soL "Köşebaşı + Gündem" -6 Ekim 2025-

                                                haber.sol.org.tr

Savaş Bakanlığının dönüşü ve Engels’in intikamı -Anıl Çınar-

Herkesin aynı olduğu bir dünya başka bir siyasetin doğum sancılarını yaşıyor. Savaş Bakanlığı işte adı umut olan bu çocuğu daha şimdiden öldürmek için yola koyuldu.

Trump ve Hegseth’i iki nedenle tebrik etmek gerekiyor.

Öncelikle var olanı ilan ettikleri için: Biz yıllardır söylüyorduk emperyalist dünyada “savunma bakanlığı” diye bir bakanlık olamaz diye. Bu düzenin bakanları son tahlilde kapitalizmin güvenliğini sağlamaya bakar ve asıl görevleri içte ve dışta savaştır. Bu düzeni değiştirdiğimizde ilk işlerimizden biri, Fransız Devrimi’nden bize miras kalan, ve eski dille telaffuz edince ayrı bir etkisi olan, o “Kamu Selameti Komitesi”ni yeni bir içerikle canlandırmak olacak.

Diğer neden de Pete Hegseth’in “Bundan böyle Pentagon'un koridorlarında şişman generaller görmek istemiyorum” çıkışı. Dünyada terör estiren bir ordunun en üst düzey yöneticilerini göbekleri sallana sallana toplu sabah koşularında görmek bizim için bir eğlence olacak.

Ne var ki, Savaş Bakanlığı’nı ilan eden tek ülke ABD değil. Bütün dünya silahlanma yarışı içerisinde “bir şeye” hazırlanıyor. Yani eğlence burada bitiyor…

ABD, Rusya ile savaş görevini Avrupa’ya emanet ederken, Çin ile Pasifikte baş etmenin sanıldığından zor olacağı anlaşılırken, dolayısıyla Rusya ve Çin’i Ortadoğu’dan uzak tutmanın ve “Ortadoğu’da mutlaka kazanmak” gerektiğinin önemi bir kez daha anlaşılırken bütün dünyanın kocaman bir savaş bakanlığına dönüşmesi şaşırtıcı mı?

Neredeyse bütün yorumcular yeni bir İran savaşının kapıda olduğunu, “büyük sessizliğin” hayra alamet olmadığını anlatırken artık Ortadoğu’nun kuralına dönüşen bir noktaya odaklanıyor: İsrail’in güvenliği sağlanmalı ve bunun için İran mutlaka dize getirilmeli.

Örneğin Filistin kavgasına da bu açıdan yaklaşılıyor: Hamas o ya da bu şekilde dize getirilmeden ne ilk kural işleyebilir ne de İran problemi çözüme kavuşturulabilir. Bunun dünya için bir tür dönüm noktası olduğunu söyleyenler var.

Sadece bir örnek: Arnaud Bertrand dört gelişmeden söz ederken “jeopolitik yerçekiminin geri döndüğünü” söylüyor: Suudi-Pakistan askeri anlaşması, Trump’ın Afganistan’daki Bagram Üssü talebinin geri çevrilmesi, Trump’ın Xi ile gerçekleştirdiği ve aşağı yukarı “eşitler arasında” cereyan eden telefon görüşmesi ve ABD'nin İran'daki Chabahar limanına uyguladığı yaptırım muafiyetini iptal etme kararı ile Hindistan'ın tüm Orta Asya stratejisini fiilen baltalaması.1

Peki bütün bunlar, Bertrand’ın ima ettiği gibi, Sovyetler Birliği zamanındaki gibi bir “tektonik” yaratıyor mu gerçekten?

Alastair Crooke, gerçeğe biraz daha yaklaşıyor:

Ortadoğu’nun tüm taşlarını böylesine vahşice havaya savurmanın amacı nedir — Gazze’den tüm dünyanın da gördüğü gibi? İsrail’in bölgesel hegemonya arayışı ve ABD’nin bölgenin enerji kaynakları üzerindeki denetimi mi? Amaç bu mu? Elbette — fakat bundan daha fazlası var.

Trump ekibinin, İsrail sağının ve onu destekleyen Yahudi milyarderlerin yeni doktrininin yine de hepsinden üstün bir ‘savaş hedefi’ bulunuyor. Bu yalnızca İsrail’in ‘bölgesel hâkimiyeti’ ya da başkalarının ‘boyun eğmesi’ meselesi değil — ki bunu ABD temsilcisi Tom Barrack açıkça söylüyor. Bu aynı zamanda ‘İran’ı kontrol altına almak’ anlamına da geliyor — bu yüzden ‘Snapback’ (yaptırımların geri getirilmesi) İran’ı boyun eğdirmeye yönelik ‘büyük savaş’ın hazırlığıdır.2

Bütün bunlar kuşkusuz Ortadoğu'yu Venezeula’ya bağlayan şeyin ürünü:

Asıl mesele Arjantin'in kaya gazı yataklarını ve Venezuela'nın devasa petrol rezervlerini ABD kontrolüne almak; ABD hükümetini zorlayan büyüyen ABD açıklarının yarattığı tehdidi hafifletmek için ABD'ye küresel enerji hakimiyeti sağlamak.

Bütün bunlar ve daha fazlası, İsrail’i emperyalizmin özel bir aracına da dönüştürdü. Başka bir deyişle, İsrail sadece siyonistler, dinciler ve soykırımcılar tarafından yönetildiği için değil, aslında bütün bunlar emperyalizmin bizzat kendisi gibi işlevlendiği ve arkasında bütün bir yahudi sermayesi durduğu için, ve bizzat bazı İsraillilerin dediği gibi, “Spartan devlet”e dönüştü.

Dolayısıyla “Savaş Bakanlığı” basit bir imaj tazeleme operasyonundan öte anlam taşıyor. Bu, bir anlamda “Kurallara Dayalı Düzen” diye anlatılan anlatının sonunun geldiğinin ilanıdır.

Trump’ın manevralarına ve tutarsızlıklarına bakarken aklımızın bir yanında ABD devletindeki iç çekişmeler mutlaka olacak. Öte yandan bütün bunların “yeni dönem”de bir tür “kullanışlı aptal” yarattığını da görmezden gelmemek gerekiyor. Kullanışlı aptalların “stratejik bir tercih” olmaktan öte, bir “ürün” olduğunu unutmadan…

Yani yeni dönem, İsrail ve ABD eliyle ve zorla tahakküm dönemidir. Burada “İsrail’in güvenliği”nden öte “İsrail’in üstünlüğü” de sahadadır. Öte yandan, bu üstünlük iktisadi ve askeri zor ile sağlanırken, ABD emperyalizmi bütün emperyalist sistemin “atıl” fay hatlarını tetiklemekte ve değişimin hızıyla oynamaktadır. Dolayısıyla “Savaş Bakanlığı” emperyalist düzenin ABD’den dünyaya yayılan dürüstlük ilanıdır.

Ancak, bu kadar “yerbilimi” referansına da artık dur demek gerekiyor.

Çünkü “İsrail” sadece emperyalist düzenin bir anahtarı değil, aynı zamanda zayıf karnı. Ve bizim odaklanmamız gereken hedef de tam orası.

Çünkü emperyalist dünyanın başkentlerinde sokakları dolduran ve hatta grevlere çıkan milyonlar, emperyalizmin önündeki asıl engelin ne olduğunu bize anlatmıyor mu? Üstelik sadece ekim ayının ilk haftasında sokağa çıkanların sayısı milyonları buluyorken…

İsrail dünya kamuoyunu ve aslında “en çok güvendiği kesimleri” bile kaybetmeye başladığını anladığında Charlie Kirk olayının sahneye çıkması veya İngiltere’de ve başka yerlerde türlü algı operasyonlarının tezgahlanması herhalde bir tesadüf değil. Çünkü ne olursa olsun, kavga orada dönüyor. Kavga tam da “meşruiyet”in akılla, vicdanla ama cüretle kazanıldığı o yerde kazanılıyor. Ve maaşa bağlanmış onca siyasetçi, onca kalemşör, onca yayıncı ve büyük medya desteğine rağmen İsrail’in aradığı meşruiyet mayası tutmuyor.

Bunlar Filistin halkının tek gerçek dostunun ve asıl yardımcısının kimler olduğunun ispatı da değil mi?

İsrail emperyalist dünyanın kurallarının bir ürünüdür. Onlar için son derece faydalıdır ama bu ürün emperyalistlerin kendi içini de kaşımaya başlamıştır. Üstelik tam da “yeni dönem”e adım atılırken hiç de istenilir şey değildir.

“Avrupa Birliği”nin bitişi işte bu yeni dönemin bir nedeni ve semptomudur. Ucuz enerji, ekonomik istikrar, büyüme, refah ve bunların üzerinde yükselen liberalizm illüzyonu…

Yeni dönemin yeni kurallarını uygulamak için kemer sıkmak, sokağı kontrol etmek ve “kazara gerçekleşecek” bir devrime şimdiden engel olmak gerekiyor. Anlayacağınız, büyük Alman otomotiv tekellerinin bundan böyle tank üretmeye başlamasının nedeni “jeo-politik” veya “jeo-ekonomi” değil.

Avrupa’nın soğuk duşa, sığınaklara, drone saldırılarına, patlama ve cinayetlere alıştırılması giderek silikleşen Rus düşmanlığına renk katmanın ötesinde son derece sınıfsal bir yan taşıyor. Çünkü yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın başka yerlerinde de kelimenin olumsuz anlamıyla “siyaset”e olan ilgi azalıyor. Herkesin aynı olduğu bir dünya başka bir siyasetin doğum sancılarını yaşıyor.

Savaş Bakanlığı işte adı umut olan bu çocuğu daha şimdiden öldürmek için yola koyuldu.

Engels bunun işçi sınıfı için ne anlama geldiğini 15 Aralık 1887 tarihli ünlü “kehanet”inde şöyle ifade ediyordu:

Savaş bizi bir süreliğine geriye itebilir; bazı kazanılmış mevzilerimizi elimizden alabilir. Ama bir kez, kontrol edemeyeceğiniz o güçleri serbest bıraktığınızda, artık olaylar kendi yolunu izler: Trajedinin sonunda siz yıkılmış olacaksınız veya proletaryanın zaferi gerçekleşmiş olacak, ya da artık onun kaçınılmaz hale geldiği bir dünya doğacaktır.”3

Bu satırların işçi sınıfının “varlığını hissettirdiği” bir dönemde yazılmış olması bizi yanıltmasın. Devrimin şimdilik “sessizce olgunlaşma” ihtimaline duyulan korkudan yola çıkılsın.

-----
 
1https://open.substack.com/pub/arnaudbertrand/p/the-return-of-geopolitical-gravityr=5tomfj&utm_campaign=post&utm_medium=web&showWelcomeOnShare=false

2https://open.substack.com/pub/conflictsforum/p/moving-fast-breaking-things-a-new?r=5tomfj&utm_campaign=post&utm_medium=web

3Engels, “Borkheim’a Giriş”

                                                                              /././

'Demokrat' Avrupa’nın maceraları -Engin Solakoğlu-

Bu hikâyenin hissesi şu: Sizin bildiğiniz eski Avrupa da bir halt değildi ama artık o dahi kalmadı. Karşımızda yalan ve riyakârlığın ayıp olmaktan çıktığı siyasi bir topluluk var. Eskiden de bu haltları ediyorlardı ama hem gizlemek için daha çok çaba gösteriyor hem de sahtekârlıkları ortaya çıktığında utanmış gibi yapıyorlardı.

Filistin’de süren soykırım, dünya halklarının Sumud Filosu’nda somutlaşan direnişi, odun kesici Trump’ın hınk deyici işbirlikçileri tarafından ayakta alkışlanan Filistin’i imha planı derken bir ara pek gözde olan bir girişimin son toplantısı enikonu gölgede kaldı.

Avrupa Siyasi Topluluğu (AST) 2 Ekim’de Kopenhag’da 7. Zirvesini gerçekleştirdi. 2022 yılında Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un girişimiyle özellikle Rusya’dan Avrupa’ya yönelen tehdit gerekçesiyle oluşturulan topluluğun bu zirvesine Türkiye katılmadı. Oysa altı ay önce Arnavutluk’ta düzenlenen 6. Zirve’ye Akepe Genel Başkanı da katılmış, Türkiye’nin Avrupa’nın güvenliği, ekonomisi ve savunma sanayii için ne kadar önemli olduğunu ballandıra ballandıra anlatmıştı.

O sıra hâlâ Avrupa’ya bir yerlerden çengel atar mıyız umudu pek canlıydı. Trump’tan randevu da henüz alınamamıştı. Neyse ki Oval Ofis’e gidildi, süt dökmüş kedi pozları verildi, halkın cüzdanındaki son birkaç kuruş ev sahibine takdim edildi, bir miktar "meşruiyet" devşirildi, bunun bir kısmı da Cumhuriyet tarihinin temsil kabiliyeti en düşük parlamentosuna 3-4 fotoğraf karesi aracılığıyla aktarıldı.

Akepe-Mehape düzeninin o aralar Avrupa cilasına ihtiyacı vardı. Amerikan imalatı cila bulununca Kopenhag’a gitmeye de gerek kalmadı deyip konumuza dönelim.

AST Avrupa Birliği ülkeleri ile birliğe üye olmayan çeper ülkeleri kapsayan bir platform. Bir ara bizdeki birkaç şaşkının söylediği gibi AB’nin bekleme odası filan değil. Kaldı ki, şayet yapılırsa 9. veya 10. zirvesi muhtemelen Brüksel’deki AB Komisyonu binasının bir odasında gerçekleşir ve bu girişim de benzerleri gibi unutulur gider.

Benzerleri deyince aklıma ilk gelen yine Fransa’nın uydurduğu anlı şanlı Akdeniz için Birlik (AiB) girişimi. Bu yazıda kullanmak için internette ararken bile bulmakta zorlandım. AiB kurumsal olarak var hâlâ ama sesini duyan kalmadı. Tümüyle konjonktürel ve geçici heveslerle gündeme getirilen bölgesel girişim veya örgütlerde rastlanmayan bir şey değil. Öldüklerini herkes biliyor ama cenazesinin kalkması yıllar alıyor.

Neyse efendim, sessiz sedasız gerçekleşen AST’nin 7. Zirvesi’nde ele alınan ilginç konulardan biri Rusya’nın Avrupa’daki mali varlıklarına el konulması meselesiydi. Rusya-Ukrayna savaşının başından beri tartışılan bu konuda genel bir mutabakat oluşacakken, beklenmedik bir ülkeden, Belçika’dan itiraz geldi. Belçika’nın gayet ırkçı ama bir kadar da ultra liberal başbakanı De Wever Rusya yanlısı olduğundan filan değil, özel mülkiyete ve servetlere el konulması bağlamında kötü bir örnek oluşturacağı için bu uygulamaya karşı çıktı.

AST ve onunla eşzamanlı geçekleştirilen AB Zirvesi’nin ana teması elbette Avrupa’nın Rusya’nın olası saldırısından korunmasıydı. Trump’ın Avrupa muavinliği görevini seve seve yürüten NATO Genel Sekreteri Rutte de doğal olarak çifte zirvenin en görünür görünür simasıydı.

Yeniden silahlanmaya çalışan Avrupa’da şu sıra bir Rusya ve dronları psikozu yaşanıyor. Belki de yaşatılıyor demek daha doğru. Her gün bir Avrupa ülkesinden drone “istilası” haberleri geliyor. “Rus (?)” dronları bir gün Belçika’da bir başka gün Danimarka açıklarında zuhur ediyor. Bu atmosferle uyumlu olarak bir tür “drone duvarı” imalatı tartışılıyor. Avrupalı liderler, ekonomiyi “askerileştirmek” ve Avrupa halklarının kaynaklarını silah üreticisi patronlara aktarmak için yol arayışındalar. Şu sıra bunun için “dron” öcüsü kullanılıyor.

Avrupa’da şu sıra yaşatılan psikoz Soğuk Savaş yıllarından ABD’de her vesileyle işlenen “Ruslar geliyor”, “Komünistler/Kızıllar her yerde”, “SSCB ABD’yi Küba üzerinden işgale hazırlanıyor” vb. temalarını hatırlatıyor.
Rusya’nın Ukrayna ile savaşta dron kullandığı zaten sır değil ama Avrupa’nın orasında burasında neden dron uçurma ihtiyacı hissettiği sorusu yanıtsız. Zaten dron uçtu haberleri geldikten ortalama 24 saat sonra, yetkili ağızlardan “bunların Rusya’ya ait olduklarına dair kanıt yok” açıklamaları geliyor ama “yine dron saldırısı” başlıkları atan Avrupa basını bu açıklamaları nadiren aynı büyüklükte görüyor. Maksat psikozumuza halel gelmesin!

Fransa son dönemde bu psikozu derinleştirme ve yaygınlaştırma lider rolü üstlenmiş gibi görünüyor.

Ülkesindeki destek oranı yerlerde sürünen, ne sokağa ne de parlamentoya hâkim olabilen Fransa Cumhurbaşkanı Macron, içeride sıkıştıkça dış politikada şahinleşiyor.

Geçen yıla kadar Rusya-Ukrayna savaşında Putin’le konuşabilen nadir Batılı liderlerden biri olmakla böbürlenen Macron, şu sıra TRT’nin sözde tarih dizilerini kıskandıracak paçozlukta bir kahraman rolüne soyunmuş durumda. 

“Aslan yürekli” Macron son olarak, Rusya’dan Hindistan’a petrol taşıyan “Borocay” isimli bir tankere Fransa’nın Batı kıyıları açıklarında müdahale emri verdi. 1 Ekim günü Fransız Özel Kuvvetlerine bağlı birlikler tankere çıktılar. Görüntüler bütün kanallara servis edildi. Maskeli “kahramanlar” kaptan ve yardımcısını  adi suçlu gibi yakalayıp karaya çıkarttılar.

Suçlama, yaptırımlara aykırı olarak petrol taşımak ve  Avrupa semalarında dolaştığı söylenen dronlara platform görevi görmekti.

Gemiyi de St. Nazaire limanına bağladılar. O sırada Kopenhag zirvesinde bulunan Macron, gizemli tavırlar takınarak bu tür baskınların süreceğini ve amacın Rusya’yı müzakere masasına çekmek olduğunu söyledi.

Tanker gerçekten de Rusya’nın Leningrad kenti (St. Petersburg diyorlar ama benim için hep Leningrad kalacak)  yakınlarındaki bir limandan yüklediği 100 bin ton ham petrolü Hindistan’a götürüyordu.

Yalnız, Fransız kanalları, BBC ve Reuters gibi medya organlarının ısrarla yer verdiği “yaptırımlara aykırı olarak petrol taşıma” suçlaması hiçbir anlam taşımıyordu. Yaptırımlar AB’ye petrol sevkiyatıyla ilgili. Tanker Hindistan’a gidiyor. Hindistan, kendi açısından gayet anlaşılır sebeplerle, ABD ve AB’nin bu tarz kararlarını dikkate almayan bir ülke. O zaman ortada suç filan da kalmıyor.

Dronlara platform görevi görme suçlaması da ayrı bir abukluk. Zaten Macron dahi “bunu tam bilmiyoruz” demek zorunda kaldı.

Nitekim geminin kaptanını ve ikinci kaptanını 48 saat geçmeden serbest bıraktılar. “Borocay” tankeri de St. Nazaire limanından ayırılıp Hindistan yolunu tuttu. 23 Şubat’ta mahkemeye çıkması istenen Çinli kaptana ise bir tek suçlama getirilebildi. Geminin ait olduğu ülkeye dair tutarsız bilgi vermek. Brest savcısı da diğer suçlamalarla ilgili bilgim yok diye kesip attı.

Görüyor musunuz saygısızlığı? Senin koskoca Cumhurbaşkanın tam pelerinini giymiş şanlı Fransız ordusunun başında Rus tankerlerine akın yapıyor, sen tutup bozgunculuk yapıyorsun. Fransa’nın Akepe Türkiyesi’nden daha öğrenmesi gereken çok numara var bu konularda.

O arada Kopenhag’daki zirve de bitmiş, Macron Paris’e dönmüştü zaten. Mikrofon/kamera önü kahramanlığını sürdürmenin bir alemi de kalmamıştı.

Bu hikâyenin hissesi şu: Sizin bildiğiniz eski Avrupa da bir halt değildi ama artık o dahi kalmadı. Karşımızda yalan ve riyakârlığın ayıp olmaktan çıktığı siyasi bir topluluk var. Eskiden de bu haltları ediyorlardı ama hem gizlemek için daha çok çaba gösteriyor hem de sahtekârlıkları ortaya çıktığında utanmış gibi yapıyorlardı.

Dün akşam bu yazıyı tasarlarken sosyal medyada bir mesaja denk geldim. Yıllar önce kişisel olarak da tanıdığım Gerald Knaus, Gürcistan’da önceki gün yeniden şiddetlenen gösterilerin görüntülerini paylaşmış ve “Demokrat Avrupa”yı Gürcistan halkına yardıma çağırmış.

Bilemiyorum belki gelirler ama bir yandan da çok meşguller be Gerald Bey kardeşim!

Avrupa “demokrasisi”nin kalesi Fransa’da polis sokak eylemlerini kriminalize etmek için banka şubesini ateşe veriyor. 
Almanya polisi her gün Filistin’de soykırım olmasın diyen vatandaşlarını çoluk çocuk demeden pataklıyor. 

Mussolini’nin dişi versiyonu olmaya özenen İtalyan Başbakanı Meloni “çocuklar öldürülmesin artık!” diye sokakları dolduran yüzbinlerce göstericinin üstüne polisini saldırtıyor.

Artık AB üyesi değil ama Avrupa Siyasi Topluluğu üyesi İngiltere’de Kraliyet Savcısı ve İsrail yağcısı Starmer’ın polisi ise “Fi..” diye söze başlayanları dahi gözaltına alıyor.

“Demokrat Avrupa”nın kendi halkına dahi hayrı yok. Dünyadan elini çeksin yeter.

                                                           /././

Patronların acelesi var: Yusuf Tekin zorunlu eğitime darbe için ‘bu yıl karar verilir’ dedi -Burcu Günüşen-

Milli Eğitim Bakanı Tekin, zorunlu eğitim süresinin kısaltılmasına ilişkin rapor hazırladıklarını, Erdoğan’a sunacaklarını söyledi. Tekin kararın bu yıl içinde verileceğini öngörüyor. Eğitim-İş'e göre AKP iktidarı çocukların sermayeye ve tarikatlara tesliminde araladığı kapıları sonuna kadar açıyor.

AKP “kesintisiz” zorunlu eğitimi kaldırmak için getirdiği 4+4+4 zorunlu eğitim sistemini değiştirmeye, zorunlu eğitim süresini kısaltmaya hazırlanıyor.

Yapılmak istenen, 12 yıllık zorunlu eğitim süresini kısaltarak çocukların daha erken yaşlarda işgücüne katılmalarının yasallaştırılması.

Konuyu ilk gündeme getiren de bu yılın başlarında Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin oldu. Kamuoyunda zorunlu eğitim süresinin tartışılmasını istediklerini söyledi.

Tekin’in “iş dünyasının beklentileri” diyerek başlattığı tartışma da desteğini sermayeden ve tarikatlardan buldu.

Önce eğitim alanındaki gerici dernek ve vakıflar rapor hazırladı. Ardından patron örgütü MÜSİAD zorunlu eğitimin kısaltılmasını talep etti.

İktidar yandaşı eğitim sendikası Eğitim-Bir-Sen de yaptırdığı saha araştırmasıyla tartışmaya dahil oldu. Sendika, lise eğitiminin 2 yılının zorunlu, 2 yılının isteğe bağlı olması görüşünün ağır bastığını öne sürdü.

Bakan Tekin bugün Kanal 7’de katıldığı programda zorunlu eğitim süresinin kısaltılması için kararın bu yıl içinde verileceğini söyledi.

Tekin'in öngörüsü böyle: Bu yıl karar verilir, önümüzdeki yıl başlanır 

4+4+4 zorunlu eğitim sisteminin değişip değişmeyeceğine ilişkin soruyu yanıtlayan Tekin, dünya genelinde eğitim öğretim sürelerinin kısalmaya başladığını öne sürdü.

Eğitim süresinde atacakları adımın “çağdaş gelişmelere ayak uyduracağını” iddia eden Tekin, şöyle konuştu:

“Geçtiğimiz yıl söyledik bunu. 'Kamuoyundaki tartışmaları izliyoruz' anlamında açıklamalar yaptık ve sürekli de izledik.

Şu anda bir raporumuzu oluşturduk. Bunu Kabine Toplantısı'nda Sayın Cumhurbaşkanımızın da onayına sunacağız.

Eğer siyasi anlamda da bu konuda karar verilirse, farklı alternatiflerimiz var. İlk Kabine Toplantısı'nda çok büyük bir ihtimalle bununla ilgili bir sunum yapmayı planlıyoruz.

Bu yıl içerisinde karar verilir. Çünkü önümüzdeki yıl zaten eğitim öğretim takvimi ona göre dizayn edilecek demektir ama bunun bir de parlamento boyutu var. Sonuçta hazırlığımızın yasalaşması gerekecek.”

AKP çocukların tarikat ve sermayeye teslimi için kapıları sonuna dek açıyor

Tekin’in açıklamalarına dair soL’a konuşan Eğitim-İş Genel Başkanı Kadem Özbay, AKP iktidarının önce “devrim” diye nitelediği 4+4+4 sistemiyle ilgili “geçmişin hesabını vermesi gerektiğini” söyledi.

Özbay’a göre iki amaç var:

“Bir, tarikatların talepleri bir de piyasanın talepleri. Zaten bu konuşmaları kimler yapıyor? MÜSİAD konuştu, sanayiciler konuştu. Bir de adı dernek vakıf olan ama tarikat olduğunu bildiğimiz yapılar. Neden? Çünkü çocukların 18 yaşına kadar yasal olarak okul ortamında olması bunları rahatsız ediyor.”

Hem tarikatların hem de sermayenin artık bu yasal çerçeveden çıkmak istediğini kaydeden Özbay şunları söyledi:

“(Tarikatlar) kendi sözde kurumlarında, yapılarında çocuklara temas etmek istiyorlar. Bazı gerici çevreler kız çocuklarının belli bir yaştan sonra okulda olmasına katlanamıyorlar. Bir de asgari ücretle çalışanların sayısının bu kadar fazla olduğu ve insanca yaşayacak bir asgari ücret olmadığı ortamda iktidar daha ucuz iş gücüyle çocukları piyasanın kucağına itmek istiyor.”

AKP iktidarının hafızlık eğitimleri, açıköğretimler ve MESEM’lerle araladığı kapıları şimdi tamamen açmaya hazırlandığını söyleyen Özbay “Kendi çocuklarını 18 yaşına kadar eğitim sonrasında yurt dışında okutma hayalinde koşanlar yoksul ailelerin çocuklarını cemaatlerin, tarikatların, piyasanın kucağına itiyorlar. Kapıyı sonuna kadar tarikatlara, piyasaya açmaktır ve hatta emperyalist yapıların pazarı olarak görülecek bir ülke olarak açmaktır. Burada maalesef ki çocuklar hedef alınmaktadır” dedi.

'Yoksul ailelerin çocukları ve kız çocukları okuldan uzaklaşacak'

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi (THTM) Eğitimde Gericilikle Mücadele Komitesi'nden Gül İnce de, Tekin'in bugünkü açıklamalarının son yıllarda hızla büyüyen MESEM uygulamalarıyla aynı çizgide olduğunu belirtti.

18 yaşın altındaki her bireyin çocuk olduğunu ve çocukların devletin korumasında eğitim hakkına sahip olduğunu vurgulayan Özbay, şimdiyse çocukların okullar yerine tarikatlara ya da sanayide çalışmaya yönlendirilmesinin yasal çerçevesinin oluşturulmak istendiğini ifade etti.

İnce şunları söyledi:

"Zorunlu eğitim süresinin kısaltılması yoksullaştırılmış ailelerin çocuklarının erken yaşta eğitimden koparılarak, ucuz işgücü olarak, iş dünyasının acımasızlığıyla baş başa bırakılmasına yol açacak. Diğer taraftan da, kız çocuklarının okuldan uzaklaşmasıyla, toplumsal cinsiyet eşitsizliği derinleşecektir."

                                                                  ***

Azerbaycan nereye koşuyor?-Ogün Eratalay-

Son dönemde dış siyasette önemli adımlar atan Azerbaycan yönetimi, bölgedeki varlığını sağlamlaştırmak yolunda ilerliyor. Bu süreç emperyalizmin planlarıyla eşgüdümlü olsa da pek çok açmazı da barındırıyor.

Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev, geçtiğimiz günlerde Çin’de yapılan Şangay İşbirliği Örgütü toplantısına katıldı.

Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Kazakistan, Tacikistan ve Özbekistan tarafından 2001 yılında kurulan örgüt, bölgedeki çok sayıda ülkeyle diyalog halinde. Bu kapsamda Azerbaycan da örgüt toplantılarına dahil oluyor.

Aliyev toplantıda yaptığı konuşmada Çin-Azerbaycan ilişkilerinin gelişmişlik düzeyine vurgu yaparak, Çin öncülüğünde başlatılan Bir Kuşak-Bir Yol projesine dahil olduklarını vurguladı.

Azeri dış siyasetinde aktif dönem

Azerbaycan dış siyasetine bakıldığında son dönemde önemli faaliyetler dikkat çekiyor. Bu kapsamda 27 Eylül-10 Kasım 2020 tarihleri arasında süren İkinci Dağlık Karabağ Savaşı’nda kazanılan zaferin ardından 19 Eylül 2023 tarihinde kesin olarak denetim altına alınan Dağlık Karabağ, Azerbaycan için askeri olduğu kadar diplomatik de bir zafer olmuştu.

Süreç içinde imzalanan ateşkes maddelerinin uygulanmasında yaşanan sıkışıklık, ABD Başkanı Donald Trump’ın müdahalesiyle aşıldı.

8 Ağustos 2025 günü Beyaz Saray’da imzalanan barış antlaşmasına göre, iki ülke arasında sorun oluşturan Zengezur Koridoru ABD tarafından 99 yıllığına işletilecek, bu kapsamda altyapı işlemleri tamamlanarak koridor bölgesel ekonomiye kazandırılacak.

ABD emperyalizmi eliyle gerçekleştirilen proje, Azerbaycan’ın Nahçıvan bölgesiyle ve Türkiye ile temasını sağlasa da bunun ötesinde öneme sahip. Antlaşma uyarınca daha önceden Rusya ve İran’ın egemenlik bölgesi olarak değerlendirilen bölgede ABD askeri ve ekonomik varlığı perçinleşirken, Orta Asya ile bağlantı Rusya-İran geçişi olmadan yapılabilecek.

Emperyalizm, İsrail ve Azerbaycan

Azerbaycan’ın ABD ile yakın ilişkileri Sovyetler Birliği’nin dağılmasının hemen ardından, 1992 yılında başlamış olsa da Ermenistan’la süregiden çatışma hali sebebiyle ülke doğrudan ABD yardımı almayan ender eski Sovyet ülkelerinden olmuştur.

Ancak bu soğuk tutuma rağmen Azerbaycan tek taraflı olarak jestler yapmış, 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından ABD’nin Afganistan’a düzenlediği saldırıya destek vermiştir. Komşusu Rusya’nın tepkilerinden çekinen Azerbaycan, NATO üyesi olmamakla beraber örgütün bu tür ülkeler için “uydurduğu” Bireysel Ortaklık Eylem Planı kapsamında 2004 yılında NATO işleyişine dahil olmuştur. Bu kapsamda diğer faaliyetlerin yanı sıra Azeri birlikleri Kosova, Irak ve Afganistan’da görev yapmıştır.

Azerbaycan için yaşamsal öneme sahip olan Ermenistan ile mücadele hali, ülkedeki diplomasinin de en önemli belirleyeni durumunda. 2020 yılındaki savaş sırasında ve öncesinde ABD ve Batı Avrupa’da çok güçlü olan sürgündeki Ermeni lobisine rağmen İsrail’in Azerilerin yanında yer alması, her türlü silah, destek, istihbarat desteği sunması iki ülke arasındaki ilişkilerde belirleyici olmuş durumda.

Azeri yönetimi 7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de yaşanan soykırım sebebiyle İsrail’i hiçbir şekilde kınamazken, İsrail tarafı Azeri topraklarını ezeli düşmanı İran’a karşı son dönemde düzenlediği saldırılar için lojistik ve istihbarat üssü olarak kullanıyor. İki ülke arasında enerji alanında çok büyük işbirliği ise kamuoyunun malumu. İsrail ithal ettiği ham petrolün ve doğalgazın çok önemli kısmını Azerbaycan’dan alıyor. Benzer şekilde Azerbaycan’ın ithal ettiği silah ve mühimmatın yüzde 70’i İsrail kaynaklı. Azerbaycan ordusunun son dönemde kaydettiği gelişmenin arkasındaki en önemli ülkeler Türkiye ve İsrail.

İran faktörü

İsrail’in İran’a karşı yürüttüğü gizli ve doğrudan saldırılarda lojistik ve istihbarat olarak verilen Azerbaycan desteğinin ardında iki ülke arasındaki gerilim bulunuyor. İki ülkede de Şii nüfusu ve etnik olarak her iki kökenden halklar mevcut olsa da İran, Azerbaycan’ı “İsrail’in bölgedeki vekili” olarak görüyor.

İran sınırları içinde yaşayan Azeriler, başta Türkiye’den yayın yapan TRT World olmak üzere bölgeye yönelik yayın yapan çeşitli uluslararası yayın kuruluşları tarafından “hedef kitle” olarak görülmüş, İran’da geçtiğimiz yıllarda yaşanan geniş katılımlı halk protestoları “olanak” olarak değerlendirilmiştir.

Türkiye’deki yatırımlar

Azeri sermayesi son dönemde Türkiye’de yaptığı hacimli yatırımlar sayesinde ülkedeki önemli sermaye aktörlerinden olmuştur. Petrokimya endüstrisindeki dev işletme PETKİM’in yüzde 51 sermayesine sahip olan Azeri firması SOCAR bu aktörlerin başında gelir. SOCAR ayrıca Türkiye’deki STAR Rafinerisi’nin de sahibidir. TANAP adı verilen doğalgaz hattının çoğunluk hissesinin sahibi olan şirket doğalgaz dağıtım tekeli BOTAŞ ile çeşitli yan kuruluşlar üzerinden sıkı bağlantılara sahiptir. Türkiye’de yaklaşık 20 milyar dolar yatırımı olan firma iki ülke arasındaki sermaye bağlantısının simgelerindendir.

Bu ilişkilerin dışında Türkiye’deki silah şirketlerinin özellikle 2020 savaşının ardından Azerbaycan ile yaptığı işbirliği dikkat çekicidir. Başta Aselsan ve Baykar olmak üzere irili ufaklı pek çok silah şirketi bu ülkeyle ortak üretim yapmakta, ortak teknoloji merkezleri planlanmaktadır. Azeri ordusunun bir dönem Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından NATO standartlarına göre eğitildiği göz önüne alındığında iki ülke arasındaki askerî işbirliği dikkat çekici.

Kendi hegemonyasını enerji üzerinden kurmaya çalışan bir devlet

Son dönemde yukarıda sıralanan gelişmelerin dışında Azeri sermayesi en güçlü olduğu alan olan enerji alanında eski Sovyet cumhuriyetleri üzerinde bir ekonomik hegemonya yaratmak adına adımlar atıyor. Bu kapsamda bir kamu kurumu olan Azenco firması dikkat çekiyor. Enerji nakil hatlarının yanı sıra altyapı, petrol, doğalgaz, madencilik, bankacılık, demiryolu projelerine imza atan firma Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan ve Rusya’nın yanı sıra Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan gibi ülkelerde etkili. Firmanın çözüm ortakları arasında Alman Siemens, Japon Mitsubishi, ABD’li General Electric, İsviçreli ABB ve Çinli Harbin Grubu olması Azerilerin Batı sermayesiyle olan kopmaz bağlarını bu alanda kullandığını gözler önüne seriyor.

Azerbaycan'ın son dönem silah alım ve iyileştirmeleri

  • Sırbistan yapımı Nora B-52 155 mm kundağı motorlu top
  • BM-21 Grad ve T-122 Sakarya olmak üzere çok namlulu roket atar sistemler
  • İsrail Elbit systems tarafından iyileştirilmiş T-72 ana muharebe tankları
  • Zırhlı araçlarda Kontakt-5 reaktif zırh sistemi
  • İsrailli Rafael Advanced Defence Systems tarafından geliştirilen Spike adlı güdümlü tanksavar füze sistemleri zırhlı araçlara entegre edilmiştir.
  • Kendine ait bağımsız radar sistemi, komuta merkezi ve füze sisteminden oluşan Pantsir-1 orta menzil hava savunma bataryaları ve uzun menzilli S-300 sistemleri
  • Hindistan-İsrail ortak yapımı hava savunma füze sistemi Barak 8
  • Israel Aerospace Industries yapımı LORA balistik füzesi
  • Roketsan ve Tübitak ortak yapımı havadan atılan seyir füzesi  
  • Pakistan ile 6 Haziran 2025 tarihinde imzalanan anlaşmayla Çin-Pakistan ortak yapımı olan 4. nesil JF-17 Block C savaş uçağından yaklaşık 50 adet sipariş edilmiştir.

Bakü'den Erdoğan'ın 'Libya'ya, Karabağ'a girdiğimiz gibi gireriz' sözlerine tepki gelmişti 

AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan, 28 Temmuz 2024 tarihinde AKP Rize İl Teşkilatı toplantısında yaptığı konuşmada İsrail'e yönelik yaptığı "Libya'ya, Karabağ'a girdiğimiz gibi gireriz" yorumları Azerbaycan'da büyük yankı yaratmıştı. 

Azeri basınında tepki gören bu açıklamaya Azerbaycan adlı resmî gazetede cevap verilmişti. "Karabağ zaferinin yazarı Başkomutan Muzaffer ve Azerbaycan Ordusudur" başlıklı yazıda, Erdoğan'ın Türkiye'nin Karabağ'a da müdahale ettiği iddiasına sert tepki gösterilmişti. Yazıda Türkiye için "Halkımızın, ordumuzun ve komutanımızın helal zaferi ele geçirme ve kendi adına sahiplenme çabalarını tüm Azerbaycan hayal kırıklığı ve derin üzüntüyle görüyor ve izliyor. Ermenilerin alçak yalanlarını kardeşlerimizden duyduğumuzda kalbimiz kırılıyor, inciniyor ve hiç beklemediğimiz bir yerden duyduğumuz bu sözler ağır bir manevi darbe olarak karşımıza çıkıyor. Azerbaycan'ın zaferinin sonuçları tüm Türk dünyasınındır ama yazarı Türkiye değildir. Kardeş Türkiye'de yapılan malum açıklamalar 44 gün süren savaşın gerçeklerini açıkça çarpıtıyor. En önemlisi Ermeni değirmenine su döküyor!" siteminde bulunulmuştu.

                                                             /././

ABD'li komünistler anlatıyor: Charlie Kirk cinayeti, sola karşı saldırının kılıfını mı hazırladı?-Can Kuyumcuoğlu-

ABD'deki Sosyalizm ve Kurtuluş Partisi'nin (PSL) kurucu Merkez Komite üyesi Brian Becker, Charlie Kirk suikasti sonrası ABD'de solun hedef alınması ve cinayet sonrası estirilen baskı rüzgarını soL Haber'e değerlendirdi.

ABD'nin ırkçı sosyal medya fenomenlerinden Charlie Kirk'e yönelik suikast sonrası Trump yönetimi sola savaş ilan etmiş durumda. ABD'deki Sosyalizm ve Kurtuluş Partisi de bu saldırılardan ve baskıdan nasibini alanlar arasında.

Partinin kurucu Merkez Komite üyesi Brian Becker, "Sosyalizm ve Kurtuluş Partisi (PSL), bugün ABD’de en hızlı büyüyen marksist-leninist örgüt konumunda" diyor. 

Kendilerini hedef alan saldırıların son iki yıldır arttığını ifade eden ABD'li komünist, "Sağcı medya ise PSL’yi, Charlie Kirk’ün öldürülmesi de dâhil olmak üzere çeşitli siyasi suikastlarla haksız biçimde ilişkilendirmeye çalışıyor. Bunlar, partiyi şeytanlaştırmaya dönük apaçık düzmece girişimlerdir. Ancak bütün baskı çabalarına rağmen PSL güçlü biçimde büyümeye devam ediyor ve ABD toplumunun çeşitli kesimlerinde giderek daha belirgin bir rol oynuyor" diye konuştu.

Becker, ABD'de anti-Amerikancılığın ve kapitalizm karşıtlığının cinayet sonrası suç ilan edildiğine işaret ediyor. 

Trump yönetiminin sloganı MAGA'nın arka planını irdeleyen Becker, "MAGA [Make America Great Again—Amerika'yı Yeniden Yüce Kıl], ABD'yi açık beyaz üstünlüğü çağının yeniden üretildiği bir döneme döndürme çağrısı" ifadesini kullandı.

Brian Becker'ın soL Haber'in sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

'Anti-Amerikancılık, kapitalizm karşıtlığı suç ilan edildi'

Charlie Kirk suikastinin ardından sola karşı yeni bir saldırı dalgası başlamış görünüyor. Antifa'nın, net bir tanımı da yapılmaksızın, yasadışı ilan edilmesi, son haftalarda atılan adımlardan yalnızca bir tanesi. Kirk suikasti sonrası nasıl bir atmosfer oluşmuş durumda?

Trump yönetimi, sağcı podcast sunucusu Charlie Kirk’e yönelik suikasti bahane ederek, ABD içinde solcu, sosyalist ve hatta liberal örgütlere yönelik baskı politikalarını hızlandırdı. 25 Eylül’de Trump yönetimi, “Yurtiçi Terörizm ve Örgütlü Siyasi Şiddete Karşı Mücadele” başlıklı Ulusal Güvenlik Başkanlık Genelgesi’ni (NSPM-7) yayımladı.
Sözde “yurtiçi terör örgütleriyle mücadele” kisvesi altında, Beyaz Saray kendi sağcı siyasal programına karşı çıkan örgütleri sindirmek, faaliyetlerini felce uğratmak ve nihayetinde kapatmak üzere harekete geçmiş durumda. 

Bu hamle, ABD’deki yönetim biçimini dönüştürmeye dönük daha kapsamlı bir girişimin parçası. Hükümet aynı zamanda ülkedeki üniversitelere aşırı sağcı siyasal politikaları benimsemelerini ve bu politikalara karşı çıkan öğrencileri bastırmalarını zorunlu kılacak yeni düzenlemeler dayatıyor. Beyaz Saray, bu kurumları denetim altına almak için araştırma fonlarını bir sopa gibi kullanıyor. Üniversiteler, Beyaz Saray’ın siyasi söylem üzerindeki yeni sağcı koşullarını özetleyen “mutabakat metni”ni imzalamayı reddederlerse, federal araştırma fonlarını kaybedip iflas riskiyle karşı karşıya kalacaklar. 

Bugün ABD’de “kabul edilebilir” sayılan siyasal söylemin sınırları, söz konusu başkanlık genelgesinde açıkça tarif ediliyor. Genelgede şöyle deniyor: “Bu şiddet eylemlerinin ortak paydaları arasında anti-Amerikancılık, anti-kapitalizm ve anti-Hristiyanlık; ABD hükümetinin devrilmesini destekleme; göç, ırk ve cinsiyet konularında aşırılık; aile, din ve ahlak konularında geleneksel Amerikan değerlerini savunanlara karşı düşmanlık yer almaktadır.” Bu dil kullanılarak, FBI’ın Ortak Terörle Mücadele Görev Gücü’ne sosyalist ve liberal örgütler hakkında soruşturmalar yürütme yetkisi veriliyor.

'PSL ABD’de en hızlı büyüyen marksist-leninist örgüt'

                                   Brian Becker

Elbette ABD'de sola saldırı, Kirk suikastiyle tetiklenmedi. Uzun süredir böyle bir zemin oluşmuş durumda ve çeşitli hamleler yapılıyor. PSL'nin bir suikastle ilişkilendirilmesine yönelik provokasyon da bu hamlelerden biri sayılabilir. Biraz daha geniş bir perspektiften, Trump döneminde ABD'de solun üzerindeki baskıyı açabilir misiniz?

Sosyalizm ve Kurtuluş Partisi (PSL), bugün ABD’de en hızlı büyüyen marksist-leninist örgüt konumunda. Amerika Demokratik Sosyalistleri (DSA) kadar büyük bir kitleye sahip olmasa da, PSL kadro esasına dayalı, siyasal programı etrafında bütünleşmiş bir örgüt. DSA ise üye olmak isteyen herkesi kabul eden, ideolojik birlikten yoksun bir yapıya sahip. Kitlesel eylemler de dâhil olmak üzere siyasal faaliyet üretme bakımından PSL, ABD solunun açık ara en dinamik gücü.

'Partiyi şeytanlaştırmaya dönük apaçık düzmece girişimler yürütülüyor'

Son iki yıldır PSL hedef alınarak yürütülen koordineli bir saldırı söz konusu. Bu saldırıların kaynağı yalnızca Trump yönetimi değil. ABD egemen sınıfının farklı kesimleri de bu süreçte rol alıyor. Son aylarda kamuoyu önünde yürütülen karalama kampanyası yoğunlaştı. Parti ve bazı yöneticileri, Kongre soruşturmalarının, sağcı ve Siyonist çevrelerin açtığı davaların ve Adalet Bakanlığı’nın hedefi hâline geldi. Sağcı medya ise PSL’yi, Charlie Kirk’ün öldürülmesi de dâhil olmak üzere çeşitli siyasi suikastlarla haksız biçimde ilişkilendirmeye çalışıyor. 

Bunlar, partiyi şeytanlaştırmaya dönük apaçık düzmece girişimlerdir. Ancak bütün baskı çabalarına rağmen PSL güçlü biçimde büyümeye devam ediyor ve ABD toplumunun çeşitli kesimlerinde giderek daha belirgin bir rol oynuyor.

'MAGA ABD'yi açık beyaz üstünlüğü çağının yeniden üretildiği bir döneme döndürme çağrısı'

Fakat işleri karıştıran bir karmaşıklık var: Solun ne anlama geldiği... Bu, kıta Avrupası'nda da sık sık tartışma konusu olur, ama ABD'de bu tanımın sınırları iyiden iyiye müphem. Üstelik, son dönemde ABD'deki kimi liberal akımların sol olarak tanıtılması, internet kültürüyle birlikte Türkiye'de bile yeni neslin algılarında yer etmeye başladı. Solun tanımı ve sınırları tartışması ABD'de ne durumda?

ABD’deki aşırı sağcı medya, kasıtlı bir dezenformasyon stratejisi olarak, burjuva liberalizmi ile devrimci sosyalizm arasında neredeyse hiçbir ayrım yapmıyor. Bu ilginç ve politik açıdan dikkatle incelenmesi gereken bir olgu.

ABD’deki burjuva liberal çevreler, sosyalizme, PSL’ye ve diğer sosyalist örgütlere derin bir düşmanlık besliyor. PSL, burjuva liberalizmini ABD emperyalizmi ve tekelci kapitalizmi tahkim eden bir siyasal eğilim olarak görüyor. Aşırı sağın burjuva liberalizmini devrimci sosyalizmle bir tutmasının nedeni, Trump yönetiminin ve burjuvazinin aşırı sağ kesimlerinin temel projesinin, ABD’deki yönetim biçimini kökten değiştirmek olması.

Bu süreci anlamak için tarihe dönmek gerekiyor. ABD, 1955 ile 1970 yılları arasında, Amerikan apartheid sistemine karşı verilen büyük mücadelenin sonucunda bir tür kültürel devrim yaşadı. Siyah halkın öncülüğünde, milyonlarca insan açık ırkçılığı yasallaştıran ayrımcılık sistemine son vermek için ayağa kalktı. Siyah eşitliği ve yurttaşlık hakları uğruna verilen bu mücadele, kadın hakları hareketinin, eşcinsellerin siyasi haklarının, işçi hareketinin ve çevre reformlarının önünü açtı.

Bu dönem, demokratik biçimlerin ve hakların genişlemesini beraberinde getirdi. Her şey tekelci kapitalizm ve emperyalizm koşullarında gerçekleşti; egemen sınıfın iktidarı değişmedi. Ancak yönetim biçimi, demokratik hakların genişlemesiyle birlikte evrildi.

Burjuvazinin aşırı sağ kanadı, ABD’nin küresel hegemonyasındaki görece gerilemenin kısmen bu demokratik genişlemenin sonucu olduğuna inanıyor. Bu yüzden Amerikan toplumundaki burjuva liberal kesimlere ve devrimci sola saldırarak, Sivil Haklar döneminin tüm kazanımlarını geri almak istiyorlar. Trump’ın “Make America Great Again” (MAGA - Amerika’yı Yeniden Büyük Yapalım) sloganı da, ABD’yi bu toplumsal dönüşümden önceki döneme, yani açık beyaz üstünlüğü çağının yeniden üretildiği bir döneme döndürme çağrısı olarak okunmalı.

Bugün işçi sınıfı göçmen ailelere yönelen terör dalgası, siyah yurttaşlık haklarının geri alınmasına dönük çabalar, bu beyaz üstünlükçü geçmişi yeniden inşa etme arzusunun parçası. Trump yönetiminin işçi sınıfına dayattığı kemer sıkma politikaları, kendi seçmen tabanı içinde bile büyük tepki çekiyor. Ancak aşırı sağ, aşırı ırkçı, yabancı düşmanı ve antikomünist propagandayı körükleyerek bu hoşnutsuzluğu başka yöne saptırmayı, dikkat dağıtmayı hedefliyor.

'Filistin'e destek hareketinin öncülüğünü sosyalistler yapıyor'

İşin bir de sağla ilgili boyutu var. Kirk suikastinin ardından, düpedüz ırkçı, faşizan fikirleriyle tanınan Kirk'ün son dönemde İsrail'in kimi taktiklerini sorgular nitelikteki açıklamaları tartışma konusu oldu. İşin spekülasyon boyutu bir yana, görebildiğimiz kadarıyla bu tartışmanın büyümesinde, ABD sağında İsrail'le arasına mesafe koyan kesimin varlığının etkisi olduğu açık. Siyasi yelpazedeki bu çalkantıları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Son iki yılda ABD kamuoyunda İsrail–Filistin meselesine dair çok keskin bir dönüşüm yaşandı. Bu dönüşümün başlıca itici gücü, devasa boyutlara ulaşan Filistin’le Dayanışma Hareketi oldu. Hareketin öncülüğünü solcu, radikal, sosyalist, anti-emperyalist çevreler ve ABD’deki Filistin diasporasının genç kuşakları yapıyor.

Hareketin genişliği, İsrail rejiminin Gazze halkına karşı işlediği vahşetin herkes tarafından çıplak gözle görülmesiyle birleşince, en katı Siyonist çevreler dışında toplumun tüm kesimlerinde tutum değişikliğine yol açtı. Özellikle genç Yahudiler, Filistin halkıyla dayanışma hareketinde belirgin bir rol oynuyor.

Amerikan sağının bir bölümünde de İsrail karşıtı eğilimlerde gözle görülür bir artış var. Bunun iki temel nedeni bulunuyor.

Birincisi, aşırı sağın bir kesimi tarihsel olarak antisemitik, yani Yahudi düşmanı bir gelenekten geliyor. İsrail’in sivil halka yönelik barbar saldırıları, bu kesimin Yahudileri toplumsal kötülüğün kaynağı olarak gösteren söylemlerini güçlendiriyor.

İkincisi ise, aynı kesim “America First” (Önce Amerika) hareketinin bir kanadını oluşturuyor. America First hareketi, aslında ABD’yi dış çatışmalardan uzak tutma iddiası altında, İkinci Dünya Savaşı öncesinde gelişti ve ABD'nin Avrupa'daki başka bir savaşa karışmaktan kaçınması gerektiğini savunuyordu. Bu tutum, barış yanlısı olmalarından ziyade, Nazizm ve Almanya'daki Hitler rejimine yönelik örtülü bir destek anlamına geliyordu.

Bu iki eğilim birbiriyle örtüşüyor ve Trump’ı destekleyen aşırı sağ tabanda artan İsrail karşıtlığını besliyor. Tucker Carlson, Steve Bannon, Marjorie Taylor-Greene gibi isimler bu yönelimin en bilinen temsilcileri.

                                                          /././

‘Dehşet ailesi’, Bakanlık, yandaş medya üçgeni: Neyi gizliyorsunuz?-Ali Ufuk Arikan-

İçişleri Bakanlığı bir açıklama yaptı, IŞİD’li ailenin sonradan Türk vatandaşı olmadığını, hep Türk vatandaşı olduğunu duyurdu. soL’un gizlenen ayrıntılara işaret etmesi sonrası gelen bu açıklamanın ardından yeni sorular gündemde.

“Bazı basın-yayın organları ve sosyal medya platformlarında açıklandığı gibi olaya karışan ailenin sonradan vatandaşlık kazandığı yönündeki iddialar tamamen asılsızdır ve gerçeği yansıtmamaktadır. Aile fertlerinin tamamı doğuştan Türk vatandaşıdır.  Kamuoyuna saygıyla duyurulur.”

Yukarıdaki açıklama, soL’da yer verdiğimiz “Basın 'dehşet ailesi' diye sulandırırken cihatçı aileye dair gerçekler çok daha ağır” haberi sonrası yapılmak durumunda kaldı.

Bakanlığın soL’un öne çıkardığı bilgilerin sadece birine de olsa yanıt vermesi güzel ancak ortada hâlâ çok büyük boşluklar var.

Olayı gündeme getiren haber sitelerinin tamamı AKP’nin kontrolünde olan ve dolayısıyla İçişleri Bakanlığı’nın servislerini veri alan haber siteleriydi.

Bu siteler ısrarlı bir şekilde ailenin kimliğine hiçbir şekilde yer vermemiş, Fransa’dan 2023 yılında Türkiye’ye gelip yerleştiğini, 14 kişi olduğunu duyurmuştu.

Birinci çarpıtma tam da burada başladı. Ailenin 14 değil 15 kişi olduğunu, 12-13 yaşındaki çocuklarının cansız bedenini Antep’te bir türbeye gömdüklerini, sonrasında yine yandaş basının satır arasında verdiği bilgiyle öğrendik. Aksi açıklanmadığı sürece, duyurulan bilgilerle öğrenilen ilk bilgi bu.

Yine yandaş basın tarafından sunulan haberlerde, uzun süre Fransa bağıyla sunulan ailenin Türk vatandaşlığı olduğu bilgisine günler sonra yer verildi.

Bakanlığın yandaş gazetelere yaptığı geç bilgilendirme, dolayısıyla ailenin nasıl Türk vatandaşlığına geçtiği sorusunu akıllara getirdi, öyle ya, zaten aksi olsa biz baştan bu yana Fransa bilgisini değil, bu bilgiyi elde etmiş olurduk.

Bakanlık ve İdlib operasyonunu yürüten MİT bu bilgiyi baştan gizlemiş, sorular gündeme gelince de düzeltmeye gitmiş oldu. Zaten doğuştan vatandaşlardı, Fransız vatandaşlığına da sahiplerdi. Büyütülecek bir şey yok, hepsi çarpıtma…

Gerçekten öyle mi, çarpıtmanın asıl kaynağı bu bilgiyi baştan bu yana açıklamayan Bakanlık mı? Öyle ya, kim yandaş medyanın bu konudaki sulandırılmış haberinin üzerinde duracaktı ki?

Buradaki düzeltme için Bakanlığa “teşekkür ederek” devam edelim…

Başka hangi bilgiler baştan bu yana saklanıyor ve sorular gündeme gelince ortaya çıkmaya devam edecek, gündemimiz bu.

Ancak geçelim yeni ayrıntıları, yandaş basının servis ettiği ve bizim işaret ettiğimiz çok daha kritik bir yön var.

Bakanlıktan henüz yanıtı gelmeyen asıl sorumuz bu.

Şu alıntıyla devam edelim:

“Çatışma bölgeleriyle irtibatlı olan sır ailenin 8 üyesi Gaziantep Şahinbey ilçesi Yeşilkent Mezarlığı'na defnedildi”

Yandaş medya eğer yine Bakanlık adına bir gafa imza atmadıysa, soL’un bu konuda gündeme getirdiği soru, tüm diğer ayrıntılardan çok daha önemli.

Hem Türk hem de Fransız vatandaşı olduğu açıklamasına konu olan bu ailenin IŞİD’le bağının zaten bilindiğini Sabah’taki detay düzeydeki bu notla öğrenmiş olduk.

soL bu dipnotun “Neden önemli?” diyerek altını çizmiş, Başkent’te, Kızılay’a 20 dakika mesafede bir yerde yaşayan 14 kişilik bir IŞİD şebekesinin, nasıl olur da AŞTİ’den bir şoförü öldürüp, Ankara’dan Mersin’deki ormanlık alana gömecek kadar rahat hareket ettiğini, sonrasında da nasıl sınırı kolayca geçtiğini sormuştu.

Sınırların cihatçı çeteler için bu kadar kolay geçilir olmasına ilişkin Bakanlıktan tek bir açıklama gelmiş değil.

Sınırı geçip İdlib’e gider gitmez kolaylıkla bulunan bu ailenin, Antep’te yaşadığı yıllarda bir çocuklarını türbeye gömdüğü bilgisinin nasıl olur da bunca zaman sonra, tüm bu olaylar olup bittikten sonra ortaya çıkarıldığı da bir diğer soru.

Gelinen noktada çok daha kritik hale gelen bir diğer başlık, Bakanlık Suriye’deki çatışma bölgeleriyle, yani cihatçı çetelerle bağlantılı daha kaç aileyi biliyor ve benzer şekilde hepsi Başkent Ankara ya da Türkiye’nin diğer kentlerinde ellerini kollarını sallayarak yaşamaya nasıl devam ediyor?

Bu sorulara bir yanıt gelip gelmeyeceğini merak ediyoruz.

Vatandaşlık konusuna belli ki canı sıkılan Bakanlık, bundan sonra yandaş medya bilgilendirmelerinde daha özenli olmanın yanı sıra bu kritik sorulara yanıt verecek mi, asıl mesele bu.

                                                        /././

soL

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -18 Ekim 2025-

Viva İspanya -Hasan Göğüş- İspanya Başbakanı Pedro Sanchez’in bir özelliği var. Kişisel bilgilerinde dini inancı “yok” yazıyor. Göreve başla...