş üretimi yapıyor.
Alamos Gold, Türkiye'de Çanakkale sınırları içinde bulunan Kirazlı, Ağı Dağı ve Çamyurt sahalarında faaliyet yürütüyordu. Kanada merkezli şirketin Kirazlı'da işlettiği bakır madeni 2019'da kamuoyunun gündemine oturmuştu. Kaz Dağları'nda ağaç kesimi ve su kaynaklarını kirletme iddialarıyla gündeme gelen şirket o dönem tepkilerin odağı haline gelmişti.
***
Kartalkaya yangını davasında savcı, 78 kişiyi "olası kastla öldürmek" suçundan ceza istedi!
Bolu Kartalkaya'daki Grand Kartal Otel yangını davasında savcı, otel sahibi ve yetkilileri hakkında 78 kişiyi "olası kastla öldürmek", 35 kişiyi de "olası kastla kasten yaralama" suçundan ceza istedi.
Bolu Grand Kartal Otel’de 78 kişinin yaşamını yitirdiği, 133 kişinin yaralandığı yangın faciasına ilişkin davada esas hakkında mütalaa hazırlandı.
Savcılık, otel sahibi Halit Ergül, otelin yönetim kurulu üyesi ve Ergül’ün damadı Emir Aras, Gazelle Otel Müdürü Ahmet Demir ve Grand Kartal Muhasebe Müdür Kadir Özdemir hakkında 78 kişiyi olası kastla öldürmek, 35 kişiyi olası kastla kasten yaralama suçundan ceza istedi.
Ergül’ün eşi Emine Murtezaoğlu ile kızları Ceyda Hacıbekiroğlu ve Elif Aras'ın da "bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma" suçundan cezalandırılmaları talep edildi.
***
Adalet, mülkün değil, toplum düzeninin temelidir (I)-Sami Selçuk-
Her hak ve özgürlük, her insana kullanacağı bir erk, güç, iktidar tanır ve hukuk içinde gücünü sağlamlaştırır. Dolayısıyla hukuk, rastgele bir kurallar yığını değil; kendi içinde tutarlı bir düzen, bir “hukuksal gövde”dir.

1 Eylül 2025 tarihinde yargılama yılı (adli yıl) başladı.
Kutlu olsun.
Ancak aynı ezber, yinelendi: “Adalet, mülkün temelidir.”
Çünkü Türk eğitim ve öğrenim sistemi, insanımıza “bildiklerinden kuşkulan, araştırmadan asla yargıda bunma!” buyruğunu, daha doğrusu ilkesini, kısaca öleli aradan 2.424 yıl geçmesine karşın Sokrates bilincini oldum olası asla kazandıramamıştır; yirmi birinci yüzyılda bile kazandıramamaktadır.
Bunu birçok yazımda ya da olumsuz örnekleriyle ve ayrıntılarıyla dile getirmişimdir (sözgelimi, Doğru Hukuka, Doğru Yargılamaya Dönelim, Ankara, 3.baskı, 2023, s. 387-418).
Öte yandan “güçlerin, iktidarların, daha doğru anlatımla erklerin ayrılığı ilkesi,” günümüzde de elbette demokrasinin temelidir. Bu yüzden hemen hemen her demokratik anayasada özenle düzenlenmiştir.
Saint-Just’ün “Zorbalar, saltanatlarını sürdürmek için halkı bölüyorlar. Sizler özgürlüğün saltanatını sürdürmek istiyorsanız, iktidarı bölünüz” demesinin, 1789 İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirisinin, erkler ayrılığına yer vermeyen anayasaların anayasa sayılamayacaklarına ilişkin vurgulamasından (m. 16) bu yana 236 yıl geçmiştir.
Ayrıca Montesquieu’nün ayrıntılarıyla dile getirdiği erkler ayrılığı ilkesinin nedenleri ve sonuçları da bellidir: Görev, yetki açısından üç erk (iktidar), yani yasama, yürütme, yargılama, -evet, yine dikkat isterim, lütfen hukuk dilini doğru kullanalım, yargı değil, yargılama- birbirinden ayrıdır, bağımsızdır. Bu bir.
Aralarında altlık üstlük söz konusu olmayan bu iktidarlar, kişiler açısından birbirlerini dışlayamazlar. Bu da iki.
Bu arada hukuksal yargılarda bulunan hukukçuların sık sık yineledikleri ve mahkemelerde yargıçların arkasındaki duvarı süsleyen bir özdeyiş daha vardır: “Adalet, mülkün temelidir.”
Bu sözün Arapça aslı “El-‘adl-ü esâsü’l-mülk”tür. Türkçede “mülk” sözcüğü, genellikle taşınmaz (gayrimenkul) anlamında kullanılır. Ancak devlet düzeninde Arapça “mülk”, hükümdar ya da devletin egemen olduğu ülke, egemenlik ve saltanat alanı anlamlarına gelmektedir.
Bilindiği üzere, “mülk,” aslında Kur’an’a göre, Allah’ındır. Elbette Allah, mülkünden istediği kadarını kuluna verir (Ali İmran, 26).
Osmanlıda ise, bütün “mülk,” günümüzde otuzun üzerinde devletin kurulduğu sadece toprak değil, bir bakıma toplum ve düzenidir de. Bu yüzden Osmanlı ozanlarından Bâkî (Mahmud Abdülbâkî, 1526 - 1600), bir kasidesinde şöyle demiştir: “Sütûr-ı nâmesinden mülk ü millet sebzesi hurrem Sütûn-ı hâmesinden din ü devlet haymesi ber-pâ” (O hükümdarın) fermanından yurt ve ulus bahçesi sulanmaktadır; kaleminin sütunu ile din ve devlet çadırı ayaktadır).
Oysa şimdi bu düzen, artık uygar ülkelerde doğrudan doğruya toplumundur, halkındır. Bütün bunlara karşın bu küresel özdeyiş, bizim ülkemizde, günümüzde bile Arapçadaki “el adl-ü essasül mülk” sözünün sözcük sözcük çağ dışı, bilinç dışı bir çevirisi olarak duruşma salonlarında yargıçlarımızın arkasında yer almaktadır.
Nitekim aynı özdeyiş, hemen hemen bütün dünyada ve başlıca dillerde de vardır. Hem de daha doğru ve tutarlı sözcüklerle. Sözgelimi, Latince’de “Justitia est fundamentum regnorum,” Fransızcada “La justice est le fondement de l’ordre,” İngilizcede “Juctice is the fundation of order,” İtalyancada “La giustizia è il fondamento dell’ordine,” İspanyolcada “La justicia es la base del orden,” Portekizcede “A justiça é a base da ordem” olarak geçmektedir.
Dolayısıyla doğru çeviri bellidir ve şudur: “ADALET, TOPLUM DÜZENİNİN TEMELİDİR.”
Çünkü toplum yaşamında insanı öbür canlılardan ayıran, insanı insan kılan en yüce değer ve duygu, William Shakespeare’in “Romeo ve Juliet Trajedisi”nde geçen anlatımla insan sevgisi; en kutsal değer ve duruş ise, adalettir. Zira adalet, bireyin erdemi, toplumun ülküsüdür. Kedi, cılız, sakat yavrusunu yer; annedir, ancak sevgisi yetersizdir, çünkü anne kedide adalet bilinci yoktur. Aslan, avını tıka basa doyuncaya dek yer, ancak yalnızca geri kalanı başka hayvanlara bırakır; güçlüdür, ama aslan, adil değildir.
Kısaca hukukun iki özü vardır: Adalet ve adalet bilinciyle insanlar arası barışı sağlamak. Çünkü “Barış ile adalet sürekli buluşurlar.” (Radbruch).
Ayrıca sık sık değinildiği üzere, hukuk, insana özgü davranışları, insanlar arası ilişkileri düzenler. Bunları, yasalar başta olmak üzere kurallara bağlar. Bu düzenleme ve kurallar, insanın insan olarak doğarken sahip olduğu, çoğu kez eksik de olsa anayasalarda sadece dökümü yapılan haklara ve özgürlüklere asla aykırı olamaz. Zira çoğu insanın daha doğarken sahip olduğu bu hak ve özgürlükler, uygarlıkla birlikte değişir, gelişir.
Ve bunlar, anayasalarla asla sınırlı değildir. Olamaz da.
Her hak ve özgürlük ise, her insana kullanacağı bir erk, güç, iktidar tanır ve hukuk içinde gücünü sağlamlaştırır. Dolayısıyla hukuk, rastgele bir kurallar yığını değil; kendi içinde tutarlı bir düzen, bir “hukuksal gövde”dir (corpus juris). Bu gövdeyi MÖ Platon, tanrısal ve adil olanın yansıması diye tanımlamış; insan iktidarını tutkuyla açıklayan Aristoteles ise, hukuku akıl ile özdeşleştirmiş, “hukuka uyma ruhu,” bilinci üzerinde durmuş, bunların en küçük ihlal durumunda bile çökeceğini ve devleti yıkacağını belirtmiştir.
Bu belirleme günümüz açısından da doğrudur, geçerlidir.
Çünkü bilinçli olarak hukuktan sapan biri, aslında toplumsal yaşamı örseleyen yetersiz bir canlıdır da. Bu sapmaya başkaldırmayan insan ise, hukuk öznesi olamayacağını sergilemiş bir zavallıdır.
Hukuk uygulamamızda adaleti ve hukuku yozlaştırıp saptıran bu yaklaşımın adını, artık herkes bilmektedir: “Bilim başka, uygulama başka.”
Peki, “bilim başka, uygulama başka” ise, bu anlayışın sonucu ne olmuş ve hukuktaki tanısı ve yeri nedir?
Kısaca bu yıkıcı sonuç, şudur: Eğer “bilim başka, uygulama başka” yozluğu ve saptırması, Batı kökenli hukuk uygulamasında, yargılama süreci hukukunda insanların alınyazılarını belirleyen en önemli aşamanın, yani duruşma (doğrusu tartışma) aşamasının bütün dillerde yazılan ve bütün bilim kitaplarında dile getirilen olmazsa olmaz boyuttaki varoluşsal (existentiel, esistenziale) ilkelerinin -ki bu ilkeler, yargılamanın hem hukuksal, hem de ahlaksal olmasını sağlamaktadır- eylemli olarak kıyılmasına yol açmışsa, her hukukçunun kendisine şu soruları sorması ve yanıtlarını açık yürekle vermesi gerekir: Eğer bilim başka, uygulama başka ise, bilim, bütünüyle dışlanmış; bir bakıma bilimin dedikleri, yok sayılmış, yakılıp yıkılmış değil midir?
Bilimin bu yıkılması ile bir halkın ana dilinin yasaklanması ya da Gutiler’in Birinci Asur Kralı Asurbanipal’in Ninova’nın başkentinde kurduğu ve Sümer, Babil, Asur, Akad, Elam bilimlerinin ürünlerini içeren ve 30 bin tabletlik çivi yazısıyla yazılan yapıtlardan oluşan kitaplığı yıkması; Arşimet, Batlamyus, Strabon, Galenos gibi bilginlerce yararlanılan ve suçluları tam olarak bilinemeyen İskenderiye kitaplığının yakılması yahut da Büyük Moğol İmparatorluğunu kuran Cengiz Han’ın torunlarından Hülâgû Han’ın 1258’de Alamut Kalesinde bulunan yine dünyanın en büyük kitaplığını, Beyt’ül Hikme’yi (Bilgelik Evi) yakarak insanlığın belini bükmesi, mantığını ve dilini kesmesi olayları arasında ne fark vardır?
Yine bunun Nasyonal Sosyalistlerce Almanya’da 10 Mayıs 1933 ve 14 Mayıs 1933’te kentlerin alanlarında öfkeyle kitaplar yakma eyleminden başkalığı nedir?
Bu soruların yanıtı ve varış noktası, kanımızca açıktır, tektir, bellidir ve de özdeştir: “Kültürel soykırım” (génocide culturelle, cultural genocide, genocidio cultural, genocidio culturale).
Gerçekten ikisinin arasında, yalnızca görünüşte bir ayrım bulunmaktadır: Birinde sadece ateş vardır, öbüründe ise, üstü örtülü, ancak aynı sonucu doğurucu gerçek bir yasak.
O kadar.
Bilindiği üzere, Jean-Paul Sartre (1905-1980), Husserl’in izinden giderek, başyapıtı olan “Varlık ve Hiçlik”te (L’être et le néant) çağcıl düşüncenin var olanı (existant) açığa çıkaran görünmeler (görüngü, apparition) dizisine indirgeyerek, ikicilikten (düalizm) fenomenin birciliğine (monizm) geçmeyi başardığını vurgulamış ve böylece nesnenin, dolayısıyla konumuz açısından bir bakıma suç hukukunun sorunu olan suçun asıl doğasını (özünü) gizleyen dış kabuğa dikkati çekmiş; olmak (être) ile görünmeler (apparitions) ikiciliğine karşı çıkmıştır. Özetle Sartre, fenomenin, görünenin bir var olanı / varlığı gösterdiğini belirterek bu görünüşün özü saklamadığını, tersine açığa vurduğunu ve her nesnenin edim (acte) halinde olduğunu, yansımaların “sentetik birlik” (unité synthétique, Duhem) nedeniyle fenomenal varlığın kendisini / özünü açığa çıkardığını; özetle fenomenal varlığın bu açığa çıkarmaların birbirine kenetlenmiş dizisi olduğunu ileri sürmüştür. Böylece Sartre, sonlu içinde sonsuz olanların dizisinin, bir bakıma buzdağının görünen kesiminin bu varlığın bir yüzü bulunduğunu, kendi dışında başka var olanın desteğine gereksinme duymadığını, bu özelliklerden / niteliklerden yola çıkılarak özün (essentia, essence), yani nesnenin belirlenebileceğini ortaya koymaya çalışmıştır (Sartre, L’être et le néant, Essais d’ontologie phénoménologique, Gallimard, Paris, 1984, s. 1116; Varlık ve Hiçlik, [T. Ilgaz / G. Ç. Eksen], Fenomenolojik Ontoloji Denemesi, İstanbul, 2009, s. 19-24).
Bu yaklaşım içinde suç denilen olgu, daha doğrusu fenomen, ilk bakışta (prima facie) yalın, ancak içine girildikçe bütün boyutlarını kavramakta yetersiz kalınan karmaşık bir yapı sergilemektedir.
Bundan başka ahlak ile çağcıl hukukun, özellikle de suç hukukunun en çok kesişen iki dal olduğunu gözetirsek, sahici etiği savunan Sartre’ın ulaştığı aşağıdaki sonuç, herkesi, özellikle de hukukçuları çok düşündürmelidir: “İnsan, özgür olmaya mahkûm olduğu için bütün dünyanın ağırlığını omuzlarında taşımaktadır: İnsan, dünyadan ve varoluş biçimiyle kendi kendisinden sorumludur. Tam bu noktada “sorumluluk’ sözcüğünü, ‘bir olayın ya da nesnenin yadsınamaz, üstesinden gelinemez öznesi olma(nın) bilinci’ olarak tanımlanan sıradan anlamı içinde alıyorum. Bu anlamda insanın kendisi için sorumluluk can sıkıcıdır, bunaltıcıdır. Çünkü o, kendisi için bir dünyanın (var) olmasını kendi varlığıyla sağlayandır. Aynı zamanda kendisini var eden olduğundan, içinde bulunduğu durum ne olursa olsun, kendisi için bu durumu kendisine özgü ters düşme katsayısıyla birlikte, katsayı benimsenemez olsa bile, bütünüyle üstlenmek zorundadır.” (Sartre, Jean-Paul, L’être et le néant, s. 612; Sartre, Jean-Paul, Varlık ve Hiçlik, s. 687, 688).
Özetle Sartre’a göre, mutlak değer, özgürlüktür. Zira özgürlük, sorumluluk sayesinde olanaklıdır (…) doğru davranışın sorumluluğu, özgürce üstlenilmiş davranıştır. Dolayısıyla Sartre, hukukla kesişen, onun kaynaklarından biri ve her çağın kendi doğrusuna göre yarattığı ahlakın insanın özgür eyleminde ortaya çıktığını savunmaktadır (Özlem, Doğan, Etik, Ahlak Felsefesi, İstanbul, 2014, s. 128).
Bu açıdan bütün hukuk, bu arada elbette suç hukuku ve suç yargılama süreci hukuku da, ahlakın bir parçasıdır. Zira ahlaka aykırı bir hukuk, her zaman bir kasıtlı, yani “kirli zihin”in (mens rea) ürünüdür. Ahlaksal ve hukuksal sorunlar özdeş olmasalar bile, aralarında ortak bir bağ vardır. Çünkü her ikisi de, sağlam bir yargılama gücünün varlığını gerektirmektedir. (Arendt, Hannah, (Müge Serin), Sorumluluk ve Yargı, İstanbul, 2018, s. 23).
Bu nedenlerle Türkiye, ancak özgürlük ve özgürlük içinde sorumluluk bilincine dayanan Batı hukuku ve sorumluluk ahlakıyla bütünleştiği takdirde uygarlığı yakalayabilecektir.
Bunun ilk adımı da, kanımızca yargılama süreci hukukunda, özellikle duruşma etkinliğinde atılmak gerekir. Bunu başaramayan bir Türkiye, Sakallı Celal’in (Celal Yalınız, 1886-1962) dediği gibi, “İçinde Batıya doğru koşuşanların bulunduğu, ancak Doğuya giden bir gemi” olarak kalmaya mahkûmdur.
İncil, “Asla yargılamayın!” diye buyurmuştu. André Gide (1869-1951) ise, bütün dinlerin üzerine çıkmayı öngören bu özü temel alarak “Titreyerek karar verin!” demişti. Roma Adalet Sarayında yüreği ansızın duran, suç yargılama süreci hukukunun büyük beyni Prof. Dr. Gaetano Foschini’nin (1906-1969) ölümünden iki yıl sonra basılan son yapıtının adındaki düşündürücü çağrı ise şuydu: “Yargılamaya dönelim” (Tornare alla giurisdizione).
Ben, bu çağrıyı bütün hukuk dalları için yapmaktayım: “Dogmatik hukuka değil, bilime, hukuk bilimine, hukuk dogmatiğine dönelim!” ya da kısaca “doğru hukuka, doğru yargılamaya dönelim.”
“Çünkü “Istırabın sonu yok sanma, bu âlem de geçer / Ömrü fani gibidir, gün de geçer, dem de geçer” demiş olsa da Neyzen Tevfik, her şey tükenir, geçer, ama biricik yol gösterici olan bilim, hukuk, adalet, asla geçip gitmez. Çünkü bunlar, tükenmez, tüketilemez.
Bu çağrı, bir bakıma Edip Cansever’in “Çağrılmayan Yakup”undaki Yakup’a dönüştürülen bilime çağrıdır, elbette.
Sergilenen bu bilim dışılığa bir de “Adalet yerini bulsun da, isterse dünya yıkılsın!” (Fiat justutia et pereat mundus) Roma deyişinin sanata yansıması olarak, yasaların katı uygulanmasıyla gerçekleştirilen biçimsel adaletin çağdışı simgesi olan, eski Yargıtay binasının Atatürk bulvarına bakan kapısında bulunan, bir elinde kılıç, öbüründe terazi tutan Tanrıça heykeliyle çağcıl dünyanın karşısına çıkarsanız, elbette çağın çok gerisinde kalırsınız. Çünkü çağcıl adaletin simgesi, Flamand Gravürcü Jacques de Bie’nin (1581-1640) yaptığı ve bir elinde terazi, öbüründe çekül (ya da kitap) bulunan, kesinlikle de gözleri açık olan Tanrıçadır. Çağı yakalayan bu simge, Türkiye dışında bütün dünyayı dolaşmıştır. Bu nedenle başkanlık görevini üstlendiğim dönemde Yargıtay binasının göze çarpan yerlerine bu ikinci Tanrıçanın simgelerini koydurmuştum. Ancak benden sonra, bilgisinden hiç kuşkulanmayanlarca, hiçbir araştırma yapılmaksızın ve sağlıklı hiçbir bilgiye dayanılmaksızın, Sokrates, Descartes bilincinden yoksunluğun ürünü olarak, gözleri kapalı eski simgeyle bunların değiştirildiğini üzülerek görmüştüm.
Kuşkusuz bu tutum, yukarıda yazılanlar düşünüldüğünde, aslında ülkemizde yaşanan ve bilgisinden kuşkulanma yöntemin öğretmeyen öğrenim yetersizliğinin bir ürünüdür.
Tam bu noktada bir ayraç açmakta ve şunları vurgulamakta da yarar vardır: Hukuk, yalın ve kısa bir tanımla, özel ya da tüzel kişiler arasındaki ilişkileri düzenlemek için, düzgüler (norm); var oluşunu açıklamak için, kavramlar üreten ve bu yüzden salt “kişi”lerle ilgili bir bilim dalıdır.
Ancak bu tanım bile, hukuku açıklamak için elbette yetersizdir. Michel Foucault’nun ünlü sözündeki “soybilim” birleşik sözcüğünün yerine “hukuk” sözcüğünü koyarsak belki de bu yalın, ama eksik tanımı tamamlayabiliriz: “Hukuk, gridir; kılı kırk yarar ve sabırla belgeler. Karmakarışık, silinmiş, üstü karalanmış, defalarca yazılmış parşömenler üzerinde çalışır.” (Felsefe Sahnesi, hazırlayan: Ferda Keskin, İstanbul, 2011, s. 230).
İşte bu yüzden sabırlı ve yorucu çabayı gösteremeyen güçsüz kişiler, asla hukukçu olmamalıdır.
Gerçekten, Levinas’ın “Bütünlük ve Sonsuz” adlı yapıtı için Derrida’nın söylediği şu sözler, hukuk (bilimi) için de geçerlidir: “İzleklerin gelişmesi, suların kıyıya vurması gibi, sonsuz bir direnişle akar durur. Bu, aslında aynı dalgaların her kez kendini yenileyip özetleyerek ve sürekli aynı kıyıya geri dönerek yinelenmesidir. Buna karşın sonsuza değin yenileşerek varsıllaşır.” (Derrida, Jacques, L’écriture et la différence, Paris, 1967, s. 124).
Bütün bunlar gözetildiğinde hukukçunun da sürekli varsıllaşması ve zamanın ruhuna ayak uydurması kaçınılamaz bir zorunluluktur. Tarihsel kökleri binlerce yıl ötesine uzansa bile, her çağın hukuku, o çağla birlikte doğmaktadır. Hukuku, çağın ruhuna göre yorumlayıp uygulamaya yansıtamayan bir toplum, “kötü hukuk”a ve çağın dışında kalmaya mahkûmdur; o artık yenik düşmüş, sözde, görünüşte bir hukuk bile değil; amacından sapmış bir düzgüler yumağı, karmaşasıdır.
O kadar.

1 Eylül 2025 tarihinde yargılama yılı (adli yıl) başladı.
Kutlu olsun.
Ancak aynı ezber, yinelendi: “Adalet, mülkün temelidir.”
Çünkü Türk eğitim ve öğrenim sistemi, insanımıza “bildiklerinden kuşkulan, araştırmadan asla yargıda bunma!” buyruğunu, daha doğrusu ilkesini, kısaca öleli aradan 2.424 yıl geçmesine karşın Sokrates bilincini oldum olası asla kazandıramamıştır; yirmi birinci yüzyılda bile kazandıramamaktadır.
Bunu birçok yazımda ya da olumsuz örnekleriyle ve ayrıntılarıyla dile getirmişimdir (sözgelimi, Doğru Hukuka, Doğru Yargılamaya Dönelim, Ankara, 3.baskı, 2023, s. 387-418).
Öte yandan “güçlerin, iktidarların, daha doğru anlatımla erklerin ayrılığı ilkesi,” günümüzde de elbette demokrasinin temelidir. Bu yüzden hemen hemen her demokratik anayasada özenle düzenlenmiştir.
Saint-Just’ün “Zorbalar, saltanatlarını sürdürmek için halkı bölüyorlar. Sizler özgürlüğün saltanatını sürdürmek istiyorsanız, iktidarı bölünüz” demesinin, 1789 İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirisinin, erkler ayrılığına yer vermeyen anayasaların anayasa sayılamayacaklarına ilişkin vurgulamasından (m. 16) bu yana 236 yıl geçmiştir.
Ayrıca Montesquieu’nün ayrıntılarıyla dile getirdiği erkler ayrılığı ilkesinin nedenleri ve sonuçları da bellidir: Görev, yetki açısından üç erk (iktidar), yani yasama, yürütme, yargılama, -evet, yine dikkat isterim, lütfen hukuk dilini doğru kullanalım, yargı değil, yargılama- birbirinden ayrıdır, bağımsızdır. Bu bir.
Aralarında altlık üstlük söz konusu olmayan bu iktidarlar, kişiler açısından birbirlerini dışlayamazlar. Bu da iki.
Bu arada hukuksal yargılarda bulunan hukukçuların sık sık yineledikleri ve mahkemelerde yargıçların arkasındaki duvarı süsleyen bir özdeyiş daha vardır: “Adalet, mülkün temelidir.”
Bu sözün Arapça aslı “El-‘adl-ü esâsü’l-mülk”tür. Türkçede “mülk” sözcüğü, genellikle taşınmaz (gayrimenkul) anlamında kullanılır. Ancak devlet düzeninde Arapça “mülk”, hükümdar ya da devletin egemen olduğu ülke, egemenlik ve saltanat alanı anlamlarına gelmektedir.
Bilindiği üzere, “mülk,” aslında Kur’an’a göre, Allah’ındır. Elbette Allah, mülkünden istediği kadarını kuluna verir (Ali İmran, 26).
Osmanlıda ise, bütün “mülk,” günümüzde otuzun üzerinde devletin kurulduğu sadece toprak değil, bir bakıma toplum ve düzenidir de. Bu yüzden Osmanlı ozanlarından Bâkî (Mahmud Abdülbâkî, 1526 - 1600), bir kasidesinde şöyle demiştir: “Sütûr-ı nâmesinden mülk ü millet sebzesi hurrem Sütûn-ı hâmesinden din ü devlet haymesi ber-pâ” (O hükümdarın) fermanından yurt ve ulus bahçesi sulanmaktadır; kaleminin sütunu ile din ve devlet çadırı ayaktadır).
Oysa şimdi bu düzen, artık uygar ülkelerde doğrudan doğruya toplumundur, halkındır. Bütün bunlara karşın bu küresel özdeyiş, bizim ülkemizde, günümüzde bile Arapçadaki “el adl-ü essasül mülk” sözünün sözcük sözcük çağ dışı, bilinç dışı bir çevirisi olarak duruşma salonlarında yargıçlarımızın arkasında yer almaktadır.
Nitekim aynı özdeyiş, hemen hemen bütün dünyada ve başlıca dillerde de vardır. Hem de daha doğru ve tutarlı sözcüklerle. Sözgelimi, Latince’de “Justitia est fundamentum regnorum,” Fransızcada “La justice est le fondement de l’ordre,” İngilizcede “Juctice is the fundation of order,” İtalyancada “La giustizia è il fondamento dell’ordine,” İspanyolcada “La justicia es la base del orden,” Portekizcede “A justiça é a base da ordem” olarak geçmektedir.
Dolayısıyla doğru çeviri bellidir ve şudur: “ADALET, TOPLUM DÜZENİNİN TEMELİDİR.”
Çünkü toplum yaşamında insanı öbür canlılardan ayıran, insanı insan kılan en yüce değer ve duygu, William Shakespeare’in “Romeo ve Juliet Trajedisi”nde geçen anlatımla insan sevgisi; en kutsal değer ve duruş ise, adalettir. Zira adalet, bireyin erdemi, toplumun ülküsüdür. Kedi, cılız, sakat yavrusunu yer; annedir, ancak sevgisi yetersizdir, çünkü anne kedide adalet bilinci yoktur. Aslan, avını tıka basa doyuncaya dek yer, ancak yalnızca geri kalanı başka hayvanlara bırakır; güçlüdür, ama aslan, adil değildir.
Kısaca hukukun iki özü vardır: Adalet ve adalet bilinciyle insanlar arası barışı sağlamak. Çünkü “Barış ile adalet sürekli buluşurlar.” (Radbruch).
Ayrıca sık sık değinildiği üzere, hukuk, insana özgü davranışları, insanlar arası ilişkileri düzenler. Bunları, yasalar başta olmak üzere kurallara bağlar. Bu düzenleme ve kurallar, insanın insan olarak doğarken sahip olduğu, çoğu kez eksik de olsa anayasalarda sadece dökümü yapılan haklara ve özgürlüklere asla aykırı olamaz. Zira çoğu insanın daha doğarken sahip olduğu bu hak ve özgürlükler, uygarlıkla birlikte değişir, gelişir.
Ve bunlar, anayasalarla asla sınırlı değildir. Olamaz da.
Her hak ve özgürlük ise, her insana kullanacağı bir erk, güç, iktidar tanır ve hukuk içinde gücünü sağlamlaştırır. Dolayısıyla hukuk, rastgele bir kurallar yığını değil; kendi içinde tutarlı bir düzen, bir “hukuksal gövde”dir (corpus juris). Bu gövdeyi MÖ Platon, tanrısal ve adil olanın yansıması diye tanımlamış; insan iktidarını tutkuyla açıklayan Aristoteles ise, hukuku akıl ile özdeşleştirmiş, “hukuka uyma ruhu,” bilinci üzerinde durmuş, bunların en küçük ihlal durumunda bile çökeceğini ve devleti yıkacağını belirtmiştir.
Bu belirleme günümüz açısından da doğrudur, geçerlidir.
Çünkü bilinçli olarak hukuktan sapan biri, aslında toplumsal yaşamı örseleyen yetersiz bir canlıdır da. Bu sapmaya başkaldırmayan insan ise, hukuk öznesi olamayacağını sergilemiş bir zavallıdır.
Hukuk uygulamamızda adaleti ve hukuku yozlaştırıp saptıran bu yaklaşımın adını, artık herkes bilmektedir: “Bilim başka, uygulama başka.”
Peki, “bilim başka, uygulama başka” ise, bu anlayışın sonucu ne olmuş ve hukuktaki tanısı ve yeri nedir?
Kısaca bu yıkıcı sonuç, şudur: Eğer “bilim başka, uygulama başka” yozluğu ve saptırması, Batı kökenli hukuk uygulamasında, yargılama süreci hukukunda insanların alınyazılarını belirleyen en önemli aşamanın, yani duruşma (doğrusu tartışma) aşamasının bütün dillerde yazılan ve bütün bilim kitaplarında dile getirilen olmazsa olmaz boyuttaki varoluşsal (existentiel, esistenziale) ilkelerinin -ki bu ilkeler, yargılamanın hem hukuksal, hem de ahlaksal olmasını sağlamaktadır- eylemli olarak kıyılmasına yol açmışsa, her hukukçunun kendisine şu soruları sorması ve yanıtlarını açık yürekle vermesi gerekir: Eğer bilim başka, uygulama başka ise, bilim, bütünüyle dışlanmış; bir bakıma bilimin dedikleri, yok sayılmış, yakılıp yıkılmış değil midir?
Bilimin bu yıkılması ile bir halkın ana dilinin yasaklanması ya da Gutiler’in Birinci Asur Kralı Asurbanipal’in Ninova’nın başkentinde kurduğu ve Sümer, Babil, Asur, Akad, Elam bilimlerinin ürünlerini içeren ve 30 bin tabletlik çivi yazısıyla yazılan yapıtlardan oluşan kitaplığı yıkması; Arşimet, Batlamyus, Strabon, Galenos gibi bilginlerce yararlanılan ve suçluları tam olarak bilinemeyen İskenderiye kitaplığının yakılması yahut da Büyük Moğol İmparatorluğunu kuran Cengiz Han’ın torunlarından Hülâgû Han’ın 1258’de Alamut Kalesinde bulunan yine dünyanın en büyük kitaplığını, Beyt’ül Hikme’yi (Bilgelik Evi) yakarak insanlığın belini bükmesi, mantığını ve dilini kesmesi olayları arasında ne fark vardır?
Yine bunun Nasyonal Sosyalistlerce Almanya’da 10 Mayıs 1933 ve 14 Mayıs 1933’te kentlerin alanlarında öfkeyle kitaplar yakma eyleminden başkalığı nedir?
Bu soruların yanıtı ve varış noktası, kanımızca açıktır, tektir, bellidir ve de özdeştir: “Kültürel soykırım” (génocide culturelle, cultural genocide, genocidio cultural, genocidio culturale).
Gerçekten ikisinin arasında, yalnızca görünüşte bir ayrım bulunmaktadır: Birinde sadece ateş vardır, öbüründe ise, üstü örtülü, ancak aynı sonucu doğurucu gerçek bir yasak.
O kadar.
Bilindiği üzere, Jean-Paul Sartre (1905-1980), Husserl’in izinden giderek, başyapıtı olan “Varlık ve Hiçlik”te (L’être et le néant) çağcıl düşüncenin var olanı (existant) açığa çıkaran görünmeler (görüngü, apparition) dizisine indirgeyerek, ikicilikten (düalizm) fenomenin birciliğine (monizm) geçmeyi başardığını vurgulamış ve böylece nesnenin, dolayısıyla konumuz açısından bir bakıma suç hukukunun sorunu olan suçun asıl doğasını (özünü) gizleyen dış kabuğa dikkati çekmiş; olmak (être) ile görünmeler (apparitions) ikiciliğine karşı çıkmıştır. Özetle Sartre, fenomenin, görünenin bir var olanı / varlığı gösterdiğini belirterek bu görünüşün özü saklamadığını, tersine açığa vurduğunu ve her nesnenin edim (acte) halinde olduğunu, yansımaların “sentetik birlik” (unité synthétique, Duhem) nedeniyle fenomenal varlığın kendisini / özünü açığa çıkardığını; özetle fenomenal varlığın bu açığa çıkarmaların birbirine kenetlenmiş dizisi olduğunu ileri sürmüştür. Böylece Sartre, sonlu içinde sonsuz olanların dizisinin, bir bakıma buzdağının görünen kesiminin bu varlığın bir yüzü bulunduğunu, kendi dışında başka var olanın desteğine gereksinme duymadığını, bu özelliklerden / niteliklerden yola çıkılarak özün (essentia, essence), yani nesnenin belirlenebileceğini ortaya koymaya çalışmıştır (Sartre, L’être et le néant, Essais d’ontologie phénoménologique, Gallimard, Paris, 1984, s. 1116; Varlık ve Hiçlik, [T. Ilgaz / G. Ç. Eksen], Fenomenolojik Ontoloji Denemesi, İstanbul, 2009, s. 19-24).
Bu yaklaşım içinde suç denilen olgu, daha doğrusu fenomen, ilk bakışta (prima facie) yalın, ancak içine girildikçe bütün boyutlarını kavramakta yetersiz kalınan karmaşık bir yapı sergilemektedir.
Bundan başka ahlak ile çağcıl hukukun, özellikle de suç hukukunun en çok kesişen iki dal olduğunu gözetirsek, sahici etiği savunan Sartre’ın ulaştığı aşağıdaki sonuç, herkesi, özellikle de hukukçuları çok düşündürmelidir: “İnsan, özgür olmaya mahkûm olduğu için bütün dünyanın ağırlığını omuzlarında taşımaktadır: İnsan, dünyadan ve varoluş biçimiyle kendi kendisinden sorumludur. Tam bu noktada “sorumluluk’ sözcüğünü, ‘bir olayın ya da nesnenin yadsınamaz, üstesinden gelinemez öznesi olma(nın) bilinci’ olarak tanımlanan sıradan anlamı içinde alıyorum. Bu anlamda insanın kendisi için sorumluluk can sıkıcıdır, bunaltıcıdır. Çünkü o, kendisi için bir dünyanın (var) olmasını kendi varlığıyla sağlayandır. Aynı zamanda kendisini var eden olduğundan, içinde bulunduğu durum ne olursa olsun, kendisi için bu durumu kendisine özgü ters düşme katsayısıyla birlikte, katsayı benimsenemez olsa bile, bütünüyle üstlenmek zorundadır.” (Sartre, Jean-Paul, L’être et le néant, s. 612; Sartre, Jean-Paul, Varlık ve Hiçlik, s. 687, 688).
Özetle Sartre’a göre, mutlak değer, özgürlüktür. Zira özgürlük, sorumluluk sayesinde olanaklıdır (…) doğru davranışın sorumluluğu, özgürce üstlenilmiş davranıştır. Dolayısıyla Sartre, hukukla kesişen, onun kaynaklarından biri ve her çağın kendi doğrusuna göre yarattığı ahlakın insanın özgür eyleminde ortaya çıktığını savunmaktadır (Özlem, Doğan, Etik, Ahlak Felsefesi, İstanbul, 2014, s. 128).
Bu açıdan bütün hukuk, bu arada elbette suç hukuku ve suç yargılama süreci hukuku da, ahlakın bir parçasıdır. Zira ahlaka aykırı bir hukuk, her zaman bir kasıtlı, yani “kirli zihin”in (mens rea) ürünüdür. Ahlaksal ve hukuksal sorunlar özdeş olmasalar bile, aralarında ortak bir bağ vardır. Çünkü her ikisi de, sağlam bir yargılama gücünün varlığını gerektirmektedir. (Arendt, Hannah, (Müge Serin), Sorumluluk ve Yargı, İstanbul, 2018, s. 23).
Bu nedenlerle Türkiye, ancak özgürlük ve özgürlük içinde sorumluluk bilincine dayanan Batı hukuku ve sorumluluk ahlakıyla bütünleştiği takdirde uygarlığı yakalayabilecektir.
Bunun ilk adımı da, kanımızca yargılama süreci hukukunda, özellikle duruşma etkinliğinde atılmak gerekir. Bunu başaramayan bir Türkiye, Sakallı Celal’in (Celal Yalınız, 1886-1962) dediği gibi, “İçinde Batıya doğru koşuşanların bulunduğu, ancak Doğuya giden bir gemi” olarak kalmaya mahkûmdur.
İncil, “Asla yargılamayın!” diye buyurmuştu. André Gide (1869-1951) ise, bütün dinlerin üzerine çıkmayı öngören bu özü temel alarak “Titreyerek karar verin!” demişti. Roma Adalet Sarayında yüreği ansızın duran, suç yargılama süreci hukukunun büyük beyni Prof. Dr. Gaetano Foschini’nin (1906-1969) ölümünden iki yıl sonra basılan son yapıtının adındaki düşündürücü çağrı ise şuydu: “Yargılamaya dönelim” (Tornare alla giurisdizione).
Ben, bu çağrıyı bütün hukuk dalları için yapmaktayım: “Dogmatik hukuka değil, bilime, hukuk bilimine, hukuk dogmatiğine dönelim!” ya da kısaca “doğru hukuka, doğru yargılamaya dönelim.”
“Çünkü “Istırabın sonu yok sanma, bu âlem de geçer / Ömrü fani gibidir, gün de geçer, dem de geçer” demiş olsa da Neyzen Tevfik, her şey tükenir, geçer, ama biricik yol gösterici olan bilim, hukuk, adalet, asla geçip gitmez. Çünkü bunlar, tükenmez, tüketilemez.
Bu çağrı, bir bakıma Edip Cansever’in “Çağrılmayan Yakup”undaki Yakup’a dönüştürülen bilime çağrıdır, elbette.
Sergilenen bu bilim dışılığa bir de “Adalet yerini bulsun da, isterse dünya yıkılsın!” (Fiat justutia et pereat mundus) Roma deyişinin sanata yansıması olarak, yasaların katı uygulanmasıyla gerçekleştirilen biçimsel adaletin çağdışı simgesi olan, eski Yargıtay binasının Atatürk bulvarına bakan kapısında bulunan, bir elinde kılıç, öbüründe terazi tutan Tanrıça heykeliyle çağcıl dünyanın karşısına çıkarsanız, elbette çağın çok gerisinde kalırsınız. Çünkü çağcıl adaletin simgesi, Flamand Gravürcü Jacques de Bie’nin (1581-1640) yaptığı ve bir elinde terazi, öbüründe çekül (ya da kitap) bulunan, kesinlikle de gözleri açık olan Tanrıçadır. Çağı yakalayan bu simge, Türkiye dışında bütün dünyayı dolaşmıştır. Bu nedenle başkanlık görevini üstlendiğim dönemde Yargıtay binasının göze çarpan yerlerine bu ikinci Tanrıçanın simgelerini koydurmuştum. Ancak benden sonra, bilgisinden hiç kuşkulanmayanlarca, hiçbir araştırma yapılmaksızın ve sağlıklı hiçbir bilgiye dayanılmaksızın, Sokrates, Descartes bilincinden yoksunluğun ürünü olarak, gözleri kapalı eski simgeyle bunların değiştirildiğini üzülerek görmüştüm.
Kuşkusuz bu tutum, yukarıda yazılanlar düşünüldüğünde, aslında ülkemizde yaşanan ve bilgisinden kuşkulanma yöntemin öğretmeyen öğrenim yetersizliğinin bir ürünüdür.
Tam bu noktada bir ayraç açmakta ve şunları vurgulamakta da yarar vardır: Hukuk, yalın ve kısa bir tanımla, özel ya da tüzel kişiler arasındaki ilişkileri düzenlemek için, düzgüler (norm); var oluşunu açıklamak için, kavramlar üreten ve bu yüzden salt “kişi”lerle ilgili bir bilim dalıdır.
Ancak bu tanım bile, hukuku açıklamak için elbette yetersizdir. Michel Foucault’nun ünlü sözündeki “soybilim” birleşik sözcüğünün yerine “hukuk” sözcüğünü koyarsak belki de bu yalın, ama eksik tanımı tamamlayabiliriz: “Hukuk, gridir; kılı kırk yarar ve sabırla belgeler. Karmakarışık, silinmiş, üstü karalanmış, defalarca yazılmış parşömenler üzerinde çalışır.” (Felsefe Sahnesi, hazırlayan: Ferda Keskin, İstanbul, 2011, s. 230).
İşte bu yüzden sabırlı ve yorucu çabayı gösteremeyen güçsüz kişiler, asla hukukçu olmamalıdır.
Gerçekten, Levinas’ın “Bütünlük ve Sonsuz” adlı yapıtı için Derrida’nın söylediği şu sözler, hukuk (bilimi) için de geçerlidir: “İzleklerin gelişmesi, suların kıyıya vurması gibi, sonsuz bir direnişle akar durur. Bu, aslında aynı dalgaların her kez kendini yenileyip özetleyerek ve sürekli aynı kıyıya geri dönerek yinelenmesidir. Buna karşın sonsuza değin yenileşerek varsıllaşır.” (Derrida, Jacques, L’écriture et la différence, Paris, 1967, s. 124).
Bütün bunlar gözetildiğinde hukukçunun da sürekli varsıllaşması ve zamanın ruhuna ayak uydurması kaçınılamaz bir zorunluluktur. Tarihsel kökleri binlerce yıl ötesine uzansa bile, her çağın hukuku, o çağla birlikte doğmaktadır. Hukuku, çağın ruhuna göre yorumlayıp uygulamaya yansıtamayan bir toplum, “kötü hukuk”a ve çağın dışında kalmaya mahkûmdur; o artık yenik düşmüş, sözde, görünüşte bir hukuk bile değil; amacından sapmış bir düzgüler yumağı, karmaşasıdır.
O kadar.
“Bilim başka, uygulama başka” sahte duvarı kesinlikle aşılmalı(II)-Sami Selçuk-
Türk hukuku kendine gelmeli, karanlığı aşıp aydınlığa kavuşmak için dakika bile yitirmeden “bilim başka, uygulama başka” ikiliğine dayanan sahte duvarı yıkmalı, kendisini kurtuluşa kavuşturacak olan bilime sarılmalı, dönmelidir

Hukuk ve hukuk bilimi, kuramı, elbette hukukun olanaklı geçerlilik nedenlerini tartışan ve bunların açıklamalarını araştıran değer biçici (normatif) bir bilimdir ve ahlak felsefesiyle yakından ilişkilidir. Ancak unutulmamalıdır ki hukuk, botanik, tıp vb. gibi saklı doğal yasaları, olgulara dayanan gerçekleri arayan bir bilim değil, insan düşüncesinin yarattığı bir kültür bilimidir. Dolayısıyla hukuk, dizgeli (sistemli) bir bilgiye ve kavramlardan oluşan kendine özgü bir dile, terimlere; içeriğe ve kaynaklara sahiptir.
Öte yandan hukuk, aynı zamanda bir tekniktir de. Nitekim olgusal doğrulardan yola çıkar, bunları sınıflandırarak ve nitelendirerek çeşitli kesimlere ayırır.
Bütün bunların dışında hukuk, belli amaçları gerçekleştirmeye yönelen bir sanattır da. Çünkü hukuk, kendi yararlarını gerçekleştirmek isteyen hak arayıcısına yol gösteren kişinin etkinliği; yargılama sonunda hüküm kuran yargıcın sanatıdır.
İşte böyle bir bilim dalı olan hukukun düzgü ve kavramlarının hiçbiri bir çırpıda yaratılmamıştır. Bunların her biri, insanlığın uzun serüvenlerinin ürünüdür; işlevleri ve amaçları, toplumda barış ve güven(liğ)i sağlamaktır. Bu işlevleri ve amaçlarla da hukuk düzeni ve bütünlüğü içinde özgün, özerk, kendisine yeten ve devletin egemenliğini yansıtan bir düzendir. Bu yüzden hukuk, asla rastgele sıralanmış bir düzgüler dizisi değil, toplumsal olguları, insan kültürünün yarattığı vazgeçilemez etik değerler ışığında düzenleyen en görkemli düzgüler dizgesi, bileşkesi, bütünü ve görkemli bir ürünüdür. Dolayısıyla “Etik boyuttan yoksun bir hukuk, yalnızca devletin kendi çıkarlarını haklı kılma çabasının ürünüdür.” (Emmanuel Levinas).
Bütün bu nedenlerle hukuk, Goethe’nin Faust’ta vurguladığı üzere, “insanla birlikte doğmuştur.” (Rüthers, Bernd / Fischer, Christian / Birk, Axel, [Doğan, İlyas / Aldudak, Rukiye / Eyman, Aydın], Hukuk Teorisi, Ankara, 2020, n. 45).
Ayrıca belirtmek gerekir ki, bilimsel sorunlara yaklaşım yöntemini ve sınırlarını çizen ve doğru kavramsal / kuramsal çerçeve anlamına gelen hukukun devrimci ve ortak paydasına, yani paradigmasına ulaşabilmek için bu bütünün üzerine duyarlı biçimde eğilmek gerekir.
Bu açıklamaların ürünü olarak ortaya çıkan sonuçlar ise aşağıdadır:
Birinci olarak, hukuk; yapay olguları inceleyen ve tekil yargılar üreten kültür bilimlerinin değerler bağlamında olması gereken davranışlarla ilgili “düzgü bilgileri” alanında yer almaktadır. Bu doğrultuda, sözgelimi, suç hukukunun konusu olan suç, her şeyden önce insanlar arası ilişkilerde ortaya çıkan bir “yapay olgu”dur (artefakta). Dolayısıyla hukuk biliminin dünyasında doğal olgular gibi nicelik açısından genel yasa koyan (nomotetik), doğa adına “açıklayan,” zorlayan (apodiktik) bir durum söz konusu değildir. Bu nedenlerle deney ve gözleme yaslanan doğa bilimlerinde, sıklıkla belirtildiği üzere, hukukta bugünden / önceden kesin yargıları dile getirme, söyleme (prédiction) ve önceden bilip tanı koyma (prognostic) olanağı bulunmamaktadır.
İkinci olarak da, her eylem, dolayısıyla her suç eylemi, toplum yaşamında ortaya çıkan bir tür “yapay olgu” olduğuna göre, olsa olsa bir kez olan ve asla yinelenmeyen bir olay olup, ancak tekil, yalın (assertorik) algılara konu olabilir. Dolayısıyla hukuk, “düşün üreten / idiografik bilimler”in, yeğlediğimiz kavramlaştırmayla “kültür bilimleri”nin içinde yer alır; bu nedenlerle açıklamakla yetinemez; aynı zamanda anlamlandırır; yorumlar, yargılarda bulunur. Ancak elbette kesin ve yalın yargılarla uğraşan matematiğin dışındadır.
Demek oluyor ki, hukuk, olguları inceleyen ve tekil yargılar üreten kültür bilimlerinin değerler bağlamında olması gereken davranışlarla ilgili “düzgü bilgisi” alanında yer almaktadır. Öyleyse adalet değerini örseleyen düzgüler, Lon L. Fuller’in (1902-1978) ünlü deyişiyle elbette “hukukun iç ahlakı”na aykırıdır. Montesquieu’nün vurguladığı üzere, adaleti yasalarla tanımlamak yersiz ise de, en iyi yasalar, elbette adaleti somut olarak gerçekleştirebilenlerdir. Çünkü hukuk, son çözümlemede biçimselliğin çok ötesinde toplumsal ve kişisel bir erdem olan adalet için vazgeçilemez bir bilim dalının ürünüdür. Bir “hukuk toplumu”na, ancak Husserl’in deyişiyle, olsa olsa adaletsizliğin üstesinden gelebilen ve adalet ilkelerine göre işleyen bir hukukla ulaşılabilir. Bu açıdan “hukukun iç ahlakı”ndan söz edilmesi, çok anlamlıdır. Yargıçların yargı (hüküm) kurmayı üstüne alma etkinliği (adjudication, aggiudicazione) ise, karşıt iddialar arasında, eşit olanaklar, yansızlık ve görüş sergileme hakları çerçevesinde çelişmeli ve çekişmeli yargılamayla uyuşmazlığı, tıpkı intihar uçaklarındaki pilotlar gibi, kendi şerefleri pahasına adil, hakkaniyet ve nasfete (équité, equità) bağlı ve denk düşen hukuk içinde gerçeği, doğruyu aramak ve adalete uygun biçimde çözmek demektir. Bu amaç ise, elbette yargıcın özsaygısına (şeref) emanet edilmiştir. Zira yargıç, salt yasayı uygulayan bir bilgisayar değil, hukuksal ve ahlaksal bir öznedir de (Erdoğan, Mustafa, Hukuk ve Adalet, Ankara, 2022, s. 190-194). Bu nedenle Roma’dan beri “Hukukun katı uygulanması en büyük adaletsizliktir” (Summum jus, summa iniuria). Dolayısıyla yeter ki, somut olay içinde kalınarak bu konuda aşırılığa kaçılmasını sağduyu ve sağgörü engellesin.
Dolayısıyla itiraf edelim ki, hukuk uygulamasında bilim başka, uygulama başka diyerek hukukta bir “kültürel soykırım”ı sürdürmeye çabalamak, bilimi, hukuku ve adaleti kökten yok etmeye çabalamak demektir. İşte o zaman hukuk da, adalet de, toplum da çöker, çökecektir. Çünkü Mevlana’nın dediğinin tersine, artık doğru kapı, yanlış anahtarla açılmıştır.
Ancak boşuna bir çabadır, bu. Zira böyle bir durumda o kapı, aslında hiçbir zaman açılmamıştır. Daha sonraları da açılamaz, açılmayacaktır da.
Dolayısıyla Türk hukuku kendine gelmeli, karanlığı aşıp aydınlığa kavuşmak için dakika bile yitirmeden “bilim başka, uygulama başka” ikiliğine dayanan sahte duvarı yıkmalı, kendisini kurtuluşa kavuşturacak olan bilime sarılmalı, dönmelidir.
Kanımca bu dönüş, nasıl Kopernik Devrimi, ilkin 1610 yılında Galilei’yle ucun ucun görünmüş, ardından da Nicolas Copernicus’un (1473-1543) yayımladığı “De devrimibus orbium colestimu” ile başlayıp, dünyayı durağan biçimde tanımlayan Yunan matematikçi ve gökbilimci İskenderiyeli Batlamyus’un (MS 100-170) yer odağından gözleme dayanarak güneş odaklı modele doğru gelişmiş; matematik de bunu kesinlikte belirlemiş ve bu, Isaac Newton’un (1643-1727) çalışmalarına değin sürmüş, doğa bilimlerinde bir paradigma değişimine yol açmış ise, hukuk da, özellikle de yargılama hukukunda yaşanan bir “Kopernik Devrimi” olacaktır.
Şunu hiçbir zaman unutmayalım: Atatürk, varlığımızın ve geleceğimizin güvencesi ve en değerli hazinesi olan “Türkiye Cumhuriyeti”ni sonsuza değin koruma ve kollama görevini gençliğe bırakmıştır. Ata’nın en görkemli mirası bulunan kurum ve kavram olarak o “Cumhuriyet,” hiç kuşkusuz dayandığı “hukuk”u da içermektedir. Dolayısıyla Türk hukukçusu, bu hukukun çarpıtılmasına, yozlaştırılmasına asla göz yummamalı, yine Ata’nın buyruğuna uyarak, bilim ile yan yana yürümeli; hukuk, kötü niyetli olmasalar, zor ve hile kullanmasalar bile, aymazlıkla bilim dışı saçmalıkların egemenliği altına asla girmemeli; tam tersine en doğru yol gösterici olan bilimi özenle ve titizlikle izlemelidir. Çünkü geleceğin hukukçularının gereksindiği güç, bilime danışmak; biricik ödevi de, bilimin ışığında ve çağcıl demokrasi bağlamında sağlam bir hukuk ve adil bir düzen yaratmaktır.
Bunun dışında kalan her tutum ve her girişim, bilime, Atatürk’e, Atatürkçü evrim ve inanca, dolayısıyla insanımıza ihanettir.
Dolayısıyla itiraf edelim ki, hukuk uygulamasında bilim başka, uygulama başka diyerek hukukta bir “kültürel soykırım”ı sürdürmeye çabalamak, bilimi, hukuku ve adaleti kökten yok etmeye çabalamak demektir. İşte o zaman hukuk da, adalet de, toplum da çöker, çökecektir de. Çünkü Mevlana’nın dediğinin tersine, artık doğru kapı, yanlış anahtarla açılmıştır.
Ancak boşuna bir çabadır, bu. Böyle bir durumda o kapı, aslında hiçbir zaman açılmamıştır. Daha sonraları da açılamaz, açılmayacaktır da.
Dolayısıyla Türk hukuku kendine gelmeli, karanlığı aşıp aydınlığa kavuşmak için dakika bile yitirmeden “bilim başka, uygulama başka” ikiliğine dayanan sahte duvarı yıkmalı, kendisini kurtuluşa kavuşturacak olan bilime sarılmalı, dönmelidir.
Yazdıklarımın ışığında belirteyim ki, aslında doğru hukukun uygulandığı ülkelerde iki tür hukuk vardır. Birincisi, “hukuk dogmatiği ve / ya grameri;” ikincisi, yasalarda yansıtılan “dogmatik hukuk.”
Buna karşılık ülkemizde üç tür hukuk vardır. Birincisi, bilime dayanan “hukuk dogmatiği ve / ya grameri;” ikincisi, “torba yasa”lar gibi örneklerle örselenmiş “yok yasa, yap yasa” anlayışının ürettiği “dogmatik hukuk;” üçüncüsü ise, “bilim başka, uygulama başka” çarpıklığının yarattığı ve uygulamada yaşanan “yoz dogmatik hukuk.”
Özellikle de bu sonuncusu, yani “yoz dogmatik hukuk” ile birlikte Batı hukuku ve uygulaması, daha baştan iç cephede yenik düşmüştür. İç cephenin yenik düşmesi ise, Atatürk’ün Söylev’de (Nutuk) belirttiği gibi, savaşta yenilgi; hukukta ise, tam bir çöküştür.
Öyleyse bu son iki hukuku, özellikle de hukuk biliminin en çok örselenmiş ve hasta biçimi olan bu “yoz dogmatik hukuk”u hemen dışlamak ve uygar dünya ile bütünleşmek zorundayız.
/././

Hukuk ve hukuk bilimi, kuramı, elbette hukukun olanaklı geçerlilik nedenlerini tartışan ve bunların açıklamalarını araştıran değer biçici (normatif) bir bilimdir ve ahlak felsefesiyle yakından ilişkilidir. Ancak unutulmamalıdır ki hukuk, botanik, tıp vb. gibi saklı doğal yasaları, olgulara dayanan gerçekleri arayan bir bilim değil, insan düşüncesinin yarattığı bir kültür bilimidir. Dolayısıyla hukuk, dizgeli (sistemli) bir bilgiye ve kavramlardan oluşan kendine özgü bir dile, terimlere; içeriğe ve kaynaklara sahiptir.
Öte yandan hukuk, aynı zamanda bir tekniktir de. Nitekim olgusal doğrulardan yola çıkar, bunları sınıflandırarak ve nitelendirerek çeşitli kesimlere ayırır.
Bütün bunların dışında hukuk, belli amaçları gerçekleştirmeye yönelen bir sanattır da. Çünkü hukuk, kendi yararlarını gerçekleştirmek isteyen hak arayıcısına yol gösteren kişinin etkinliği; yargılama sonunda hüküm kuran yargıcın sanatıdır.
İşte böyle bir bilim dalı olan hukukun düzgü ve kavramlarının hiçbiri bir çırpıda yaratılmamıştır. Bunların her biri, insanlığın uzun serüvenlerinin ürünüdür; işlevleri ve amaçları, toplumda barış ve güven(liğ)i sağlamaktır. Bu işlevleri ve amaçlarla da hukuk düzeni ve bütünlüğü içinde özgün, özerk, kendisine yeten ve devletin egemenliğini yansıtan bir düzendir. Bu yüzden hukuk, asla rastgele sıralanmış bir düzgüler dizisi değil, toplumsal olguları, insan kültürünün yarattığı vazgeçilemez etik değerler ışığında düzenleyen en görkemli düzgüler dizgesi, bileşkesi, bütünü ve görkemli bir ürünüdür. Dolayısıyla “Etik boyuttan yoksun bir hukuk, yalnızca devletin kendi çıkarlarını haklı kılma çabasının ürünüdür.” (Emmanuel Levinas).
Bütün bu nedenlerle hukuk, Goethe’nin Faust’ta vurguladığı üzere, “insanla birlikte doğmuştur.” (Rüthers, Bernd / Fischer, Christian / Birk, Axel, [Doğan, İlyas / Aldudak, Rukiye / Eyman, Aydın], Hukuk Teorisi, Ankara, 2020, n. 45).
Ayrıca belirtmek gerekir ki, bilimsel sorunlara yaklaşım yöntemini ve sınırlarını çizen ve doğru kavramsal / kuramsal çerçeve anlamına gelen hukukun devrimci ve ortak paydasına, yani paradigmasına ulaşabilmek için bu bütünün üzerine duyarlı biçimde eğilmek gerekir.
Bu açıklamaların ürünü olarak ortaya çıkan sonuçlar ise aşağıdadır:
Birinci olarak, hukuk; yapay olguları inceleyen ve tekil yargılar üreten kültür bilimlerinin değerler bağlamında olması gereken davranışlarla ilgili “düzgü bilgileri” alanında yer almaktadır. Bu doğrultuda, sözgelimi, suç hukukunun konusu olan suç, her şeyden önce insanlar arası ilişkilerde ortaya çıkan bir “yapay olgu”dur (artefakta). Dolayısıyla hukuk biliminin dünyasında doğal olgular gibi nicelik açısından genel yasa koyan (nomotetik), doğa adına “açıklayan,” zorlayan (apodiktik) bir durum söz konusu değildir. Bu nedenlerle deney ve gözleme yaslanan doğa bilimlerinde, sıklıkla belirtildiği üzere, hukukta bugünden / önceden kesin yargıları dile getirme, söyleme (prédiction) ve önceden bilip tanı koyma (prognostic) olanağı bulunmamaktadır.
İkinci olarak da, her eylem, dolayısıyla her suç eylemi, toplum yaşamında ortaya çıkan bir tür “yapay olgu” olduğuna göre, olsa olsa bir kez olan ve asla yinelenmeyen bir olay olup, ancak tekil, yalın (assertorik) algılara konu olabilir. Dolayısıyla hukuk, “düşün üreten / idiografik bilimler”in, yeğlediğimiz kavramlaştırmayla “kültür bilimleri”nin içinde yer alır; bu nedenlerle açıklamakla yetinemez; aynı zamanda anlamlandırır; yorumlar, yargılarda bulunur. Ancak elbette kesin ve yalın yargılarla uğraşan matematiğin dışındadır.
Demek oluyor ki, hukuk, olguları inceleyen ve tekil yargılar üreten kültür bilimlerinin değerler bağlamında olması gereken davranışlarla ilgili “düzgü bilgisi” alanında yer almaktadır. Öyleyse adalet değerini örseleyen düzgüler, Lon L. Fuller’in (1902-1978) ünlü deyişiyle elbette “hukukun iç ahlakı”na aykırıdır. Montesquieu’nün vurguladığı üzere, adaleti yasalarla tanımlamak yersiz ise de, en iyi yasalar, elbette adaleti somut olarak gerçekleştirebilenlerdir. Çünkü hukuk, son çözümlemede biçimselliğin çok ötesinde toplumsal ve kişisel bir erdem olan adalet için vazgeçilemez bir bilim dalının ürünüdür. Bir “hukuk toplumu”na, ancak Husserl’in deyişiyle, olsa olsa adaletsizliğin üstesinden gelebilen ve adalet ilkelerine göre işleyen bir hukukla ulaşılabilir. Bu açıdan “hukukun iç ahlakı”ndan söz edilmesi, çok anlamlıdır. Yargıçların yargı (hüküm) kurmayı üstüne alma etkinliği (adjudication, aggiudicazione) ise, karşıt iddialar arasında, eşit olanaklar, yansızlık ve görüş sergileme hakları çerçevesinde çelişmeli ve çekişmeli yargılamayla uyuşmazlığı, tıpkı intihar uçaklarındaki pilotlar gibi, kendi şerefleri pahasına adil, hakkaniyet ve nasfete (équité, equità) bağlı ve denk düşen hukuk içinde gerçeği, doğruyu aramak ve adalete uygun biçimde çözmek demektir. Bu amaç ise, elbette yargıcın özsaygısına (şeref) emanet edilmiştir. Zira yargıç, salt yasayı uygulayan bir bilgisayar değil, hukuksal ve ahlaksal bir öznedir de (Erdoğan, Mustafa, Hukuk ve Adalet, Ankara, 2022, s. 190-194). Bu nedenle Roma’dan beri “Hukukun katı uygulanması en büyük adaletsizliktir” (Summum jus, summa iniuria). Dolayısıyla yeter ki, somut olay içinde kalınarak bu konuda aşırılığa kaçılmasını sağduyu ve sağgörü engellesin.
Dolayısıyla itiraf edelim ki, hukuk uygulamasında bilim başka, uygulama başka diyerek hukukta bir “kültürel soykırım”ı sürdürmeye çabalamak, bilimi, hukuku ve adaleti kökten yok etmeye çabalamak demektir. İşte o zaman hukuk da, adalet de, toplum da çöker, çökecektir. Çünkü Mevlana’nın dediğinin tersine, artık doğru kapı, yanlış anahtarla açılmıştır.
Ancak boşuna bir çabadır, bu. Zira böyle bir durumda o kapı, aslında hiçbir zaman açılmamıştır. Daha sonraları da açılamaz, açılmayacaktır da.
Dolayısıyla Türk hukuku kendine gelmeli, karanlığı aşıp aydınlığa kavuşmak için dakika bile yitirmeden “bilim başka, uygulama başka” ikiliğine dayanan sahte duvarı yıkmalı, kendisini kurtuluşa kavuşturacak olan bilime sarılmalı, dönmelidir.
Kanımca bu dönüş, nasıl Kopernik Devrimi, ilkin 1610 yılında Galilei’yle ucun ucun görünmüş, ardından da Nicolas Copernicus’un (1473-1543) yayımladığı “De devrimibus orbium colestimu” ile başlayıp, dünyayı durağan biçimde tanımlayan Yunan matematikçi ve gökbilimci İskenderiyeli Batlamyus’un (MS 100-170) yer odağından gözleme dayanarak güneş odaklı modele doğru gelişmiş; matematik de bunu kesinlikte belirlemiş ve bu, Isaac Newton’un (1643-1727) çalışmalarına değin sürmüş, doğa bilimlerinde bir paradigma değişimine yol açmış ise, hukuk da, özellikle de yargılama hukukunda yaşanan bir “Kopernik Devrimi” olacaktır.
Şunu hiçbir zaman unutmayalım: Atatürk, varlığımızın ve geleceğimizin güvencesi ve en değerli hazinesi olan “Türkiye Cumhuriyeti”ni sonsuza değin koruma ve kollama görevini gençliğe bırakmıştır. Ata’nın en görkemli mirası bulunan kurum ve kavram olarak o “Cumhuriyet,” hiç kuşkusuz dayandığı “hukuk”u da içermektedir. Dolayısıyla Türk hukukçusu, bu hukukun çarpıtılmasına, yozlaştırılmasına asla göz yummamalı, yine Ata’nın buyruğuna uyarak, bilim ile yan yana yürümeli; hukuk, kötü niyetli olmasalar, zor ve hile kullanmasalar bile, aymazlıkla bilim dışı saçmalıkların egemenliği altına asla girmemeli; tam tersine en doğru yol gösterici olan bilimi özenle ve titizlikle izlemelidir. Çünkü geleceğin hukukçularının gereksindiği güç, bilime danışmak; biricik ödevi de, bilimin ışığında ve çağcıl demokrasi bağlamında sağlam bir hukuk ve adil bir düzen yaratmaktır.
Bunun dışında kalan her tutum ve her girişim, bilime, Atatürk’e, Atatürkçü evrim ve inanca, dolayısıyla insanımıza ihanettir.
Dolayısıyla itiraf edelim ki, hukuk uygulamasında bilim başka, uygulama başka diyerek hukukta bir “kültürel soykırım”ı sürdürmeye çabalamak, bilimi, hukuku ve adaleti kökten yok etmeye çabalamak demektir. İşte o zaman hukuk da, adalet de, toplum da çöker, çökecektir de. Çünkü Mevlana’nın dediğinin tersine, artık doğru kapı, yanlış anahtarla açılmıştır.
Ancak boşuna bir çabadır, bu. Böyle bir durumda o kapı, aslında hiçbir zaman açılmamıştır. Daha sonraları da açılamaz, açılmayacaktır da.
Dolayısıyla Türk hukuku kendine gelmeli, karanlığı aşıp aydınlığa kavuşmak için dakika bile yitirmeden “bilim başka, uygulama başka” ikiliğine dayanan sahte duvarı yıkmalı, kendisini kurtuluşa kavuşturacak olan bilime sarılmalı, dönmelidir.
Yazdıklarımın ışığında belirteyim ki, aslında doğru hukukun uygulandığı ülkelerde iki tür hukuk vardır. Birincisi, “hukuk dogmatiği ve / ya grameri;” ikincisi, yasalarda yansıtılan “dogmatik hukuk.”
Buna karşılık ülkemizde üç tür hukuk vardır. Birincisi, bilime dayanan “hukuk dogmatiği ve / ya grameri;” ikincisi, “torba yasa”lar gibi örneklerle örselenmiş “yok yasa, yap yasa” anlayışının ürettiği “dogmatik hukuk;” üçüncüsü ise, “bilim başka, uygulama başka” çarpıklığının yarattığı ve uygulamada yaşanan “yoz dogmatik hukuk.”
Özellikle de bu sonuncusu, yani “yoz dogmatik hukuk” ile birlikte Batı hukuku ve uygulaması, daha baştan iç cephede yenik düşmüştür. İç cephenin yenik düşmesi ise, Atatürk’ün Söylev’de (Nutuk) belirttiği gibi, savaşta yenilgi; hukukta ise, tam bir çöküştür.
Öyleyse bu son iki hukuku, özellikle de hukuk biliminin en çok örselenmiş ve hasta biçimi olan bu “yoz dogmatik hukuk”u hemen dışlamak ve uygar dünya ile bütünleşmek zorundayız.
/././
KKM’de tatlandırıcılardan acı reçeteye -Binhan Elif Yılmaz-
KKM’ye götüren süreç geri alınabilseydi ya da hiç böyle bir yola girilmeseydi, bugün hem ekonomimiz hem de emekli, emekçi, tüccar, ihracatçı herkes çok daha yüksek bir refah seviyesinde olacaktı.
KKM (kur korumalı mevduat) 21 Aralık 2021'de tasarrufu, varlığı olanları kur riskine karşı güvence altına alan bir finansal araç olarak hayata geçti. Kur riskini yaratan ise o dönemde denenen Türkiye Ekonomi Modeliydi.
Bu denemeye göre Merkez Bankası parasal gevşemeye ve politika faizinde indirime giderse yatırım, istihdam artacak ve kur yükselirken yani rekabetçi kur ile ihracat rekor kıracaktı. Tabi ki beklendiği gibi olmadı, düşük faizle alınan kredilerin yatırıma yönlendirilmediği ve ihracatın rekor kırmadığı ortamda artan dolarizasyon ve yüksek enflasyon Türkiye ekonomisini esir aldı. Sonunda KKM ile baş başa kaldık.
Büyük bir başarı hikayesi olarak servis edilen KKM’nin hacminin artması için siyasi açıklamalar ve medya büyük çaba sarfetti. KKM’yi eleştirenler, eleştirildi.
KKM hacmi altı ay içinde 1 trilyon TL’yi geçti, bir yıl içinde 1,5 trilyon TL’yi aştı. 2023 genel seçimlerine giderken 3 trilyon TL oldu.
KKM hacminin artışında “tatlandırıcıları” oldukça etkili oldu. Tatlandırıcı eşliğinde hacimdeki artış ile kazananların sayısı ve ekonomideki yeri artmaya devam etti. Ama aynı toplumda hiç tasarrufu olmayan, zar zor geçinenler yüksek enflasyon karşısında daha da yoksullaştı. Zengin daha zengin, yoksul daha yoksul hale gelirken, toplum, tatlandırıcıları alanlara karşılık acı reçeteye maruz kalan olarak ikiye bölünmüştü artık.
KKM’nin tatlandırıcıları nelerdi?
- Faiz ve bedava opsiyon
KKM'nin özelliği, mevduat sahibine faiz ile beraber sunulan bedava opsiyon. Mevduat sahibi, eğer kur artışı KKM mevduat faizinin altında kalırsa faizden kazanıyordu, kur artışı KKM mevduat faizinin üstüne çıkarsa da kur farkını alıyordu.
İlk durumda faizi banka ödeyecek, ikinci durumda da Hazine ödeyecekti. Kur artışına karşı koruma, TL'den KKM'ye dönenler için bütçeden, dövizden KKM'ye dönenler için TCMB tarafından karşılanacaktı. KKM hesabı açtıranlar tatlandırıcıları kazanacak, hesabı başkaları ödeyecekti.
- Vergi istisnası
Bir başka tatlandırıcı, getirilere "0" stopaj avantajı oldu. Oysaki KKM’nin getirisi olan faiz, menkul sermeye iradıdır ve gelir vergisine tabi olması gerekir. Banka mevduatında, yatırım fonlarında vb’de de benzer getiriler söz konusu ve vergiye tabi iken, bu kazançlardan vergi alınmadı ve elde edilen kur farkı ve faiz gelirleri gerçek kişilerde gelir vergisinden, tüzellerde kurumlar vergisinden istisna edildi.
Hatta 30 Nisan 2024 tarihli RG’de yayımlanan CB Kararıyla mevduat vb. stopaj oranları yükseltilirken, KKM'de stopajın yüzde “0” olmasına devam edildi.
- Politika faizinin üzerinde faiz
KKM hesaplarına, giderek düşen, hatta enflasyon oranıyla farkı 50-60 puana yaklaşan politika faizinin üç puan üzerinde faiz verilmesi kararlaştırıldı başlangıçta. Ancak bir süre sonra üst limit serbest bırakıldı. Artık bankalar arasında KKM müşterisini kendilerine çekmek için rekabet başlamıştı, faiz oranlarını yarıştırıyorlardı. Bu durum KKM’ye olan talebi daha da arttırdı.
Ama, gün geldi tatlandırıcılar geri alınmaya başlandı. Genel seçimlerin ardından başlayan sıkı para politikasında 1 yıl geride bırakılırken ekonomi yönetimi artık liralaşma için KKM’ye ihtiyaç duymayacaktı, maliyet büyüyordu, asıl acı reçete dezenflasyon sürecinde dar gelirli, ücretli ve emeklinin sırtında olacaktı. Bitirilmesi için atılan adımlarla vergi ve faiz tatlandırıcıları yavaş yavaş geri alınıyordu.
31 Temmuz 2024’te 6 aya kadar (6 ay dahil) vadeli KKM hesapları yüzde 7,5 ve 1 yıla kadar (1 yıl dahil) vadeli yüzde 5 oranında gelir vergisine tabi oldu. Yani artık stopaj "0" değildi. Aynı vergi oranları, döviz ve altın dönüşümlü hesaplar için de geçerli oldu. Bir ay öncesinde de KKM ve katılım hesaplarına uygulanan kurumlar vergisi istisnası sona erdi.
İlk günden servis edilen “0” stopaj KKM'nin neredeyse hiç değişmeyecek ana unsuru gibiydi. Hesap sahibi Türkiye ekonomisini uçurumun eşiğinden kurtardığını düşünüyor ve vergi istisnasından yararlanmasının normal bir durum olduğunu kabul ediyordu. Ama vergide adaleti bozucu etkisini herkes biliyordu.
Ardından KKM hesaplarına mevduat faizinin de altında faiz verilmeye başlandı. Tebliğler ile bankaların özellikle TL'den dönen KKM hesaplarının TL vadeli mevduata dönüştürmelerine ilişkin kriterlere uymaları, uymayan bankalara ek menkul kıymet tesisi zorunluluğu getirildi.
KKM, 2023 Ağustos ayının ortasında 3,4 trilyon TL’lik en yüksek hacmine ulaşmıştı. Geri alınan tatlandırıcılar ve yüksek pozitif reel faiz ortamında gerçek kişi TL mevduat hacmi artarken DTH geriliyor ve KKM’den çıkış hızlanıyordu. İlk altı ayda KKM hacmi hızla yaklaşık 2,5 trilyon TL azaldı ve 1 trilyon TL’nin altına geriledi. Ancak Mayıs ortasından itibaren sadece 100 milyar TL’lik azalış, neredeyse 2 ay sürdü. TCMB faiz indirim döngüsünü başlatmıştı ve enflasyonda beklentiler iyileşmiyordu. Sonunda KKM’ye son verme kararı cuma akşamı TCMB’den geldi.
Kısaca serüvenini anlattığım KKM’nin bir de rakamsal ve toplumsal maliyetine bakalım:
TL’den dönenlerin kur artışına karşı korunması bütçeden, dövizden KKM'ye dönenlerinki TCMB tarafından karşılanıyordu ilk başta. Bütçeden ilk ödemeler de Mart 2022’de başladı. 2022 yıl sonuna kadar TL’den dönen KKM için bütçeden 92,5 milyar TL ödendi. Bu dönemin bütçe giderlerinin yüzde 3,6’sı, vergi gelirlerinin yüzde 4,6’sı kadar TL’den dönen KKM sahiplerine bütçeden aktarım yapıldı. Döviz dönüşümlü KKM için TCMB’nin de bu düzeyde bir maliyetle karşılaştığı tahmin ediliyordu.
2023 yılının ilk yedi ayında ise TL’den dönen KKM için bütçeden 59,5 milyar TL ödendi. Bu tutarın 34,5 milyar TL’lik kısmı sadece 1-15 Temmuz tarihleri arasında bütçeden ödenen kısmıydı. Çünkü Dolar/TL genel seçim öncesinde 15,5 TL iken iki ay içinde 26 TL'nin üzerine çıkmıştı ve seçim sonrası kur artışı bu meblağı büyüttü. 2023 bütçesi (ek bütçe dahil) deprem harcamaları varken KKM'nin yükünü kaldıramayacaktı.
Yaklaşık bir buçuk yılda maliyet 152 milyar TL olurken, yıl sonuna kadar bu rakamın ikiye katlanma ihtimali yüksekti, ancak söz konusu 34,5 milyar TL KKM’nin bütçeye yükü ile ilgili gördüğümüz son rakamdı, artık bütçeden ne kadar ödeme yapıldığını izlememiz mümkün olmayacaktı.
Artık o tarihten sonra her iki tür KKM için de mevduat sahiplerine aktarım TCMB tarafından karşılanmaya başladı. TCMB de 2023 zararını 818,2 ve 2024 zararını 700,4 milyar TL olarak açıkladı ki bu zararın çok önemli kısmının KKM kur farkı ödemelerinden kaynaklanması olası.
Alternatif maliyet ise bambaşka. Bütçeye, TCMB’ye yüklenen maliyet bir yandan tüm topluma yayıldı ki KKM hesap sahiplerine verilen istisnaya karşılık ücretli, zor durumdaki esnaf, borcunu ödeyemeyenlerin durumu daha da kötüleşti, bir yandan da o maliyet ortaya çıkmasaydı gelir dağılımını düzeltecek vergisel düzenlemeler için kaynak ayrılabilir ve “mali alan” yaratılabilirdi.
Eğer KKM’ye götüren süreç geri alınabilseydi, yani yukarıda bahsettiğim model denemesinden vazgeçilmiş olsaydı ya da hiç böyle bir yola girilmeseydi, bugün hem ekonomimiz hem de emekli, emekçi, tüccar, ihracatçı herkes çok daha yüksek bir refah seviyesinde olacaktı.
Toplumda her zaman tatlandırıcıları alan var, ama KKM’nin tatlandırıcısını alan ile acı ilacı içen ayrımı çok belirgindi hep. Gelir ve servet dağılımında adaletsizliğe yol açan servet transferinin geldiği düzey umut kırıcı. Ayrıca ekonomiye olan güvensizlik ve beklentilerdeki bozulmanın izleri de önem taşıyor. Dolarizasyonun kalesini yıkmak ve rezerv toplamak için sıcak paraya yüksek faiz ödenmeye devam ediliyor.
Bundan sonra ekonomiyi neler bekliyor, bakalım: Eylül ayı içinde İmamoğlu davaları görülecek. Dış konjonktürdeki gelişmeler de karışık. TCMB ise faiz indirim döngüsüne başladı. TCMB piyasa katılımcıları anketine göre yıl sonu politika faizi beklentisi yüzde 36 ama enflasyon beklentisi yüzde 30’a yakın. 12 ay sonrası için yıllık enflasyon beklentileri ise reel sektör için yüzde 39'a gerilerken hane halkı için yüzde 54,5'e yükseldi.
Tasarrufu, varlığı olanları suni yaratılan risklere karşı koruyan ve tatlandırıcılarla daha da kazançlı hale getiren, toplumun geri kalanını yok sayan KKM artık bitti ama riskler bitmedi. Yeni riskler kapıda. Umarız artık acı ilacı riskleri yaratanlar içer.
/././
- Faiz ve bedava opsiyon
KKM'nin özelliği, mevduat sahibine faiz ile beraber sunulan bedava opsiyon. Mevduat sahibi, eğer kur artışı KKM mevduat faizinin altında kalırsa faizden kazanıyordu, kur artışı KKM mevduat faizinin üstüne çıkarsa da kur farkını alıyordu.
İlk durumda faizi banka ödeyecek, ikinci durumda da Hazine ödeyecekti. Kur artışına karşı koruma, TL'den KKM'ye dönenler için bütçeden, dövizden KKM'ye dönenler için TCMB tarafından karşılanacaktı. KKM hesabı açtıranlar tatlandırıcıları kazanacak, hesabı başkaları ödeyecekti.
- Vergi istisnası
Bir başka tatlandırıcı, getirilere "0" stopaj avantajı oldu. Oysaki KKM’nin getirisi olan faiz, menkul sermeye iradıdır ve gelir vergisine tabi olması gerekir. Banka mevduatında, yatırım fonlarında vb’de de benzer getiriler söz konusu ve vergiye tabi iken, bu kazançlardan vergi alınmadı ve elde edilen kur farkı ve faiz gelirleri gerçek kişilerde gelir vergisinden, tüzellerde kurumlar vergisinden istisna edildi.
Hatta 30 Nisan 2024 tarihli RG’de yayımlanan CB Kararıyla mevduat vb. stopaj oranları yükseltilirken, KKM'de stopajın yüzde “0” olmasına devam edildi.
- Politika faizinin üzerinde faiz
KKM hesaplarına, giderek düşen, hatta enflasyon oranıyla farkı 50-60 puana yaklaşan politika faizinin üç puan üzerinde faiz verilmesi kararlaştırıldı başlangıçta. Ancak bir süre sonra üst limit serbest bırakıldı. Artık bankalar arasında KKM müşterisini kendilerine çekmek için rekabet başlamıştı, faiz oranlarını yarıştırıyorlardı. Bu durum KKM’ye olan talebi daha da arttırdı.
Ama, gün geldi tatlandırıcılar geri alınmaya başlandı. Genel seçimlerin ardından başlayan sıkı para politikasında 1 yıl geride bırakılırken ekonomi yönetimi artık liralaşma için KKM’ye ihtiyaç duymayacaktı, maliyet büyüyordu, asıl acı reçete dezenflasyon sürecinde dar gelirli, ücretli ve emeklinin sırtında olacaktı. Bitirilmesi için atılan adımlarla vergi ve faiz tatlandırıcıları yavaş yavaş geri alınıyordu.
31 Temmuz 2024’te 6 aya kadar (6 ay dahil) vadeli KKM hesapları yüzde 7,5 ve 1 yıla kadar (1 yıl dahil) vadeli yüzde 5 oranında gelir vergisine tabi oldu. Yani artık stopaj "0" değildi. Aynı vergi oranları, döviz ve altın dönüşümlü hesaplar için de geçerli oldu. Bir ay öncesinde de KKM ve katılım hesaplarına uygulanan kurumlar vergisi istisnası sona erdi.
İlk günden servis edilen “0” stopaj KKM'nin neredeyse hiç değişmeyecek ana unsuru gibiydi. Hesap sahibi Türkiye ekonomisini uçurumun eşiğinden kurtardığını düşünüyor ve vergi istisnasından yararlanmasının normal bir durum olduğunu kabul ediyordu. Ama vergide adaleti bozucu etkisini herkes biliyordu.
Ardından KKM hesaplarına mevduat faizinin de altında faiz verilmeye başlandı. Tebliğler ile bankaların özellikle TL'den dönen KKM hesaplarının TL vadeli mevduata dönüştürmelerine ilişkin kriterlere uymaları, uymayan bankalara ek menkul kıymet tesisi zorunluluğu getirildi.
KKM, 2023 Ağustos ayının ortasında 3,4 trilyon TL’lik en yüksek hacmine ulaşmıştı. Geri alınan tatlandırıcılar ve yüksek pozitif reel faiz ortamında gerçek kişi TL mevduat hacmi artarken DTH geriliyor ve KKM’den çıkış hızlanıyordu. İlk altı ayda KKM hacmi hızla yaklaşık 2,5 trilyon TL azaldı ve 1 trilyon TL’nin altına geriledi. Ancak Mayıs ortasından itibaren sadece 100 milyar TL’lik azalış, neredeyse 2 ay sürdü. TCMB faiz indirim döngüsünü başlatmıştı ve enflasyonda beklentiler iyileşmiyordu. Sonunda KKM’ye son verme kararı cuma akşamı TCMB’den geldi.
Kısaca serüvenini anlattığım KKM’nin bir de rakamsal ve toplumsal maliyetine bakalım:
TL’den dönenlerin kur artışına karşı korunması bütçeden, dövizden KKM'ye dönenlerinki TCMB tarafından karşılanıyordu ilk başta. Bütçeden ilk ödemeler de Mart 2022’de başladı. 2022 yıl sonuna kadar TL’den dönen KKM için bütçeden 92,5 milyar TL ödendi. Bu dönemin bütçe giderlerinin yüzde 3,6’sı, vergi gelirlerinin yüzde 4,6’sı kadar TL’den dönen KKM sahiplerine bütçeden aktarım yapıldı. Döviz dönüşümlü KKM için TCMB’nin de bu düzeyde bir maliyetle karşılaştığı tahmin ediliyordu.
2023 yılının ilk yedi ayında ise TL’den dönen KKM için bütçeden 59,5 milyar TL ödendi. Bu tutarın 34,5 milyar TL’lik kısmı sadece 1-15 Temmuz tarihleri arasında bütçeden ödenen kısmıydı. Çünkü Dolar/TL genel seçim öncesinde 15,5 TL iken iki ay içinde 26 TL'nin üzerine çıkmıştı ve seçim sonrası kur artışı bu meblağı büyüttü. 2023 bütçesi (ek bütçe dahil) deprem harcamaları varken KKM'nin yükünü kaldıramayacaktı.
Yaklaşık bir buçuk yılda maliyet 152 milyar TL olurken, yıl sonuna kadar bu rakamın ikiye katlanma ihtimali yüksekti, ancak söz konusu 34,5 milyar TL KKM’nin bütçeye yükü ile ilgili gördüğümüz son rakamdı, artık bütçeden ne kadar ödeme yapıldığını izlememiz mümkün olmayacaktı.
Artık o tarihten sonra her iki tür KKM için de mevduat sahiplerine aktarım TCMB tarafından karşılanmaya başladı. TCMB de 2023 zararını 818,2 ve 2024 zararını 700,4 milyar TL olarak açıkladı ki bu zararın çok önemli kısmının KKM kur farkı ödemelerinden kaynaklanması olası.
Alternatif maliyet ise bambaşka. Bütçeye, TCMB’ye yüklenen maliyet bir yandan tüm topluma yayıldı ki KKM hesap sahiplerine verilen istisnaya karşılık ücretli, zor durumdaki esnaf, borcunu ödeyemeyenlerin durumu daha da kötüleşti, bir yandan da o maliyet ortaya çıkmasaydı gelir dağılımını düzeltecek vergisel düzenlemeler için kaynak ayrılabilir ve “mali alan” yaratılabilirdi.
Eğer KKM’ye götüren süreç geri alınabilseydi, yani yukarıda bahsettiğim model denemesinden vazgeçilmiş olsaydı ya da hiç böyle bir yola girilmeseydi, bugün hem ekonomimiz hem de emekli, emekçi, tüccar, ihracatçı herkes çok daha yüksek bir refah seviyesinde olacaktı.
Toplumda her zaman tatlandırıcıları alan var, ama KKM’nin tatlandırıcısını alan ile acı ilacı içen ayrımı çok belirgindi hep. Gelir ve servet dağılımında adaletsizliğe yol açan servet transferinin geldiği düzey umut kırıcı. Ayrıca ekonomiye olan güvensizlik ve beklentilerdeki bozulmanın izleri de önem taşıyor. Dolarizasyonun kalesini yıkmak ve rezerv toplamak için sıcak paraya yüksek faiz ödenmeye devam ediliyor.
Bundan sonra ekonomiyi neler bekliyor, bakalım: Eylül ayı içinde İmamoğlu davaları görülecek. Dış konjonktürdeki gelişmeler de karışık. TCMB ise faiz indirim döngüsüne başladı. TCMB piyasa katılımcıları anketine göre yıl sonu politika faizi beklentisi yüzde 36 ama enflasyon beklentisi yüzde 30’a yakın. 12 ay sonrası için yıllık enflasyon beklentileri ise reel sektör için yüzde 39'a gerilerken hane halkı için yüzde 54,5'e yükseldi.
Tasarrufu, varlığı olanları suni yaratılan risklere karşı koruyan ve tatlandırıcılarla daha da kazançlı hale getiren, toplumun geri kalanını yok sayan KKM artık bitti ama riskler bitmedi. Yeni riskler kapıda. Umarız artık acı ilacı riskleri yaratanlar içer.
/././
Hikmet Çetin: Kemal Bey'in ‘mutlak butlan’ için en üst düzeydekilerle temas içinde olduğunu sanıyorum, CHP-MHP koalisyonu çok başarılı olur, Bahçeli’ye de ima ettim -Cansu Çamlıbel-
“Kılıçdaroğlu Erdoğan’ın yeniden aday olamayacağı konusu üzerinde gereken ağırlıkta durmadı. Anayasaya aykırı olduğunu bile bile dokunulmazlıkların kaldırılmasına “evet” dedi, Selahattin Demirtaş bugün onun yüzünden hâlâ içeride. Cumhurbaşkanı’nın Ekrem’i kesinlikle bırakmayacağını tahmin ediyorum"
CHP'nin 5. Genel Başkanı Hikmet ÇetinBugün Türkiye’de siyasetle ilgisi olan olmayan herkesin gözü kulağı Ankara 42. Asliye Hukuk Mahkemesi’nden çıkacak ‘CHP kurultayı’ kararında olacak. Siyasetle ilgili olmayanlar dahi teyakkuzda, zira artık toplumun çoğunluğu biliyor ki iktidarın bu yargı hamlelerinin hepsinin ucu cepteki deliği büyütüyor. Ankara kulislerinde ‘son dakika’ dedikoduları boldur. Ancak sanıyorum son bir haftada, 2023’te Özel-İmamoğlu ikilisinin Kemal Kılıçdaroğlu’nu devirdiği kurultayın mahkeme tarafından ‘yok hükmünde’ sayılacağına artık emin olanların sayısı epey yükseldi. Bu haftaki konuğum duayen siyasetçi Hikmet Çetin de bu kanaatte.
Bir gazeteci esasen tarihin herhangi bir anında Cumhuriyet Halk Partisi’nin yaşayan eski genel başkanlarından biri olan Hikmet Çetin ile konuşacak çok şey bulabilir. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı, TBMM Başkanı, NATO’nun Afganistan’daki İlk Sivil Temsilcisi… Bu üçü bugüne kadar taşıdığı sıfatlardan sadece bazıları. Bir de tabii bazıları ondan bahsederken ‘TBMM’nin Kürt kökenli ilk başkanı’ demeye bayılır.
Bugün Hikmet Bey ile konuşmamızın nedeni bunların hiçbiri değil. Ancak elbette böyle bir kariyerden süzülerek gelmiş olmanın ağırlığı sayesinde bugün konuşacağımız konularda sesini duyuracak muhatap buluyor. Hele de o muhatap Türkiye’yi yöneten ittifakın ortağı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli olunca, neler konuşmuş olabileceklerine ilişkin tevatürler iki haftadır iktidar medyasını dahi meşgul ediyor.
Bu söyleşiyi okumadan önce Hikmet Bey’in 88 yaşında olduğunu ve 19 Mart’tan beri sayısız CHP mitinginde o sahnede mesai yaptığını hatırlamanızı isterim. Keza dün de Tandoğan’da yine o otobüsün üzerinde, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in hemen arkasındaydı. Bu yoğun tempo içinde zaman zaman gazeteci meslektaşlarımın telefonlarına yanıt verdi ve kısa açıklamalar yaptı. Ama anlaşılmayan çok şey oldu. İstedim ki tam olarak ne yapmak istediğini ve sonuç alıp alamadığını olabildiğince berrak biçimde anlatsın. Pek çok sorumu tek cümleyle yanıtladı ama o cümleler şu açıdan önemli; şu anda CHP’de aktif görevde olanların birçoğu içinden geçtikleri sürecin hassasiyeti nedeniyle Kemal Kılıçdaroğlu hakkında o cümleleri kurmuyor, kuramıyor.
Yarın ne konuşuyor olacağız bilemiyorum ama Hikmet Çetin’in olası yeni süreçte de Özgür Özel’in arkasından milim kıpırdamayacağını görebiliyorum.
T24 yazarı Cansu Çamlıbel ve CHP'nin 5. Genel Başkanı Hikmet Çetin
“Eski Genel Başkan’ımız bu konuda çok çalışıyor!”
-Bugün Ankara’daki kurultay davasının beşinci celsesi görüşülecek. Cumhuriyet Halk Partisi Genel Merkezi her türlü senaryoya göre tedbir almaya çalıştı. Daha iki hafta öncesine kadar Ankara kulislerindeki yaygın kanaat yarınki duruşmadan karar çıkmayacağı ve sürecin uzayacağı yönüneydi. Ancak 2 Eylül’de İstanbul İl Yönetimi’ne mahkeme tarafından Gürsel Tekin kayyım atanınca herkes doğal olarak bu kararı bugünün fragmanı olarak gördü. Siz bugün mahkemeden ne yönde bir karar bekliyorsunuz?
Ben 2023 kurultayımızın ‘mutlak butlan’ sayılması yönünde bir karar çıkacağını tahmin ediyorum. Senin hatırlattığın İstanbul teşkilatına kayyım atanmasının bana kalırsa da bunun işareti oldu. Bence Ankara’dan ‘mutlak butlan’ kararı çıkacak çünkü eski Genel Başkan’ımız bu konuda çok çalışıyor.
-Kemal Kılıçdaroğlu mu?
Evet.
“En üst düzeydekilerle temas içinde olduğunu sanıyorum”
-Siz şunu iddia ediyorsunuz; Kemal Kılıçdaroğlu sessiz biçimde kurultay davasını beklemiyor, bizzat kendisi kurultayın iptali için aktif biçimde çalışıyor. Bu iddiayı destekleyecek bilgi var mı elinizde?
Ben onun en üst düzeydekilerle de temas içinde olduğumu sanıyorum.
-Cumhurbaşkanı Erdoğan ve yakın çevresini mi kastediyorsunuz? O halde size göre ona net biçimde işaret verildi ve o da hazırlığını yapıyor, öyle mi?
Evet. Dikkat ederseniz “Ben neredeysem Genel Merkez orasıdır” gibi şeyler söyledi bir ara. Hazırlığı ona göre yapıyor.
-Peki diyelim ki sizin tahmin ettiğiniz gibi Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP liderliğine geri dönüş senaryosu sahneye konuldu. 21 Eylül’deki olağanüstü kurultayın yapılabilmesi için oy veren 900 delegeye ve tabanın öfkesine rağmen rahat rahat kafasına göre yönetebilir mi partiyi?
Yönetemez. Ben Özgür Özel'in hiçbir şekilde vazgeçeceğini tahmin etmiyorum. Özgür Özel bu direnişten de Türkiye’nin her yanını gezerek yapılanları halka anlatmaktan da vazgeçmeyecek. Her Çarşamba İstanbul’un bir ilçesinde olmaya devam edecek.
“Özgür Özel’in direnişi halk nezdinde daha etkili olur, fiili durumun üzerini örter”
-Ama bir yandan da tam Erdoğan ve Bahçeli’nin istediği gibi Ankara merkezli siyaset yapması muhtemel bir Kılıçdaroğlu ve ekibi olacak bir yanda. Bu dağınıklık görüntüsü CHP’ye oy kaybettirmez mi?
Özgür Bey’in cesaretinin ve çabasının halk nezdinde daha etkili olacağını düşünüyorum. Yani onun izleyeceği yol fiili durumun üzerini örter ve hakiki bir bölünmenin önüne geçer.
“‘Butlan’ kararı üzerine bir rol almam, kategorik reddediyorum”
-Tam burada hakkınızda yapılan spekülasyonları da sormam gerekiyor. Sizin Devlet Bahçeli ile yaptığınız görüşmede ‘mutlak butlan’ kararı çıkması durumunda geçiş dönemini sizin genel başkanlık koltuğuna oturarak yönetmeniz yönünde bir teklif götürmüş olabileceğiniz iddiasını ortaya atanlar oldu. Böyle bir yönteme sıcak bakar mısınız?
Bakmam. Ben böyle bir kararın tanınmaması gerektiğini düşünüyorum. Kategorik olarak karşıyım böyle bir hamleye.
“CHP avukatların, savcıların bürolarında kurulmadı, oralardan dizayn edilemez”
-Pekâlâ biz yine Kemal Bey’in genel başkanlığa dönüşü kabul ettiği senaryo üzerinden devam edelim o halde. Diyelim ki bu oldu ve Kılıçdaroğlu ekibi tam da iktidarın arzu ettiği şekilde bir buçuk seneye yaydı yeni kurultay sürecini mahkeme kararlarıyla destekli olarak. Şu an Özel bu olasılığın tartışmaya kapalı olduğunu savunuyor ve direneceğini ilan ediyor. CHP bu süreçte bölünür mü? Özgür Özel ekibi açısından yeni bir parti kaçınılmaz hale gelebilir mi?
Cumhuriyet Halk Partisi, Atatürk'ün “Benim iki tane eserim var, biri Cumhuriyet, biri CHP” dediği bir parti. Savaşanların, terk etmeyenlerin partisi. Türkiye'nin kurucusu bir parti. Cumhuriyet Halk Partisi'nin özelliği bu. Kişiler değişir, gelir gider ama bu parti böyle kalır. Cumhuriyet Halk Partisi avukatların, savcıların bürolarında kurulmadığı gibi oralarda dizayn edilemez. Cumhuriyet Halk Partisi savaş meydanlarından çıkan bir partidir.
-Evet öyledir de bugün Cumhuriyet Halk Partisi’nin karşısında bambaşka bir realite var. Ve biz biliyoruz ki bu iktidar devletin tüm imkânları ve kurumları seferber edilerek bir başka siyasi partinin üzerine gittiğinde bir biçimde başarılı olabiliyor. Nitekim Devlet Bahçeli de dolaylı olarak bunu teyit etti Sabah gazetesine verdiği son söyleşide. Tam ifadesi şöyle: “Geçmişte bizde de benzer müdahaleler yapmaya çalıştılar bizden de ayrı bir parti oluştu.” Nitekim şu anda MHP’den kopan üç parti yok mu? Yani bölmeyi başarmışlar.
MHP'nin kökü duruyor.
-Kökü duruyor da oy oranı yüzde 7-8 bandının üzerine pek çıkmıyor. Hem de Öcalan ile müzakerelerin yürütüldüğü bir dönemde normalde milliyetçi blok derli toplu olsa yüzde 20’nin üzerine çıkabilecekken. CHP de bugün yüzde 33 civarında olabilir ama bölünürse tablo bambaşka olur, yanlış mı?
Yok. Çünkü vatandaş artık bu partinin Özgür Özel'in yönetiminde güçlü bir parti olduğunu biliyor. Onun Genel Başkanlığı sayesinde bu işin çok daha iyiye gideceğini farkında. Özgür Özel hem çalışkan hem cesur. Bülent Ecevit'ten sonra parti ilk kez böyle bir trend yakaladı. Aradakileri ben hiç saymıyorum. Ecevit’ten sonra ilk defa birinci parti olmayı başardı ve bu birincilikte devam ediyor. Şu anda anketlere bakıldığında kesinlikle birinci parti. Ve bana kalırsa, ara açılarak CHP’nin birinciliği devam edecek.
Hikmet Çetin, CHP'nin dün Ankara'da yapılan "Vesayet Değil Siyaset! Kayyıma, Darbeye Hayır!" mitinginde
“Cumhurbaşkanı’nın Ekrem’i kesinlikle bırakmayacağını tahmin ediyorum”
-Dikkatimi çekti sözlerinizde hep Özgür Özel vurgusu var. Halbuki aslında çok yakın bir zamana kadar halen CHP’nin cumhurbaşkanı adayı olan Ekrem Bey'in ismi öne daha çok çıkıyordu. Kemal Kılıçdaroğlu’nun temel itirazlarından birinin de tam buna olduğunu biliyoruz, İmamoğlu’nun öne çıkartılmasına. Şimdi Özgür Özel bu mücadelede daha önde görünüyor. Yani aslında iktidar 19 Mart sürecinde Ekrem İmamoğlu’nu pasifize etmeyi bir ölçüde başardı diyebilir miyiz?
Ben Cumhurbaşkanı’nın Ekrem'i kesinlikle bırakmayacağım tahmin ediyorum.
-Bu kadar eminsiniz buna yani. Tam da bunun için, Ekrem İmamoğlu’nun tutuksuz yargılanmasını sağlamak için Devlet Bahçeli’ye gittiniz. Keza akabinde Bahçeli’nin talimatıyla Feti Yıldız ile de görüşmeniz oldu. Bu iki haftaya yayılan iki görüşmenin arasında ise malum CHP İstanbul İl Başkanlığı’na kayyım atandı, kayyım polis zoruyla binaya sokuldu. Siz de bu arada Feti Yıldız ile görüşmenizde İmamoğlu ve diğer tutuklu belediye başkanlarının tutuksuz yargılanması konusunda hakiki bir sinyal alamadınız herhâlde, ki bugün “Ben Cumhurbaşkanı’nın Ekrem'i kesinlikle bırakmayacağım tahmin ediyorum” diyorsunuz.
Fethi Yıldız başından beri tutuklu yargılamalara karşı ve bunu hep söyledi. Ve bizim görüşmemizde de kendisinin tahmininin duruşmalar başladığında bu işin çözüleceği yönünde olduğunu söyledi.
-Bu sizin yorumunuz mu, yoksa tam olarak böyle bir cümle kurdu mu?
Böyle bir cümle kurdu.
-“Mahkeme başladığında bu işin çözüleceğine inanıyorum” dediyse “bu iş” diyerek kastettiği şeyin tutuksuz yargılama olduğuna eminsiniz…
Şimdi tabii, ben tekrar görüşeceğim kendisiyle. Bir daha gideceğim ziyaretine.
-Siz MHP ile bu temasları CHP Genel Merkezi ve Özgür Özel ile koordine ederek mi gerçekleştiriyorsunuz? Onların açıklamalarından ben bu görüşmelerin daha ziyade sizin kendi inisiyatifiniz olduğunu anlıyorum. Ama bir yandan Silivri’de mutat olarak ziyaret ettiğiniz Ekrem İmamoğlu’nun size bu konuda ön almanız için ricada bulunduğu yazıldı çizildi.
Genel Başkan’ın haberi vardı. Ben hepsine haber vererek yaptım.
Hikmet Çetin, Devlet Bahçeli'yi 2 Eylül'de MHP Genel Merkezi'nde ziyaret etti
“Devlet Bahçeli’yle de Feti Yıldız’la da yeniden görüşeceğim”
-Hem Devlet Bey hem Feti Bey tarafından devlet adabına uygun biçimde ağırlandığınızı izledik. Sonrasında sizin yaptığınız açıklamalara da bir tepki gelmedi o taraftan. Ama bugün bu sürecin ardından “Ben Cumhurbaşkanı’nın Ekrem'i kesinlikle bırakmayacağım tahmin ediyorum” cümlesini kuruyorsunuz. Zaten çıkan mahkeme kararları ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bizzat yaptığı açıklamalar da bu süreçlerde bir yumuşama beklenmemesi gerektiğini açıkça ortaya koyuyor. O halde soru şu; Devlet Bey'in ve MHP'nin aslında sandığımız kadar ağırlığı yok muymuş sistem içerisinde?
Ben olduğunu sanıyorum. Onun için bir daha görüşeceğim. Hem Devlet Bey'le hem Fethi Bey'le bir daha görüşeceğim.
-Sandığınız ölçekte bir ağırlığı varsa da şu anda o ağırlığı Tayyip Erdoğan lehine kullanmayı tercih ediyor gibi gözüküyor. Bakın daha iki gün önce iktidarın sembol medyası Sabah gazetesine bir söyleşi verdi ve Erdoğan’ın görevinin 2028’den sonra da devam etmesi gerektiğini söyledi. Bu şu açıdan önemli; normalde Erdoğan bir kez daha aday olamıyor seçim normal tarihi olan 2028’de yapıldığında. Demek ki Bahçeli işin Erdoğan’ın yeniden aday olabileceği şekilde kurgulanması için elinden gelen her şeyi yapacak. Yani Bahçeli açık ve net olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yol yürümeye devam etmek istiyor.
Devam etmek istiyor, evet.
“Bahçeli’ye Alparslan Türkeş ile bir sohbetimi anlattım; ‘O dönemde bir CHP-MHP koalisyonu kurulabilseydi 12 Eylül olmazdı’ demişti, ben de aynı kanaatteyim”
-O halde karşımızda şöyle bir tablo yok mu? Devlet Bahçeli hürmetinden dolayı sizinle görüşüyor, sizin söylediklerinizi ‘yarı onaylar’ jest ve mimiklerle dinliyor. Yani bir bakıma CHP’nin ‘hırçın’ bulduğu tavrını yumuşatmaya çalışıyor ama öte yandan da Erdoğan ve hükümetinin Türkiye’yi geren bu süreçlerde izlediği metotlara gerçek bir fren koymayı da düşünmüyor. Açıkçası bendeki izlenim bu.
Şimdi Sayın Bahçeli’ye bir anımı anlattım. 12 Eylül'de Alparslan Türkeş’i gözaltına aldılar, sonra bıraktılar. Yıllar sonra ben bir gün Ankara Oran’da yürüyüş yaparken kendisiyle karşılaştım. Arkasında beş altı kişiyle, korumalarıyla o da yürüyordu. Türkeş o kısa sohbette bana şöyle dedi: “Eğer 12 Eylül’den önce CHP ile MHP koalisyon yapsaydı, sokaklarda anarşi biterdi ve 12 Eylül olmayabilirdi.” Sonra bana “Siz ne düşünüyordunuz?” diye sordu. Ben dedim ki: “Ben de o sırada kesinlikle böyle düşünüyordum. Vedat Dalokay ile birlikte Cumhuriyet Halk Partisi – MHP koalisyonunun çok şeyi halledeceğini düşünüyordum. Bence de bu yapılabilseydi 12 Eylül de olmayabilirdi.” Sonra ülkücülerin o dönem yaptığı bazı şeyleri eleştirince Türkeş “Her şeyi kontrol edebildiğinizi sanıyorsunuz. Oysa bazı şeyleri ben de kontrol edemedim. Beni de aştılar” dedi.
-Hangi olaylara atıfta bulunarak söyledi bunu Alparslan Türkeş?
Bahçelievler katliamına, 7 TİP’linin öldürülmesine.
Hikmet Çetin'in, 9 Eylül'de TBMM'de MHP Genel Başkan Yardımcısı Feti Yıldız ile görüşmesinden
“Ben bugün CHP-MHP koalisyonun çok başarılı olacağına inanıyorum, Bahçeli’ye de bunu ima ettim”
-Peki siz Alparslan Türkeş ile yıllar önce aranızda geçen bu sohbeti bugünün konjonktüründe MHP lideri Devlet Bahçeli’ye neden anlatma gereği duydunuz?
Ben hala bugün bile CHP ile MHP'nin koalisyonu çok başarılı olacağına inanıyorum.
-Yani bunu doğrudan söylemediniz Bahçeli’ye ama Türkeş sohbeti üzerinden bunu demeye getirdiniz. Doğru mu anlıyorum?
Onu demeye getirdim, evet.
“Devlet Bey sadece dinledi”
-Ama Devlet Bey bu konuda bir şey söylemedi size.
Söylemedi, dinledi sadece.
“Çözüm sürecinin her şeye rağmen başarılı olacağına inanıyorum”
-Tüm bunlar olurken Devlet Bahçeli bir yandan da yaklaşık bir sene önce kendisinin attığı radikal adımlarla varlığından haberdar olduğumuz ‘Terörsüz Türkiye’ sürecinin raydan çıkmaması için gayret sarf ediyor. Bugün hem Öcalan’ın hem de DEM Parti’nin atılmasını beklediği adımlar da aslında işin kalbinin 2013-2015 arasında yürütülen çözüm sürecini tıkayan konularla ilgili olduğunu gösteriyor. O gün başarılamadı. Bugün neden başarılı olsun?
Bahçeli o zaman muhalefetteydi ve sürece karşı çıkıyordu. MHP de CHP de katılmadığı için başarılı olmadı.
-Bugün MHP zaten adeta işin çimentosu. CHP de en azından meclisteki komisyona katıldı. Yani süreç başarılı olacak, öyle mi?
Bazı sorunlar var ama ben yine de başarılı olabileceğine inanıyorum.
-“Bazı sorunlar var” derken, tam olarak neyi kastediyorsunuz? Çünkü aslında pek çok sorun var gibi.
O dağdan gelenleri ne yapacaksın?
“CHP sonuna kadar çözüm masasında kalabilmek için zorlayacak, Özgür Özel kararlı”
-Sanıyorum CHP açısından önümüzdeki süreçte en büyük sorun şu; iktidar yargı yoluyla kendisine operasyon üzerine operasyon çekerken hükümetin bir projesine nasıl ortak olmayı sürdürecek? Mesela diyelim ki bugün sizin de tahmin ettiğiniz şey oldu, Özgür Özel yönetimi ‘yok hükmünde’ sayıldı ve partinin idaresi mahkeme kararıyla Kemal Kılıçdaroğlu ekibine teslim edildi. Yine de ‘Terörsüz Türkiye’ masasında oturmaya, komisyonda kalmaya devam edebilir mi CHP?
Bence bu sonuna kadar zorlanır. Çünkü CHP'siz olmaz.
-CHP’nin eleştirse de sürecin hukuki adımlarının konuşulduğu komisyonda olması kuşkusuz önemli. Ama geldiğimiz nokta da CHP’yi parçalayıp yeniden dizayn etmeye yönelik ciddi bir senaryo sahneye koyulurken CHP seçmenlerindeki tepki ve öfke de yükseliyor. Taban Özgür Özel’i masadan kalkmaya zorlayamaz mı?
Konuştum ben bu konuyu Özgür Özel'le. Devam edeceğini söyledi. Yani mitinglere de devam edecek, CHP komisyon masasında oturmaya da devam edecek.
“Kürtler bir sonraki seçimde AKP’ye oy vermeyecek ama DEM’e de vermeyecekler, CHP’ye oy verecekler tabandan aldığım izlenim bu yönde"
-Ve o masada DEM Parti dağdakilere aftan, Öcalan’a özgürlükten bahsederken bir yandan da CHP’li belediye başkanları DEM ile seçim iş birliğine gittikleri için tutuklu kalmaya, yargılanmaya devam edilecek. Bu ikilemi yönetmek giderek daha zor bir hal almaz mı Özgür Özel açısından?
Ben şöyle düşünüyorum; bir sonraki seçimlerde bence DEM tabanı zaten AKP’ye oy vermeyecek ama DEM’e de vermeyecekler. Ben o bölgenin insanı olarak tahmin ediyorum, CHP’ye oy verecekler.
-Bu biraz İngilizcede ‘wishful thinking’ dediğimiz şey değil mi? Yani bana sanki siz kendi gönlünüzden geçene uygun bir projeksiyon yapıyorsunuz gibi geldi. Haklısınız anketlere göre DEM tabanından hala AKP’ye pek bir geçiş olmamış gibi. Ama DEM Parti günün sonunda Erdoğan’ı bir kez daha başkan yapma projesine destek verecekse hakikaten de tabanı buna itiraz ederek CHP’ye yönelebilir mi?
Ben sadece bugüne dair gözlemlerimi dile getirdim. Benim o tabanla ciddi kuvvetli bağlarım ve bağlantılarım var. Her gün konuşuyorum. Ve bu ilişkilerimin sonucunda böyle bir tahminde bulunuyorum.
“Ben Türk vatandaşı olmaktan hep iftihar ettim”
-Siz bugüne kadar devlet içinde Kürt sorununu inkâr eden ulusalcı çizgiyi savunanlar için hep ‘mükemmel örnek’ oldunuz. Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanlığını, TBMM Başkanlığını yapan bir Kürt olduğunuz için “Bu devlet ayrımcılık yapmıyor” demek için kullanıldı adınız. Bundan rahatsızlık duyduğunuz oldu mu hiç?
Ben Türk vatandaşı olmaktan hep iftihar ettim. Her şeyi yaptım. Ne gerekiyorsa onu yaptım, her zaman ve her yerde. Demirel bir gün sohbet ederken bana dedi ki; “Bak sen Lice'den geldin, Dışişleri Bakanı ve Meclis Başkanı oldum. Ben İslamköy’den geldim, Başbakan oldum. Bunları bize sağlayan cumhuriyettir.” Şimdi biz bu Cumhuriyet’in devamıyla ilgili kritik bir andayız. Ama ben inanıyorum ki bizi yetiştirip bu makamlara getiren Cumhuriyet devam edecek.
“Kemal Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın yeniden aday olamayacağı konusu üzerinde gereken ağırlıkta durmadı”
-AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Seçim İşleri Başkanı Ali İhsan Yavuz geçen hafta 2028 seçimlerine dönük iktidarın bakışını alenen ortaya koyan bir açıklama yapmış ki zaten bu argüman daha önce başka AKP’liler tarafından da dile getirilmişti. Ama şimdi Ali İhsan Yavuz, 2028 seçimleri için resmen tarih vermiş; 30 Nisan ya da 7 Mayıs. Yani 14 Mayıs tarihinden bir hafta önce bile yapılsa 2023 seçimlerinin yenilenmiş olacağını bu nedenle de Erdoğan’ın aday olabileceğini savunuyor! Erdoğan ekibi en azından 2033’e kadar koltuğu bırakmama kararını almış diyebilir miyiz?
Muhalefet daha önce bu konunun üzerinde gereken ağırlıkta durmadı.
-“Muhalefet” derken CHP’yi kastediyorsunuz sanırım. 2017 referandumunda mühürsüz oyların sayılmasına itiraz etmeme kararı alan da eski Genel Başkan Kılıçdaroğlu idi. Keza 2023 seçimlerine giden yolda bunu mesele yapmama kararı alan da yine oydu.
Evet, Kemal Bey yapmadı. İtiraz ettirmedi.
“Selahattin Demirtaş bugün onun yüzünden hâlâ içeride”
-Yakın tarihteki bu olguları üst üste koyup bir sonuca varmaya çalışanlar arasında son derece popüler olan bir komplo teorisi var sosyal medyada gördüğüm kadarıyla. Dokunulmazlıkların kaldırılması, 2014’te görevi başlayan Erdoğan’ın iki kereden fazla seçilemeyeceği argümanını için hukuki bir mücadele verilmesini engellemesi, şimdi ‘mutlak butlan’ kararını dört gözle beklediğine dönük bir görüntü vermesi… “İşte bunların hepsi AKP iktidarıyla iş birliği yaptığının kanıtı” diyor bu teoriye inananlar. Sizce neden bütün bu kritik kavşaklarda soru işaretlerine neden olan bir tavır aldı Kemal Bey?
Şimdi bakın, anayasaya aykırı olduğunu bile bile dokunulmazlıkların kaldırılmasına “evet” dedi. Selahattin Demirtaş da onun yüzünden içeride hala. 2023’te ise seçimi kazanacağına inanıyordu.
-O zaman siz bir art niyet aramıyorsunuz Kemal Kılıçdaroğlu’nun tavrında…
Seçimi kazanacağına inanıyordu.
“İmamoğlu elimizdeki en önemli aktörlerden biri”
-Bugün de anladığımız kadarıyla Ekrem İmamoğlu ve onun temsil ettiği her şeyin CHP’den temizlenmesi gerektiğini düşünüyor Kemal Kılıçdaroğlu.
CHP biter o zaman yahu!
-Neden? CHP eşittir Ekrem İmamoğlu mu?
Ekrem Bey önemli bir kişi. Önemli bir adam. Elimizdeki en önemli aktörlerden birisi.
“Erdoğan Kılıçdaroğlu’na karşı kesin kaybetmez”
-Genel olarak toplum da zaten ağırlıklı olarak İmamoğlu’nun Erdoğan’ın en önemli rakibi olduğu için hapiste olduğunu düşünüyor. Altı aylık yoğun propagandayla dahi iktidar bu algıyı çok geriletememiş gibi gözüküyor.
Tabii, tabii. Erdoğan kaybedeceğini biliyor. Kemal Kılıçdaroğlu karşısında kesin kaybetmez. Ekrem Bey’in karşısında kesin kaybeder çünkü Kürtlerin yüzde 90’ı ona verir, Karadenizli verir.
-Kürtlerden çok eminsiniz bakıyorum.
Ben çok eminim.
-Siz zaten biraz önce bu söyleşide “Ekrem İmamoğlu’nu kesinlikle serbest bırakmayacağını düşünüyorum” dediniz. Zaten iktidar medyası da İmamoğlu’nun sonunun Demirtaş gibi olacağına dönük manşetler atıyor. Demirtaş malum dokuz senedir hapiste. Siz Ekrem Bey’in de onunkine benzer uzun bir tutukluk süreci mi yaşayacağını düşünüyorsunuz?
Doğru, öyle görünüyor.
Özgür Özel ve CHP'nin eski genel başkanları.
Soldan sağa, 18 Temmuz'da hayatını kaybeden Altan Öymen, Hikmet Çetin, Özgür Özel ve Murat Karayalçın
“Ekrem Bey hiç moralini bozmadı”
-Peki Ekrem Bey bu gidişatın farkındalığı içinde mi artık? Yani uzun süre serbest kalamayacağının…Silivri’de yaptığınız görüşmelerde edindiğiniz izlenim nedir?
O hiç moralini bozmadı. Ama ben bir yerde bu işin bitebileceğini inanıyorum.
-İktidar medyasına sızdırılan dedikodulardan anlıyoruz ki İBB dosyasına dair yargılama yaklaşık bir ay içinde başlayacak. Ancak henüz iddianameler ortada yok. İktidar tarafından kadrajlanarak servis edilen birtakım itirafçıların ifadelerine bakınca ise kimin ne suç işlediğine dair net bir tablo ortaya çıkmasa da İmamoğlu ekibinin iş yapma biçimine dair bir pattern ortaya çıktı gibi. Benim baktığım yerden Türkiye’de siyasetin finansmanı ve belediyelerin rolü konusunda ciddi bir sorun var ve bu sorunu tahkim eden de aslında 23 senelik AKP iktidarının kendisi. Ama yine de İmamoğlu kendisini “Türkiye’de değişimi getirecek lider” olarak konumlandıran bir siyasetçi İstanbul’u başka yöntemlerle yönetmeyi başaramaz mıydı?
Başarabilirdi.
“Hata değil, eksiklik diyelim”
-Bir hata görüyor musunuz kendisinde?
Bir hata görmedim, eksiklik diyelim.
-O da bunun farkında mı?
Zannediyorum farkında.
“Pişmanlığı var mı bilmiyorum ama bazı şeylerin başka türlü yapılabileceğini düşünüyor diye zannediyorum”
-Şunu sormaya çalışıyorum; yıllarca Adalet Kalkınma Partili belediyelerle iş tutan Ali İhsan Aktaş gibi bir adam şu anda sadece İstanbul’daki değil Türkiye’deki pek çok CHP’li belediye başkanının tutuklanmasına neden olan iddiaların sahibi. Bu tür adamlarla iş tutmaya devam etmiş olmanın bir hata olduğunun farkında mı Ekrem İmamoğlu sizce?
Yani birçok şeylerin farkında.
-Bir pişmanlığı da var mı?
Onu bilmiyorum. Birçok şeylerin farkında ama, onu biliyorum. Bazı şeylerin, daha başka türlü yapabileceğini düşünüyor zannediyorum. Ama İstanbul'u cennet gibi yaptılar.
“Selahattin Demirtaş dışarı çıktığında çok önemli bir siyasi aktör olacak"
-Biraz önce Selahattin Demirtaş’a çok vurgu yaptınız. Ama benzer bir vurgu DEM Parti tarafından eskisi kadar yapılmaz oldu. Elbette mutat olarak Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın serbest kalması gerektiğini söylüyorlar ama Öcalan’a ‘umut hakkı’ talebi daha bir ön planda son dönemde. Daha geçen gün bir kulis haberi okudum, Öcalan yeni bir parti kurdurabilirmiş Pervin Buldan’a. Selahattin Demirtaş’a ne olacak sizce?
Ben Selahattin Demirtaş’ın dışarı çıktığında çok önemli bir siyasi aktör olacağını düşünüyorum. Ben kendisini iki kez ziyaret ettim.
-En son ne zamandı?
Bundan bir ay önceydi. Dedi ki “İnşallah bir dahaki sefere dışarda görüşürüz.” Ben rahmetli Sırrı Süreyya Önder’i son gördüğümde “Onu orada unutmayın” dedim, o da “Unutmayız abi” demişti.
“2019’da Kürt gençler bana Öcalan için ‘biz onu dinlemeyiz’ demişti, bugün de aynı şey olur”
-Sırrı Süreyya yakın dostuydu, o zaten öyle düşünüyordu da daha geçenlerde Öcalan’ın Demirtaş konusundaki görüşleri yansıdı yine kamuoyuna. Rivayet o ki kendisini İmralı’ya ziyarete giden DEM heyetine Demirtaş’ın 2015’te Erdoğan’ı hedef alan “Seni başkan yaptırmayacağız” çıkışının sürece çok zarar verdiğini söylemiş. Anlıyoruz ki Demirtaş, devletle müzakereyi götüren Abdullah Öcalan açısından istenmeyen biri.
O parti en yüksek oyu Selahattin Demirtaş’ın eş başkanlığı döneminde ve bu hatırlattığın cümleyi meclis kürsüsünden kurmasından sonra aldı. HDP 2025 seçimlerinde yüzde 13,1 alarak 80 vekil çıkardı. MHP ile eşit sayıda vekil çıkarmayı başardı. Selahattin Demirtaş her zaman partisinin ‘Türkiye partisi’ olmasını istedi, teröre her zaman karşıydı. Ben 2019’daki ikinci İstanbul seçiminden önce Diyarbakır’da Kürt gençlerle bir araya geldim. Sordum onlara; “Öcalan tarafsız kalın diyor, İstanbul’daki Kürtler ne yapar?” Şu yanıtı verdiler; “Biz onu dinlemeyiz.”
-Yani 2028 seçimlerinde Kürt gençler Öcalan’ı dinlemeyebilir…
Bence büyük ölçüde dinlemeyecekler.
“İsrail’in Türkiye’ye saldırması bir olasılıktır ama bunu engellemek için tüm taraflar her şeyi yapar”
-Bir de dış politika sorusu sormadan bitirmeyeyim bu söyleşiyi. İsrail’in 7 Ekim 2023’ten beri şiddetlenen saldırganlığı, Gazze’de yürüttüğü soykırımın boyutunu detaylarıyla hatırlatmama gerek yok, hepsine vakıfsınız. Geçen hafta da Hamas liderlerinin toplantısını hedefleyerek Katar’ın başkenti Doha’yı vurdu. Bunun üzerine “Acaba Türkiye’yi de vurur mu?” tartışması yeniden başladı. Bunun mümkün olmadığını savunanlar Türkiye’nin NATO üyesi olmasının bu ihtimali engelleyeceğini düşünüyor. Yani İsrail Türkiye’de bir noktayı vursa, NATO geçen hafta Polonya’da olduğu gibi ortak bir yanıt verir mi?
NATO bunu yapamayabilir. Bakın NATO demek Amerika demek. Amerika İsrail’e güçlü bir tepki verilmesini engellerse, NATO normal şartlarda alması gereken aksiyonu alamayabilir. Tabii bu söylediğimin olması için ABD’nin ortak NATO kararını veto etmesi lazım. Bu hiç olamayacak bir şey değil ama ben her şeye rağmen İsrail'in Türkiye'ye saldıracağına inananlardan değilim. Dediğim gibi bu sorduğun bir olasılıktır ama bunu engellemek için bütün taraflar her şeyi yapacaktır. Netenyahu’ya kalsa her şeyi yapabilir ama Türkiye’ye karşı bir hamlesi İsrail halkından da destek görmez.
/././
T-24




Hiç yorum yok:
Yorum Gönder