İçimizden dökülen kurtçuklar -Mine Söğüt-
İnsanlar hâlâ birbirine “Koltuk bu kadar önemli mi?” diye bir soru soruyor. Oysa herkes biliyor. Koltuk bu kadar önemli. Koltuk çok önemli. Koltuk en önemlisi. Sorun da zaten burada. “Koltuk neden bu kadar önemli?”
Meğer bu ülkede bir sürü insanın zihninin derinliklerinde onu bir kurtçuk gibi kemiren ne karanlık düşünceler ne korkunç niyetler ne olmadık hayaller varmış…
İktidar ülkeyi temelinden hızlıca bir sarstı, o kurtçuklar aynı anda bünyeden dökülmeye başladı.
Aklın beyinle bağı koptu. Evrensel değerler, mantık, adalet, vicdan, sağduyu… hepsinin pabucu dama atıldı. İnsanın bin yıllardır “insan” olmak için sınav verdiği tüm dersler müfredattan kayboldu ve onların yerini sadece hınç ve öfkeden ibaret bir boşluk kapladı.
Şu anda besini sadece kin olan tekinsiz bir enerji, o boşlukta etrafa gelişi güzel kılıç sallıyor.
O kılıç azıcık “düşmana” ama en çok da herkesin en yakınına hatta kendi bedenine saplanıyor.
Ortalık kan deryası.
İyinin ve kötünün, doğrunun ve yanlışın, haklının ve haksızın kanı bu cehenneme dönen ortamda mütemadiyen birbirine karışıyor.
Her şey birden çığrından çıkar mı? Çıkarmış meğer…
Herkes içinde bu zamana kadar kurtlanmış ne kadar duygu, fikir, eylem varsa aynı anda hepsini ortaya döküyor.
Politik arenada aynı safta bulunan insanların birbirlerine karşı biriktirdiği düşmanlıklar en olmayacak zamanda ortaya çıkıp en uç noktalara varıyor.
Düne kadar muteber sayılan kişiler bir anda şeytana dönüştürülüp taşlanıyor
Başı siyasi kimliği nedeniyle iktidarla devamlı derde giren bir müzik grubu, başı bambaşka bir nedenle yine iktidarla derde giren başka bir müzik grubuna yönelik akıl almaz ifadeler kullanıyor.
Kalabalıklar adalet kaygısını bir kenara bırakıp öfkeden beslenen kitlesel linçleri rasyonelleştirme çabasına girişiyor.
Aynı kazanın içindeki ıstakozlar son enerjilerini kazanı devirmek yerine kıskaçlarıyla birbirlerini boğmak için harcıyor.
* * *
Bu şu demektir:
“Vahşi Batı” hukukunu alenen meşrulaştıran iktidar nihayet bu çabasının meyvelerini topluyor.
İnsanların içinden yerlere dökülüp ortalığa saçılan kötü kokulu sayısız kurtçuk gün yüzüne çıkmış ayaklar altında kımıl kımıl dolaşıyor ve insanlar hâlâ birbirine “Koltuk bu kadar önemli mi?” diye bir soru soruyor.
Oysa herkes biliyor. Koltuk bu kadar önemli. Koltuk çok önemli. Koltuk en önemlisi.
Sorun da zaten burada.
“Koltuk neden bu kadar önemli?”
Bu soruyu soran yok.
Çünkü eğer bu soru sorulursa beyinler kurtlanmak yerine çalışmak zorunda kalacak.
Akıl kemirilmek yerine toparlanacak.
Vicdan eksilmeyecek tamamlanacak.
İnsan birbiriyle dövüşeceğine birlikte düşünmek için çabalayacak.
İktidar kavramının içimizdeki o kurtçukları besleyen zehirli ve bir o kadar da lezzetli bir mama olduğu anlaşılacak.
O koltuk…
Hiçbir koşulda vazgeçilemeyen, kimselere kaptırılmak istenmeyen, üzerine binbir türlü oyunlar oynanan o koltuk sadece devletin ya da bir siyasi partinin tepesinde değil evde, okulda, işyerinde, ikili insan ilişkilerinin olduğu her alanda, tam ortada tek hedef olarak duruyor.
İnsanlık var olma savaşını birlikte değil birbirine rağmen hatta çoğu zaman birbirine karşı o koltuk için veriyor.
Ağır varoluş yükünü sırtlanıp kutsallarına tutunarak zar zor zirveye tırmanan insan neden tam oradan habire aşağıya yuvarlandığını bir türlü sorgulamadığı için beynindeki kurtçukları beslemeye ve o kurtçuklar yerlere dökülmeye başladığında da üzerlerine basıp basıp düşmeye devam ediyor.
Özünde vicdan ve temkin olmayan her şey o yüzden hep kötü kokar.
Kıbrıs Türkü'nün zor seçimi -Hasan Göğüş-
Asıl vahim olan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY), 1 Ocak 2026 tarihinden itibaren altı ay süreyle AB dönem başkanlığını devralacak olması. GKRY 15 yılda bir gelen bu fırsatı değerlendirmek için elinden geleni ardına koymayacaktır. Bu süre zarfında AB ile diyaloğu koparmamakta yarar var
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) yakında seçimlere gidiliyor. Açıklanan takvime göre, KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimleri, 19 Ekim Pazar günü gerçekleştirilecek. Geçen hafta sona eren adaylık başvuruları çerçevesinde seçimlerde ikisi partili, mevcut Cumhurbaşkanı Ersin Tatar dahil üçü bağımsız beş aday başkanlık için yarışacak. Kısa bir süre önce yeni partisi Toplumsal Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (TAM) kuran Serdar Denktaş, bu seçimlere iştirak etmiyor. Her ne kadar resmen ortada beş aday olsa da seçimlerin Cumhurbaşkanı Ersin Tatar ile ana muhalefetin lideri Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) Genel Başkanı Tufan Erhürman arasında geçeceği kesin. Merak edilen kimin seçileceği kadar seçimlerin ikinci tura kalıp kalmayacağı.
Adaylar neyi savunuyor?
Cumhurbaşkanı Tatar, son dönemde masaya sürdüğü egemen eşitlik ve uluslararası eşit statü gibi kavramları öne çıkararak iki devletli çözümü, Tufan Erhürman ise belirli koşullarla müzakerelere yeniden başlayarak gevşek bir federasyonu savunuyor. Kıbrıslı seçmenlerin işi kolay değil. Adeta“zor olan”la “imkansız olan” arasında bir tercih yapacaklar.
KKTC nüfusunda yaşanan değişiklikler
KKTC’de son kapsamlı nüfus sayımı 2011 yılında yapılmış. Daha sonra nüfus yıllık projeksiyonlarla ilan ediliyor. Ancak KKTC’de henüz adrese dayalı kimlik sistemi uygulamasına geçilmediği için projeksiyonlarla açıklanan sonuçların ne kadar sağlıklı olduğu şüpheli. 2023 yılı sonu projeksiyonuna göre, KKTC’nin toplam nüfusu 476 bin 214.
Geçtiğimiz hafta Yüksek Mahkeme Başkanı, 19 Ekim’de yapılması öngörülen cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik seçmen sayısını 215 bin 611 olarak açıkladı. Bu sayı beş yıl önce 2020 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine göre 16 bin civarında bir artış gösteriyor. Bu artış nüfusu KKTC’den 2.5 kat daha fazla olan Güney Kıbrıs’taki nüfus artışının üstünde. 215 bin seçmenin 125 bininin kök Kıbrıslı olduğu, geri kalanının Türkiye’den ve diğer üçüncü ülkelerden gelenlere vatandaşlık kazandırılanlardan oluştuğu tahmin ediliyor.
Kim kazanır?
Bugüne kadar yapılan kamuoyu yoklamalarının hemen hemen tamamında CTP Genel Başkanı Tufan Erhürman’ın ortalama 4-5 puan Cumhurbaşkanı Tatar’ın önünde olduğu görülüyor. Ancak seçimlere daha bir aydan fazla bir zaman var ve adaylar henüz sahaya inmediler. 5-6 puanlık fark Kıbrıs’ın şartlarında kapanamayacak boyutta değil. Ayrıca KKTC’de seçimleri kazanmak, hükümet etmek anlamına da gelmiyor. Türkiye ile iyi geçinmeden olmadan memur maaşları bile ödenemiyor.
Tufan Erhürman da bu gerçeği anlamış görünüyor. Nitekim geçen hafta “Yeni Düzen” gazetesinde yayınlanan mülakatında müzakere süreçlerinin her zaman Türkiye ile paralel yürüdüğünü, bundan sonra da elbette böyle yürütüleceğini,19 Ekim’de seçildikten sonra ilk ziyaretini Türkiye’ye yapacağını, T.C. ile istişare etmeden doğrudan bir temas olmayacağını vurguluyor. Erhürman’ı bekleyen diğer bir sorun da parti içerisindeki farklı grupları bir arada tutabilmek. Toplumdaki “solcu olmak, Türkiye’ye karşı olmaktır” algısını yıkması gerekiyor. Kıbrıs Türk toplumu son tahlilde Türkiye gibi yüzde 60-65 muhafazakarlardan oluşuyor. Sol tabandan gelen bir adayın seçilebilmek için muhafazakâr kesimlerden de oy alabilmesi şart.
Erhürman bugüne kadar dengeleri iyi idare etmeyi başardı. Muhalifleri kendisini selefleri gibi bir öcü olarak göstermeyi beceremedi. Geçtiğimiz nisan ayında liselerde başörtüsünün serbest bırakılması uygulamasına gösterilen protestolara doğrudan katılmaması dikkatlerden kaçmayan politik bir davranıştı.
Kıbrıs müzakerelerinin geleceği
Bu ay New York’ta yapılacak BM Genel Kurul toplantısı sırasında geleneği devam ettirerek Genel Sekreter Guterres’in Tatar ve Christodoulides ile ayrı ayrı görüşmesi bekleniyor. Ayrıca Tatar yeniden seçileceğinden emin olmalı ki Cenevre’deki son toplantıda, BMGS’nin himayesinde genişletilmiş beşli formatta gayri resmi görüşmeler için yeniden bir araya gelmeyi kabul etmişti.
Asıl vahim olan 1 Ocak 2026 tarihinden itibaren altı ay süreyle AB dönem başkanlığını devralacak olması. GKRY 15 yılda bir gelen bu fırsatı değerlendirmek için elinden geleni ardına koymayacaktır. Bu süre zarfında AB ile diyaloğu koparmamakta yarar var.
Bir diğer tehlike de Nobel Barış Ödülü peşinde koşan Başkan Trump’ın Rusya-Ukrayna savaşının sona erdirilmesi çabalarında iyice çuvallarsa yeni bir başarı hikayesini Kıbrıs’ta aramaya yönelmesi. Bu durum Ada’daki Türkler kadar, Rumları da endişelendiriyor. Kıbrıs Rumları Trump’ın İbrahim Anlaşmaları’ndan esinlenerek, “hadi gelin sorunlarınızı bir tarafa bırakın, aranızdaki ilişkileri normalleştirin, ticaret yapın, turizm’de, enerjide iş birliğine girin” demesinden korkuyor. Trump’ın sağı solu belli olmuyor.
Der mi? Der.
/././
OECD, 2025 Vergi Reformu Raporu’nu yayımladı: Ülkelerdeki kişisel gelir vergileri ve vergi reformları ne durumda?-Murat Batı-
Kişisel gelir vergisi ve sosyal güvenlik katkılarının toplam gelirlerdeki payı Şili ve Kolombiya'da yüzde 20'nin altında kalırken, Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri'nde yüzde 60'ı aşmıştır. Zaman içindeki değişimler açısından, Türkiye'de kişisel gelir vergisi ve sosyal güvenlik katkılarının toplam gelirlerdeki payında 2019'dan bu yana yaklaşık 12 puan, 2000'den bu yana ise 5 puandan fazla düşüş yaşandı

OECD, 13 Ağustos 2025 tarihinde OECD/G20 Kapsayıcı BEPS Çerçevesi tarafından onaylanmış ve OECD Sekreterliği tarafından yayımlanmak üzere hazırladığı raporu 11 Eylül 2025 Perşembe günü saat 13 sularında yayımladı.
Bu rapor içinde OECD ülkelerinin vergi gelirleri ile vergi reformlarını karşılaştırmalı olarak analiz edilmiştir.
Bu yazıda kişisel gelir vergisi açısından 2024 ve önceki yıllarda yapılan reformların -rapora sadık kalarak- bir kısmını izah etmeye çalışacağım.
Kişisel gelir vergisi açısından
Yaşam maliyeti endişeleri, 2024 yılında kişisel gelir vergisi (personal income tax) reformlarının önemli bir kısmını yönlendirmeye devam etti. Yükselen genel fiyat seviyelerinin ve yüksek faiz oranlarının devam eden etkisine yanıt olarak, birçok ülke, düşük ve orta gelirli haneleri desteklemek için, öncelikle taban daraltma tedbirleri şeklinde kişisel gelir vergisi reformları başlattı. Bazı ülkeler, daha fazla gelir elde etmek için en yüksek kişisel gelir vergisi ve sermaye geliri vergisi oranlarını da artırdı.
Toplam vergi gelirlerindeki kişisel gelir vergisi payında ülkeler arasında büyük farklılıklar devam etmektedir. 2022 yılında kişisel gelir vergisi, Kosta Rika, Kolombiya ve Çekya gibi ülkelerde toplam vergi gelirlerinin yüzde 10'undan azını oluşturmuştur. Buna karşılık, sosyal güvenlik katkıları (social security contribution) Slovakya, Slovenya ve Çekya gibi ülkelerde toplam gelirlerin yüzde 40'ından fazlasını oluşturmuştur. Genel olarak, kişisel gelir vergisi ve sosyal güvenlik katkılarının toplam gelirlerdeki payı Şili ve Kolombiya'da yüzde 20'nin altında kalırken, Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri'nde yüzde 60'ı aşmıştır.
Zaman içindeki değişimler açısından, Türkiye'de kişisel gelir vergisi ve sosyal güvenlik katkılarının toplam gelirlerdeki payında bir düşüş görüldü; 2019'dan bu yana yaklaşık 12 puan, 2000'den bu yana ise 5 puandan fazla düşüş yaşandı. Norveç'te de enerji sektöründeki olağanüstü kârlar nedeniyle 2019'a kıyasla 16,5 puanlık kayda değer bir düşüş yaşandı.
Estonya, Man Adası, Letonya ve Norveç, kişisel gelir vergisi oranlarını artırdı. Savunma harcamalarındaki artışı finanse etmek için Estonya, daha önce duyurduğu sabit gelir vergisi oranını yüzde 20'den yüzde 22'ye yükseltti. Man Adası örneğinde, iki gelir vergisi oranından daha yüksek olanı, sağlık hizmetlerine yönelik artan harcamaları finanse etmek için gelir elde etme amacıyla yüzde 20'den yüzde 22'ye çıkarıldı.
Letonya'da hükümet, kapsamlı bir gelir vergisi reformunun parçası olarak gelir vergisi oranlarını artırdı. Yüzde 20 ve yüzde 23 olan iki düşük gelir vergisi oranı tek bir dilimde birleştirildi ve 105.300 Avro'ya kadar olan gelirler yüzde 25,5 oranında vergilendirildi. 105.300 Avro'nun üzerindeki gelirler için en yüksek marjinal gelir vergisi oranı yüzde 31'den yüzde 33'e çıkarıldı. Ayrıca, Letonya 200.000 Avro'nun üzerindeki toplam vergilendirilebilir gelir için yüzde 3 ek bir oran getirdi.
Yaşam maliyetlerinin artmasıyla birlikte, yüksek gelirli bölgelerde düşük gelir vergisi oranlarında yapılan kesintiler, düşük gelirlilerin üzerindeki yükü azalttı.
Örneğin Avustralya, birinci ve ikinci vergi dilimlerine uygulanan oranları sırasıyla yüzde 19'dan yüzde 16'ya ve yüzde 32,5'ten yüzde 30'a düşürmüştür.
Hollanda, emek ve ev sahipliği geliri için 38.441 Avro'ya kadar yüzde 35,82 oranında yeni bir vergi dilimi getirmiştir.
İrlanda, 27.382 Avro ile 70.044 Avro arasındaki gelirler için Evrensel Sosyal Yük (Universal Social Charge) oranını bir puan daha düşürerek yüzde 3'e düşürdü.
İtalya, vergi oranlarının indirilmesini kalıcı hale getirerek ilk iki vergi dilimini birleştirdi ve düşük oranı korudu.
Hırvatistan, genel olarak gelir vergisi oranlarını düşürdü. 2023 yılında önemli bir gelir vergisi reformunun kabul edilmesinin ardından Hırvatistan, yerel yönetimlerin kişisel gelir vergisi oranlarını belirleyebilecekleri aralıkların üst sınırlarını düşürdü. Örneğin, nüfusu 30.000'den az olan bir kasaba artık yüzde 15 ila yüzde 21 (önceden yüzde 15 ila yüzde 22,4) arasında daha düşük bir oran ve yüzde 25 ila yüzde 31 (önceden yüzde 25 ila yüzde 33,6) arasında daha yüksek bir oran belirleyebiliyor. Daha yüksek oran için eşik de 50.400 Avro'dan 60.000 Avro'ya yükseltildi.
Daha az sayıda bölgede, önceki yıllara kıyasla temel vergi muafiyetleri/istisnaları artırıldı. 2024 yılında Almanya, enflasyonun etkisini hesaba katmak için temel kişisel muafiyetini/istisnasını 10.908 Avro'dan 11.784 Avro'ya çıkardı. Benzer şekilde, Hırvatistan, istihdam geliri için temel muafiyetini/istisnasını 560 Avro'dan 600 Avro'ya çıkardı.
Finlandiya da temel kişisel muafiyetini/istisnasını artırdı. Kanada'nın birçok eyaleti (Yeni İskoçya, Prens Edward Adası ve Saskatchewan), enflasyonu hesaba katmak da dahil olmak üzere temel kişisel vergi muafiyetini/istisnasını ayarladı.
Letonya, tüm vergi mükellefleri için sabit bir asgari vergi muafiyeti getirdi ve bu muafiyetin önümüzdeki yıllarda kademeli olarak 510 Avro'dan 570 Avro'ya çıkması planlanıyor. Bu arada Litvanya, vergi muafiyet tutarı formülünü, asgari ücretten daha fazla kazanan bazı vergi mükellefleri için gelirin daha büyük bir kısmının muafiyet kapsamına alınmasını sağlayacak şekilde revize etti.
Bazı bölgeler, önceki gelir vergisi muafiyet/istisna tedbirlerini geri almak veya hedeflemelerini iyileştirmek amacıyla taban genişletme önlemleri aldı.
Hollanda, temel vergi kredisini 335 Avro azaltırken, aşamalı olarak kaldırılmasını asgari ücret seviyesine bağladı. Hollanda ayrıca, daha önce açıklanan yıllık 1.000 Avroluk artışa kıyasla (otomatik endeksleme mekanizmasına ek olarak) en üst gelir vergisi dilimi eşiğini 557 Avro artırarak planlanan artışı yavaşlattı.
Finlandiya, hane halkı giderleri için vergi kredisinin azami tutarını 1.600 Avroya düşürdü. İsveç, teminatsız krediler için faiz üzerinden vergi indiriminin aşamalı olarak kaldırılacağını duyurdu. Ek olarak İsveç, yenilenebilir elektriğin mikro üretimi için vergi indiriminin kaldırıldığını, güneş panellerinin kurulumunda vergi indirim oranının yüzde 15'e düşürüldüğünü ve işe gidip gelme masraflarının indirim konusu olabileceği eşiğin yükseltildiğini duyurdu.
Romanya, inşaat, tarım ve gıda endüstrisinde çalışanlar için 10.000 RON'luk gelir vergisi muafiyetini kaldırdı.
Kanada'da Manitoba (Kanada’da bir eyalet), 200.000 ila 400.000 Kanada Doları arasındaki gelirler için temel kişisel vergi kredisinin aşamalı olarak kaldırılacağını duyurdu. Son olarak, Kanada'nın Québec eyaleti, kariyer uzatmak için uygunluk yaşını 60'tan 65'e yükseltti.
Finlandiya, Grönland, İrlanda, Kore ve İsveç, istihdamı desteklemek amacıyla kazanılmış gelir vergisi kredilerini artırdı. Grönland, kazanılmış gelir vergisi kredisi oranını yüzde 3'ten yüzde 17,5'e çıkardı ve daha yüksek bir azami ödeme yaptı.
İsveç, kazanılmış gelir vergisi kredisini artırdığını ve kredinin aşamalı olarak kaldırılacağını duyurdu. Finlandiya, kazanılmış gelir vergisi indirimini kaldırdı. Ancak telafi edici bir önlem olarak, nitelikli gelir için kazanılmış gelir vergisi kredisini 6 puan artırarak yüzde 18'e çıkardı ve çocuk sayısıyla birlikte artacak olan azami tutarı yükseltti.
Kore, çift gelirli haneler için kazanılmış gelir vergisi kredisi almaya hak kazanma eşiğini 6 milyon KRW artırarak 44 milyon KRW'ye çıkardı.
İrlanda, kişisel vergi kredisini, çalışan vergi kredisini ve kazanılmış gelir vergisi kredisini 1.875 Avro'dan 2.000 Avro'ya çıkardı.
Meksika, gelir vergisinden istihdam sübvansiyonu indirimi oranında art arda artışlar uyguladı.
İtalya, yıllık gelirin 8.500 Avro'nun altında olması durumunda vergiye tabi gelire dahil edilmeyen yüzde 7,1, 15.000 Avro'ya kadar yüzde 5,3 ve 20.000 Avro'ya kadar yüzde 4,8 oranında otomatik olarak verilen bir vergi indirimi getirmiştir. Ayrıca, 40.000 Avro'ya kadar gelir elde eden çalışanlar için, azami 1.000 Avro indirimle iade edilmeyen bir vergi indirimi getirmiştir.
Ülkeler ayrıca belirli gelir veya ikramiye türleri için avantajlı vergi hükümleri getirdi. Yunanistan ayda 300 Avro'ya kadar olan bahşişlere vergi muafiyeti getirdi.
Portekiz, verimlilik ikramiyeleri, performans ikramiyeleri veya çalışanın temel maaşının yüzde 6'sına kadar olan kar paylaşımı şeklinde gönüllü ödemeler için vergi muafiyeti getirdi.
Lüksemburg, kar paylaşımı ödemelerinin yüzde 50 vergi muafiyetinden yararlandığı katılım primini genişletti.
Hollanda, işverenlerin çalışanlarına vergisiz ödenekler sağlayabildiği ilk dilim iş maliyeti planının kapsamını, 400.000 Avro'nun altındaki gelirin yüzde 1,92'den yüzde 2'ye çıkardı.
Bazı ülkeler, belirli sektörleri desteklemek için gelir vergisi teşvikleri getirdi. Yurt içi yüksek teknoloji sektörünü hedefleyen bir dizi reformun parçası olarak, Ermenistan bilimsel araştırma ve geliştirmeyle ilgili ücretler için yüzde 10'luk indirimli bir gelir vergisi oranı getirdi.
Yunanistan, görev başındaki doktorların ücretlerine yüzde 22'lik sabit bir oranda ayrı bir vergilendirme getirdi.
Almanya, tarım ve ormancılık sektöründe gelir dengeleme seçeneğini genişletti. 2028 yılına kadar, tarım ve ormancılıktan elde edilen gelir, iklim değişikliği ve genel olarak dalgalanan hava koşulları nedeniyle kademeli gelir vergisi tarifesi kapsamında kâr dalgalanmalarının olumsuz etkisini azaltmak amacıyla üç yıllık bir süreye eşit olarak dağıtılabilecek.
Danimarka ve Slovenya, şirket hisseleri şeklinde sağlanan tazminatların vergilendirilmesinde değişiklikler getirmiştir. Danimarka, KOBİ'lerin hisse senedi bazlı tazminatlarını kolaylaştırmayı amaçlayan, çalışanların sahip olduğu hisse senetlerinin vergilendirilmesinde değişiklikler duyurdu. Slovenya, yeni kurulan şirketlerin çalışanları için hisse senedi bazlı tazminatlarda vergi yükümlülüğünün doğduğu noktayı, hisselerin çalışana devredildiği andan, hisselerin elden çıkarıldığı veya iş akdinin sona erdiği ana kadar değiştirdi.
Çeşitli bölgeler, engelli çocuklu ve bakmakla yükümlü olduğu kişiler olan aileler için gelir vergisi muafiyeti/istisnası sağladı. Macaristan, bakmakla yükümlü olduğu çocuk sayısıyla birlikte artan aile ödeneğinin yanı sıra engelli bakmakla yükümlü olduğu kişiler için ödeneği kademeli olarak iki katına çıkaracağını duyurdu. Benzer şekilde Hırvatistan, bakmakla yükümlü olduğu çocuğu olan aileler için daha büyük ayarlamalarla çocuk ödeneğinin miktarını ve engellilik ödeneğini artırdı. Kore, bakmakla yükümlü olduğu çocuk sayısıyla birlikte vergi indiriminin miktarını artırdı. Ayrıca Kore, 2026 yılı sonundan önce boşanan çiftler için geçici bir vergi indirimi getirdi.
İrlanda, tek kişilik çocuk bakıcısı vergi indiriminin, engelli çocuk vergi indiriminin, bakmakla yükümlü olduğu akraba vergi indiriminin ve görme engelli vergi indiriminin miktarlarını artırdı.
İrlanda ve Kanada'nın çeşitli eyaletleri yaşlılar için ek gelir vergisi indirimi getirdi. İrlanda, evde bakım kredisini 150 Avro artırarak 1.950 Avro'ya çıkardı.
Kanada’nın bazı eyaletleri (Yeni İskoçya, Prens Edward Adası ve Saskatchewan), yaşlılar için kişisel vergi muafiyetlerini/istisnaasını enflasyona göre ayarladı.
/././
Suçlu kadıysa, kadıyı kime şikâyet etmeli?-Namık Tan-
Fidan AB’ye “bizi olduğumuz gibi alacaksınız” yollu üst perdeden çıkışırken, “kent uzlaşısı” suçu (!) süreçle çelişince Şişli Belediye Başkanı Şahan yolsuzluk suçlamasına dahil ettiriliyor. Ve bizden bu kafanın yaptığı ve yürüttüğü varsayılan dış politikayı Türkiye’ye sahip çıkmak adına savunmamız bekleniyor. Nereden baksanız tutarsız, nereden baksanız mantık dışı
CHP İstanbul İl Başkanlığı'nın arka girişinde milletvekillerine gaz sıkıldı, 8 Eylül (Fotoğraf: Can Öztürk)Ankara’dan gecikmeli kalkan uçakla İstanbul’a gece yetişebildim. Havaalanından doğruca abluka altındaki il başkanlığımıza gittim. Kapının önündeki ve içerideki manzaraları biliyorsunuz yeniden betimlemeyeceğim. İl başkanlığımıza yönelik saldırı Cumhuriyet tarihimizin en kara lekelerinden biri olarak mevcut kötücül düzeni bir kez daha tarihe geçirtti.
Ertesi gün kamuoyuna yansıyan o içler acısı görüntüleri de pek çoğunuz izledi, tekrar anlatmayacağım. Herhalde kimin kim olduğu yeterince açık.
Ülkesini elinden geldiğince 40 yıl bir hariciye mensubu olarak en iyi biçimde temsil etmeye çalışmış bir yurttaş olarak şu düştüğümüz hallerden ne denli hicap ve hicran duyduğumu ise zaten anlatamam. Nitekim, eylül ayıyla birlikte görevimiz gereği katılmaya başladığımız AGİT ve NATO ile Avrupa Konseyi toplantılarındaki muhataplarımızın Türkiye’deki bu son gelişmelere dair sorularına ne cevap vereceğimizi bilemez olduk.
Zira, iktidar mensupları pek dışına çıkamadıkları küçük dünyalarından bakarak hiç sıkılmadan bizi yani CHP’yi Türkiye’yi Avrupa’ya ve Avrupa medyasına her fırsatta şikâyet etmekle suçluyor. Şu günümüzde haliyle uygunsuz kaçan ancak özü güncel kalan malûm kadı fıkrasında olduğu gibi kadıyı kime şikâyet edelim? Hedefimiz cumhuriyetimizi çağdaş uygarlık düzeyine yükseltmek olmasın mı?
Öte yandan, Dışişleri Bakanı Fidan bir başka âlemde: Herhalde güzel kentin tılsımına kapılıp “Roma Tatili” havasına girmiş olacak ki, ev sahibi mevkidaşı Tajani’yle ortak basın toplantısında “AB'ye tam üyelik Türkiye için stratejik bir hedef olmayı sürdürüyor. Bu süreçte AB’den beklentimiz, dar siyasi hesaplarla ön yargılı bir tutum takınmaması ve Türkiye-AB üyelik sürecini canlandıracak adımlar içeren bir vizyon geliştirmesidir” buyurmuş.
Yani aynen bize burada dedikleri gibi Avrupalı müttefik ve muhataplarımıza “unutun İmamoğlu’nu, hukuksuzluğu, boğazlanan laik eğitimi, kısıtlanan özgürlükleri, kesilen sosyal hakları ve bütün yaptığımız haksızlıkları, yurttaşlarımıza reva gördüğümüz kara düzeni, bizi olduğumuz gibi kabul edin, yel kayadan toz alır, biz buradayız” demeye getiriyorlar.
Özetle, iktidar, kapısını omuzlayarak zorla gireceğini düşündüğü kulübe kendini üye yazdıracağını sonra da o kulübün kurallarına zinhar uymayacağını varsayıyor. Herhalde Fidan’ın zihin dünyasında laik cumhuriyet, demokrasi ve hukuk devleti gibi temel kavramlar “dar-ül harba” ait şirk koşmalardan ibaret ve dolayısıyla “takiyye” mübah olsa gerek. Fidan, AB üyeliğini Şara’ya kravat taktırıp, takım elbise giydirmek kadar basit bir siyasal gözbağcılığı sanıyor olsa gerek.
Eş zamanlı olarak, Erdoğan, 2020 yılından bu yana ülkemize ayak basmayan ancak defalarca ayağına gidilen dostu Putin’le yine bir resim verebilmek uğruna bu defa Çin’e kadar gidiyor. Buna karşılık Paris’te yapılan ve müttefiki olduğumuz Ukrayna’ya destek için gönüllüler koalisyonu toplantısına ise Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz’ın video bağlantı ile Ankara’dan katılmasıyla yetiniliyor.
Bu arada, Polonya, hava sahasını ihlâl eden Rus İHA’larını düşürüp NATO’yu olağanüstü toplantıya çağırıyor. İsrail Katar’da Hamas yöneticilerini vuruyor. Katar, ABD’nin Merkez Kuvvetler Komutanlığı CENTCOM’a evsahipliği ediyor. Ama aynı zamanda hava kuvvetlerimizin altı adet F-16’sı ve bir birliğimiz de orada konuşlu.
Trump, İsrail’in saldırısına destek olmadığı gibi kınamıyor da. Erdoğan ise Beyaz Ev’den beklediği davet bir türlü gelmediği için Trump’la önümüzdeki günlerde New York’ta yapılacak BM Genel Kurulu toplantısı marjında ayaküstü bir görüşme kotarmak derdinde. Dolayısıyla, susuyor. Ancak, Trump’la balayının çabuk bittiği anlaşılıyor. Nitekim, ABD ile ikili ilişkiler tıkalı kalmaya devam ediyor.
Bu durumun oluşmasında ABD’deki güçlü İsrail lobisinin payı olduğu aşikâr. Fidan’ın her fırsatta bol keseden övgüler düzdüğü Büyükelçi Barrack’ın benzer biçimde kamuya açık olarak Erdoğan, Fidan ve Kalın’dan sitayişle söz ederken, Ankara’dan aradığını bulamadığı da giderek daha fazla duyuluyor. Barrack kendi açısından haksız değil, zira ne Ukrayna ne Suriye dosyalarında Ankara’nın vaat edip de yerine getirebildiği bir ilerleme var.
Vaşington icraat bekliyor, Ankara kanaat paylaşıyor. Çünkü iktidarın deneyimli amatörlerinin diplomasiden anladıkları veya diplomasiyi kullanma biçimleri bir foto op’lar* dizisinden ibaret. Onlar kurnazlığı akılla karıştırıyor, âlemi küçümsüyor. Onlar için mazruf değil zarf önemli, diplomasi de bir “PR” veya “marketing” faaliyeti. Altına imza atılan, NATO Zirvesi bildirgelerini “nasılsa kimse okumuyor” diyerek umursamıyorlar. Gerçek sınamalar yerine “İsrail işgali” gibi sanal tehditler, öcüler yaratarak toplumu “gütmeye” yelteniyorlar.
İsrail Gazze’deki toptan işgalinin yanı sıra 72 saatte Katar, Tunus, Suriye, Lübnan, Yemen’de hedeflerini vurabilecek kadar pervasız, eli de artık İran’ın en doğusundaki Meşhed’e dek uzanabiliyor. Ama aynı zamanda Fransa ve Suudi Arabistan’ın başını çektiği Filistin’de iki devletli çözüm girişimine BM’de Genel Kurul arefesinde 142 ülke destek veriyor.
Yani her ne kadar İsrail’i yalnızca ABD durdurabilecekse de İsrail bölgedeki mutlak askeri üstünlüğünü siyasi başarıya tahvil etmekte duvara dayanmış görünüyor.
Ukrayna’da benzer pervasızlıkla Putin Rusya’sı başkent Kyiv başta yerleşim birimlerini, sivil hedefleri görülmedik yoğunlukla vuruyor. Polonya hava sahasının ihlâli NATO’ya alarm verdiriyor.
Trump ilk kez Putin’le ilgili soruya “sabrının taşmakta olduğu” yanıtını veriyor. İsrail için olduğu gibi, Ukrayna’da da, denge ancak ABD’nin alana inmesiyle değişebilir.
Ankara ise “masaya oturturuz” diyemiyor, “evsahipliği ederiz” diyebiliyor. “Çözüm için taraflarla temas halinde ortaya koyduğumuz plan şu” diyemiyor, “ateşkes mevcut çatışma hattının dondurulmasıyla olası” diyebiliyor. Çünkü diplomasi buradan oraya nasıl gidileceğinin yordamıyla ilgili; mümkünü makulde aramakla, doğruları gerçeklerin üzerine kurgulamakla işlevsel. Diplomasi, laf ebeliği ve fotoğraf çektirmek değil.
Suriye’de de Şara İsrail’le doğrudan uzlaşı arayışında. CENTCOM Oramiral Cooper beraberinde (kağıt üzerinde) Ankara’da mukim Suriye Özel Temsilcisi Barrack’la beraber Şam’da Şara’yı ziyaret ediyor. Zira, Ankara’nın aracılığına ihtiyaç yok. Ankara’nın ise, Suriye siyaseti, Türkiye sıkletinde ve niteliğinde bir komşu ülkeye yakışmayacak biçimde tek boyuta, tek maksada indirgenmiş durumda: SDG kendi kendine dağılsın ve içerideki derme çatma “süreç” ilerlesin.
Yukarıda değindiğim üzere, Fidan AB’ye “bizi olduğumuz gibi alacaksınız” yollu üst perdeden çıkışırken, “kent uzlaşısı” suçu (!) süreçle çelişince Şişli Belediye Başkanı Şahan yolsuzluk suçlamasına dahil ettiriliyor. Bayrampaşa Belediye Başkanı tutuklanıp, belediye meclisinde çoğunluğu ele geçirmesine yetecek sayıda meclis üyesi de zindana attırılıyor. Ve bizden bu kafanın yaptığı ve yürüttüğü varsayılan dış politikayı Türkiye’ye sahip çıkmak adına savunmamız bekleniyor. Nereden baksanız tutarsız, nereden baksanız mantık dışı.
*“Photo Opp” bir siyasetçi veya liderle önceden planlanan fotoğraf çektirme seansı, “photo opportunity” tamlamasının kısaltılmış hali.
/././
Amerika’da Koreli çalışanların tutuklanmasının çağrıştırdıkları -Hakan Okçal-
Georgia Eyaleti’nde vuku bulan ABD tarihinin en büyük baskını kaçak göçmenlere karşı yapılmadı. Orta Çağ'daki adi suçlular gibi demir zincirlere vurulan Korelilerin bir kısmının yasal yollardan Amerika’ya gelen teknik eleman ve mühendisler olduğu ifade ediliyor.
ABD'de Hyundai-LG fabrikasına yapılan baskın, 475 çalışan tutuklandıHyundai-LG fabrikası baskını
Geçen hafta Amerikan Göç İdaresi (ICE), Georgia Eyaleti’ndeki Hyundai-LG fabrikasına tarihindeki en büyük operasyonu gerçekleştirerek hem ülkenin dış ilişkilerini hem de ekonomisini etkileme potansiyeline sahip derin bir krize sebebiyet verdi.
500’den fazla ICE ajanın, 300’ü Koreli olmak üzere 475 çalışanı tutukladığı bu olayda basılan Hyundai-LG’ye ait tesis, toplam 7,6 milyar dolar yatırımla kurulan devasa Hyundai elektrikli araç fabrikasının montaj aşamasındaki batarya bölümüydü. ABD’nin çok ihtiyaç duyduğu bir açığı kapatması öngörülen fabrikanın bu bölümü Hyundai ile ortaklık halinde, yine Koreli olan LG ES şirketi tarafından inşa ediliyordu.
Elektrik bataryaları
Dünyadaki en büyük batarya üreticileri Çinli şirketler. Çinli CATL ve BYD gibi markalar dünya üzerinde üretilen bataryaların yüzde 60’ını sağlıyorlar. Çinlileri Koreliler takip ediyor. LG ES (Energy Solution), dünyadaki en kaliteli bataryaları üreten şirketlerden biri. Korelilerin Samsung SDI ve SK On şirketleri de oldukça iddialılar. Onları açık ara geriden Japonlar ve Amerikalılar takip ediyorlar. Avrupalılar daha da gerideler. Bir örnek vermek gerekirse, Elon Musk’ın Tesla’sı bataryalarını yakın zamana kadar esas olarak Çinli BYD’den alıyordu. Trump yeniden iktidara geldikten sonra Tesla kendi bataryalarını yapmak için çaba sarfetmeye başladı ama arayı kapatması çok zor görünüyor. Amerikalılar bu yüzden Korelilere muhtaç durumdalar.
Bütün ülkeler sıvı yerine daha uzun menzilli katı hal bataryaları üzerinde çalışırken, Koreliler ve Japonlar bir yandan da sıvı hidrojen kullanılan fuel-cell (yakıt hücresi) üzerinde yoğun çaba harcıyorlar. Günün birinde şu anda prototip olarak denenen fuel-cell’ler geliştirilirse, elektrikli arabaların pabucu dama atılacak.
Trump kaçak göçmenlere karşı
Trump iktidara geldiğinden bu yana, verdiği seçim sözünü tutarak ülkede kaçak göçmenlere karşı operasyonları artırdı. İnsan hakları hassasiyeti yüksek Amerikalılar veya kaçak göçmenlerin sırtından haksız kazanç sağlayan, büyük çiftlik sahipleri gibi kesimler dışında, ortalama Amerikalıların bu duruma pek itirazları yok, hatta memnunlar. Zira kaçak göçmenler, aynı bizde olduğu gibi, çok az ücretle ve sigortasız çalışmayı kabul ettikleri için ortalama Amerikalı işçinin işini elinden alıyorlar. Diğer taraftan özellikle şehirlerde artan adi suç oranlarında kaçak göçmenlerin payı ortalama Amerikalıya göre daha yüksek. Trump’ın seçilmesinin bir nedeni de sokakları güvenli hale getireceği yolunda verdiği sözlerdi.
Ama Georgia Eyaleti’nde vuku bulan ABD tarihinin en büyük baskını kaçak göçmenlere karşı yapılmadı. Orta Çağ'daki adi suçlular gibi demir zincirlere vurulan Korelilerin bir kısmının yasal yollardan Amerika’ya gelen teknik eleman ve mühendisler olduğu ifade ediliyor. Diğerlerinin de çalışma vizesi almanın güçlüğü karşısında vize serbestisinden yararlanarak kısa süreli montaj ve eğitim işlerinde çalıştırılan elemanlar olduğu anlaşılıyor. Zira Güney Koreliler bizim hayal edemeyeceğimiz şekilde, ABD vizesinden muaflar. Kore şirketlerinin, diğer bazı Uzakdoğu şirketleri gibi ABD’de karşılaştığı en büyük sorunlardan biri, iyi yetişmiş, gereken çalışma motivasyonuna sahip insan gücünü orada bulamamaları. Örneğin dünyanın en büyüğü olan Tayvanlı TSMC yarı iletken üreticisi, ABD’de kurduğu fabrikada Tayvan’daki verimi alamadığından şikayetçi.
Bu şirketlerin ABD’de fabrika kurmalarını sebebi yönetimden gördükleri baskılar. Liberal ilkelere dayalı dünya ticaret sisteminin sonu çok önceden geldi. Yanılmayalım, ne Hyundai ne TSMC ne de KİA ABD’ye yatırım yapmaya Trump döneminde değil, Biden döneminde karar verdiler. Trump’tan gelen baskılar öncekileri katmerledi, o kadar.
ABD geride kalıyor
ABD şu anda birçok kritik sektörde geride kalmaya başladı. Yarı iletkenler ve araç bataryaları bu konuda sadece iki örnek. Örneğin ABD, konvansiyonel bir alan sayılabilecek gemi sanayisinde de geride. ABD gemi sanayisindeki açığını Güney Kore sayesinde kapatmaya çalışıyor. Güney Kore bu alanda ABD’ye 150 milyar dolarlık bir yatırım yapma taahhüdünde bulundu.
Araç bataryaları konusunda iddialı ülkeleri yukarıda sıralamaya çalıştık. Geleceğin teknolojileri açısından en önemli sektörlerin başında yarı iletkenler geliyor. Bu konuda Tayvan hem üretim kapasitesi hem de teknolojik üstünlük bakımından lider ülke. Şu anda yaygın olarak kullanılan konvansiyonel çiplerde TSMC tek başına dünya üretiminin yüzde 60’ını karşılıyor. Ama AI temelli sistemler için çok daha verimli olan ve gelecekte diğerlerini piyasadan silmesi beklenen 7 nm’den (nanometre) küçük yeni jenerasyon çiplerde Tayvan’ın ezici bir üstünlüğü var. Güney Kore de bu alanda hızla yükseliyor. Samsung ve SK Hynix, TSMC’nin rakipleri. Bunlar 3 nm’ye kadar küçültülmüş çip üretmeyi başardılar. Yerel madenler bakımından herkesten daha avantajlı olan Çin çip alanında büyük atılımlar yapmış olmasına rağmen, gereken ileri teknolojiye henüz sahip olmadığı için, yeni jenerasyon çiplerde Tayvan ve Korelilerin gerisinden geliyor. Japonya da Tayvan ve Güney Kore’nin hayli gerisinde kaldı.
ABD bir zamanlar bu alanda tek ve en güçlü ülkeydi. Ama üstünlüğünü sırf ticari hesaplar uğruna Uzakdoğululara kaptırdı. ABD, içeride üretim pahalıya geldiği gerekçesiyle Tayvan’a ihale ettiği çip üretimi için şimdi bu ülkeden ve Kore’den destek alarak açığını kapatmaya çalışıyor. Bakalım NVIDIA, Apple, Qualcom gibi ABD şirketleri gereken atılımı yapabilecekler mi?
Esas olan vizyon
ABD için ortada temel bir sorun var. Çin olsun, Güney Kore olsun, Tayvan olsun, bunlar uzun vadeli düşünen, plan yapan, sektörel ve kamusal koordinasyonu titizlikle gözeten, ARGE ve eğitim alanlarında büyük paralar harcayan ülkeler. Bu hasletler ABD’de yok. Örneğin Çin, Tayvan ve Kore bir zamanlar teknik eleman yetiştirmek için ABD üniversitelerine öğrenci gönderirken, şimdi gereken insan gücünü ihtiyaçlarına göre kendi üniversitelerinden karşılıyorlar. Bildiğimiz teknolojik ürünlerin çoğunda kendi vatandaşlarının imzası var. Buna karşılık Uzakdoğu firmaları ABD’de artık vasıflı eleman bulmakta güçlük çekiyorlar.
Diğer taraftan, Trump liberal görüşlü oldukları veya kendine biat etmedikleri gerekçesiyle saygın ABD üniversitelerinin fonlarını kesip örselemekle meşgul. Bu hikâyenin daha ağırı bizde yaşanıyor. Bundan sonra ABD’den yeterince yaratıcı beyin çıkmazsa hiç şaşırmayalım. Yetenek rahat etmediği yerden kaçar.
Bizde ise durum çok daha vahim. ODTÜ, Boğaziçi gibi üniversiteler örselenirken Türkiye’yi tabela üniversiteleri mi, sahte diplomalar mı ileriye götürecek? Bilim üretmek yerine ümmet anlayışlı kindar nesiller yetiştirelim derken kantarın topuzu kaçtı.16 yaşındaki çocuklar babalarının silahını kapıp maalesef karakol basmaya başladılar. Bunun ne kadar tehlikeli bir gelişme olduğu umarım gereğince algılanır.
ABD’de ICE ülkenin ekonomik ve diplomatik çıkarlarını gözetmeden, çok değerli bir yatırımı durdurma pahasına Hyundai-LG fabrikasını yüzlerce memurla basabiliyorsa, kurumsal eşgüdüm ve devlet vizyonu ortadan kalkmış demektir. Oysa daha bir hafta önce Güney Kore Cumhurbaşkanı Trump’ı Beyaz Saray’da ziyaret etmiş, Güney Kore’nin ABD’ye 350 milyar Dolarlık teknolojik yatırım yapmasına karar verilmişti. Bu baskından sonra Güney Kore şirketlerinin ABD’ye nasıl yatırım yapmak isteyecekleri meçhul. Bu gibi kaygıları önlemek için akla en yatkın yol ABD’nin kritik alanlarda yatırım yapacak yabancı şirketlere teşvik ve ayrıcalıklar vermesi olabilir. Bir başka yol da iç pazarda bulunamayan iş gücünü temin etmek için çalışma vizesi koşullarının gevşetilmesi. Ama burnundan kıl aldırmayan Trump yönetimi buna yanaşır mı kuşkuluyum. Trump yönetimi ICE hakkında Korelileri yatıştıracak bir açıklama yapmaktan dahi uzak durdu. Yangını söndürmek yine Kore tarafına düştü. Kore Dışişleri Bakanı tutuklanan vatandaşlarının serbest bırakılması için Washington’un yolunu tutmak zorunda kaldı.
Türkiye’ye kim gelir?
Türkiye’nin ABD gibi davranma lüksü yok. Türkiye yabancı yatırım çekmek için teşvik üzerine teşvik verdiği halde uzun süredir istenen sonucu alamıyor. Gelmezlerse gelmesinler diyemeyiz. Neden gelmedikleri çok açık, memlekette demokrasi yok, hukuk yok, öngörülebilir ve güvenilebilir bir ekonomi yok. Her gün yeni bir ekonomik krizin yaşandığı, ana muhalefet partisinin yargı eliyle her an kapatılma tehdidiyle karşı karşıya olduğu, onlarca siyasetçi ve aydının hapislerde çürüdüğü, kendi yetişmiş vatandaşlarının terk ettiği, mahkemelerin hukuk dışı kararlar verdiği, kurumların işlemediği, rüşvet ve yolsuzluğun ayyuka çıktığı bir ülkeye kim güvenir de parasını yatırır. Demokrasi, hukuk, şeffaflık vb. bunlar şu anda Kaf Dağı’nın ardında maalesef.
/././
Türkiye artan sel ve aşırı yağış risklerine karşı önlem almalı -Doç. Dr. Doğukan Doğu Yavaşlı-
Kuraklık ve artan sel riski, aslında aynı madalyonun iki yüzü. Batı ve Güneybatı Anadolu’da kış yağışlarının azalması tarımsal kuraklığı artırırken, Doğu Karadeniz ve Doğu Akdeniz’de kısa sürede düşen sağanaklar ani sellere yol açıyor. Türkiye’nin önceliği ise altyapıyı güçlendirmek, erken uyarı sistemlerini yaygınlaştırmak ve kentleri aşırı yağışlara hazırlamak olmalı

Batı Akdeniz gitgide kuruyor
Akdeniz’deki yağış desenlerini frekans, şiddet ve süreklilik gibi farklı açılardan inceleyen bir dizi iklim indeksi kullanarak gerçekleştirilen araştırma, belirgin bir coğrafi ayrışmaya işaret ediyor.
İber Yarımadası’nı ve Kuzey Afrika’yı kapsayan batı bölgelerindeki toplam yıllık yağış miktarında, 10 yılda 60 mm’ye varan düşüşler gözlemleniyor. Kulağa küçük gelebilecek bu miktar, İzmir’in ortalama bir aylık yağışına ya da Antalya’nın yaz aylarında aldığı toplam yağışa denk geliyor. Yani Batı Akdeniz’de her 10 yılda bir, koca bir ayın yağışı gökyüzünden eksiliyor. 50-60 yıl gibi uzun bir vadeye yayıldığında bu kayıp, toplamda birkaç yüz milimetreye ulaşıyor - bu, bölgenin neredeyse bir yıllık yağışını yitirmesi anlamına geliyor.
Şiddetli yağışların yaşandığı, yani bir günde 10 mm’den fazla yağışın düştüğü günlerin sayısı ise her 10 yılda yaklaşık iki gün azalıyor. Bu durum, bölgede su kıtlığı ve kuraklık riskinin giderek arttığı anlamına geliyor.
Doğu Akdeniz’de ani sel ve su baskını riski artıyor
Balkanlar, Türkiye ve Levant bölgesini içeren Doğu Akdeniz’de ise tam tersi bir eğilim hakim. Özellikle kuzeydoğu bölgelerinde şiddetli yağış alan gün sayısı artıyor. Tek bir günde yağan maksimum yağış miktarında ise 10 yılda 3 mm’ye varan artışlar saptanıyor. Yağmurun kısa sürede ve şiddetli düşmesi, barajların su tutmasını zorlaştırıyor. Toprağın ememediği su ise hızla yüzey akışına geçiyor. Özetle bu bulgular, ani sel ve su baskını risklerinin yoğunlaştığını gösteriyor.
Batı’da kış kuraklığı, Kuzey’de sonbahar selleri artışta
Yapılan analiz, yağış rejimindeki değişimin sadece yıllık toplamlarla sınırlı kalmadığını, mevsimsel dağılımında da ciddi kaymalar olduğunu ortaya koyuyor.
Batı Akdeniz’deki kuraklaşma eğiliminin arkasındaki en önemli itici güç olarak, kış yağışlarındaki belirgin azalma öne çıkıyor. Tarım ve su kaynakları için kritik önemde olan kış yağışlarının azalması, bölgenin ekolojik ve ekonomik dengesini tehdit ediyor.
Buna karşılık, özellikle Kuzey Akdeniz’de, sonbahar yağışlarının hem sıklığında hem şiddetinde bir artış eğilimi gözleniyor. Bu durum, sonbahar aylarında sel riskinin artabileceğine işaret ediyor.
Son olarak Doğu Akdeniz’de ise özellikle kış aylarında yoğun ve uzun süreli yağışların arttığı gözleniyor. Bu, sel tehlikesini güçlendirecek bir gelişme.
Kuraklık ve sel süreleri de değişiyor
Çalışma, yağışsız (kurak) ve yağışlı (ıslak) geçen ardışık günlerin süresini de mercek altına alıyor. Bulgular, Batı Akdeniz’de, özellikle yaz aylarında, ardışık kurak günlerin süresinin uzadığını, yani kurak dönemlerin daha kalıcı hale geldiğini gösteriyor.
Doğu Akdeniz’de ise kış aylarında ardışık ıslak günlerin sayısında bir artış eğilimi var. Bu eğilim, uzun süren yağışlı havaların sel riskini daha da artırabileceği anlamına geliyor.
Yağışlara karşı altyapı güçlendirilmeli, erken uyarı sistemleri getirilmeli
Akdeniz’deki bu belirgin doğu-batı ayrışması, iklim değişikliğiyle mücadelenin ve uyum çabalarının ne kadar çok yönlü olması gerektiğini gösteriyor. Batı Akdeniz ülkelerinin su kıtlığına ve tarımsal kuraklığa karşı acil eylem planları geliştirmesi, su tasarrufu teknolojilerine yatırım yapması ve kuraklığa dayanıklı ürünlere yönelmesi hayati önem taşıyor.
Türkiye’nin de içinde bulunduğu Doğu Akdeniz ülkeleri için ise öncelik, artan sel ve aşırı yağış risklerine karşı altyapıyı güçlendirmek, erken uyarı sistemlerini etkinleştirmek ve kentsel planlamayı bu yeni iklim gerçekliğine göre şekillendirmek olmalı.
Akdeniz’in kaderinin ortak, ancak zorluklarının farklı olduğunu bilimsel verilerle ortaya koyan bu araştırma, bölgesel işbirliğinin yanı sıra her ülkenin kendi iklimsel zafiyetlerine odaklanan ulusal politikalar geliştirmesinin bir zorunluluk olduğunu da gösteriyor.
/././
Diyarbakır-İstanbul hattında Merve bebeğin şüpheli ölümü: Yenidoğan skandalının merkezindeki hastanede neler yaşandı?-Tolga Şardan-
Merve bebek, Sağlık Bakanlığı personeli aracılığıyla aileye hiçbir açıklama yapılmadan alınan seyahat onayıyla İstanbul’a götürülerek tedaviye alındı. Aile henüz iki haftalık olmamış bebeklerinin acı haberini aldı, kendilerine “bebeğin, böbreklerinin tedavi için verilen ilaçları kaldıramadığı için yaşamını yitirdiği” anlatıldı. Merve bebeğin dosyası halen açık, Sağlık Bakanlığı’nın “vurdumduymazlığı” sebebiyle savcılık soruşturmasında henüz adım atılabilmiş değil

İstanbul’da geçen yıl patlak veren “yenidoğan skandalı” henüz belleklerdeki tazeliğini koruyor.
İki ayrı dosyanın birleşmesiyle yargılama halen devam ediyor. Mahkemenin yaptığı değerlendirmeler sonrasında cezaevinden tahliye ettiği sanıklar var.
Bu konuda yeni bir dosyaya ulaştım. Konunun merkezinde yine yenidoğan soruşturmasında yer alan hastaneler arasındaki Özel Şafak Hastanesi.
Okuduğum dosyada, yine bir bebek ölümü var. Ancak bu defa işin içeriği farklı.
Diyarbakır’da dünyaya gelen bir bebeğin “katarakt” ameliyatı olması gerektiğinin ifade edilmesiyle başlayan ve Sağlık Bakanlığı’na ait özel uçakla İstanbul’a götürülüp tedavi edilirken birden yaşama veda etmesiyle sonuçlanan bir süreç...
Detayları aktarayım vakit geçirmeden.
Merve bebek; 5 Ağustos 2016 günü, Münevver ve Veysi Baci çiftinin evladı olarak Diyarbakır’daki Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesinde dünyaya gözlerini açtı.
Henüz hastaneden taburcu olmamışken, doktorlar ameliyat nedeniyle tedavisi devam eden anne Münevver Baci’ye, Merve bebeğin gözünde “katarakt” bulunduğunu ve ameliyat için İstanbul’a gönderilmesi gerektiğini aktardı.
Tedavisi nedeniyle sağlık sorunu devam eden Münevver Baci, bebeğinin İstanbul’a gönderilmesine onay vermedi. Bunun üzerine hastane yönetimi, baba Veysi Baci’ye ulaşarak onay talebinde bulundu.
Baba Veysi Baci ise diğer evladının yaşadığı sağlık sorununun tedavisi için Batman’daydı. Merve bebeğin İstanbul’a gönderileceğinden haberdar olmasıyla birlikte Batman’dan yola çıkan Veysi Baci, Diyarbakır’daki hastaneye geldiğinde sürprizle karşılaştı.
Hastane yönetimi, babaya açıklama yapmak yerine doğrudan Diyarbakır Havaalanı’na gönderdi. Baba Baci, ne olduğunu anlamaya çalışırken, kızının İstanbul’a uçuş için bekleyen Sağlık Bakanlığı’na ait özel uçağa bindirildiğini gördü.
Baba Baci, kalkış hazırlıkları yapan uçağa yerleştirilen henüz 10 günlük bebeğini görmek istediğini söyledi. Ancak uçağa gidişin yasak olduğu belirtilen Baci’ye hiçbir açıklama yapılmadan görevliler tarafından uçuş öncesinde seyahat onayı alındı.
Baba Veysi Baci, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Merve bebek, Sağlık Bakanlığı personeli aracılığıyla İstanbul’a götürülerek o dönemde adı Özel Bağcılar Tekden Hastanesi’nde tedaviye alındı.
Bu arada hastanenin adı daha sonra Özel Şafak Hastanesi olarak değiştirildi ve geçen yıl ortaya çıkarılan yenidoğan soruşturması merkezinde yer aldı.
Doğum sonrasından hastaneden taburcu edilmeyen Merve bebeğe henüz kimlik çıkartılacak zaman bile olmamıştı. İstanbul’daki hastane yönetimi, Baci Ailesi’ne ulaşıp bebeğe kimlik kartı çıkartılması talep edildi.
Aile, henüz iki haftalık olmamış bebeğe kimlik kartı çıkartma işlemini yürütürken, acı haberi aldı maalesef.
Ailenin neler yaşadığını düşünebilirsiniz?
Takip eden günlerde hastane yönetimi aileyi hastaneye davet ederek 1 Kasım 2016 günü Merve bebeğin cansız bedenini baba Veysi Baci’ye teslim etti. Baba Baci, hakkında hayallerine sahip olduğu bebeğini kucağına aldığında aklından neler geçtiğini hatırlamıyordu.
Hastane yönetimiyle görüşen Baci’ye, “bebeğin, böbreklerinin tedavi için verilen ilaçları kaldıramadığı için yaşamını yitirdiği” anlatıldı.
Bebeğinin cansız bedeniyle kala kalan baba Baci, Diyarbakır’a dönerek evladını toprağa verdi.
Aradan geçen sekiz yılın sonunda İstanbul’da aralarında Merve bebeğin de şüpheli biçimde yaşamını yitirdiği Özel Şafak Hastanesi’nde yer aldığı yenidoğan bebek çetesi soruşturması başlatıldığında Baci Ailesi, dosyaya müdahil olabilmek amacıyla harekete geçti.
Baba Baci, şikayetçi olabilmek amacıyla doğumun gerçekleştiği Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi’ndeki doğum ve İstanbul’a sevk raporunu alabilmek için birçok kez girişimde bulundu. Ancak acılı babaya her defasında hastaneden “red” yanıtını verildi.
Yaşanan gelişmeler sonrasında şüpheleri daha da büyüyen Baci Ailesi, geçen kasımda aynı zamanda yoğun bakım çetesi soruşturmasını yürüten Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı’na resmi başvuru yaptı.
Baci Ailesi’nin iddiaları sonrasında soruşturmayı yürüten Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı, geçen ocak ortasında Sağlık Bakanlığı’ndan soruşturma izni verilmesi ya da verilmemesini talep etti.
Sağlık Bakanlığı’nın görevi Baci Ailesi’nin iddialarında adı geçen personeli tespit etmek, Merve bebeğe yapılan sağlık işlemlerine ait işlemlerin kayıtlarını ortaya çıkarmak.
Ancak savcılık yazısının gönderildiği 13 Ocak 2025’ten bu yana -yarın 13 Eylül olması sebebiyle- üzerinden tam sekiz ay geçti. Fakat, Sağlık Bakanlığı’ndan henüz olumlu ya da olumsuz ses yok!
Bakanlığın sessizliği devam ederken savcılık, geçen nisanda bakanlığa eleştirel yazı gönderip talep edilen bilgilerin bir an önce gönderilmesini talep etti. Ancak bakanlık bu resmi yazıya da “ilgide kayıtlı yazı incelenmiştir. Bahsi geçen dosya Mesleki Sorumluluk Kurulu tarafından değerlendirmeye alınmış olup ön inceleme süreci başlatılmıştır” yanıtını vermekle yetindi.
Anlayacağınız dosya halen açık. Sağlık Bakanlığı’nın “vurdumduymazlığı” sebebiyle savcılık soruşturmasında henüz adım atılabilmiş değil.
Acılı aile, şüpheli biçimde yitirdikleri Merve bebeğin ölümüne neden olanların bulunmasını istiyor kuşkusuz. Ailenin en doğal hak arayışına karşın Sağlık Bakanlığı halen “üç maymun”u oynuyor.
* * *
Dorukhan Büyükışık cinayetinde Jandarma’ya verilen beraat kararı aileyi şaşırttı
Ankara Adliyesi’nde önceki gün “önemli bir dosya”nın karar duruşması vardı.
Dosyanın bir tarafı, tam 7 yıl önce bir inşaat alanında cansız bedeni bulunan ve devletin savcıları ve polislerince “intihar etti” denilen ancak başlattığı hak arayışıyla biricik evladı Dorukhan Büyükışık’ın cinayete kurban gittiği delilleriyle ortaya koyup dava açılmasını sağlayan Emekli Tümgeneral Ethem Büyükışık’tı.
Dosyanın karşı tarafında ise, Dorukhan Büyükışık’ın soruşturmasında kendilerine ulaşan adli soruşturma evrakına yönelik “gerçeğe aykırı bilirkişi raporu hazırlamak” ve “gerçeğe aykırı tercümanlık yapmaktan'” yargılanan sanık astsubaylar Ozan Karataş ve Osman Bilgi vardı.
Büyüteç’in daimî okurlarının yakından izlediği Dorukhan Büyükışık’ın yaşamını yitirmesiyle ilgili olaylar zincirinin en kritik süreçlerinden birisiydi iki jandarma personelinin yargılanması.
Dorukhan Büyükışık, babası Emekli Tümgeneral Ethem Büyükışık ile birlikte
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nca, baba Ethem Büyükışık tarafından yapılan suç duyurusu sonrasında 2023’te başlatılan kovuşturmada, Jandarma Genel Komutanlığı Kriminal Daire Başkanlığı’nda görevli sanıklar Karataş ve Bilgi, yedi yıla kadar hapis istemiyle iki yıl boyunca hâkim karşısındaydı.
Astsubaylar Karataş ve Bilgi, önceki gün Ankara 18. Asliye Ceza Mahkemesi’nde son kez hâkim karşısındalardı. Sanıklardan Osman Bilgi, bizzat duruşma salonundayken, diğer sanık Ozan Karataş ise görev yaptığı Van’dan uzaktan bağlantı yaptı.
Önceki günkü duruşmaya gelmeden süreçle ilgili bir detay daha vereyim.
Yargılamanın geçen mayısta yapılan altıncı duruşmasında duruşma savcısı sanıklara yönelik esas hakkındaki görüşünü hakimliğe sundu.
Duruşma savcısı, sanık iki jandarma astsubayının hazırladığı analiz raporunda kritik öneme sahip çözümlemelerin, iki bilişim uzmanı, TRT ve İstanbul Teknik Üniversitesi’nde hazırlanan dört ayrı analiz raporundaki çözümlemelerle örtüşmediğini aktardı.
Savcı, Dorukhan Büyükışık’ın polis tarafından hazırlanan olay yeri inceleme işlemi ve ölü muayene işlemi sırasında yapılan görüntülü kayıtlar üzerinde inceleme yapan iki kriminal jandarma personelinin asıl konuşmalardan farklı olarak gerçeğe aykırı ses analizi yaparak tutanak hazırladıklarına, esas hakkındaki görüşünde yer verdi.
Duruşma savcısı, görüşünde her iki sanık için istenilen cezaların uygun olduğunu duruşma tutanağına geçirtti.
Gelelim çarşamba günü gerçekleşen duruşmaya…
Mahkeme hâkimi, bir önceki duruşmada savcının ceza verilmesini istediği jandarma personeli Karataş ve Bilgi hakkındaki kararını açıkladı.
Zaten duruşma çok uzun sürmedi. Dosyanın tarafları ve avukatları son görüşlerini anlattıktan sonra hâkim, sanıklar hakkındaki kararını “beraat” olarak bildirdi.
Hâkim, kararına gerekçe olarak “suçun unsurlarının oluşmadığı” değerlendirmesinde bulundu.
Dosyanın mağduru Emekli Tümgeneral Ethem Büyükışık’la mahkeme kararı sonrasında telefonla görüştüm. Kolayca tahmin edileceği üzere, üzüntülü ancak umutluydu. Yerel mahkeme kararını İstinaf’a taşıyacaklarını söyledi.
Şimdi bu aşamada mahkemenin verdiği kararda; devlet, personelini koruma refleksi mi gösterdi? Yoksa kararın altında başka bir ayrıntı mı var, yakın zamanda ortaya çıkar elbette.
Bu arada dosyaya ilginç bir bilginin girdiği duruşma sırasında ortaya çıktı.
Sanıklardan Jandarma Astsubay Ozan Karataş’a, sanık olarak yargılandığı dönemde görevinde gösterdiği başarılı çalışmalardan dolayı beş ayrı takdirname verildiği anlaşıldı!
Karataş’a verilen beş takdirnameden ikisinde, emekli olduktan sonra şimdilerde Ekol TV’nin yönetim kurulu üyeliğine getirilen dönemin Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Arif Çetin’in imzasının bulunması dikkati çekti!
Diğer sanık Bilgi’ye de yine hakkında yargılama devam ettiği süreçte dört takdirname verildiği, bunlardan birisinin yine Önceki Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Çetin’ce onaylandığı görüldü.
Dava konusu olarak “gerçeğe aykırı bilirkişi raporu hazırlamak” iddiasıyla 7 yıla kadar hapis cezası ile yargılanan Karataş ve Bilgi’ye verilen ve üzerinde Çetin’in imzası bulunan takdirnamelerde, “bulgu ve delillerin usulüne uygun olarak teslim alınmasında ve incelenmesinde, değerlendirilmesinde ve inceleme sonucunda bilirkişi ve uzmanlık raporu tanzim edilmesinde göstermiş olduğunuz başarılı çalışmalarınızı memnuniyetle müşahede ettim. Sizi, üstün görev anlayışınız ve emsallerinize örnek teşkil eden özverili çalışmalarınızdan dolayı takdir eder, başarılarınızın devamını dilerim” görüşü yer aldı.
Dorukhan Büyükışık’ın cansız bedeninin bulunması sonrasında şimdi sıra İzmir’deki yargılamalara geldi. Hem görevlerini yerine getirmeyen polisler hem de Büyükışık’ın öldürülmesinde bizzat yer alan ve Tanyer İnşaat firmasına ait inşaatta çalışan beş şüphelinin cinayet suçundan yargılamaları gelecek ay İzmir’de yapılacak.
Büyükışık Ailesi, bir yandan İstinaf hazırlığı yaparken diğer yandan da İzmir’deki yargılamalarına yoğunlaşmış durumda.
45 yıl önce açılan DİSK davasından İBB davasına; bugüne ne kaldı?-Candan Yıldız-
DİSK tarihini anlatan kitap serisinin üçüncü cildi ‘DİSK Tarihi-Darbe, Dava, Dayanışma’, 78 kişinin idamla yargılandığı 1477 sanıklı ana davaya odaklanıyor
DİSK davası tutukluları kelepçeli şekilde duruşmaya götürülüyor (Cumhuriyet arşivi)Kayyımları konuştuğumuz günler geride kalmıyor.
Türkiye’nin ana muhalefet partisi ve son seçimlerden bugüne birinci parti konumuna yükselen CHP’nin kazandığı belediyelerden büyük medya gruplarına varıncaya kadar kayyım bir siyaset ve tasarım.
Yoksa MHP lideri Devlet Bahçeli neden Kobani davasında aldığı kesinleşmemiş ceza ve hakkındaki soruşturmalar gerekçe gösterilerek yerine kayyım atanan Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen Ahmet Türk için “Belediyesine kavuşmalı” desin?
Kayyım siyaseti bugün cari siyaseti belirlerken bunun bir devlet geleneği olduğunu biliyoruz. DİSK tarihini anlatan kapsamlı üç kitap serisinden biri olan, sendikanın 1980-1991 dönemine ilişkin ‘Darbe, Dava, Dayanışma’ kitabında kayyım dönemi de var.

“12 Eylül darbesinin ardından DİSK’in faaliyetlerinin durdurulmasını takiben DİSK’in malvarlığının yönetimi ve tüzel kişiliğinin diğer hukuki işleri kayyım eliyle yürütüldü. Kayyım dönemi, DİSK’e yönelik hukuksuzluklardan bir diğeridir. Kayyım sadece DİSK yöneticilerinin tutuklu olduğu dönemde değil, sonrasında da devam etti. Kayyımların görevleri 1991 yılına kadar sürdü.”
Kitabın editörlüğünü yapan akademisyen Aziz Çelik’le kitabın basın tanıtım toplantısında tam da bu meseleyi konuştum.

Türkiye’nin en büyük davalarından biri olan, 1477 kişinin yargılandığı, 78 kişi hakkında idam cezasının istendiği DİSK davasının bugüne dair neler söylediğini sorduğum Çelik’in kayıt altına aldığı hafıza önemli.
“İlk kayyım DİSK’e atandı ve 11 yıl sürdü. Deliller uydurulan bir dava. Sıkıyönetim döneminde bunlar oldu şimdi sivil dönemde de benzer şeyler oluyor. O dönem İBB Başkanı Ahmet İsvan da davanın sanıkları arasındaydı. Cezaevinde yattı. Tek suçu DİSK’in faaliyetlerine destek olmak. O dönemde ciddi hukuksuzluklar var fakat ben kitabı hazırlarken o dönemin hukuki belirliliğinin daha fazla olduğunu düşünüyorum. Neyle suçlanacağınızı, nasıl yargılanacağınızı, ne kadar yatacağınızı aşağı yukarı kestirmek mümkün olabiliyor. Ben şimdiki hukuksuzluğun çapının daha büyük olduğunu düşünüyorum. DİSK davasıyla İBB davasını karşılaştırdığımda 45 yıl ara olsa bile rejimin keyfi davranabildiğini görebiliyoruz.”

DİSK davasının savcısı albay Süleyman Takkeci’ydi. Kitaptan Takkeci’nin askerlikten emekli olduktan onra HAVAŞ’a sivil savunma sekreteri olarak atandığını, son dönemlerde adı haberlere konu olan Nişantaşı Üniversitesi’nin de bir toplantı salonuna da adının verildiğini öğreniyoruz.
Ahmet İsvan yıllar sonra Nokta dergisine verdiği söyleşide Takkeci için şunları söylüyor: “Süleyman Takkeci o dönemde emirle iş yapardı. … Babalarla (mafya) olan ilişkisi ayyuka çıkmıştı. Benim tutuklandığım gün, babalar onun direktifiyle serbest bırakıldı. Duruşmalarda kendis hep hakimle birlikte içeri girerdi. Hakimler bile rütbeleri onunla eşdeğer de olsa çekinirlerdi.”

DİSK ana davasında hani şu meşhur 1 Mayıs afişini tasarlayan sanatçı Orhan Taylan da sanık sandalyesine oturanlar arasındaydı. Taylan o dönem Plastik Sanatlar Derneği Başkanı olarak idamla yargılandı.

Kitap hukuksuzlukların yanı sıra bir hak arama mücadelesini de anlatıyor. İdamı istenen isimler arasında yer alan eski DİSK Genel Sekreteri Fehmi Işıklar, yürütme kurulu üyesi olan Süleyman Çelebi, Rıdvan Budak kitabın tanıtım etkinliğinde en önde mücadele yıllarının verdiği güçle oturuyorlardı.

DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu da o direnme tarihinden anekdotlar anlattı: “Tutuklu DİSK’liler dört yıla kadar ağır koşullarda cezaevinde kaldılar. Cezaevini bir okula çevirdiler. Aralarında kitap okuma grupları kurdular. Hukuk öğrendiler. Savunmalarını yaptılar. Ağır hapishane koşullarına karşı ayakta kaldılar. Genel başkanımız Abdullah Baştürk’ün askeri savcıya söylediği ‘siz ancak benim ceketimi asarsınız’ sözü DİSK'lilerin kendine olan güvenini anlatıyordu.”

2500 sayfalık kitap 12 Eylül’ü, dönemin yargısını, devlet aklını anlamak, dün ve bugün arasında süreklilik olup olmadığını analiz etmek için kıymetli bir çalışma. Belgeler, iddianameler, açıklamalar, gazete haberleri, köşe yazıları, fotoğraflar; kitap bu yönüyle de iyi bir kaynakça. Çerkezoğlu’nun dediği gibi DİSK davası 12 Eylül’ün karakutusu. Geleceği kurmak için karakutuyu çözmek gerekir. Meraklıları kitaba DİSK’ten ulaşabilir.

İsrail'in Katar saldırısı harekete geçirdi; Mısır, NATO tarzı Arap gücü planını yeniden canlandırıyor -Namık Durukan-
Ortak Arap gücüne 20 bin askerle katılım planlanıyor
Mısır, Katar'daki İsrail saldırısının ardından artan gerginliği fırsat bilerek NATO tarzı Arap gücü oluşturulması planını yeniden canlandırmak için harekete geçti. Bu kapsamda ortak Arap ordusuna 20 bin askerle öncülük etmeyi amaçlayan Mısır'ın, orduyu yönetmesi için Suudi Arabistan yönetimine teklifte bulunduğu belirtildi.
İsrail’in Hamas liderlerine yönelik son saldırısına dünyadan büyük tepkiler yükselirken konuyu görüşmek için yarın Doha'da Arap-İslam zirvesi toplanacak. Zirvede görüşülecek konular arasında NATO modelinde ortak bir Arap askeri gücünü yeniden canlandırılmasının da bulunduğu bildirildi.
Lübnan'ın El Ahbar gazetesinin Kahire'deki bir hükümet kaynağına dayandırdığı habere göre Mısır, NATO tarzı bir Arap askeri ittifakı kurma planını yeniledi. Yaklaşık on yıl önce ilk kez ortaya atılan bu fikir, o dönemde ilerleme kaydedemedi. Ancak İsrail'in Katar'daki Hamas liderlerine düzenlediği son saldırının, öneriyi yeniden gündeme getirdiği bildiriliyor. Mısırlı yetkililer, girişimi ilerletmek için diğer Arap ülkelerinden destek arıyor.
Mısır, "İsrail'e yönelik diplomatik baskıyı" artırmak için Suudi Arabistan ve Fransa ile koordinasyonunu sürdürürken Birleşmiş Milletler temsilcisi, Güvenlik Konseyi'nin özel oturumunda, Mısır'ın hoşnutsuzluğunun boyutunu ifade eden sert bir dil kullanması dikkat çekti.
Fas ve Cezayir’in de katılımı gündemde
Plana göre Mısır, kurulması düşünülen ortak güce yaklaşık 20 bin asker göndermeyi önerecek. Görüşmeler, böyle bir yapının nasıl işleyeceği üzerinde yoğunlaşırken, Kahire, yapının katılımcı Arap ülkelerinin demografik ve askeri kapasitelerine uygun olarak şekillendirilmesi gerektiğine dikkat çekiyor. Kaynak, kurulacak güce yönelik bölgesel ve siyasi değerlendirmelerin de rol oynayacağını vurgulayarak, Fas ve Cezayir'den de bu güce katılım olabileceğini belirtti.
“Mısır Arap dünyasının desteğini yeniden kazanmaya çalışıyor”
Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi’nin ise, saldırı altındaki herhangi bir Arap ülkesini koruyabilecek NATO tarzı bir ortak Arap gücünün kurulması için Arap dünyasının desteğini yeniden kazanmaya çalıştığı belirtiliyor. El-Ahbar'a konuşan bilgili bir Mısırlı yetkiliye göre Kahire, yaklaşık dokuz yıl önce Mısır'da ilk kez önerilen bu önerinin uygulanması için destek sağlamaya büyük önem veriyor. Yetkili, "Mekanizma, gücün ihtiyaç duyulduğunda konuşlandırılmasına olanak sağlamalı ve Arap devletlerinin ve ordularının kompozisyonunu yansıtacak ve bölgesel siyaseti dengeleyecek şekilde oluşturulmalı" dedi.
“Kuvvet komutanı Mısır’dan olsun”
Müzakerelerin bir diğer noktasını da komuta sorumluluklarının nasıl paylaşılacağı oluşturuyor. Kaynak, Mısır'ın en üst düzey komuta pozisyonunu elinde tutmayı planladığını, ikinci pozisyonun ise Suudi Arabistan veya başka bir Körfez ülkesine verileceğini söyledi. Kurulması planlanan ordunun kuvvet komutanının ise Mısır Genelkurmay Başkanı veya bir korgeneralin (Mısır ordusundaki en yüksek askeri rütbe) olması Mısır yönetiminin görüşü olarak öne çıkıyor. Bu, Kahire'nin Körfez monarşilerine önemli bir yer verirken herhangi bir kolektif savunma düzenlemesinde lider bir rol elde etme çabasını yansıtıyor.
“İsrail’le çatışma ihtimaline karşı önlem alınacak”
Kurulmak istenen Ortak Arap Gücü’nün bazı ülkelerin Tel Aviv ile doğrudan askeri çatışmaya girmek için bahane olarak kullanabileceği ihtimalini engellemeye yönelik önlemler de alınacağı belirtiliyor.
“Barış anlaşmalarına ağır bir darbedir”
Kahire'den habere ilişkin henüz resmi bir doğrulama gelmezken. İsrail muhalefet lideri Yair Lapid, Arap medyasında yer alan haberlerde, söz konusu öneriyi mevcut barış çerçevelerine bir darbe olarak eleştirdi. Lapid X hesabından, “Mısır'ın İsrail saldırılarına yanıt olarak ortak bir Arap gücü kurma önerisiyle ilgili haber, barış anlaşmalarına ağır bir darbedir. Bu, bir zamanlar İsrail'in müttefiki olan ülkelerin ezici çoğunluğunun Filistin devleti kurulması lehine oy vermesinin hemen ardından gelen İbrahim Anlaşmaları'na ağır bir darbenin hemen ardından geldi" diye yazdı.
/././
T-24


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder