Nüfus azalması iyi mi, kötü mü?
Yazının başlığını bu şekilde belirlerken uzun süre duraksadım. Zira, nüfusta görülen gerileme eğilimi sorun sayılır mı, sayılmaz mı, bu konu hararetle tartışılıyor.
Elon Musk gibiler global nüfus azalmasının insanlığın sonunu getireceğine inanıyorlar. Benim de dahil olduğum karşı kamp ise, uzun ve sağlıklı yaşam sürelerine ve başta AI olmak üzere teknolojik gelişmelerin yarattığı yeni gerçekliğe dikkat çekerek, bunun dezavantaj değil avantaj olduğunu düşünüyor.
Nüfusun gerilemesini tehlike olarak görenler daha çok çocuk yapılmasını teşvik ediyorlar. Kadınlara bu konuda ne düşündüğünü soran yok. Elon Musk örnek olsun diye, muhtemelen zenginliğinden de faydalanarak, değişik kadınlardan 11 çocuk yaptı. Her gittiği yere küçük oğlu X’i kucağında taşıyor.
Bizim dünya liderimiz de ulusal planda benzeri şekilde düşünüyor. Ona göre nüfusun gerilemesi tehlikeli. Bu yüzden gençlerden daha çok çocuk yapmalarını istiyor. Kadının görevi ona göre anne olmak ve çocuk doğurmak. Önce üç çocuk istedi. Sonra sayıyı dörde, nihayet beşe yükseltti. Türkler çocuk yapmazsa açığı Suriyelilerden, Afganlardan kapatmaya kararlı.
Dünya nüfusu yakında duraklayacak
Gelgelelim, dünyadaki nüfus eğilimleri, onlar ne düşünürse düşünsün, tersine çevrilecek gibi değil. Gelişmiş, hatta orta gelişmiş düzeydeki tüm dünya ülkelerinde nüfus hızla geriliyor. Kadın başına dünya doğurganlık oranı hızla düşüyor. BM, Dünya Bankası gibi güvenilir kaynakların ortak verilerine göre 1960’larda ortalama 5 olan kadın başına dünya doğurganlık oranı 1990’larda 3.3’e, 2024’te ise 2.2’ye düştü. Ve bu eğilim devam edecek gibi gözüküyor. Bu oranın 2.1’in altında olması nüfusta azalma anlamına geliyor.
Bugünkü eğilimlerle, şu anda 8 milyar civarında olan dünya nüfusunun 10 milyara ulaşmadan durması (plato yapması) bekleniyor. 2080 yılından sonra dünya nüfusunun gerilemeye başlaması olasılığı var. Gerçi bu konuda rivayet muhtelif. Bazıları alınacak tedbirlerle dünya nüfusunda görülen gerilemenin durdurulabileceğini, hatta yeniden artış trendine geçilebileceğini iddia ediyorlar ama bunu haklı çıkaracak İsveç gibi ender örnekler dışında ortada pek inandırıcı örnek yok. Bir zamanların sosyal demokrat İsveç hükümetleri sağladıkları cömert teşviklerle nüfustaki gerilemeyi durdurup artış yönüne çevirebilmişlerdi. Ama bu ülkede dahi sağlıklı bir nüfus yapısı artık kalmadı. Kontrolsüz göç nedeniyle İsveç’te de sorunlar arttı.
Nüfusun aynı düzeyde idame edilmesi bakımından kabul edilen sihirli kadın başı doğurganlık oranı 2.1. Ama bir çok ülkede bu sınırın altına düşüldü bile. Bir zamanlar 2’nin hayli üzerinde bir doğurganlık oranına sahip olan Türkiye’de bu sayı şu anda 1.6 civarında. Zamanında Türkiye’de devlet eliyle nüfus kontrolünden bahsedilirdi. Şimdi bundan bahseden saraydan zılgıtı yer.
Nüfus birçok yerde geriliyor
Doğurganlık oranı bakımından Türkiye’den çok daha geride olan ülkeler var. Mesela bir zamanlar tek çocuk politikasıyla aşırı nüfus artışını önlemeye çalışan Çin’de bu oran şu anda 1’e düştü. Tek çocuk politikası Çin’de kaldırılalı çok oldu. Önce iki çocuğa, sonra üç çocuğa izin verildi. Şimdi Çin’de tüm kısıtlamalar kaldırıldı ama nafile. Artık Çinli kadınlar çocuk yapmıyor. Geçen yıl Çin’de nüfus ilk kez geriledi. İçinde bulunduğumuz yüzyılın sonunda şu anda 1.3 milyar civarında olan Çin nüfusunun, şimdiki trendler devam ederse, 700 milyon civarına düşmesi bekleniyor.
Benim uzun yıllar içinde yaşadığım ve hasbelkader tanıdığımı düşündüğüm Almanya, Nijerya ve Güney Kore’deki durum, ait oldukları bölgeler/gruplar bakımından endikatif özellikler taşıyor. Almanya’da doğurganlık oranı şu anda 1.46. Gelişmiş ülkelerde ortalama doğurganlık oranı Almanya’ya çok yakın. Lakin güney Avrupa’da doğurganlık oranı kuzeye nazaran çok daha düşük. İtalya’da 1.20, İspanya’da 1.21.
Almanya, Hollanda ve İngiltere’de doğurganlık oranının güneyden farklı olarak 1.4 civarında olmasının nedeni göç olgusuna bağlanabilir. Ama aşırı göç aynı İsveç’te olduğu gibi tüm Avrupa’da geri tepti. Her yerde göçmen karşıtlığı arttı, aşırı sağ yükselişe geçti. Eski tolerans ve refah toplumlarının yerini kutuplaşmış, hiddet dolu işsiz insanların doldurduğu toplumlar almaya başladı. Demek ki kontrolsüz göç bu konuda çözüm değil.
Dünya daha esmer, daha Müslüman olmaya aday
Afrika’nın en kalabalık ülkesi Nijerya’da ise doğurganlık oranı 4.30. Ben 2005-2008 arasında Nijerya’dayken bu oran 6 civarındaydı. Nijerya’nın nüfusu o zaman 120 milyon olarak tahmin ediliyordu. Şimdi 200 milyonu hayli geçtiği ifade olunuyor. (Tahmin/ifade olunuyor diyorum, zira Afrika’da güvenilir istatistiki veriler hiçbir yerde yok. Bu sayılar uzay fotoğraflarından elde ediliyor.) Nijerya dışarıya göç veren bir ülke. Zira ülkede artan nüfusun ihtiyacını karşılayacak istihdam olanakları bulunmuyor.
Dünyada iki coğrafyada nüfus hala artıyor. Bunlardan biri siyah Afrika, diğeri Müslüman coğrafyası. Bu yüzden geleceğin dünyası biraz daha esmer, biraz daha Müslüman olacak. Ama aldanmayalım. Her yerde olduğu gibi oralarda da nüfus yavaşlamaya başladı. Geç de olsa bu coğrafyalarda da nüfus önce duraklayacak, sonra gerileyecek.
Uzak Doğu’da durum
Bir de Güney Kore, Japonya ve Çin’in temsil ettiği Uzak-Doğu gerçeği var. Yukarıda Çin’de kadın doğurganlık oranının 1’e düştüğünü belirtmiştik. Bu bölgenin en düşük doğurganlık oranına sahip ülkesi Güney Kore. Bu ülkede daha geçen yıl 0.79 olan doğurganlık oranının 2025 yılında 0.75’e düşmesi bekleniyor. Japonya, Singapur, Tayvan, Hong Kong, Macao gibi yerlerde de doğurganlık oranı Avrupa ile kıyas kabul etmeyecek kadar düşük. Ama Avrupa’dan farklı olarak bu toplumlar dışarıdan göç almayı reddediyorlar.
Güney Kore’de nüfus hızla azalıyor. 2050 yılına varmadan Güney Kore’de nüfusun yarıya düşmesi bekleniyor. Ama buna rağmen Güney Kore dışarıdan göçe izin vermiyor. Yalnızca, fiziki yönden kendi insanına benzeyen çekik gözlü, pirinç ve deniz mahsulleriyle beslenen Çinli, Filipinli, Taylandlı Budist kadınları “eş” olarak kabul ediyor. Sebebi tarımda çalışan erkek nüfusu kaybetmemek.
Güney Kore’deki durum tüm Uzak-Doğu bölgesi için örnek olabilir. Bir zamanların katı ataerkil toplumlarında son elli yıldır kadın özgürleşti. Erkeklerle zor şartlarda rekabet ederek eğitimlerini tamamlayıp iş bulabilen kadınlar evlenip çocuk yapıp annelerinin konumuna geri dönmeyi kabul etmiyorlar. Bu toplumlarda evlilikler çok azaldığı gibi, evlilik yaşı da hayli ileriye kaydı. Evlenen çiftler ya tek çocuk yapıyorlar ya da hiç yapmıyorlar. Seul, Busan gibi pahalı metropollerde yaşamanın bedeli çok yüksek. O yüzden çiftler çocuk yapıp hayatlarını daha da zorlaştırmak istemiyorlar.
Yeni gerçekliğe adapte olmak gerekiyor
Nüfusun gerilemesi eski parametrelerle düşünenlere göre birçok sorunu beraberinde getiriyor. Azalan nüfus, onlara göre ülkelerin sosyal güvenlik sistemlerini yok ediyor. İç pazarlar küçüleceği için, ekonomi zayıflayacak, bankacılık, tarım, hizmet sektörleri olumsuz etkilenecek. Eskisi gibi inovasyon yapılamayacak. Azalan nüfustan dolayı tarımsal bölgelerin boşalması, küçük köy ve kasabaların terk edilmesi iç istikrarsızlığa yol açacak, dışarıdan ülkeye yabancı müdahalelere davetiye çıkacak vs.
Bu sorunlar listesini daha da uzatmak mümkün. O halde, bu şekilde olumsuz düşünenlere göre ya kadınların daha çok çocuk yapmalarını teşvik etmek, ya da dışarıdan nüfus ithal ederek boşlukları doldurmak gerekiyor. Avrupa her iki yolu da denedi ama başarılı olamadı.
Türkiye’nin tuttuğu yol
Bizim reisimiz de benzer yollara başvuruyor. Ama o da gençleri çocuk yapma konusunda ikna edemiyor. Buna karşılık Ortadoğu’dan gelen göçmenlere sınırları ardına kadar açtı. Amacı bir taşla birkaç kuş vurmak. Birincisi nüfustaki açığı kapatmak. Ama bir yandan da nüfustaki mütedeyyin-seküler dengesini kendi lehine değiştirmek istiyor. İstediği kendine taban olacak bir ümmet yaratmak. Bunu da açık açık telaffuz etmekten çekinmiyor. Tabii bir de ucuz iş gücü sayesinde kendi tabanı olan küçük işletme sahiplerine hayat vermek istiyor.
Ama Türkiye ne ümmet olmayı kabul ediyor ne ucuz işgücü sayesinde ekonomi canlanıyor. Esop’un güneş-rüzgar rekabetiyle ilgili hikayesinde olduğu gibi, toplumun ekseriyeti Cumhuriyet’in değerlerine sıkı sıkıya sahip çıkıyor.
Oysa Türkiye’nin bir zamanlar göç konusunda çok iyi bir sınav vermişti. Atatürk zamanında ülkeye kabul edilen Musevi aydınlar ülkenin kalkınmasına ve aydınlanmasına çok değerli katkılarda bulunmuşlardı. Bu vizyon AKP yöneticilerinde yok. Suriyeliler sorunu AKP’nin ümmetçi anlayışı nedeniyle içinden çıkılmaz bir hâl aldı. Şu anda Türkiye’de kaç düzensiz yabancı var, bunlardan kaçına vatandaşlık verildi bilinmiyor. Bakalım kuyuya atılan taşı kim tarafından, nasıl çıkarılacak...
Azalan nüfusla dünya daha iyi bir yer olabilir
Dünyada genel nüfus gerilemesi konusuna dönersek, sanayi devriminin başladığı (buhar devrimi) 1800’lerin başında dünya nüfusu 1 milyar civarındaydı. Batıda refah toplumlarının inşa edildiği 1950’lerin başında ise dünya nüfusu 2,5 milyar idi. Bu kadar bir nüfus aslında teknolojik atılım yapmak, zengin ve müreffeh toplumlar yaratmak için yeter de artar bile. Dünya nüfusunun 8-10 milyar olmasına, insanoğlunun her yeri kolonileştirip çevre sorunları yaratmasına, yer altı ve yer üstü kaynaklar nedeniyle sık sık savaşların çıkmasına hiç gerek yok.
Şu anda insanlar daha uzun ve sağlıklı yaşayabiliyorlar. Yuval Noah Harari’ye göre gelişen teknolojiler nedeniyle yakında 400-500 yıl yaşayabilecek insanların çoğu işe yaramaz hale gelecek. Esas sorun bunca insanın neyle meşgul edilebileceği. Vizyoner devrimci Karl Marx uzun yıllar önce çalışma günlerinin ve çalışma saatlerinin kısaltılmasından bahsetmişti. Üstelik onun zamanında dünya nüfusu sadece 1 milyar civarında idi. Ama bu yetmez. İnsanoğlu bu dünyada barış ve huzur içinde yaşamak istiyorsa çok daha yaratıcı olmalı. Çözüm Elon Musk’ın önerdiği gibi uzayı fethetmek mi? Bu gibi sorulara gelecek nesiller cevap verecek. Bu konuda ilk adım, gelişen teknolojileri ve uzayan yaşam sürelerini dikkate alarak dünyadaki insan sayısının kendi dinamikleri içinde azalmasına izin vermek olmalı.
/././
Otokraside istatistik: Tüketim, yatırım, deflatör sorunu ve köpük -Ercan Uygur-
TÜİK’in TÜFE’sinde ve özel tüketim harcaması deflatöründeki hata, yapılan ana revizyonla giderildi mi?
TÜİK, Türkiye’nin “Ulusal Hesaplar Sisteminde Ana Revizyon” yapılacağını 2 Şubat 2024 tarihinde duyurmuştu. Böyle bir ana revizyon 2024’te AB ülkelerinde yapılmıştı. TÜİK de AB ve Eurostat ile yapılan anlaşma uyarınca, “benzer bir uygulama yaptı.”
İyi ki de yaptı. AB raporu şöyle diyor: “TÜİK, Hazine ve Maliye Bakanlığının ilişkili kuruluşudur. Ancak, TÜİK'in güvenilirliğine ve bazı makroekonomik istatistiklerde kamuoyu güveninin azalmasına ilişkin endişeler söz konusudur.
Rapor şöyle devam ediyor: “Yıllık ve üç aylık ulusal hesaplar konusunda hâlâ veri boşlukları mevcuttur. Gayri Safi Millî Gelir (GSMG) hesaplamaları, ESA 2010 ile henüz tam uyumlu değildir ve GSMG envanteri... Envanter Rehberi’yle tam olarak uyumlu hâle getirilmemiştir.” (AB Komisyonu, Türkiye Raporu, Kasım 2023, s. 77).
TÜİK, 1 Eylül 2025’te “ana revizyon” yaptığı ulusal gelir ve ilgili verileri açıkladı. Bu yazı bu verilere ilişkin gözlem ve değerlendirmeler içeriyor. Bu veriler konusunda bana sorular soruldu, yazışarak tartışmalar yaptık.
Yazıda bu sorulara da yanıt vermeye çalışıyorum. Yazının son bölümünde açıkladığım gibi, Hazine ve Maliye Bakanlığı ile bu bakanlığa bağlı TÜİK’in verileri arasında, hatalı olan TÜFE nedeniyle yaman bir çelişki görünüyor
Tüketim ve yatırım oranları ve “artan tüketim, düşen enflasyon”
İlk soru şöyle; revizyonlar daha önce gözlenen bazı eksiklik ve çelişkileri gideriyor mu? Önce şunu söyeleyeyim; revizyonlarla, GSYH (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) değerlerinin bir ölçüde arttığını görüyoruz. TÜİK’in şimdiye kadar yaptığı tüm revizyonlarda GSYH değerleri arttığı için bu sonuç şaşırtıcı değil.
Ancak asıl değişiklik GSYH’nın bazı bileşenlerinde ortaya çıkmış. Bu yazıda GSYH’nın daha çok talep/harcama tarafıyla ilgilendim ve şu noktalar dikkatimi çekti.
Yerleşik hanehalkı tüketim harcamaları revizyon öncesine göre hem cari fiyatlarla hem reel olarak önemli miktarda azalmış. Sabit sermaye yatırımları ve ihracat ise bir ölçüde yükselmiş.
Stoklarda da revizyon öncesine göre vahşi farklar var. Özellikle 2023 ve 2024’te işaretler değişmiş, örneğin stok azalışı artışa dönmüş. TÜİK, yeni verilere ulaştığını söylüyor; bu yeni verilerin hangi kalemlerle ilgili olduğunu açıklaması gerekirdi.
Hanehalkına hizmet eden ve kâr amacı olmayan kuruluşların tüketimi ise çok artmış görünüyor, ancak bu kalemin ağırlığı çok düşüktür.
Revizyon sonucunda özel (hanehalkı + kâr amacı olmayan kuruluşlar) tüketiminin azalmasının, buna karşılık yatırımın az da olsa artmasının şaşırtıcı birkaç yanı var.
Bu yönde değişiklikler daha önce TÜİK’in yaptığı iki ana revizyonda da vardı. Doğrusu iktisatçılar olarak Türkiye’de tüketim oranının (özel tüketim/GSYH) düşmesine ve yatırım oranının (yatırım/GSYH) yükselmiş olmasına şaşırmıştık.
Böyle bir yapısal değişme ekonomide yoktu. Şimdi de aynı nedenle yine şaşırıyoruz.
Cari fiyatlarla Özel Tüketim Oranı ve Yatırım Oranı Tablo 1’de yer alıyor. Görüldüğü gibi revizyon sonrasında özel tüketim oranı özellikle 2021 sonrasında anlamlı biçimde düşmüş. Yatırım oranında ise sınırlı bir yükseliş var.
Tablo 1 Ulusal Hesaplarda Revizyon Öncesi ve Sonrası Özel Tüketim Oranı
(Özel Tüketim/GSYH) ve Yatırım Oranı (Yatırım/GSYH), Cari Fiyat

Tablo 1’de 2025; 2024 ikinci çeyrek ile 2025 birinci çeyrek arasındaki bir yıllık dönemi ifade ediyor, oranlar da bu dönemdeki ortalama oranları gösteriyor. 2025II ise bir çeyrek sonraki bir yıllık dönemi yansıtıyor, değerler bu bir yıllık dönemdeki ortalama oranları ifade ediyor. Dikkat edelim Tablo 1’deki oranlar cari fiyatlı değişkenlerle oluşturulan oranlardır.
Şimdi bir de sabit fiyatlı veya daha doğrusu zincirlenmiş hacim olan değişkenlerle özel tüketim ve yatırım oranlarına bakalım. Bu oranlar Tablo 2’de görülüyor.
Tablo 2 Ulusal Hesaplarda Revizyon Öncesi ve Sonrası Özel Tüketim Oranı
(Özel Tüketim/GSYH) ve Yatırım Oranı (Yatırım/GSYH), Zincirlenmiş Hacim

Tablo 2’deki tüketim oranlarında 2021’den başlayarak bir gariplik olduğu belli; bu oranlar gerçek olamayacak kadar çok yükselmiş. Buradan bir tüketim harcaması deflatörü sorunu olduğunu hemen anlayabiliyoruz. Başka türlü bu oranlar bu kadar yükselemez.
7 Haziran 2024 tarihinde bu köşede yer alan yazımda TÜİK’in özel tüketim harcaması kaleminde bir köpük olduğunu ifade etmiştim. Çünkü tüketimi hacim olarak ifade ederken TÜFE kullanılmıştı ve TÜFE hatalı, oldukça aşağı sapmalı idi.
TÜİK uzmanları elbette sorunun farkında idiler. TÜİK Başkanı imzası ile yazıma yanıt gönderdiler, teşekkür ettim. Bu yanıtı 2 Temmuz 2024 tarihli yazımda tartışmıştım. TÜİK’in yapacağı revizyonda bu deflatör hatasını gidermesini dilemiştim.
İşte TÜİK bu hatayı bir ölçüde gidermeye çalışmış; Tablo 2’de görüldüğü gibi revizyon öncesinde yüzde 75’i aşan tüketim oranları, revizyon sonrasında yüzde 68’lere indirilmiş. Sorun giderilmiş mi? Bu sorunun yanıtını aşağıda veriyorum.
Önce çok şaşırtıcı bir noktanın altını çizeyim. Ekonomi yönetimi, daha açıkçası Hazine ve Maliye Bakanlığı 2023 ortasından bu yana enflasyonu düşürme programı uyguluyor. Bu çerçevede özellikle para (yüksek faiz) ve gelirler (düşük reel ücet) politikaları ile talebi ve enflasyonu düşürdüğünü söylüyor.
Aynı bakanlığa bağlı TÜİK ise büyük olasılıkla farkında olmadan, yayınladığı verilerle reel talebin düşmediğini, özellikle özel tüketim talebinin daha da yükseldiğini söylemiş oluyor. Ne yaman çelişki.
Bu yaman çelişki, tüketici enflasyonunu düşük gösterme çabasıyla ortaya çıkıyor. İktisatta bir yanda yapılan hata, tutarsızlık veya cingözlük, adına ne derseniz deyin, mutlaka başka bir yanda ortaya çıkıyor.
Son sorumuz şudur; TÜİK’in TÜFE’sinde ve özel tüketim harcaması deflatöründeki hata, yapılan ana revizyonla giderildi mi? Bu soruya Tablo 3 yoluya yanıt verebiliriz.
Tablo 3 Revizyon Öncesi ve Sonrası Stok Hariç Reel Toplam Harcama ve Reel GSYH, Milyar TL

Tablo 3’ün sol yanında revizyon öncesi stok değişmeleri dışında reel toplam harcamalar ve GSYH’nın reel üretim toplamı (toplam arz) var. Görüldüğü gibi, reel toplam harcamalar 2021 yılına kadar biribirine çok yakın.
Fakat 2021’den başlayarak toplam harcamalar arzı temsil eden GSYH’yı hızla aşmaya başlıyor ve fazlalık yaklaşık yüzde 16’ya varıyor. Aradaki fark hep artı işaretli ve stok değişmeleri ile giderilemez. Zaten, TÜİK reel stok değişmesini ve hataları temsil eden değeri hesapla(ya)mıyor.
Tablonun sağ yanında ise aynı değişkenler bu kez revizyon sonrası için yer alıyor.
Görüldüğü gibi toplam harcama ile toplam arzı temsil eden GSYH arasındaki yine hep artı işaretli fark azalmış. Yani TÜİK aradaki farkı bir ölçüde azaltmış ve 2021 sonrasında yüzde 10’a indirmiş.
Bu işlemi yaparken TÜİK, TÜFE’nin karşıtı olan özel tüketim deflatörünü bir miktar yükseltmiş. Deflatörlerden görünen budur.
Yine de deflatör hatası ile karşımıza çıkan özel tüketimdeki köpük büyük ölçüde duruyor ve sonraki “ana revizyonları” bekliyor.
/././
Muhafazakâr ahlakın zaferi -Mine Söğüt-
Kalabalıkları zaaflarından vurmakta ustalaşan medya yoluyla dilediği ahlakı geniş kitlelere usulca empoze eden sistemin en güçlü silahı olan popüler kültür dizilerinde ahlaka yöneltilen suikastlerin tüm ipuçları gizlidir
İlk Günah ve Cennetten Kovuluş, Michelangelo (1510)
Ülke şu anda bir kesimin dini inanç özgürlüğü ile evrensel laiklik kavramını aynı terazinin iki kefesine koyup birbiriyle tartmış ve bu hatalı ölçülendirmenin bedelleri üzerine neredeyse hiç düşünmemiş olmanın, düşünenleri de ciddiye almamanın sonuçlarıyla ağır yüzleşmeler yaşıyor. Ve en büyük darbeyi de yeniden ve bambaşka yerlerden belirlenen toplumsal ahlak normlarından alıyor.
Medeniyete yavaş yavaş sırtını dönmenin ve yüzyıl önceki hedeflerinin yerlerine bambaşka hedefler yerleştirilmesinin kaosunu yaşayan Türkiye’de bugün hâlâ istediğiniz kadar anayasal haklardan bahsedebilirsiniz, bireysel özgürlüğün tanımını dilinizde tüy bitene kadar anlatabilirsiniz, ahlaka müdahale nerede başlar nerede biter bunun sınırlarını hatırlatmak için kendinizi parçalayabilirsiniz…
Yani birçok konuda olduğu gibi boşa kürek çekebilirsiniz.
Ama iktidarı değiştirmedikçe ve ardında bırakacağı korkunç enkazı temizlemedikçe muhafazakâr ahlakın epeydir zafer kazandığı bir ülkede yaşadığınız gerçeğini değiştiremezsiniz.
Medeni hedefleri olan ülkeler bir arada yaşayan ama birbirine hiç benzemeyen insan topluluklarını asgari müşterekte buluşturabilecek bir ahlaki yapılanma için devamlı hukuki düzenlemeler yaparlar.
Medeniyete sırtını dönen ülkelerse ahlak meselesini hukuktan ziyade toplum mühendisliği yaparak, insanı insana ahlak bekçisi kılarak, hassasiyetler üzerinden belirlenen değerlerin baskıcı dilini dokunulmaz ilan ederek kestirmeden halletme yoluna giderler.
Medeni istikametten medeniyete sırtını dönen istikamete yönelmiş bir ülkenin “aklı başında” insanları da böyle bir süreçte ister istemez acı çekerler.
Ve o acıyı çekerken de etrafa ahlakın aslen ne olduğunu en baştan ve nafile anlatma derdine düşerler.
Ahlak aslında genel olarak zannedildiği gibi kanunlarla, kurallarla, yasaklarla, ayıplarla, cezalarla biçimlendirilebilen bir kavram değildir. Yasak ilan edilen, suç sayılan ya da gerçekleştirilmesi imkânsız kılınan hâl ve tavırlar üzerinden ahlakı tarif edemezsiniz. Yapılamayan şeyler ahlakın tanımını değil ancak çağın ve coğrafyanın koşullarına göre iktidarlar tarafından belirlenen ahlaki yaptırımların içeriğini ve sonucunu gösterir.
Ahlak, bireyin kendi içsel kararlarıyla doğru ya da faydalı bulup uygulayacağı bir öz disiplin meselesidir.
Ve o yüzden de görecedir.
Ve yine o yüzden insanın başı ahlakla hep derttedir.
İnsanın içinden çıkamadığı ahlak meselesi sistem için son derece kullanışlı bir malzemedir. Kalabalıkları zaaflarından vurmakta ustalaşan medya yoluyla dilediği ahlakı geniş kitlelere usulca empoze eden sistemin en güçlü silahı olan popüler kültür dizilerinde ahlaka yöneltilen suikastlerin tüm ipuçları gizlidir.
Misal;
Türk dizilerinde artık ne koşulda olursa olsun hiçbir kadın karakter kürtaj yaptıramıyor.
En aklı başında, modern, hayatının iplerini kendi elinde tutan güçlü kadın karakter bile hamileliği yasal zaman içerisinde sonlandırma hakkını asla kullanmıyor.
Yine o dizilerde devamlı erkekler yasak aşklar yaşıyor.
“Kötü” kadınlar evli erkeklerle evlilik dışı ilişkilere girip yuvaları dağıtıyor.
Erkekler genelde pişman olup olup nihayetinde evinde onu bekleyen nikahlı karısına dönüyor.
Ve bunlar kimseyi şaşırtmıyor.
Sonra bir gün popüler bir dizide evli ve “namuslu” bir kadın karakter birdenbire kan bağı olmayan ama aile içinden bir başka erkekle sevgili oluyor ve ülke ayağa kalkıyor.
Senarist gözaltına alınıyor.
Dizi hakkında soruşturma başlatılıyor.
Senaryo apar topar baştan yazılıyor.
Buna herkes şaşırıyor.
* * *
Eğer hem bu ülkenin başına gelenlerin hem de bir birey olarak sizin başınıza gelenin ne olduğunu anlamak gibi bir derdiniz varsa…
Ve bu kaostan kurtulmak için ahlak üzerine düşünmek aklınıza yatarsa…
İşe şaşırmadıklarınız ve şaşırdıklarınız arasındaki bağları kurarak başlayabilirsiniz.
/././
Neden bir türlü olmuyor?-Ahmet Çelik Kurtoğlu-
İsviçre Ulusal Bankası ABD'de faaliyet gösteren, Amazon, Apple, Meta, Microsoft, Nvidia adlı teknoloji şirketlerinin hisselerine 42 milyar dolar yatırım yapmış. Yatırım kararı, bankanın teknoloji kültürünü gösteriyor. Türkiye'de bırakın Merkez Bankası'nı, özel bankaların dahi böyle yatırımları düşünebilmesi mümkün müdür?

Ufuk karanlık
Dünya siyaseti karışık, Avrupa panikte. Macron da Starmer da iktidar pervazının kenarında duruyor ve Avrupa ülkeleri nezle olursa biz zatürreye karşı önlem almalıyız. Çünkü AB’ye üye olamadık, ama ekonomimiz önemli bir şekilde Alman, Fransız, İtalyan, İngiliz otomotiv ve giyim endüstrileriyle bağlantılı. VW sıkıntıda, bu birçok Türk otomotiv endüstrisi tedarikçisi için kötü haber. Türkiye’de yaşanan ciddi ekonomik sıkıntıya ek olarak, otomotiv değer zincirinde yaşanan temelli değişiklik nedeniyle, kendisini yenilemeyen, yeni ekosistemde konuşlanamayan şirketlerin tümü zor durumda. Bu konuda alarmı neredeyse iki yıl önce Değer Zincirinin Evrimi’nde vermiştim.
Bugünlerde 2026 yılı adam başına geliriyle ilgili bazı uçuk sayılar duyuyoruz. Ben size Dünya Bankası’nın 2023 yılında dünya gayr-ı safi gelirinin dağılışını gösteren resmini önereceğim. Bakınız, ABD, Çin, AB nerede, bizler nerelerdeyiz. Resimde, Türkiye diğer Avrupa (Europe rest) grubunda, dünya GSYI hasılasının yüzde 7’sini paylaşıyor. Gruptaki öteki ülkeler Bulgaristan’dan, Macaristan ve diğer orta ve doğu Avrupa ülkeleri. Onlar oralara nasıl varmışlar, biz neden buralardayız sorusunun yanıtı ise biraz aşağıda

Piyasa nedir, çalışmazsa ne olur?
Avrupa uzun süredir sorunlarla karşı karşıya. Endüstrinin verimliliği düşük, AB piyasaları verimli çalışmıyor. Şirketlerden değil, piyasaların verimli çalışmamasından söz ediyorum. Türkiye ekonomisi hep sorunluydu ve enflasyon ana hastalık olarak görülüyordu. Aylardır bunun doğru olduğunu, ama arka planda önemli bir sorunun yattığını, ekonominin temel mekanizmasının işlemediğini yazıyorum. Nedir bu temeldeki sorun? Ekonomi doğru yönetilmiyor, “üretimle piyasalar” konuşmuyor. Bu ne demek? Piyasalar ne yapar? Moda oldu, her kötülükten “serbest piyasa mekanizmaları” suçlu tutuluyor. Ürünün tüketiciyle, kullanıcıyla, arzın taleple buluştuğu başka bir ortam var mı? Bu ortam üreticiyle kullanıcıya üretim ve talep hakkında bilgi verir. İktisat, fiyatın arzla talebin buluştuğu, satılmadık ürün, karşılanmadık talebin kalmadığı noktada oluşur der ve işte bu noktada yanılır. Çünkü talebi ve arzı belirleyen, hangi fiyata ne kadar üretim yapılacağını, ne kadar ürün veya hizmet talep edileceğini belirleyen pek çok başka etken vardır.
Bu ne demek? Yeniden AB’ne döneceğim. Üye olup olmamaktan daha önemli tespit, hastalığın ortak olması ve Brüksel’in bu konuda çok daha organize bir şekilde davranması. Bu konudaki çalışmalar 30 yıldır devam ediyor ve European Roundtable of Industrialists (ERT) adlı grubun Türk üyesinin danışmanı olarak ben de çalışmalara katılıyordum.
İş alemi ve tek pazar
Kısaca ERT 1983’te AB’nin siyasi ayağının, yani üye devletlerin temsilcilerinin talebi üzerine, Avrupa’daki en büyük şirketlerin başkanları tarafından “ad hoc” bir kuruluş olarak Brüksel’de faaliyete geçti. Üye sayısı 50 başkanla sınırlı. ERT’nin kuruluş felsefesi, AB’nin şirketlerin başta ABD olmak üzere, Japonya ve diğer büyük ülkelerin. Şirketleriyle rekabet edebilecek güce kavuşması. ERT’nin kuruluş nedeni, Bildirberg ve benzeri kuruluşlardan farklı olarak, AB’nin sağlıklı bir şekilde büyümesi için önemli şirketlerin stratejik katkılarından yararlanmaktı. Ana sorun üye sayısı kadar birbirinden ayrı piyasanın varlığı, şirketlerin, alışverişlerin bu farklı piyasalarda yer almasıydı. AB’nin hedefi üye ülkelere tek bir büyük pazar sunmaktı. Bildirberg, Roma Kulübü gibi organizasyonlar ise, küresel büyük sermayenin kendisi için olumlu ekonomi ortamı yaratılması için gereken ulusal siyasi gelişmeleri görüşmek, desteklemekti.
Verimlilik ve tek pazar
Japon ve ABD şirketlerinin AB şirketleri için yarattığı verimlilik tehdidi önceki on yıllardan beri vardı. 2000’lere gelirken Jacques Delors, Pascal Lamy gibi, AB’nin politika tasarımında ve uygulamasında önemli payı olan liderleri, ana sorunun piyasaların mükemmeliyetten uzak olması tespitinden hareket ederek “Tek pazar” hedefini tanımladılar ve 2000 yılında Lizbon’da toplanan AB liderleri bu hedefte mutabık kaldılar. 2000 yılında AB’nin 15 üyesi vardı. Bu sayı 2004’te 25’e, 2025’ 27’ye yükseldi.
Lizbon hedeflerine göre AB’de tek pazar olacak, aynı zamanda bu 27 ülkenin 20’sinde aynı para birimi, Euro geçerli olacaktır. Bu durumda AB ülkeleri arasında mal ve hizmetlerin dolaşımı da serbest olduğuna göre, mal ve hizmet fiyatları da eşit olacak, değil mi?
Her ülkenin sosyal yapısı farklı
Hayır, çünkü her bir ülke kendi maliye politikasını, yerel, kurumlar, gelir vergisi politikasını izliyor, sosyal politikalar, teknoloji, bilim, ARGE teşvik politikaları çalışanlar için uygulanan rejimler farklı ve bunların aynılaşması mümkün değil. Çünkü siyasetçiler bütün stratejilerini, seçim kampanyalarını kısa vadeli hesaplarını bu ve burada akla gelmeyen politika alternatifleri üzerinden yapıyor. Almanya’da işçi sendikaları büyük şirketlerin yönetim kurullarında temsil ediliyor.
Fransa da ülkenin tarihinden gelen ve bugün sosyal, maliye, sağlık politikalarının temelini oluşturan uygulamaları değiştirmek ihtilal demektir. Nitekim iki yıl önce hükümetin yakıt fiyatında küçük bir yükseltme getiren düzenlemesi, tüm sürücüleri isyana yönlendirdi, sarı yelekliler Paris’te ve başka şehirlerde önemli mağazaları, ana caddeleri yakıp yıktılar. Varlıklı Avrupa ülkelerinin kapitalist gelenekleri Türkiye’ye göre çok daha yaşlı olmasına karşın, böyle durumlarda çalışanların, eğitim sektörüne yönelik politikalarda öğrencilerin, hocaların tepkisi bizim alışık olduğumuz tepkilere oranla çok daha sert karşı koymalarla karşılaşıyor. 1871’de Prusya ordusu karşısında yenilgiyi kabullenmeyen Parisli alt ve orta gelir gruplarının oluşturduğu komünlerin direnci iki ay sürdü, 20.000 kişinin yaşamını yitirmesiyle sonuçlandı. 1968 Mart ayında Paris’te öğrenci hareketi olarak başlayan olaylar iki ay sürdü, Cumhurbaşkanı Ch.de Gaulle’ün Almanya da ki Fransız ordu karargahına gitmesi ve ardından görevinden ayrılmasıyla sonuçlandı.
Ortak ekonomi politikası mümkün değil
Diğer AB ülkeleri benzer toplumsal özelliklere sahip. Son yıllarda siyasi yelpazenin sağının güçlenmesi siyasetçinin tercihlerini belirliyor. AB’nin siyasal patronlarının, ekonominin patronlarından kıtanın rekabet gücünün yükseltilmesi yönünde destek talep etmesi, her ülkenin sosyal, enerji, emeklilik, ekonomi, sağlık, savunma politikaları alanındaki tercihlerinin hesaba katılmasını gerektiriyor.
Türkiye de hem yıldız hem karayel, barometre çok değişken
Türkiye yıllardır enflasyonla boğuşuyor; bu ifadeyi hemen düzelteyim, çünkü bu boğuşma devlet için ekonomideki yapısal aksamaları göz ardı etmek, seçmeni rahatsız etmeden, oy kaybetme riskini yaratmadan kamu geliri yaratmak, önemli bir seçmen kitlesi için de fiyat hareketlerinden kazanç elde etmek fırsatını yaratıyor. Kamu geliri yaratıyor, çünkü enflasyon gizli vergidir. Kazanç konusunda ise açıklama ihtiyacı herhalde artık yok, çünkü neyin ederinin ne kadar olduğu, karşılaştığımız fiyatların akıl sınırlarını aştığı konusunda herhalde şüphe yok.
Mario Draghi ve The Future of European Competitiveness
AB 2000’de mutabık kalınan Lizbon hedeflerinin, burada değindiğim nedenlerle gerçekleşmemesi karşısında “tek pazar”ın bir zaruret olduğunu yeniden gündeme getirdiğini görüyoruz. Nitekim AB Komisyonu, İtalya Başbakanlığı, İtalya ve AB Merkez Bankası başkanlığı görevlerini başarıyla yerine getiren Mario Draghi’den The Future of European Competitiveness konulu bir rapor istediğini görüyoruz. M. Draghi raporunu geçen Eylül ayında verdi.
Rapor ana hatlarıyla “tek pazar”, enerji, finans, buluş ve rekabet konularına odaklanıyor. Özetle yapılan önerilerden, Türkiye için dersler çıkartmaya kalkarsam, önce birkaç paragraf önce tekrarladığım ülkemizde piyasaların çalışmadığı tespitini tekrarlamak durumunda kalıyorum. Bu uzun yıllardır mevcut olan, on yılda bir ülke yoldan çıkınca yapılan müdahalelerle düzeltiliyor, ama bu uzun süreli olmuyor, tedavi içselleştirilmediği için hastalık nüksediyor. Bunun en güzel örneği, 2000’de koalisyon hükümetinin başlattığı düzeltmenin 5-6 yıl süreyle ekonominin doğru işlemesine, ancak hemen arkasından parti siyasetinin yeniden canlanmasıyla bozulmasına bugün yaşanan, tarihimizin en büyük yüksek enflasyonu ve piyasaların temeli olan hukuk, belirsizlik, saydamlık unsurlarının önemli ölçüde tahrip olmasına yol açmasıdır.

Güven olmadan teşvik olur mu?
Bitirirken vergi politikasıyla ilgili bazı hususları vurgulamak isterim. AB’nin hem ABD’den hem Japonya, Kore, Çin'den geri kaldığı teknoloji ve buluş konularının ülkemizde ele alınış şekli çarpıcı olduğu kadar yıkıcıdır da. T. Özal döneminde bir toplantısı için Japonya’ya uçuyorduk ve ekonominin çarı payesiyle etrafta dolaşan hazine bakan Ekrem Pakdermirli ile ARGE teşvikini konuşuyorduk. Teşvik verirsek çalar, başka yere kullanırlar demez mi? Bu Özal ekibinin teknoloji, buluş algılamasıydı. Benim memurum işini bilir ilkesinin sonucu olmalı. Buluş, ARGE yatırımı için olmazsa olmaz ortam, güven ortamıdır. Zaten sonucun ne olacağını ancak matematik modellerin, davranış eğilimlerinin, bilimsel araştırmaların izin verdiği kadar tasarlayabiliyorsunuz. Bu çalışmaları güvensizlik ortamında yapmak, olacak şeyi engellemektir.
Bindiğin dalı kesmek
Bu inanış devam ediyor olmalı ki, Maliye Bakanlığı kazı gördüğü yerde yolmak gerekir ilkesinden hareketle her yeni teknolojiye özel tüketim vergisi uyguluyor. Oysa akıllı ülkeler buluş yolu açan teknolojiyi özendiriyor, hammadde, ara malı ve makine, bilgisayar ithalini vergiden muaf tutuyor. Akıllı telefonlar teknolojik gelişmenin önemli bir göstergesidir. Birçok yetişkin onları konuşmak için kullanırken, gençler program yazmayı, yeni malzemenin farklılığını öğreniyor. Yeni çıkan, yani yeni teknolojiyi içeren iPhone 17’nin Türkiye fiyatının 80.000 TL olduğunu okudum. Telefonun New York fiyatına baktım, 800 dolar, yani bugünün kuruyla 32.000 TL. Aradaki fark olan 48.000 TL kamu gelirinin nereye gittiğini iyi biliyoruz değil mi?
Şimdi edindiğim bir bilgiyi ekleyerek bitireyim, İsviçre Ulusal Bankası ABD'de faaliyet gösteren, Amazon, Apple, Meta, Microsoft, Nvidia adlı teknoloji şirketlerinin hisselerine 42 milyar dolar yatırım yapmış. Şirketler, ABD şirketleri, İsviçre Ulusal Bankası milyonlarca paydaştan biri. Yatırım kararı, bankanın teknoloji kültürünü gösteriyor. Türkiye'de bırakın Merkez Bankası'nı, özel bankaların dahi böyle yatırımları düşünebilmesi mümkün müdür? Mümkün değilse, neyin hayalini güdüyoruz?
/././
Netanyahu’nun alamadığı o yazıt İstanbul’a nasıl getirildi?-Eray Özer-
İsrail Başbakanı’nın Türkiye’den alamadıklarını anlattığı Siloam Yazıtı’nın çok ilginç bir İstanbul’a getiriliş öyküsü var. Köylülerin yerinden çıkardığı yazıt önce Kudüslü bir zenginin eline geçiyor, Osmanlı soruşturma açıyor. Kökleri Sakız Adası’na uzanan iki Osmanlı bürokratının, Osman Hamdi Bey ve İbrahim Hakkı Paşa’nın ısrarlarıyla bulunarak İstanbul’a getiriliyor

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun -belli ki alamadığı için- içine çok oturan Siloam Yazıtı’na dair açıklamalarını duymuşsunuzdur.
Ayrıca yazıtın tarihçesine dair Nesim Şalom’un yazısından derlenmiş gayet güzel bir özet yer aldı T24’te.
O nedenle bu kısımlara dair bir tekrara düşmeden size yazıtın İstanbul’a getirilişini biraz detaylı anlatmak istedim. Malum, en sevdiğim konular…
Getiriliş hikayesine geçmeden Siloam Kanalı’nın başında bir öğrencisinin ayağının takılması sayesinde yazıtı bulan İsviçreli mimar Conrad Schick’in kendi kaleminden bu yazıtın ortaya çıkış hikayesini okuyalım:
(C. Schick’in yazıtı bulmasından hemen sonra, 1880 yılının Nisan ayında bir dergiye gönderdiği metinden. [1])
“Kısa bir süre önce, öğrencilerimden biri, su kemerinin güney yamacından aşağı inerken kırık kaya parçalarına takılıp suya düştü. Yüzeye çıktığında, kaya duvarında harflere benzeyen birtakım işaretler keşfetti. Gerekli malzemeleri alıp keşfini incelemeye koyuldum ve yeri iyice araştırdığımda, kaya duvarının doğu yanında, (güney) girişten yaklaşık 7-8 metre uzaklıkta, kayayı çevreleyen ve bir yazıt levhasını sanki çerçeveliyormuş gibi etrafı yükselmiş, çok düzgün ve düz bir yüzey buldum; bu levha çevresindeki yüzeyden yaklaşık 13 cm içeriye gömülmüş durumdaydı. Levha düz ve cilalı görünürken kayanın geri kalanı tamamen pürtüklü bırakılmıştı. …Kaya, levhanın üstünden zirveye kadar iki metre kadar yükseliyor ve tam karşısında, batı tarafında, levhayı yapanın lambasını koymuş olması gereken, kayaya oyulmuş bir niş bulunuyor.
Levha üzerinde 8 ya da 10 satırdan oluşan bir yazı var; harfler gerçekten çok küçük; ne yazık ki çok derin oyulmamışlar ve zamanla üzerlerini yavaş yavaş kaplayan silikat birikimi nedeniyle daha da belirsizleşmişler; kâğıt üzerine alınan bir “sıkma kalıp” bu yüzden çok yetersiz kaldı: bazı harfler renklerinin biraz farklı oluşu yüzünden hâlâ seçilebiliyor, ama bir baskı almaya elverecek kadar keskin yontulmuş değiller. Benim yargıma göre harfler Fenikecedir. …Yazıtlı levhayı açığa çıkarıp ona uygun şekilde erişebilmek için, havuzun içinden bir hendek açacak işçi çalıştırmak gerekir. Böylece su alçalacaktır.”
Bu yakın çekimde levhanın kırıldığı ve kırıldıktan sonra tekrar birleştirildiği anlaşılıyor
Evet, yazıt Schick tarafından bulunuyor ve kopyası alınmaya çalışılıyor. Alınıyor da…
Aradan on yıl geçiyor ve devreye tanıdık bir isim, bugün daha çok Kaplumbağa Terbiyecisi resmiyle tanıdığımız Osman Hamdi Bey giriyor.
Osman Hamdi Bey bu yazıtın bulunmasından, yani 1880 yılından bir yıl sonra Müze-i Hümayun’un (bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi) başına getiriliyor.
Osman Hamdi Bey’in bu meseledeki önemi sadece yazıtın peşine düşmesinden kaynaklanmıyor. Ayrıca kazılarda bulunan eserlerin Osmanlı Devleti’ne ait olması için uğraşarak 1884’te çıkartmayı başardığı Âsâr-ı Atîka Nizamnâmesi (Eski Eserler Kanunu), Siloam Yazıtı gibi pek çok eserin Osmanlı’ya ait sayılması için yasal çerçeveyi de oluşturmuş oluyor. (İleride bu yasanın Osmanlı’nın yaptığı soruşturmanın meşruiyetine nasıl katkı sağladığını okuyacaksınız.)
Yazıtın elle çıkarılan bir kopyası
1890 sonlarına doğru yazıttan haberdar olan Osman Hamdi Bey, dönemin Kudüs Mutasarrıfı İbrahim Hakkı Paşa’dan yazıtın bulunup Osmanlı’ya iade edilmesi için gerekenlerin yapılmasını istiyor.
Buradan anlıyoruz ki, yazıt artık bulunduğu yerde, yani Siloam Kanalı’nın duvarlarında değil.
Bu esnada yaşananları da yine çok eski bir kaynaktan, 1890’da Yahudi kökenli Alman din adamı Hermann Guthe’nin Alman Filistin Derneği Dergisi için kaleme aldığı notlardan takip edebiliyoruz.[2]
Guthe, Kudüs’ten kendine gönderilen bir mektupta yazıtın kurşun kalemle not alınmış bir kopyası olduğunu söylüyor. Fakat anlaşılan o ki, ortada çok sayıda kopya var ve hangisi gerçek belli değil. Kaldı ki mesele sadece kopyalar da değil, yazıtın ilgi çektiğini gören civardaki köylüler “ikinci bir yazıt bulundu” diyerek bir başka kopyayı da ortalığa sürmüş durumda.
Siloam Yazıtı tam olarak buradan çıkarılıyor
Alman teolog notlarında orijinal yazıtın nasıl olup da İstanbul’a götürüldüğünü etraflıca anlatıyor.
Kendisine gelen mektupların yazıtın Osmanlı hükümetinin eline geçtiğini doğruladığını belirterek başlıyor Guthe.
Guthe’nin notları yazıtların İstanbul’a getirilişini detaylı şekilde anlatıyor
Lakin Osmanlı’ya geçmeden önce yazıt bulunduğu yerden hemen kanalın yanındaki Siloam köyünün sakinleri tarafından çıkarılmış. Onlara bu işi yapması için Kudüs’ün saygın bir sakini (Guthe isim vermiyor) yüklü miktarda para vermiş ve bu kişi yazıtı kendi mülkiyetine almış.
Guthe yazıtın bu işlem sırasında zarar gördüğünü anlatıyor: “Bu çalışma sırasında taş ne yazık ki altı ila yedi parçaya ayrılmış; bunlardan biri büyük, beş ya da altı tanesi ise daha küçük boyuttadır. Görünüşe göre büyük yarığın solundaki kısım da dahil, yazılı yüzeyin tamamı oyularak çıkarılmış; ancak bana yazıldığına göre kırık yerlerinde birkaç harf, çok da önemli olmayacak şekilde, zarar görmüş.”
Yukarıda bahsettiğim sahte olan ikinci yazıt da tam bu işlem sırasında piyasaya sürülmüş Guthe’ye göre.
Bu esnada Kudüs’teki Osmanlı idarecileri durumdan haberdar değil. 1890 yılının Ekim ayının başına kadar bu durumun aynı şekilde kaldığını fakat yılın sonlarına doğru İstanbul’daki Türk Müzesi müdürünün (Osman Hamdi Bey) yazıt taşının kanaldan kaybolduğunu Kudüs’teki resmi makamlara ilettiğini belirtiyor.
Guthe mektubunun bu kısmında yukarıda belirttiğim 1884 Nizamnâmesi’ne atıf yapıyor ve şöyle diyor: “Osmanlı yasasına göre ülkede bulunan tüm eski anıtların mülkiyeti devlete aittir. Dolayısıyla 1880’de keşfedilen Siloah yazıtı hukuken hükümetin malıydı; yazıtı çalanların peşine düşmesi de hakkıydı.”
Yani Hermann Guthe, Siloam Yazıtı’nın Osmanlı hükümetinin malı sayılmasının haklı olduğunu doğruluyor. Bu da “Yazıt İsrail’in sayılmalı” gibi tezleri boşa çıkarıyor.
Devam edelim: Osmanlı açılan soruşturma neticesinde civar köydeki birkaç kişiyi tutuklayıp sorguluyor. Lakin köylüler inatla hiçbir bilgi vermiyorlar. Bu esnada yazıtı bulan kişi Conrad Schick de “bilirkişi” olarak soruşturmaya dahil ediliyor. Schick, üzerindeki metnin kopyası alındığı için taşın artık değeri olmadığı yönünde görüş bildiriyor.
Lakin yazıt hala ortalarda yok. 1891 başında Osmanlı’nın soruşturmadan vazgeçmesi beklenirken sürpriz bir gelişme oluyor (burada detay vermiyor Guthe) ve hem gerçek hem de ikinci sahte yazıt Kudüs mutasarrıfı İbrahim Hakkı Paşa’ya iade ediliyor.
Hermann Guthe sonrasında taşların Kudüs Sarayı’nda sergilenmeye başladığını lakin ziyaretlerde izdiham olmaya başlaması üzerine sergiden kaldırılarak sandıklara konularak İstanbul’a yollandığını anlatıyor.
Guthe soruşturma neticesindeyse suçun Siloamlı bir köylünün üzerine kalmasına ve köylünün altı ay hapis cezası almasına tepki gösteriyor: “Ancak işin bir köylünün başlattığı bir şey olmadığını anladıklarında belki de ona acıyıp yakında sessizce evine dönmesine izin vereceklerdir. Böylesine kaba ve beceriksiz bir yöntemle bu eski anıtın tahrip edilmiş olması gerçekten çok üzücü.”
Ve notlarının devamında yazıttan aldığı kopyaların bir kısmının kırıldığını, üçüncü bir kopyanın ise Alman Filistin Araştırmaları Derneği mülkü olarak kayıt altında olduğunu belirtiyor.
İşte böyle… Osman Hamdi Bey ve İbrahim Hakkı Paşa’nın inadı sayesinde Siloam Yazıtı bugün hâlâ İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde.
Bir ilginç anekdotla bitireyim: Osman Hamdi Bey’in babası, İbrahim Edhem Paşa 1822’de Sakız Adası’na saldıran Osmanlı ordusu tarafından çocuk yaşta esir alınmış Sakızlı bir Rum. Yani bir devşirme. Sadrazam Koca Mehmet Hüsrev Paşa tarafından evlatlık olarak alınıyor ve Paris’te meşhur Pastör’le aynı sınıfta okuyarak kendisi de sadrazamlığa kadar yükseliyor.
İbrahim Hakkı Paşa ise bir başka Sakız adalının, Sakızlı Mehmet Remzi Efendi’nin oğlu. Sakız’ın Türk ailelerinden birinin çocuğu olarak dünyaya gelen Mehmet Remzi Efendi, İstanbul’da belediye meclis başkanlığına kadar yükseliyor, oğlu ise Kudüs mutasarrıflığından sadrazamlığa…
İki Sakızlının evlatları Kudüs’te 2700 yıllık bir tabletin peşine düşüyor.
Ne acayip hikâye değil mi?
-----
[1] Palestine Exploration Fund Quarterly Statement dergisinin Nisan 1880 sayısı. (ss. 238–239)
[2] Hermann Guthe, “Das Schicksal der Siloah-Inschrift,” Zeitschrift des Deutschen Palästina-Vereins 13 (1890–1891): 286–288.
/././
Minerva’nın Baykuşu -Rıza Türmen-
CHP’nin haftada iki kere yaptığı mitingler, bu mitinglerdeki kalabalığın coşkusu çok önemli. Ancak demokrasi mücadelesi bununla sınırlı kalmamalı. Halkın geniş katılımıyla şiddetsiz, barışçı eylemler süreklilik göstermeli ve her türlü mekânda yer almalı. Demokrasi mücadelesi bir halk hareketine dönüşmeli
Minerva'nın Baykuşu, Roma mitolojisinde bilgeliği temsil eder.Önemli zamanlardan geçiyoruz. Türkiye bir yol ayrımında. Meydana gelen ve gelecek olaylar, Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda nasıl bir devlet ve toplum olacağını kararlaştıracak.
19 Mart sonrasındaki gelişmeler, AKP’nin büyük stratejisinin uygulamaya koyulmasının sonucu. 2024 seçimleri ve anketler, AKP’nin seçimle iktidarda kalamayacağını ortaya koydu. Bunun üzerine AKP, demokrasi dışı yollardan iktidarda kalmanın yolunu araştırmaya başladı. Bunun yolu iktidar alternatifi olan CHP’yi işlevsiz kılarak iktidar alternatifi olmaktan çıkarmak ve Erdoğan’ı yeniden Cumhurbaşkanı yapmaktan geçiyordu. Bir kere bu yola girince, AKP hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, temel hak ve özgürlükler gibi demokrasiyi oluşturan değerlerle bağını kopardı.
İlk aşamada CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı ve Erdoğan’ın en önemli rakibi Ekrem İmamoğlu, birçok çalışma arkadaşıyla birlikte cezaevine konuldu. Arkasından 17 ilin CHP’li belediye başkanları gözaltına alındı ve tutuklandı. Ancak CHP’den gelen sert tepki karşısında yeni bir aşamaya geçildi. Eski CHP Genel Sekreteri Gürsel Tekin, 5 bin polisin desteğiyle İstanbul İl Başkanlığı koltuğuna oturtuldu. Bunun yanında bazı CHP’li Belediye Başkanları CHP’den istifa ederek AKP’ye geçmeye “ikna” edildi. İstifa nedeni ne olursa olsun, bu transferlerin büyük bir etik sorunu doğurduğu ve bu etik sorun nedeniyle bu kişilerin, hangi partide olursa olsun, siyaset yapmalarının güç olacağı ortada.
Bütün bu gelişmeler, AKP’nin oyunu arttırmadı, tersine düşmesine yol açtı. Ama öyle anlaşılıyor ki, AKP rıza üretmekten, halk desteğini aramaktan vazgeçti. AKP, rıza değil, itaat arıyor. Şiddete başvurarak bu yoldan iktidarda kalmaya çalışıyor.
Siyaset şiddettin reddidir. Şiddet varsa, siyaset yoktur. Şiddet varsa, tahakküm vardır, baskı vardır, hukuksuzluk vardır, insan haklarının ihlali vardır. Bugün Türkiye’de AKP’nin şiddet yoluyla iktidarını sürdürmesi karşısında siyasetin alanı iyice daralmış, siyaset yapma olanağı kalmamıştır. O zaman geriye kalan seçenekler ya bu baskı, tahakküm, şiddet rejimine sessizce boyun eğmek, gündelik yaşamın rutini içinde uyum sağlamak, ya da bu rejimi reddederek bir demokrasi mücadelesinin içinde olmak, insan onuruna yaraşır bir yaşam sürdürmek. Uyum sağlamayı seçmişseniz o zaman otoriter bir rejimin demokrasi karşıtı doğrularını da kabul ederek yaşamanız gerekecek. Demokrasi mücadelesi ise bir hakikat arayışı, hakikati söyleme cesareti demek.
İktidar ve şiddet birbirlerinin karşıtıdır. Şiddet iktidarın tehlikeye düştüğü durumlarda ortaya çıkar. Bu nedenle şiddet, güçsüzlüğün bir göstergesi. AKP, halk desteğini yitirdiği, iktidardan düşme olasılığı ortaya çıktığı için şiddete başvurmakta. Ancak bu yoldan iktidarda kalabileceğine inanıyor. Oysa gerçek bunun tam tersi. Şiddete başvurdukça, bunun toplumda uyandırdığı infial, iktidarın meşruiyetinin sorgulanmasına ve iktidardan düşme sürecinin hızlanmasına yol açıyor.
Burada sözünü ettiğimiz şiddet, sadece kolluk güçlerinin toplanma ve ifade özgürlüğü hakkını barışçı bir biçimde kullanan kalabalığa karşı orantısız güç kullanması gibi fiziksel şiddet değil. Bunun yanında bir de “yargısal şiddet” söz konusu. İktidarın talimatıyla hareket eden savcı ve yargıçların, suçlar icat edip sadece bir siyasal partiye mensup oldukları için masum insanları tutuklayıp cezaevine göndermeleri de bir tür şiddet. Bu şiddete karşı direniş ise, bir demokrasi, bir hak talebidir. Bu talep şiddet içermez.
İktidarın yasal olmayan şiddetini reddederek buna karşı şiddetsiz bir demokrasi mücadelesi verilmesi bir yurttaşlık görevi, bir kolektif sorumluluk. Meydana gelmesinde hiçbir payımızın olmadığı, demokrasi karşıtı bir durum karşısında “bana ne” demeyip mücadeleye katkıda bulunmak, içinde yaşadığımız topluma, kendi halkımıza karşı duyduğumuz sorumluluğun gereği.
Demokrasi mücadelesinin başarılı olması her şeyden önce, sorunun iki siyasal parti arasındaki bir çekişme değil, Türkiye’nin demokrasi ile yönetilip yönetilmeyeceği olduğu gerçeğinin toplum tarafından anlaşılmasına bağlı. Aynı zamanda geniş halk kitlelerinin bu mücadelenin öznesi olması önemli. AKP iktidarının yoksullaştırdığı insanlar, emekçiler, emekliler, işsizler toplumun kenarına itilenler, ezilenler bu mücadelenin içinde olmalı.
Demokrasi mücadelesinin toplumsallaştırılmasında sivil topluma ya da demokratik kitle örgütlerine büyük bir rol düşüyor. Demokratik kitle örgütleri çok çeşitli. Her birinin farklı çalışma alanları, farklı dünya görüşleri, farklı örgütlenme biçimleri var. Bütün bu farklılıkları koruyarak hiyerarşisiz, eşitliğe dayanan, yatay bir ağ şeklinde iş birliğinin gerçekleştirilmesi, demokrasi mücadelesinin başarısını sağlayacak büyük bir adım olur. İçinde bulunduğumuz durumun ciddiliği ve ağırlığı karşısında görüş ayrılıkları ne olursa olsun, demokrasi ve eşitlik ortak paydası üzerinden bir iş birliğini sağlamak kaçınılmaz oldu. Şunu açıkça görmeliyiz ki, ancak Akbelen’den kadın hareketine, emekçilerin grev hakkından Kürtlerin, Alevilerin demokratik taleplerine kadar uzanan bir ortak çizgide iş birliği sağlandığı takdirde bir toplumsal aktör olunabilir. Yeni bir güç merkezi oluşturulabilir. Direniş sadece bir siyasal partinin işi olmamalı. Direniş bütün ezilen halk kitlelerinin sesi olmalı.
CHP’nin haftada iki kere yaptığı mitingler, bu mitinglerdeki kalabalığın coşkusu çok önemli. Ancak demokrasi mücadelesi bununla sınırlı kalmamalı. Halkın geniş katılımıyla şiddetsiz, barışçı eylemler süreklilik göstermeli ve her türlü mekânda yer almalı. Demokrasi mücadelesi bir halk hareketine dönüşmeli.
Bunun için bir sivil toplum örgütlenmesine ihtiyaç var. Bu amaçla demokratik kitle örgütlerinin bir araya geldiği bir forumu düşünmeliyiz. Bu gerçekleşirse, demokrasi mücadelesinde büyük bir adım atılmış olacak.
Unutmamak gerekir ki, Minerva’nın baykuşu karanlıkta uçar. Minerva’nın baykuşu bilgeliği simgeler. İrademiz ve onun da ötesinde yaşamımız üzerindeki pusu karanlık bir zamanda ortaya çıkmıştır. Pusuya soğukkanlı bir bilgelikle karşılık verirsek çökertebiliriz. En parlak anlar, en karanlık zamanlardan sonra gelir. Minerva’nın Baykuşu uçuşa geçmiştir.
/././
T-24
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder