soL "Köşebaşı+Gündem" -7 Ekim 2025-

Ankara'dan ABD-Çin rekabetinde kritik hamle: 'Eskişehir'deki cevherler için ABD'yle gizli görüşmeler sürüyor'

Eskişehir'de bulunan nadir toprak elementlerinin Erdoğan-Trump görüşmesinde masada olduğu daha önce gündeme gelmişti. Bloomberg bu konuda Türkiye'nin ABD ile anlaşmak için gizli görüşmeler yürüttüğünü duyurdu. Bu, Çin'le aynı proje için varılan mutabakatı ortadan kaldırabilir.

Erdoğan’ın Beyaz Saray’da Trump’la görüşmesinde masada yer alan pazarlık başlıklarından birinin de Eskişehir’deki nadir toprak elementleri olduğu, görüşme öncesinde basına yansımıştı. Ancak görüşmenin ardından bu konuda bir açıklama yapılmadı.

Bugün Bloomberg’in haberinde, Türkiye’nin ABD ile Eskişehir Beylikova’daki nadir toprak elementleri konusunda anlaşmak için görüşmeler yürüttüğü belirtildi.

Haberde Türkiye’nin Çin ve Rusya ile yaptığı benzer görüşmelerin teknoloji transferi ve rafineri hakları konusundaki anlaşmazlıklar nedeniyle yavaşlamasının ardından ABD’ye yöneldiği öne sürüldü.

Gizli görüşmeler sürüyor

Konuya yakın kaynaklara göre, Ankara ve Washington, yakın zamanda Eskişehir yakınlarındaki Beylikova'da keşfedilen büyük bir nadir toprak rezervini geliştirmek için potansiyel bir ortaklık arayışında.

Görüşmelerin gizli olması nedeniyle isimlerinin açıklanmasını istemeyen kaynaklar, keşfin seryum, praseodim ve neodimyum içerdiğini ve kalitesinin henüz belirsiz olduğunu belirttiler.

Beylikova’daki bileşiklerin ABD ile ortak rafine edilmesi konusunda anlaşmaya varılması durumunda bunun Çin’le yapılan geçici anlaşmayı altüst edebileceği kaydedildi.

Bloomberg’e konuşan kaynaklara göre Rusya ile yakın zamanda yapılan görüşmelerse sonuçsuz kaldı.

Çin'le mutabakat zaptı imzalanmıştı

Türkiye ile Çin arasında Ekim 2024'te aynı proje için bir mutabakat zaptı imzalanmıştı. Ancak Pekin'in cevherlerin Çin'e taşınarak orada rafine edilmesi ve teknoloji transferini reddetmesi üzerine görüşmelerin yavaşladığı kaydedildi.
Bloomberg konuya ilişkin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın yorum yapmayı reddettiğini aktardı.

İsmi açıklanmayan kaynaklara göre, Türkiye Beylikova'da bir rafineri inşa etmeyi planlıyor ve projeyi ilerletmek için gereken fizibilite çalışmaları da dahil olmak üzere olası işbirliği konusunda Kanada ve İsviçre ile de görüşmeler yürütüyor. Ankara’nın şirketlerin keşif sonuçlarını kamuoyuna nasıl bildireceklerine dair asgari standartları belirleyen ve potansiyel yatırımcılar için yatakların büyüklüğünü ortaya koyacak olan JORC Kodu kapsamında sertifika almak için Avustralya Jeologlar Enstitüsü'ne başvurmayı planladığı kaydedildi.

Türkiye ile ABD ve diğer Batı ülkeleri arasındaki bu görüşmeler, ABD ve Avrupa Birliği’nin nadir toprak üretimi ve işlenmesinde Çin'e karşı rekabetinde attığı adımları yoğunlaştırmasıyla eş zamanlı gerçekleşiyor.

Öte yandan Türkiye'nin Afrika'daki madencilik faaliyetlerinin de Çin’in etkinliğini kırmak isteyen ABD tarafından desteklendiği biliniyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/beylikovadan-nijere-stratejik-madenler-washingtonda-pazarlik-kozu-olacak-401458)

                                                                   ***

Lobito Koridoru: Afrika'da Çin-Batı savaşının yolu -Yalçın Çuğ-

Yaptığı yatırımlar, imzaladığı anlaşmalar, yerleştirdiği askerler ve soktuğu sermayesiyle Afrika kıtasında büyük bir güç haline gelen Çin'e karşı yeni bir plan devreye sokuldu. Batılı ülkelerin bu projesinin adı Lobito Koridoru.

“Evlerimize, ekinlerimize,
plajlarımıza, tarlalarımıza
döneceğiz.

Topraklarımıza,
kahveyle kırmızıya,
pamukla beyaza
mısır tarlalarıyla yeşile
döneceğiz.

Elmas madenlerimize,
altına, bakıra, petrole
döneceğiz.

Nehirlerimize, göllerimize
dağlarımıza, ormanlarımıza
döneceğiz.

Güzel vatanımız Angola’ya
toprağımıza, annemize
döneceğiz.

Döneceğiz
Özgürleşmiş Angola'ya
bağımsız Angola'ya.”

Evet. Evlerine de madenlerine de özgürleşmiş Angola'ya da döndüler...

Asırlardır ülkelerini sömüren Portekiz kenesinden kurtuldular.

Angola'nın Bağımsızlığı İçin Halk Hareketi’nin liderliğini yapan Agostinho Neto yazdığı şiirdeki sözlerini tuttu. Hatta 1975 yılından 1979 yılındaki ölümüne kadar Angola Halk Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı olarak görev yaptı.

Bağımsızlık kazanılmıştı ama ABD ve Batılı ülkelerin desteklediği gruplarla 27 yıl boyunca sürecek bir iç savaş da başlamıştı. 1991 yılında taraflar savaşı sonlandırmak için girişimde bulundu ve ertesi yıl Angola Halk Cumhuriyeti feshedildi.

Evet tarlalarına, evlerine, madenlerine dönmüşlerdi. Evet artık hiçbir ülkenin kolonisi de değillerdi. Hatta yalnızca Angola değil, artık bütün Afrika ülkeleri bağımsız ve özgürdü...

Peki gerçekten bağımsız olmuşlar mıydı? Sömürü bitmiş miydi?

Kısa bir cevap: Hayır. 

Keneler hala iş başında ve bu sefer emilecek kan için rekabet eden kenelerin sayısı daha da fazla.

mpla
Bağımsızlığın ardından çeşitli gruplar tarafından Angola'da beş farklı cumhuriyet ilan edildi. 27 yıl boyunca sürecek savaşta, o dönem marksizmi benimseyen Angola'nın Bağımsızlığı İçin Halk Hareketi tarafından kurulan Angola Halk Cumhuriyeti ve muhafazakar ideolojiye sahip Angola'nın Tam Bağımsızlığı için Ulusal Birlik tarafından ilan edilen Angola Demokratik Halk Cumhuriyeti öne çıkan taraflar oldu. 

Rekabetin kızıştığı kıta: Afrika

Çeşitli ülkelerin kıta üzerindeki rekabeti, özellikle Sovyetler Birliği dağıldıktan ve Afrika’daki sol/sosyalist iktidarların birer birer ömrünün tükenmesinin ardından giderek hız kazandı.

Kıta ülkelerinin limanları, yolları, madenleri ele geçirildi, stratejik noktalarına askeri üsler kuruldu, yabancı sermaye istediği gibi at koşturmaya başladı.

Günümüzde rekabetin en yoğun hissedildiği bölge haline gelen Afrika kıtasında, yabancı ülkelerin paylaşım savaşı son sürat devam ediyor.

Kıtadaki neredeyse her ülkeyle mutabakat zaptları imzalayan, ticaret anlaşmalarına varan Çin, birçok Afrika ülkesinde faaliyet gösteriyor. Çin’in kıtadaki nüfuz alanı her geçen gün artarken, ABD ve Batılı ülkeler ise Çin’e alternatif oluşturmak için yeni bir planı devreye soktu: Lobito Koridoru.

Koridorun temeli: Benguela Demiryolu

1903 yılında Benguela Demiryolu’nun inşasına başlanmasıyla birlikte, Lobito Koridoru’nun temeli atılmış oldu. 

Demiryolunun, Belçika’nın sömürgesi olan Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin Kolwezi şehri ile Portekiz’in himayesindeki Angola’nın liman kenti Lobito arasında koridor oluşturması hedeflenmişti.

Amaç, okyanusa kıyısı olmayan ancak zengin madenlere sahip Orta Afrika’daki Avrupa kolonilerini Atlas Okyanusu’na bağlamaktı. Böylece farklı kolonilerden Kolwezi’ye ulaşan madenler, trenlerle Lobito Limanı’na sevk edilecek ve oradan da Avrupa ve ABD’ye ihraç edilecekti.

Tren yolu inşaatının yapım işi kısa bir süre sonra, adeta Batılı ülkelerin Afrika’daki “Ulaşım Bakanı” gibi çalışan İskoç patron Robert Williams’a verildi. Williams deneyimliydi, plan karlıydı… Ancak 1. Dünya Savaşı, yapılan hesapların Afrika’da da önüne geçti. İş gücü, para ve malzeme eksikliği nedeniyle Lobito’dan inşasına başlanan demiryolu, 1929 yılında ancak Luau’ya yani günümüzün Demokratik Kongo Cumhuriyeti sınırına ulaşabildi. 

angola

İnşaatın 1931 yılında tamamlanmasının ardında demiryolu kısa sürede Afrika’nın en önemli ticaret güzergahlarından biri haline geldi. İlerleyen yıllarda bahse konu güzergahta çalışan kişi sayısı 15 bine yaklaştı ve operasyon verimliliği dikkat çekici seviyelere ulaştı.

Bu durum 1975 yılına yani Angola’nın bağımsızlığını kazanmasına kadar devem etti, bağımsızlıktan kısa bir süre sonra ülkede iç savaş başladı. İç savaş öncesindeki son verilere göre hat üzerinden yılda yaklaşık 3,5 milyon ton yük taşınıyor, buna karşılık 30 milyon doları aşkın yük geliri elde ediliyordu.

Başta ABD’nin destekleri ve kışkırtmasıyla 2002 yılına kadar süren Angola İç Savaşı’nın ardından 1866 kilometrelik ray hattının yalnızca yüzde 3’ü yani 34 kilometresi kullanılabilir durumdaydı. 

Çin iki ülkede de oldukça faal

İşte bu noktada devreye, kıtadaki faaliyetlerini hızlandırmaya başlayan Çin girdi. 2006 yılında yenilenme çalışmalarına başlanan demiryolu, 2 milyar dolarlık harcamayla 2014 yılında tamamlandı.

Çin’in Angola Büyükelçiliği’nin aktardığına göre Çin merkezli şirketler bu zamana kadar Angola’da 2 bin 800 kilometre demiryolu, 20 bin kilometre karayolu ve 100 binden fazla konutun inşası veya onarımını üstlendi. Ayrıca son verilere göre Angola’da 400’ü aşkın Çinli şirket bulunuyor.

Çin, Benguela Demiryolu’nun bir diğer ucunda bulunan Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde (DKC) de büyük bir güç haline gelmiş durumda. DKC’deki bakır madenlerinin yüzde 80’i Çinli şirketlere aitken, nadir toprak elementlerinin yüzde 85’i ve elektrikli araç aküsü üretimi için gerekli olan kobaltın da yüzde 76’sı yine Çinli şirketler tarafından çıkartılıyor.

Çin Afrika’ya yayılmış durumda

Çin yalnızca Angola ve DKC’de değil, özellikle 2000’li yılların ortasından itibaren tüm kıtadaki faaliyetlerini hızlandırdı.

Çin; Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarını kapsayan Kuşak-Yol Projesi kapsamında 50’yi aşkın Afrika ülkesiyle mutabakat zaptı imzalandı. Varılan anlaşmalar sonucunda yol, liman, demiryolu ve çeşitli altyapıların inşası için milyarlarca dolar yatırım yapıldı.

çin
2004 ile 2016 yılları arasında yayınlanan verilere göre inşaat işçisi, mühendis, planlamacı ve doktorlar başta olmak üzere Afrika kıtasında 835 bin Çin vatandaşı yaşıyor. Verilerin üzerinden en az 9 yıl geçtiği ve bu süreçte Çin'in kıtadaki operasyonunu genişlettiği göz önüne alındığında bu sayının daha da artmış olduğu tahmin ediliyor. (Fotoğraf: Hu Qingming / Imaginechina)

Çin basınına yansıyan haberlere göre sadece 2023 yılında Kuşak-Yol Projesi kapsamında Afrika kıtasındaki ülkelere 22,7 milyar dolar kredi sağlandı. Çin’in 2005 yılından günümüze kadarki süreçte kıtaya toplam 2,23 trilyon dolarlık yatırım yaptığı tahmin ediliyor.

Öte yandan Çin sermayesi de ülkedeki ağırlığını her geçen yıl arttırıyor. Çin sermayesinin 2013 yılında Afrika kıtasındaki yatırımlarının toplam değeri 8,7 milyar dolarken, 2023 yılına gelindiğinde yatırımların toplam değeri 23,9 milyar dolara ulaştı.

Batının alternatif olma planı: Lobito Koridoru

Asırlar boyunca Afrika’yı sömüren ancak kıtadaki güçlerini büyük oranda kaybeden Batılı ülkeler, Çin’in kurduğu bu hegemonyayı kırmak amacıyla ABD ile birlikte kapsamlı bir planı yürürlüğe koydu: Lobito Koridoru…

2023 yılında G7 ülkeleri tarafından kurulan Küresel Altyapı ve Yatırım Ortaklığı, Lobito Koridoru projesini üstlendiğini açıkladı. Projenin eş liderlerinin ise ABD ve Avrupa Birliği olduğu deklare edildi.

Proje kapsamında Kongo Demokratik Cumhuriyeti ile Angola’yı birbirine bağlayan Benguela Demiryolu’nun yenilenmesi ve Zambiya’nın kuzey şehri Chingola’dan inşa edilecek yeni demiryolu hattının Benguela Demiryolu’na bağlanması amaçlanıyor. 

Böylece KDC ve Zambiya’nın zengin madenleri hızlı ve güvenli şekilde Angola’ya taşınacak. Angola’nın Lobito Limanı’ndan yola çıkan madenler de Atlas Okyanusu üzerinden pazara sürülecek.

Ancak koridorun erişim kapasitesi bununla da sınırlı değil. Demiryolu hattının inşasına başlanan Chingola, halihazırda ray sistemine sahip durumda.

 Chingola'dan başlayan hat, Zambiya'nın Zimbabve sınırında bulunan Livingstone şehrine kadar uzanıyor. Fakat bununla da bitmedi. Livingstone'dan çıkan başka bir demiryolu da komşu ülke Zimbabve'nin ortasından geçerek Hint Okyanusu'na kıyısı bulunan Mozambik'in Beira şehrine ulaşıyor. Ayrıca Tanzanya'nın Darüsselam şehrinden başlayan başka bir demiryolu hattı da Zambiya'ya kadar uzanıp diğer hatlara bağlanıyor.

Kısacası Benguela Demiryolu’nun yenilenmesi ve Zambiya’ya bağlanması planlanan yeni hattın inşası ile Batılı ülkeler, Orta Afrika’da çok büyük bir demiryolu hattına erişmiş olacak, altı ülkeyle doğrudan bağlantı sağlayacak.

Çin ve Batının teknoloji rekabetinde Afrika’nın rolü mühim

2028 yılında faaliyete geçmesi planlanan koridorla, başta Çin’in Kuşak-Yol Projesi’ne karşı alternatif bir güzergâh oluşturmak amaçlanıyor.

Koridorla birlikte kıta ülkelerinin Çin’le olan ilişkilerinde değişim yaşanması beklenirken, öne çıkan başlıklardan biri de teknolojik rekabet için gereken hammadde.

Elektrik pilleri, rüzgâr türbinleri ve elektrikli araba akülerinin üretiminde kritik role sahip olan bakır madeninin kıtadaki en büyük üreticileri, koridorun geçeceği Kongo Demokratik Cumhuriyeti ve Zambiya. Öte yandan kıtanın en büyük ikinci petrol ihracatçısı olan Angola da yeşil teknoloji için vazgeçilmez konumda olan 51 mineralden 32’sinin rezervlerine sahip.

ABD ve Avrupa Birliği ise elektronik, savunma ve temiz enerji sektörleri için kritik olan elementlerin tedarikinde büyük ölçüde Çin'e bağımlı durumda. 

Bakır, kobalt, lityum, nikel, grafit gibi madenlerin yanı sıra koridorun geçeceği topraklar nadir toprak elementleri açısından da oldukça zengin.

DKC ile Ruanda, ABD’nin arabuluculuğunda Haziran ayında barış anlaşması imzalamıştı. Bunun üzerine Jeff Bezos ve Bill Gates gibi milyarderlerin desteklediği KoBold Metals isimli şirket, ABD'nin keşfedilmemiş mineral rezervlerine sahip olduğunu tahmin ettiği DKC’de madenciliğe başlama kararı almıştı. (Fotoğraf: Junior Kannah / AFP)

ABD, dünya çapında 110 milyon ton olarak tahmin edilen nadir toprak minerali rezervleri içinde büyük payı Çin’in elinde bulundurmasını ulusal güvenlik riski olarak görüyor. Pekin yönetimi, küresel nadir toprak üretiminin yüzde 70’inden fazlasını gerçekleştiriyor ve bu alandaki rafinasyon süreçlerinde büyük bir teknoloji üstünlüğüne sahip.

ABD ve Avrupa Birliği, Pekin’e olan bağımlılığı azaltmak için kendi üretim kapasitelerini artırmaya ve alternatif tedarik zincirleri oluşturmaya çalışıyor. Ancak nadir toprak elementlerinin işlenmesi çevresel olarak yüksek maliyetli olduğu için birçok Batılı ülke madenciliğe mesafeli yaklaşıyor.

Projenin finansmanı

Lobito Koridoru’nun finansman yapısı, Çin’in Kuşak-Yol Projesi’nin finansman yapısına benzer bir şekilde Afrika ülkelerine kredi verilmesini esas alıyor.

ABD projenin başlangıcından Eylül 2024’e kadar ulaşım ve lojistik, tarım, temiz enerji, sağlık ve dijital erişim dahil olmak üzere birçok sektöre 3 milyar doların üzerinde fon ayırdı.

Bu finansmanın büyük bir kısmı ise, küresel altyapı alanında daha büyük bir rol üstlenmek isteyen G7 ülkelerinin ortak bir çabası olan ve ilk olarak 2022 yılında kurulan Küresel Altyapı Ortaklığı aracılığıyla sağlanıyor.

Afrika kıtasındaki paylaşım savaşı ve rekabet her geçen gün kızışırken, tarafların atacağı adımlar ve yaptıkları harcamalar da benzer şekilde radikalleşiyor.

                                                            /././

Hindistan-Rusya yakınlaşması dikkat çekiyor -Ogün Eratalay-

Mayıs ayında yaşanan Hindistan-Pakistan çatışmasının ardından Hindistan Silahlı Kuvvetleri'nin teknik kabiliyetini geliştirme çabaları açık bir şekilde görülüyor. Bu kapsamda Rusya ile ilişkiler Hindistan için önemli bir yer tutuyor.

Rusya Savunma Bakanlığı'ndan yapılan açıklamaya göre Hindistan ve Rusya Silahlı Kuvvetleri arasında ortaklaşa yapılmaya başlanan Indra 2025 askeri tatbikatının odaklanacağı gündem terörle mücadele harekâtı. İki hafta boyunca sürecek tatbikata her iki ordudan üst düzey komuta heyeti katılıyor. Rus tarafını Tümgeneral Andrey Korlov, Hint tarafını ise Tümgeneral Sanjaya Chandara Kandpal temsil ediyor.

Moskova-Yeni Delhi yakınlaşması sürüyor

İki ülke arasında askeri alandaki ilişkilerin son dönemde artması dikkat çekiyor. Moskova ve Yeni Delhi arasındaki toplantılar üst düzeyde gerçekleşirken, iki ülke savunma sanayii kurumları arasında gelişen ortak projelerin arttığı görülüyor.

Bu kapsamda Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in 5 Aralık günü planlanan Hindistan ziyareti sırasında Başbakan Narendra Modi ile Hindistan’a ilave S-400 füzelerinin satışına dair anlaşmayı imzalaması bekleniyor. Hindistan’ın uzun menzilli savunma kabiliyetini artıracak olan bu alım 2018 yılında imzalanan benzer bir anlaşmanın devamı niteliğinde. 5,4 milyar dolar değerindeki bu anlaşma kapsamında Hindistan ordusuna 5 adet S-400 bataryası tedarik edilirken, siparişin son iki bataryasının 2026 sonunda teslim edilmesi planlanıyor. Putin’in ziyareti sırasında gündem olacak olan yeni sipariş de 5 adet S-400 bataryasından oluşacak. Yeni siparişin 3 bataryası doğrudan teslim edilirken, kalan ikisinin Hindistan savunma şirketleri tarafından Rus teknolojisi transfer edilerek üretileceği düşünülüyor.

Ünlü Nanga Parbat Zirvesi önünden uçan Pakistan Hava Kuvvetlerine bağlı bir JF-17 savaş uçağı

Sindoor Harekatı'ndan çıkarılan dersler

Hindistan’ın son dönemde gerçekleştirdiği askeri atılım girişimlerinin arka planında Sindoor Harekatı olarak da tanımlanan Hindistan-Pakistan Çatışması yer alıyor. 7-10 Mayıs arasında süren bu sınırlı çarpışma sırasında Pakistan Hava Kuvvetlerinin Hint savaş uçaklarına bariz üstünlüğü dikkat çekmişti. Pakistan’ın Çin ile ortak yapım olarak geliştirdiği JF-17 dördüncü nesil savaş uçakları Hindistan Hava Kuvvetleri'ndeki Dassault Mirage 2000, Dassault Rafale ve Sukhoi Su-30 uçaklarına önemli zayiat verdiği alınan haberler arasındaydı. Öte yandan çatışmanın yoğunlaştığı Pakistan sınırı boyunca kuzeyde ve güneyde yer alan Adampur ve Bhuj hava üslerinde konuşlanmış bulunan Rus yapımı S-400 bataryaları yoğun Pakistan saldırılarına başarıyla karşı koymuş, düşürdüğü Pakistan jetleri sayesinde saldırıları durdurma noktasına getirmişti.

Hintli Başbakan Modi, Adampur üssünde S-400 bataryasının önünde.

Hindistan önemli adımlar eşiğinde

Aktif yani halihazırda silah altında bulunan personel anlamında bünyesinde bulundurduğu 1,5 milyon askerle dünyanın Çin’den sonra en kalabalık ordusuna sahip olan Hindistan Silahlı Kuvvetleri nükleer güce sahip, kıtalararası balistik füze kabiliyetli önemli bir güç. Ancak savunma sanayii ağırlıklı olarak ABD, İsrail, Fransa ve Rusya’ya bağlı olan ülke son dönemde Hintli özel silah şirketlerini destekleyerek bu sektörü yerlileştirmeye çalışıyor. Pakistan ile kısa süreli yaşanan çatışma sırasında alınan görece başarısız sonuç, Hintli yöneticileri bu alanda adım atmaya zorlamış gözüküyor.

                                                           ***

7 Ekim: Her şey boşuna mıydı?-Ali Ufuk Arikan-

Aradan geçen onca zamana rağmen “Hamas ve Filistinli barbar gruplar masum İsrailli sivilleri katletti. Her şey bu yüzden başladı” yalanına hâlâ inananlar varsa onlara tavsiyemiz, ikiyüzlü bir şekilde soykırıma üzüldüklerini söylemeyi bırakıp daha açık soykırım destekçiliği ve İsrailcilik yapmalarıdır…

“Şunu söylemek üzücü: İsrail “konzeptzia”sı çöktü; hem politika hem savunma için askeri yığınak, hem sürpriz bir saldırıya hazırlık hem de önleyici istihbarat bilgisinin tümüyle yokluğu açısından… Bize ne oldu ve nasıl bu kadar öldürücü bir tuzağa düştük?”

Bu sözler 7 Ekim’in hemen ardından İsrail’in Haaretz gazetesinde yer alan bir makalede yer aldı.

İsrail “konzeptzia”sı yani İsrail’in savunma doktrininin yenilmez olduğu tezinin yerle bir olduğu, çöktüğü bizzat İsrail’in en önemli basın kuruluşunda yer buluyordu kendine.

Peki, İsrail’e bu büyük dehşeti, çöküşü yaşatan o güne nasıl gelindi?

Her şeyden önce 7 Ekim öncesi İsrail’in Filistin’i adım adım işgali artık dayanılabilecek noktayı çoktan aşmıştı.

Bir halkın toprağını, vatanını böyle pervasızca ele geçirmek, işgal etmek ve hiçbir karşı çıkışla karşılaşmayacağını düşünmek gerçekten çok büyük kibir ister.

O kibrin yeşerdiği yere vurulan en sert tokatlardan birinin adı oldu 7 Ekim.

7 Ekim, bugün yaşanan soykırımın ayak seslerini işiten yoksul Filistin halkının işgalcilere verdiği yanıtın adıydı.

Evet, onların “konzeptzia”sı o gün çöktü.

Ancak o günden beri yeminli İsrail destekçileri ve utangaç İsrail severler tüm bu yaşananlardan 7 Ekim’i sorumlu tutmaya çalıştılar, büyük bir ikiyüzlülükle.

Aradan geçen onca zamana rağmen “Hamas ve Filistinli barbar gruplar masum İsrailli sivilleri katletti. Her şey bu yüzden başladı” yalanına hâlâ inananlar varsa onlara tavsiyemiz, ikiyüzlü bir şekilde soykırıma üzüldüklerini söylemeyi bırakıp daha açık soykırım destekçiliği ve İsrailcilik yapmalarıdır…

Biz gerçeklerle devam edeceğiz…

7 Ekim’den bu yana Filistin halkının yanında olduğunu vaaz eden AKP iktidarı gibi onlarca ülkenin iktidarı yine ikiyüzlü bir şekilde, örtük ya da açık şekilde İsrail safında yer aldılar.

İşte Hamas’ın ve tüm direniş gruplarının silah bırakması, Filistin direnişinin sonlanması, yıllardır direnilen ve işgalciye teslim edilmeyen Gazze’nin Blair’e teslim edilmesi için Arap ülkeleri ve AKP iktidarının Trump ile yan yana kurduğu baskıya bakın.

İstiyorlar ki Filistin İsrail için dikensiz gül bahçesi olsun, soykırım sürerken dahi devam ettirdikleri ticaret sonlanmasın.

İstiyorlar ki bölgeden alacakları pasta hep büyüsün, Filistin parantezi aradan çıksın.

En baştan beri bunu söyledik; Filistin’de yaşanan ve soykırıma varan bu katliamlar, düpedüz bir sınıf savaşıdır.

Bugün Hamas’ın, Filistin direnişinin teslim olması için elinden geleni yapanlara bakın, biraz altlarını kazıyın, Aşdod limanına giden ticaret gemilerini göreceksiniz.

Filistin halkı için sahtekarca dökülen gözyaşlarına kanacak değiliz.

Bugün bu direnişi hep birlikte boğmaya çalışanlar bilmeli, ne Gazze ne Filistin ne de dünyanın hiçbir yeri onlar için dikensiz bir gül bahçesi olmayacak.

Soykırım onları daha güçlü, daha yenilmez yapacak sananlar bir kez daha tarih önünde mağlup olacaklar.

Eninde sonunda Filistin halkı kazanacak ve insanlık bir kez daha kibirli işgalcilerin yenileceğine tanıklık edecek.

                                                         /././

İfade özgürlüğünün sınırları: Selçuk Bayraktar ve milyar dolarlık serveti -Çağdaş Gökbel-

İfade özgürlüğünün sınırlarını Selçuk Bayraktar’ın işinde uzman ve avcı avukatlar ordusundan öğrenmedik. İyi ki böyle bir şey olmadı, zira bunun sonucunda yurttaşın temel haklarından birinin aslında hiç var olmadığını keşfetmiş olurduk.

"Ve Nehlüdov'un fark ettiği şey, tüm bu kurumların—mahkemelerin, yönetimlerin, ordunun—sadece bir tek amaç için var olduğu gerçeğiydi: Ayrıcalıklı azınlığın, halkın çoğunluğunu soyup soğana çevirirken kendilerini korumaları için."

"Eğer insanlar İsa'nın, 'Kötülüğe karşı direnme' emrini çiğnedikleri için binlerce yıldır haksızlık, şiddet ve ıstırap çekiyorsa, tek yapılacak şey bu emre uymaktı. Bütün yapması gereken buydu. Mahkemelerin ve devletin varlığını tanımamak, boyun eğmemek ve şiddete katılmamaktı."1

İfade özgürlüğünün sınırlarını, nereden başladığı ve nereden sonlandığını Selçuk Bayraktar’ın işinde uzman ve avcı avukatlar ordusundan öğrenmedik. İyi ki böyle bir şey olmadı, zira bunun sonucunda yurttaşın temel haklarından birinin aslında hiç var olmadığını keşfetmiş olurduk. Her şey 2024 yılında Forbes listesine ilişkin yapılan bir X paylaşımını alıntalamam ve şu yorumu yapmamla başladı: “SİHA mucizesi! Kamunun tüm zenginliğini, hatta bilgi birikimini darı ambarı gibi yağmala sonra milletin karşısına geç, kahraman pozu ver. Kazan kazan dedikleri şey bu olsa gerek.”  

İfade özgürlüğünün kaynağını, bunun siyasi ve edebi ilhamını büyük Rus yazar Lev Nikolayeviç Tolstoy’dan alan bir yazarın, bugünün Türkiye’sinde başına her türden iş gelebilir. Selçuk Bayraktar’ın hukuku bir tecim eşyasına indirgeyen avukatlarının tam da bu bağlamda derdinin çok katmanlı bir saldırı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Yoksul Anadolu halkının varlıklarıyla yaratılan adalet sisteminin böylesine basit bir konu yüzünden meşgul edilmesi, zamanla birlikte büyük bir enerji ve maddi kayıptır. Oysa böylesi bir davanın, hukuk felsefesine hakim her insan tarafından absürt bir dava olduğu rahatlıkla söylenebilecektir. Selçuk Bayraktar, bu yazıyı okur mu, bilemiyorum. Neticede sesimin fildişi kulelere çıkıp çıkmadığını bilmiyorum. Böyle bir mucize gerçekleşirse eğer Selçuk beye tavsiyem, avukatlar ordusunu değiştirmesi yönündedir. Neticede mahkemenin elime ulaşan gerekçeli kararı, önemli bir ders niteliği taşımaktadır. Ancak öncesinde girişteki uzun alıntıya dönelim...

Türkiye, sermaye sınıfı açısından dikensiz bir gül bahçesidir. Bu bile sermayenin saldırganlığına son vermemektedir. Aslında biraz işin doğası da budur. Sınıf çatışmalarında geriye çekilen ve mukavemet etmekte tereddüt eden taraf (işçi sınıfı) ve o tarafı savunanlar ardı arkası gelmeyen saldırılara göğüs germek zorundadır. Bu da bize geriye çekilmenin sınırının olmadığını gösteriyor. Grev yasaklarıyla gelen saldırı dalgası, düşünce ve ifade özgürlüğünün zapturapt altına alınmasına kadar uzanmaktadır. Selçuk bey! Gerçekte esaslı bir muhalefetle karşı karşıya geldiğinize inanmıyorum. Sadece Türkiye değil, insanlığın geldiği noktada düşünsel olarak tüm dünyada ağır bir biçimde geriye çekildiğimizin farkındayım. Ancak benim kişisel sınır çizgim, büyük yazar Tolstoy’dur. Peki, bu ne demek? Yukarıdaki ifadelerde olduğu gibi bir yazar, devletin mahkemelerini, ordusunu ve vergi sistemini yani kısacası her şeyi ama her şeyini reddetme hakkına ve toplumu da bu reddiyeye davet etme hakkına sahiptir. Türkiye, bu anlamda dikensiz bir gül bahçesidir. Suriye savaşı başladığında takip edebildiğim kadarıyla hiçbir yazar, yoksul Anadolu halkına ‘oğlunuzu askere göndermeyin ve savaş olduğu sürece devlete vergi vermeyin’ diye seslenmemiştir. Böylesi bir çağrı suç mudur? Avcı uçakları gibi sosyal medyayı tarayan avukatların bakış açısına göre, bu tazminatın ötesinde idamlık bir suç olarak dahi kabul edilebilir. Tolstoy’un ‘Diriliş’ romanı 1899 yılında dünyanın en geri yönetimi olan Çarlık Rusya’sında yayımlanmıştır. Romanda, despotik bir yönetimin tüm hukuk kuralları derinlemesine incelenmiş ve ağır bir biçimde kamu vicdanının bu hukuk düzenini yargılayabilmesi için en sert ve vurucu cümleler yazar tarafından kullanılmıştır. Öyleyse şunu sormak hakkımız: Türkiye, bugün 1899’un Çarlık Rusyası’nın gerisinde midir? Bu sorunun cevabı ben de değil. Selçuk beyin avukatları ifade özgürlüğünün sınırlarını gerçekten öğrenmek istiyorlarsa, kendilerine ‘Diriliş’ romanını hediye edebilirim. Bir gazeteci-yazar olarak sanırım en fazla bunu yapabilirim.

Şimdi, gelelim mahkemenin davalı tarafın tazminat talebiyle açtığı dava hakkında verdiği karara. Gerekçeli kararda mahkeme, vurucu bir cümleyle tarihe not düşüyor: “O halde basın özgürlüğü; bir yönüyle halkı ilgilendiren haber ve görüşleri iletme özgürlüğüdür; diğer yönüyle de, halkın bu bilgi ve görüşleri alma hakkıdır. Mahkemeye göre basın ancak bu şekilde, kamuoyunun bilgi edinme hakkı bakımından yaşamsal önemi bulunan 'halkın gözcülüğü' ya da 'bekçisi' görevi yapabilir... Gerçekten de, ülkemizde ve hatta beynelmilel mecralarda tanınan, faaliyetleri ve beyanatları yıllardır gündemde yer alan, ilgi çeken ve takip edilen davacı hakkındaki haberler, kaçınılmaz olarak ve bilinçli şekilde gazetecilerin ve basın organlarının sıkı denetimine tabi olacaktır. Bu halde davacının, kamuya mâl olmuş bir kişi olarak, diğer kişilere nazaran daha ağır eleştirilere daha fazla katlanmak zorunda olacağı muhakkaktır.”2
Mahkeme, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na sadık kalarak örnek bir karar vermiştir. Türkiye’deki siyasi davalar göz önüne alındığında bu dava hiçbir şeydir. Ancak her siyasi davada olduğu gibi bu davada da sembolik bir anlam vardır.

Bu sembolik anlam:

  • Anayasal düzenin en önemli dayanaklarından birisi olan ‘ifade özgürlüğünün’ korunması.
  • Varsıl ve yoksulun mahkeme karşısında eşit şartlarda yargılanma hakkının olması gerektiğidir.

Özellikle burada ikinci maddeye daha çok önem veriyorum. Milyar dolarlık serveti ve iktidar erkiyle yakın ilişkisi olan biriyle, ülkede üzerine kayıtlı tek bir taşınmaz malı bulunmayan bir gazetecinin böylesi bir davada karşı karşıya gelmesi ve mahkemenin böyle bir karar alması çok önemlidir. Yoksulun ve zenginin mahkemeler önündeki temsiliyeti açısından önemlidir ve güzel bir örnektir.

Mahkemenin daha ne kadar süreceğini bilmiyorum, davalı taraf istinafa gitme hakkına sahip. Kendilerinin yerinde olsam böylesine sağlam bir gerekçeden sonra insanlık tarihine geçmesi muhtemel böylesi bir davada inat etmezdim. Yine de dava hangi yüksek aşamaya çıkarsa çıksın, Tolstoycu bir ruhla hem kendimi hem de yoksul Anadolu halkının söz ve ifade hürriyetini sonuna dek savunacağım. Bu yazıyı şöyle önemli bir notla sonlandırmak isterim. Bu bölümün soL okurları açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Selçuk Bayraktar’ın avukatları, mahkemede hiçbir ticari çıkar ve amaç peşinde olmadıklarını belirtmiş ve buna dayanak olarak kazandıkları tazminatları şehit aileleri ve yakınlarına bağışladıklarını belirtmişlerdir. İşte düşünen bir aklın, böylesi bir gerekçeye itiraz etmemesi mümkün değil! Böylesi bir davada mazlum insanlarımızın acılarının ve kederlerinin, yine o halkın bir evladı olan bir gazeteciyle sinsi bir biçimde karşı karşıya getirilmesine isyan ediyorum! Yoksul Anadolu çocuklarının Türkiye’nin sınırları dışında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu tüm doktirinleri yırtılıp atılarak cepheden cepheye sürülmesine isyan ediyorum! Türkiye kurulduğunda tüm komşularına ve dünyaya şunu taahhüt etmiştir: Komşu ülkelerin sınırlarına saygı duyulacak ve hiçbir şekilde başka devletlerin sınırlarının ihlal edilmesine izin verilmeyecektir. Maalesef Türkiye’nin sigortası olan bu ideolojik düstur yırtılıp atılmıştır. Böylesi bir denklemde yoksul Anadolu çocukları, dünyanın herhangi bir yeri ve bölgesinde savaşmaya gönderilebilir. İşte buna düşünen her insan isyan etmelidir! Bu anlamda bu yazı ifade özgürlüğü sınırları çerçevesinde toplumu isyana davet etmektedir. Tıpkı büyük yazar Tolstoy’un yaptığı gibi. Ben, yoksul Anadolu çocuklarının savaşlarda ve hiçbir anlamı olmayan kıyımlarda şehit olmalarını istemiyorum. Hiçbir hukuki mantıklı bir gerekçesi olamayan bir davada da bunun sinsice bir gerekçe olarak sunulmasını insanlık onuruna aykırı buluyorum. Savaşı ülke savunması dışında cinayet olarak gören ve böyle kabul eden Mustafa Kemal’den bu anlamda Türkiye’nin yönetenlerinin öğrenecek çok şeyi olduğunu düşünüyorum. İnsanlık tarihi, büyük komutanların temel taktik olarak savaştan kaçındıklarını göstermiştir. Elbette vatan savunması söz konusu değilse. İşte sevgili okurlar bir baldırı çıplağın, bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının ifade özgürlüğü için veriği hukuk savaşının kısa öyküsü...

1Diriliş (Leo-Tolstoy) Kitap 3, son bölüm. Çev:Ayşe Hacıhasanoğlu

2T.C. İSTANBUL 12. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ’NİN 02/09/2025 TARİHLİ GEREKÇELİ KARARI

                                                                        /././
ABD yargısı ikinci kez 'hayır' dedi: Halkbank davası yeniden görülecek

Erdoğan'ın Trump'la görüşmesi ve İran'a yönelik yeni yaptırımlara imza atması sonucu değiştirmedi. ABD Yüksek Mahkemesi Halkbank’a açılan ceza davasını durdurma talebini ikinci kez reddetti. İran’a yönelik yaptırımları delme suçlamasıyla açılan dava yeniden görülecek.

ABD Yüksek Mahkemesi, kamu bankası Halkbank’a açılan ceza davasını durdurma talebini ikinci kez reddetti. Böylece Manhattan’daki federal mahkemede 2019’dan bu yana süren dava yeniden görülecek.

Mahkeme, alt mahkemelerin Halkbank hakkındaki cezai soruşturmanın devamına ilişkin kararlarını onaylayarak bankanın itirazını geri çevirdi.

ABD’li savcılar, Halkbank’ı İran’a yönelik Amerikan yaptırımlarını delmeye yardım etmekle suçluyor. İddialara göre banka, İran, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki paravan şirketler üzerinden yaklaşık 20 milyar dolarlık fonu gizlice transfer etti, petrol gelirlerini altın ve nakde dönüştürerek İran lehine kullandı ve sahte gıda ticareti belgeleri düzenledi.

Tüm suçlamaları reddeden Halkbank, ABD’deki davayı “hukuksuz” olarak nitelendiriyor.

Yüksek yargı kararı değiştirmedi

Halkbank, Türkiye’ye ait bir kamu kurumu olduğu gerekçesiyle ABD’de yargılanamayacağını, “yabancı devlet dokunulmazlığı” kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini savunmuştu. Ancak Yüksek Mahkeme bu savunmayı ilk olarak 2023’te reddetmiş ve dosyayı alt mahkemeye göndermişti.

Manhattan’daki İkinci Temyiz Mahkemesi, 2024 yılında “ortak hukuk” ilkeleri kapsamında da bankanın dokunulmaz olmadığını belirterek yargılamanın devamına karar verdi. Yüksek Mahkeme’nin son kararıyla birlikte bu değerlendirme kesinleşmiş oldu.

ABD Adalet Bakanlığı, mahkemeye sunduğu görüşte “devlet bankalarının ceza davalarından muaf tutulamayacağı” yönünde görüş bildirmişti. Yüksek Mahkeme, bu görüş doğrultusunda Halkbank’ın son başvurusunu da reddetti.

ABD ziyareti ve İran yaptırımları sonucu değiştirmedi

Davanın, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ABD Başkanı Donald Trump ile geçtiğimiz hafta gerçekleştirdiği görüşmede masaya geldiği biliniyor. Nitekim karar Erdoğan'ın imzaladığı İran’a yaptırım kararı ile aynı döneme denk geldi. Türkiye, üç gün önce Birleşmiş Milletler kararları doğrultusunda İran’ın nükleer faaliyetleriyle bağlantılı çok sayıda kişi ve kurumun mal varlığını dondurdu.

2019’da açılan dava hâlâ Washington'ın elinde bir koz olarak duruyor.

Son kararın ardından dava sürecinin New York’taki federal mahkemede yeniden başlaması bekleniyor. 

Hisseler çakıldı

Kararın açıklanmasının ardından Halkbank hisseleri yüzde 12’den fazla değer kaybetti. Borsa İstanbul’da gün içinde 29,74 liraya kadar çıkan hisse, karar sonrası 25,94 seviyesine kadar geriledi.

Bloomberg Intelligence'ın analizine göre, Halkbank davasında 1 ila 2 milyar dolar arasında bir para cezası ihtimali gündemde. Bu tutar, bankanın 2024 yılı düzeltilmiş net gelirinin birkaç katına denk geliyor.

                                                              ***

soL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -18 Ekim 2025-

Viva İspanya -Hasan Göğüş- İspanya Başbakanı Pedro Sanchez’in bir özelliği var. Kişisel bilgilerinde dini inancı “yok” yazıyor. Göreve başla...