MEB eğitim istatistiği: Maarifte milyonlar kayıp -Adnan Gümüş-
Kökleri daha eskiye gitmekle beraber Orta Çağ skolastik eğitim bile 3 trivium (gramer, mantık, retorik/edebiyat) + 4 quadrivium (aritmetik, geometri, müzik, astronomi) üzerine kurulur, yetiştirilecek din adamında bile bunlar asgari sayılırdı. Öyle ki Tanrının doğayı aritmetik, geometri, müzik, astronomi yoluyla öğrenilecek harmoni üzerine, bilim akıl üzerine kurduğuna inanılırdı, bunları öğrenmek ilahi düzeni/ ilahiyatı/ tanrıyı öğrenmekti.
Selçuklu ve Osmanlı medreseleri maalesef manastırlarda katedrallerde yapılanı da anlamlı, yapamadı. Son iki yüz yıldır oluşturmaya çalışanları da adım adım mahvediyor.
Artık iş öyle bir yere geldi ki, okuldan kitlesel kopuşlar yaşanıyor. 30 Eylül itibarıyla geçtiğimiz yılı gösteren eğitim istatistikleri yayımlandı, kitlesel kopuşlar bakanlığın istatistiklerinde de yer alıyor. Kaldı ki bu istatistiklerde en önemli sorun ve göstergelerden biri olan devamsızlık yok, niteliğe ilişkin zaten bir bilgi de yok.
İki yılda milyonlarca öğrenciye ne oldu?
Mevcut öğrenci sayıları önceki yıl 1 yılda 1 milyon 194 bin 414 kişi, geçtiğimiz yılda da 753 bin 742 azalıyor, iki yıl öncesine göre toplam 1 milyon 948 bin 156 azalma var.
Azalma sadece açık öğretim okullarında değil, normal öğrenci sayılarında da son iki yılda 652 bin 303 azalma olmuş. Bu öğrencilere ne oldu, neden niçin öğrenimden koptular, bu azalmanın sebepleri neler; bakanlığın gerçek durum neyse onu içeren ayrıntılı açıklama yapması şart.

Milyonlar kayıt dışı, okul dışı
3-4 yaşı dahil edersek sayılar çok daha kötüleşiyor. 5-17 yaş çağ nüfusu yaklaşık 16.7 milyon. Bu 5-17 yaş grubu çocuklardan 1 milyon 57 bin 385’inin kaydı bile bulunmuyor.
Ayrıca 300-400 bin civarında yabancı veya sığınmacı çocuğun da okul kaydı olmadığı kestirilebilir. Bu 1 milyon çocuk, yabancılarla birlikte 1.4 milyon çocuk neden kayıtsız, bu kayıt dışı çocukların yoksul ailelerden geldiği tahmin edilebilir, ancak sebeplerinin araştırılması ve açıklanması, dahası bu çocukların acilen okullara kazandırılması gerekiyor.

Okul öncesi çocukların ve toplumun geleceği için çok kritik. Tüm çocukların en azından 5 yaşında ana sınıflarına kazandırılması gerekiyor. Ortaöğretimde kayıt dışı artıyor. Bu kopuşlar gençlerin ve toplumun hem dağılmasına hem de daha pek çok soruna yol açabilir.
Lütuf değil hak: Beslenme, sağlık, temizlik ve nitelikli eğitim
Her defasında değiniyoruz, toplumsal bir duyarlılık da yavaş yavaş oluşmaya başladı. Yemek Koalisyonu da sorunu sistematik bir şekilde takip etmeye ve ilgilileri uyarmaya çalışıyor. Su da yemek de temel bir insan hakkıdır, nitelikli eğitim temel bir insan hakkıdır.
İster hak ekseninden bakılsın ister somut etki ve sonuçları dikkate alınsın, maliyet açısından bakılsın, çocukların aç, susuz ve nitelikli eğitimden mahrum kalmasının karşılığını, uzun erimli hak kaybı ve maliyetlerini başka bir şeyle ikame etmek mümkün değil. MESEM vb. bir ikame değil çok daha ağır kayıplar yaratıyor. Okuldan, nitelikli eğitimden kopan her çocuk bir büyük kaybı oluşturuyor.
Yapılacak iş çok açık ve temel bir hak: İçilebilir temiz su, doğru düzgün bir öğün okul yemeği, nitelikli eğitim.
/././
İşçi susarsa asgari ücreti IMF, DB, Morgan Stanley konuşur -Nuray Sancar-
Trump’ın Erdoğan ile yaptığı görüşmeden; F35’ler, F16’lar için milyonlarca dolar borca saplanmak, Rusya’dan alımı yasaklanan doğal gazın ABD’den daha pahalı ve zahmetli olarak tedarik edilme şartı, bedeli diğer Ortadoğu ülkelerine olduğu gibi Türkiye’ye de ödetilecek Gazze’nin yeniden yapılandırılması sürecinde ABD ve İsrail çıkarları doğrultusunda güvenlik aygıtına dahil olmak gibi ağır bir boyunduruk çıktı.
Bu görüşmenin ‘anlam ve önemi’ konuşulurken Trump ABD’sinin taktığı borç boyunduruğunun, yüksek faizli kredilerin gerçek muhatabı olan işçiler de aralık ayında toplanacak asgari ücret komisyonundaki pazarlığa gözlerini diktiler. Milyonlarca asgari ücretli TÜİK’in belirlediği açlık sınırının bile altına düşen parayla yaşamaya çalışarak bugünlere kadar geldiler. Yılda iki kez düzenlenen asgari ücretten temmuz zammı zaten iptal edilmişti. Buna karşı çıkmak için parmaklarını kıpırdatmayan ve sadece iri laflar etmekle yetinen sendika yöneticileri perşembenin gelişini çarşambadan belli etmişlerdi. Kamu işçilerinin sözleşme döneminde hakem kuruluna devredilen anlaşmazlık Türk-İş ve Hak-İş’in işçileri masada terk etmesiyle iktidarın direktifine uygun sonuçlandı.
Şimdi ise, Türk-İş ve Hak-İş Asgari Ücret Tespit Komisyonuna katılmayacaklarını beyan ettiler. Saray iktidarının belirlediği beş, tercih ettiği konfederasyonlardan beş, işveren temsilcilerinden de beş kişinin katıldığı tespit komisyonuna tepkilerini güya ifade eden açıklamalarla sadece işçileri değil, asgari ücretin eksen alındığı ücretlendirme sisteminde konfederasyonlardan beklenen rolü oynamaktan çıktılar. Hak-İş başkanı güya hükümetin masaya oturmasından rahatsızdı. Çünkü sonuçta fatura Cumhurbaşkanına kesiliyor, işçiler Erdoğan’ı suçluyordu. Öyleyse sözleşme sendikalar ve TİSK, MESS gibi işveren örgütleri arasında yapılmalıydı. Yoksa işçilerin ve hükümetin aleyhine bir kaos oluşurdu.
İşçilerin hayatı zaten bir kaosa dönüştüğü için Hak-İş’in koruduğunun doğrudan doğruya hükümet olduğu, sorumluluğu onun üzerinden almaya yardım ettiği yorumu tartışmaya kapalıdır.
Asgari ücret gündemine Trump’tan başlıyor olmak bir retorik değil. BM görüşmeleri sırasında pekiştirilen ve şartları ağırlaştırılan bağımlılık ilişkisinin asgari ücretin belirlenme sürecini bağımsız bıraktığı söylenemez. Ücret yüksek siyasette dönen sınıf mücadelesinin, yıkıcı rekabetin önemsiz görülen bir boyutu değildir çünkü. Hatta en önemlilerinden biridir.
Türkiye’de temmuz zammının iptal edilerek yılda bir kez belirlenme şartını koyan IMF ve Dünya Bankasıdır. IMF Başkanı Alfred Kammer DB ile birlikte geçen yıl düzenledikleri sonbahar toplantılarında Türkiye’de ‘Asgari ücretin ileriye dönük bir yaklaşımla ele alınması, enflasyonun yükselişine yol açacak bir zam yapılmaması’ gerektiğini söylemişti. ‘İleriye dönük yaklaşım’ asgari ücretin yaşanan değil tahmin edilen enflasyona göre belirlenmesi yani işçinin kaderinin keyfi öngörülere bağlanması anlamına geliyordu. Türkiye’nin kredi notunu yükselten Moody’s de sermaye kardeşliğinin omertasına uygun hareket ederek “Ücret artışlarının gerçekleşen değil, beklenen enflasyona göre yapılması” şartını öne çıkardı.
O sıralar orta vadeli programın (O da bağımlılık ilişkileri içinde Türkiye’ye dayatılmıştır) babalarından Mehmet Şimşek sendikaların ve hükümetin ‘Rekabet gücünü belli bir düzeyde koruma duyarlılığında olmasının’ önemini vurguluyordu. Hangi rekabet, neyin rekabeti diyemiyoruz; çünkü açık. Türkiye’deki tedarik kaynaklarını, bir dizi devlet sübvansiyonunu kendisine bağlayan; memleketin madenlerinden arazilerine kadar her karış toprağın hibe edildiği yabancı sermaye ile bunların yerli ortaklarından, alt işletmelerden, taşeronlardan oluşan halkada yer alan şirketlerin rekabetini düşünüyordu Şimşek. Düşük ücretli ve örgütsüzleştirilmiş işçi sınıfı maliyet hesabındaki taahhütlerin ön sıralarındaydı.
Asgari ücret sözleşme sürecinde sendika konfederasyonlarının terk ettiği masanın görünmeyen yüzleri uluslararası tefeciler, onların lideri Trump, IMF, DB’ydi. Sendikaların susup bunların direktiflerine ve dayatmalarına açtığı alanda bu kurumların pervasızlıkta sınır tanımayan açıklamaları yer aldı. Morgan Stanley 2026 için asgari ücrete yüzde 20-25 arasında; JP Morgan yüzde 20’lik zam ‘önerdi.’ Yandaş basın ve ekonomistler kurumların dayatmalarına tıpatıp uyan ücret belirlenimini ‘Tahminleri tuttu’ diye veriyorlar ve muhtemelen yine verecekler.
Anlaşılan o ki Türkiye’de ödenecek asgari ücret bütün uluslararası sermaye güçlerinin derdi olmuşken işçilerin büyük gövdesini temsil eden iki konfederasyon bu konuda havlu atmayı, bütün çalışanların genel ücret düzeyinin de kriteri olan masada işçileri büyük finans kuruluşlarına ve yabancı sermayenin takdirine terk etmiş bulunuyorlar. Vatan millet Sakarya edebiyatına, Saray’ı işçi öfkesinden korumaya ve işçileri satışa getirmek söz konusu olduğunda en öne geçip, o millet iliğine kadar sömürülürken ortadan kaybolan sendika bürokrasisi rengini bir kez daha belli ediyor.
Bu süreç ilgili sendika konfederasyonlarının TİS sürecini kendi elleriyle tarihe gömmeye çalıştığı bir süreçtir. Oysa iktidarın ve teslim alınmış konfederasyonların adım adım iğdiş ettiği ‘sözleşme’ masası kıran kırana bir mücadeleyle kazanılmıştı ve bu mücadele hâlâ sürüyor.
Mücadele tek tek patron örgütlerine, kapitalistlere karşı değil açıkçası artık emperyalist dayatmalara karşıdır da. Açlık sınırının altındaki yaşam dayatmasının sacayağının bir unsuru yerli milli ise diğer unsuru işçinin sırtında asalak yaşayan uluslararası para fonları, tekelleri, bankaları ve tefecileridir çünkü.
/././
İki Almanya’nın birleşmesinin 35. yılında kaybeden ve kazananlar -Yücel Özdemir-
Bugün, iki Almanya’nın yeniden birleşmesinin tam 35. yılı.
İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra kurulan “yeni dünyaya” Almanya bölünmüş olarak girmişti. 1949-90 yılları arasındaki bölünmüşlük, fiilen 9 Kasım 1989’de Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla son bulmuştu. Bir yıllık geçiş sürecinin artından 3 Ekim 1990’da atılan imzalarla resmi olarak kapitalist Federal Almanya Cumhuriyeti (BRD), “sosyalist” Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ni (DDR) yutmuştu.
Ortada gönüllü, eşit, adil bir birleşme yoktu. Zira Doğu’daki rejim halkın Berlin Duvarı’nı yıkmasıyla çökmüş, Batı tarihsel zaferini ilan etmişti. Bu nedenle “yutma” dönemin politik-ekonomik koşullarında Batılı kapitalistler için kaçınılmazdı.
Sorgulanması gereken Doğu ve Batı’daki Alman emekçilere vadedilen, olacağı iddia edilen Almanya’nın bugünkü Almanya olmadığıdır. Her ne kadar dönemin Başbakanı Helmut Kohl, birleşmeye dair 2 Ekim 1990’da yaptığı “ulusa sesleniş” konuşmasında “3 Ekim sevinç, şükran ve umut günüdür” dese de, tablo bugün hiç de öyle değil.
3 Ekim resmi tatil günü ve sadece resmi kutlama törenleriyle geçiyor. Birleşmenin faturasını ağır ödeyen Doğu Almanya’daki emekçiler açısından bugünün bir “umut günü” olduğunu söylemek zor.
O vakit, özellikle Doğu Almanya’da yaşayanlara, Batı’nın parıltılı dünyası adeta bir cennet olarak sunulmuş, yeniden birleşmeyle birlikte onlar için yepyeni bir dönemin başlayacağı ileri sürülmüştü. Berlin Duvarı’nı aşıp Batı’ya doğru yola çıkanlar da asıl olarak böyle düşünüyordu. Ancak gerçek hiç de öyle olmadı. Ekonomik-sosyal koşullar her geçen gün ağırlaştı. Daha önce işsizlik, yoksulluk, yüksek kiralardan bihaber olanlar zamanla kapitalizmin soğuk, acımasız duvarına çarptı. Kapitalizmin doğasında olan bütün sorunlarla acı bir şekilde tanıştılar.
Federal İstatistik Dairesinin yayımladığı son verilere göre, 2024 yılında Batı eyaletlerinde (Berlin dahil) tam zamanlı çalışanların brüt aylıkları 1991’e kıyasla iki kattan fazla artarak ortalama 4 bin 810 avroya yükseldi. Doğu eyaletlerinde aynı dönemde brüt aylık kazançlar dört kattan fazla artmasına rağmen ortalama 3 bin 973 avro oldu. Buna rağmen Batı’dakilerin kazançları Doğu’dakilerin kazançlarından yüzde 17.4 daha yüksek. Bu oran 2014’te yüzde 25’di.
Hans Böckler Vakfına bağlı Ekonomik ve Sosyal Bilimler Enstitüsü (WSI), ücret farkının kısmen azalmasının temel nedenini 2015’te Almanya genelinde uygulanmaya konulan asgari ücrete bağlıyor. Bu tarihe kadar daha düşük olan ücretler kısmen arttı. Zira Doğu’da düşük işlerde çalışanların sayısı çok daha fazlaydı. Halen de öyle. Sendikaların, birleşen Almanya’da ücretleri eşitleme çabası, bazı sektörlerde adım atılmakla birlikte, bugüne kadar bir sonuç vermiş değil.
Benzer bir tablo yoksulluk açısından da geçerli. 2024’te Almanya’da halkın yüzde 15.5’i yoksulluk riski altında yaşıyordu. Yoksulluk Doğu eyaletlerinde yüzde 16.9, Batı eyaletlerinde ise yüzde 15.1 oranında. Batı Almanya’daki emekçiler arasında yoksulluk Doğu’ya göre daha hızlı artıyor. Bu da birleşmenin Batı Almanya’daki emekçilere çıkan faturalarından birisi.
Gelinen aşamada, ekonomik sorunlara bağlı olarak artan gelecek korkusunun sonucu olarak eski DDR- yeni Doğu Almanya eyaletlerinde aşırı sağ, ırkçılık ve milliyetçilik zirve yapmış durumda. Son genel seçimlerde aşırı sağcı, ırkçı Almanya için Alternatif (AfD) partisi Doğu Almanya’da ortalama yüzde 32 oy alarak, diğer partileri açık arayla geçti. “Birleşme Bayramı”nın arifesinde yapılan kamuoyu yoklamalarında AfD’nin oyu yüzde 40’a dayanmış durumda. Önümüzdeki yıl bazı eyaletlerde yapılacak seçimlerde AfD’nin tek başına hükümet kurma olasılığı da tartışılıyor. Dolayısıyla, son 35 yılın Doğu’da ve Batı’da ortaya çıkardığı en önemli sonuçlardan birisi aşırı sağın güç kazanmasıdır.
Sermaye ise hep güçlendi. Alman ekonomisi birleşmeyle birlikte açık arayla Avrupa’nın en büyük ekonomisi haline geldi. Şimdi ise dış politikada militaristleşmeye, askeri harcamaları artırmaya hız verilmiş durumda. Birleşmeyle birlikte sadece nüfus olarak değil, ekonomik ve askeri olarak da Avrupa’nın en büyüğü olmayı hedefleyen Alman sermayesi adım adım belirlediği yolda ilerliyor. Eksik olan askeri güç için son birkaç yılda atılan adımlarla birlikte, önümüzdeki beş yıl içinde Avrupa’nın en büyük askeri gücü haline gelmeyi de muhtemelen başaracak.
Bu tablodan Batı ve Doğu’daki emekçilere düşen ise daha fazla düşük ücret, yoksulluk ve bölünmüşlük. Bu nedenle günümüzde birçok düzlemde hâlâ “iki Almanya” var. Biri zenginlerin, diğeri yoksuların, biri ırkçı-milliyetçilerin, diğeri antifaşistlerin, biri koşar adım savaşa girmek isteyenlerin, diğeri savaşa ve silahlanmaya karşı mücadele edenlerin Almanya’sı.
Bunlardan hangisinin galip geleceği, Almanya’da yaşayan farklı kökenlerden ve inançlardan emekçilerin alacağı tutuma bağlı.
/././
Epsteinhane -Arif Nacaroğlu-
Trump son noktayı koydu; “Ver Gazze’nin ruhunu kurtar canını.” 80 yaşında bu tip adamların dünya ile ilgili bu hırslarını anlamak mümkün değil. Her şey en fazla üç beş yıl için onların olsa ne olur. Gazze’yi Epsteinhane yapsa ne işine yarar. İşin bu tarafı bilimin konusu.
Gazze dediğin yer biraz Mersin, biraz Antalya. Uzun kumsallar, Akdeniz’in dingin dalgaları, ılık suları. Biraz derinde suyun altında bir boru uzaklıkta doğal gaz, petrol. Sömürü için bulunmaz nimet. Ama daha güzeli sattıkları silahlarla yerle bir ettikleri güzelim kıyı şeridini imar imkanı. İnşaatçılar, betoncular, demirciler, camcılar, çerçeveciler, kupon arazicileri, komisyoncular, su borucuları, kiremitçiler heyecan içinde. 5 müteahhit, kırk harami, 7 cüce, pamuk prens(es) Gazze’li mazlumun elmasını yemek üzere.
Tek şart HAMAS “evet” deyip kaderini tayin etme hakkını(?) kullanarak meçhule, mümkünse cehenneme gidecek. Gazze’nin, kumarhane, Epsteinhane olmasını kabul etmeyen radikaller(?) buharlaşacak. HAMAS dediğin Gazzelinin amcası, oğlu, eşi, kardeşi.
Radikallik Müslümana yasak, İsrafil (Meleğin adındaki f harfinin fazla olduğunu düşünen) kıyamet borusunu üflediğinde cennete gitmek için Kudüs’teki tüneli kullanacağına inanan Musevi’ye normal. Şimdi bu kafadaki adamın Tevrat’ın vadettiğine inandığı bu topraklardan vazgeçmesi mümkün mü?
Ya da tüm servetini yanında çıraklık yaparak iş öğrendiği Yahudi ustasına borçlu olan, kızını cemaate veren Trump’ın Filistinliler için iyi bir şey yapmayı düşünmesi mümkün mü?
Siz bakmayın bizim tepedekilerin birkaç milyar dolarlık inşaat ihalesi almak için Trump sevgisine.
Peki savaş suçları ne olacak? 70 bin çoluk çocuğun katliamının hesabını kim verecek?
/././
Doymak bilmeyen tekellerin 'fiyat çetesi' nasıl ayakta kalıyor?-Uğur Zengin-
Türkiye’de piliç eti şirketleri, kurdukları kartel yoluyla gizlice yürüttükleri ‘aşırı fiyatlandırma’ uygulamalarıyla, işçi sınıfı aleyhine büyük kazançlar elde ediyor. Birkaç büyük şirketin elinde toplanan piyasa, ‘serbest piyasa’ masalının en çıplak haliyle bir mezbahane tablosu sunuyor.
Son birkaç on yılda piliç şirketleri, ‘modern tavuklar’ın metabolizmasını düzenleyen reseptörleri mutasyona uğratmak için genleri değiştirdi. Bu, kuşların sürekli açlık hissetmesine ve daha hızlı büyümesine yol açtı. 1928’de 112 günde 1.7 kilo ağırlığa ulaşan etlik piliçler, 1990’lı yıllarda 35-42 günde yaklaşık 2 kilo ağırlığa ulaşabilir hale geldi.
Yaşam döngüleri bütünüyle teknolojiyle kontrol ediliyor: Bilgisayar kontrollü fabrikalarda yumurtadan çıkan tavuklar, elektrik ışıkları altında sürekli beslenmeye zorlanıyor. Kesimhanede ise her saat binlerce tavuk işleniyor.
1950’lerden itibaren tavuk popülasyonu, nüfus artışına paralel olarak arttı. Şu anda bu zayıf ve kısa ömürlü hayvan, bir endüstri girdisi olarak dünya tarihindeki tüm kuş türlerinden daha kalabalık.
Peki ne için?
Türkiye piliç eti piyasası, çürük yumurtayı gösteriyor. Kurulan kartel ve tekelleşen piyasa düzeni, iddia edilenin aksine halkın beslenme ve sağlığı aleyhine çalışıyor. Yumurta fiyatları nasıl ABD’ye ihracatla iç piyasada artırıldıysa, piliç eti de içerideki tekellerin gizli anlaşmalarıyla artırıldı. Ve bu, münferit değil. Sistematik.
Çark şu: Piliç eti için yatırım yapacak sermaye grubuna teşvik veriliyor. Şirket teşvikle vergisizleştiriliyor. İhracat yapılıyor ve iç pazar kontrol ediliyor. İşçi ücretleri -sendikal bürokrasi de dahil- her türlü zor ile bastırılıyor. Fiyatlar ise kurulan kartel ile artırılıyor. Göstermelik cezalarla karteller bir çeşit ‘yükümlülük’ ödemesi gerçekleştiriyor.
Kartelin tarihi
Türkiye piliç eti piyasasının yüzde 90’ı 7 şirkete ait: Banvit, Şenpiliç, C.P. Standart, Erpiliç, Lezita ve Gedik. Pazarın asıl dümeninde ise Banvit, Şenpiliç, Erpiliç ve Lezita bulunuyor.
2009’dan 2025’e kadar defalarca ortaya saçılan belgeler, şirketlerin üretimi azaltarak fiyatları artırmak için anlaşmaya vardıklarını gösterdi. Rekabet Kurumunun verdiği para cezaları ise ya gayrisafi gelirin binde biri düzeyinde kaldı ya da düşük tutarlarla adeta teşvik işlevi gördü.
27 Eylül 2025’te açıklanan son kararda, beyaz et sektöründeki şirketlere toplamda 3 milyar 700 milyon TL ceza kesildi. Rekabet Kurumu, “Para cezalarıyla birlikte alınan tedbirler, sektörde bugüne kadar süregelen alışkanlıkları kökten değiştirecek” diyordu.
Ancak bu miktar, şirketlerin ciroları ve kârları düşünüldüğünde göstermelik kaldı. Örneğin Banvit, 2024’te üretimini sadece yüzde 3 artırırken cirosunu yüzde 70 yükseltti, 31.5 milyar TL ciro elde etti. Aldığı ceza yıllık cironun yalnızca yüzde 2.2’sine denk geldi.
Net kâr marjı ise 2024’te yüzde 4.4’ten yüzde 11.4’e fırladı. Ceza miktarı düşülse bile kâr marjı yüzde 9.16’da kaldı; bu, 1 yılda yüzde 105’lik artış demekti. Yani kartelde yer almamanın bedeli, ceza ödemekten daha ağır.
İnsan sağlığı cironun yüzde 0.001'i değerinde
Kartelin büyüklerinden Şenpiliç’in ürünlerinde ölümcül bakteri tespit edildiğinde şirkete yalnızca 210 bin TL ceza kesildi. Bu tutar, yıllık cironun binde biri bile değil; yani insan sağlığı şirket cirosunun yüzde 0.001’i kadar değerli görüldü.
Serbest piyasa masalı
Bugün ortaya çıkan tablo, gıda gibi en temel ihtiyaç alanında dahi serbest piyasa masalının çöktüğünü gösteriyor. Kartellerin işlediği suçlar göstermelik para cezalarıyla örtülüyor; fatura ise işçilere, emekçilere ve halka kesiliyor. Halkın ucuz ve sağlıklı gıdaya erişimi engellenirken, işçilerin emeği düşük ücretlerle gasbediliyor.
Piliç eti tekellerinin düzeni, sermayenin çıkarını önceleyen devlet politikalarıyla iç içe geçmiş durumda. Çözüm ise kartellere “ceza makbuzu” kesmekte değil; gıda üretiminde kâr düzenine son verip, halkın beslenme hakkını esas alan kamusal bir tarım ve gıda politikası kurmaktan geçiyor.
/././
Beklentilerin üzerinde arttı: TÜİK'e göre yıllık enflasyon yüzde 33,29 oldu -Duygu Ayber Gültekin-
Eylül ayı enflasyon rakamları açıklandı. TÜİK'e göre tüketici fiyat endeksi, yıllık yüzde 33,29, aylık yüzde 3,23 arttı. Böylece hem aylık hem de yıllık olarak beklentilerin üzerinde gerçekleşti.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) eylül ayına ilişkin tüketici fiyat endeksi (TÜFE) verilerini açıkladı. TÜİK'e göre TÜFE yıllık yüzde 33,29, aylık yüzde 3,23 arttı. Anket katılımcısı ekonomistlerin beklentisi yüzde 32'ye gerilemesi yönündeydi ama rakamlar hem aylık hem de yıllık olarak beklentilerin üstünde geldi.
TÜİK'in verilerine göre, TÜFE'deki (2003=100) değişim 2025 yılı eylül ayında bir önceki aya göre yüzde 3,23 artış, bir önceki yılın aralık ayına göre yüzde 25,43 artış, bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 33,29 artış ve on iki aylık ortalamalara göre yüzde 38,36 artış olarak gerçekleşti.
Gıda ve alkolsüz içeceklerde yüzde 36,06'lık artış
En yüksek ağırlığa sahip üç ana harcama grubunun yıllık değişimleri; gıda ve alkolsüz içeceklerde yüzde 36,06 artış, ulaştırmada yüzde 25,30 artış ve konutta yüzde 51,36 artış olarak gerçekleşti. İlgili ana grupların yıllık değişime olan etkileri ise gıda ve alkolsüz içeceklerde yüzde 8,60, ulaştırmada yüzde 4,15 ve konutta yüzde 7,85 oldu.
En yüksek ağırlığa sahip üç ana harcama grubunun aylık değişimleri; gıda ve alkolsüz içeceklerde yüzde 4,62 artış, ulaştırmada yüzde 2,81 artış ve konutta yüzde 2,56 artış olarak gerçekleşti. İlgili ana grupların aylık değişime olan etkileri ise gıda ve alkolsüz içeceklerde yüzde 1,11, ulaştırmada yüzde 0,44 ve konutta yüzde 0,44 oldu.
Özel kapsamlı TÜFE göstergesinde artış
Endekste kapsanan 143 temel başlıktan 113 temel başlığın endeksinde artış gerçekleşti.
İşlenmemiş gıda ürünleri, enerji, alkollü içkiler ve tütün ile altın hariç TÜFE'deki değişim, 2025 yılı eylül ayında bir önceki aya göre yüzde 3,34 artış, bir önceki yılın aralık ayına göre yüzde 25,94 artış, bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 32,86 artış ve on iki aylık ortalamalara göre yüzde 37,85 artış olarak gerçekleşti.
ENAG'a göre enflasyon yüzde 63,23
Bağımsız akademisyenlerin oluşturduğu Enflasyon Araştırma Grubuna (ENAG) göre enflasyon aylık yüzde 3,79 artarken, yıllık yüzde 63,23 oldu. ENAG'ın ağustos 2025 verilerine göre tüketici fiyat endeksi (E-TÜFE) aylık bazda yüzde 3,23, yıllıksa yüzde 65,49’du.
Beklentiler ne yöndeydi?
Reuters'ın 26 Eylül'de yaptığı ankete göre, eylülde aylık enflasyonun eğitim ve gıda fiyatlarındaki artışların etkisiyle yüzde 2,6 olması bekleniyordu. Yıllık enflasyonun yüzde 32,5'e gerilemesi tahmini yapılmıştı.
AA Finans'ın 26 ekonomistin katılımıyla gerçekleştirdiği ankete göre ise eylül ayında aylık enflasyonun yüzde 2,47 olacağı tahmini yapılıyordu. Buna göre yıllık enflasyonun yüzde 32,31'e gerilemesi tahmini yapılmıştı.
Ağustosta da beklentilerin üzerindeydi
Ağustos ayı enflasyonu da beklentilerin üzerinde artmış, yıllık yüzde 32,95 olarak kaydedilmişti. Ekonomistlerin tahminleri yüzde 1,50 ile yüzde 2,20 arasında değişiyordu.
***
Vergi yükü hane halkında: Devletin harcamaları ve açığı arttı -Andaç Aydın Arıduru-
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından yayımlanan “devlet hesapları, 2024” raporuna göre, genel devlet açığının gayrisafi yurt içi hasılaya (GSYH) oranı 2024 yılında yüzde 3,2 olarak gerçekleşti. Bu oran, bir önceki yıl yüzde 4,5 seviyesindeydi. 2024 yılında genel devlet açığı 1 trilyon 438 milyar 854 milyon TL olarak tahmin edildi. Alt sektörler incelendiğinde, merkezi devlet ve mahalli idareler 2024 yılında açık verirken, sosyal güvenlik kurumları alt sektörü 471,3 milyar TL fazla verdi. Genel devlet konsolide brüt borç stoku, GSYH'ye oranının 2024 yılında yüzde 23,6'ya düştü. Gelirler kalemlerinde ise üretim ve ithalat üzerindeki vergilerden elde edilen kazanç 2023’e göre yüzde 1,5 oranında azaldı.
Devletin mali yapısına ilişkin detayların da paylaşıldığı bültende, 2024 yılındaki genel devlet toplam harcamalarının GSYH içindeki payının yüzde 36,6'ya yükseldiği belirtildi. Toplam harcamalar 16 trilyon 321 milyar 72 milyon TL'ye ulaştı.
Genel devlet toplam gelirleri ise 14 trilyon 882 milyar 218 milyon TL'ye yükselirken, bu gelirlerin GSYH içindeki payı yüzde 33,4'e yükseldi.
2024 yılında toplam vergi ve sosyal katkı gelirleri 11 trilyon 240 milyar 452 milyon TL'ye yükseldi. Kamunun en büyük gelir kaynağı 2,4 trilyon TL ile katma değer vergisi (KDV) oldu.
Bu gelirlerin dağılımında ise bir önceki yıla göre üretim ve ithalat üzerindeki vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı 2023'te yüzde 48,2 iken, 2024'te yüzde 46,7'ye düştü. Gelir ve servet üzerindeki cari vergilerin payı yüzde 24'e düşerken, net sosyal katkıların payı ise yüzde 29,3'e yükseldi.
Şimşek’in ekonomi yönetimi yükü halka yükledi
2022 yılında şirketlerin ödediği gelir vergileri bireysel ve hane halkından kesilen vergiler 367,5 milyar TL düzeyindeydi. Bunun karşısında şirketlerden alınan gelir vergileri ise 574,8 milyar TL düzeyindeydi. Şirketlerin gelirlerinden alınan vergi bireylerin gelirlerinden kesilen vergilerin 1,5 katıydı. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in ekonomi yönetiminin başına getirilmesiyle birlikte yüksek vergi ve sıkı para politikaları uygulanmaya başlandı. 2023 yılında bireysel veya hane halkı geliri üzerinden alınan vergiler 733,15 milyar TL seviyesine yükseldi. Şirketlerden alınan gelir vergileri ise 892 milyar TL oldu. Bireylerden kesilen vergide yüzde 99 oranında artış yaşanırken şirketlerde bu artış oranı yüzde 55 oldu.
2024 yılında bu bireyler ve hane halklarından alınan vergilerin boyutu yüzde 117 oranında arttı ve 1,6 trilyon TL seviyesine ulaştı. Aynı dönem içinde şirket gelir ve kârları üzerinden alınan vergiler ise 892 milyar TL’den 930,5 milyar TL’ye yükseldi. Bireysel gelirlerden alınan vergiler şirketlerden alınan vergilerin tam 1,7 katına çıktı. Yani sadece iki yılda gelirler kaleminde vergi yükü şirketlerden alınarak yurttaşlara yüklendi.(Yüzde 70: 2024’teki faiz harcamalarındaki artış oranı),(Binde 1: Gelir, üretim, servet, ithalat dışında sermayenin vergi payı), (11.2 Trilyon: Devletin 2024 vergi ve sosyal katkı gelirleri)
***
Evrensel
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder