T-24 "Köşebaşı + Gündem" - 11 Ekim 2025 -

Tepkiler büyüyor; Venezuela muhalefet lideri Machado'nun Nobel Barış Ödülü'nü alması neden eleştiriliyor?

Tepkiler büyüyor; Venezuela muhalefet lideri Machado'nun Nobel Barış Ödülü'nü alması neden eleştiriliyor?Maria Corina Machado

Venezuela muhalefet lideri Maria Corina Machado, 2025 Nobel Barış Ödülü'ü aldı. Ancak Machado'nun ödülü aldığının açıklanmasının ardından bir tartışma başladı. Ödülün Machado'ya verilmesini eleştirenler, Venezuela muhalefet liderinin İsrail'i ve İsrail ordusunun Gazze'deki saldırılarını desteklediğini ve ayrıca ülkesindeki Nicolas Maduro hükûmetini devirmek için yabancı müdahale çağrısında bulunduğunu belirtiyor. Öte yandan Machado, ödülünü bu yıl Nobel Barış Ödülü almak konusundaki isteğini sık sık dile getiren ABD Başkanı Donald Trump'a ithaf etti. 

Machado, Venezuela'a Nicolas Maduro hükûmeti karşıtı hareketin önemli bir figürü haline geldi. Nobel Ödül Komitesi, Venezuela'da "demokrasiyi teşvik etme ve diktatörlükle mücadele konusundaki çalışmaları nedeniyle" dün Machado'yu Barış Ödülü sahibi olarak açıkladı.

Komite başkanı Jorgen Watne Frydnes, Machado'yu Venezuela'da “siyasî muhalefetin önemli ve birleştirici bir figürü” olarak nitelendirdi.

Machado daha sonra Nobel ödülünü Trump'a adadı ve ABD Başkanı onun adına mutlu olduğunu söyledi.

Machado neden eleştiriliyor?

Nobel Barış Komitesi'nin söz konusu kararını eleştirenler, Machado'nun İsrail ve Başbakan Binyamin Netanyahu'nun Likud partisine destek verdiğini ifade eden eski paylaşımlarını hatırlattı. 

Machado'nun paylaşımları arasında “Venezuela'nın mücadelesi İsrail'in mücadelesidir” diye yazdığı bir paylaşım da bulunuyor. Venezuela muhalefet lideri ayrıca İsrail'i “özgürlüğün gerçek müttefiki” olarak nitelendiriyor.

Öte yandan Machado, 2024'teki seçim kampanyası sırasında iktidara gelirse Venezuela Büyükelçiliği'ni Tel Aviv'den Kudüs'e taşıyacağına dair söz vermişti.

Tepkiler büyüyor

Machado'nun 2020 yılında İsrail'in Likud partisiyle bir işbirliği belgesi imzaladığını belirten Norveçli milletvekili Bjornar Moxnes, Likud partisini “Gazze soykırımı”ndan sorumlu tutarak bu ödülün Nobel'in amacına uygun olmadığını söyledi.

ABD merkezli Müslüman sivil haklar örgütü Amerikan-İslam İlişkileri Konseyi, kararı "vicdansız" olarak nitelendirdi ve Nobel Komitesi'nin itibarını zedelediği için kararını yeniden gözden geçirmesi gerektiğini belirtti.

Açıklamada “Nobel Barış Ödülü komitesi, bunun yerine, tüm insanlar için adaleti cesurca savunarak ahlaki tutarlılık gösteren birini ödüllendirmelidir. Örneğin, kariyerlerini ve hatta hayatlarını riske atarak zamanımızın suçu olan Gazze'deki soykırıma karşı çıkan öğrenciler, gazeteciler, aktivistler ve tıp uzmanları gibi” denildi. 

Yabancı müdahale çağrısı 

Machado, Venezuela Devlet Başkanı Maduro hükûmetine karşı yürüttüğü kampanyada yabancı müdahale çağrısı yaptığı için de tepkiyle karşı karşıya.

Venezuela muhalefet lideri, 2018 yılında, ülkesinde rejim değişikliği için İsrail ve Arjantin'den destek isteyen bir mektup yazmıştı.

Mektubun bir kopyasını çevrimiçi olarak paylaşan Machado, “Bugün, Arjantin Cumhurbaşkanı Mauricio Macri ve İsrail Başbakanı Netanyahu'ya bir mektup gönderiyorum ve onlardan, uyuşturucu kaçakçılığı ve terörizmle yakından bağlantılı olan suçlu Venezuela rejiminin yıkılması için güçlerini ve etkilerini kullanmalarını rica ediyorum” demişti.

Nasıl muhalefet simgesi haline geldi?

Venezuela muhalefetinin önde gelen isimlerinden birine dönüşen Machado, 2002 yılında, ailesine ait bir çelik ve inşaat demiri fabrikasında çalışırken, Sumate adlı bir grup kurmuştu. Bu grup başlangıçta oy sayımının izlenmesine odaklanıyordu ancak zamanla önemli bir muhalefet grubuna dönüştü.

2012 yılında, ailesinin işletmesi Hugo Chavez hükûmeti tarafından kamulaştırıldıktan iki yıl sonra, Chavez'e karşı muhalefet ön seçimlerinde ilk kez aday oldu, ancak seçimleri Henrique Capriles kazandı.

Machado, 2023 yılında muhalefetin ön seçimlerinde ezici bir zafer kazandı ve mitinglerinde büyük kalabalıklar bir araya geldi. Ancak kamu görevinden men edilmesi nedeniyle 2024 seçimlerinde Nicolas Maduro'ya karşı cumhurbaşkanlığı seçimlerine aday olamadı ve gizlenmeye başladı.

Machado daha sonra hükûmetin adaylığını yasaklaması nedeniyle adaylığı Edmundo Gonzalez'e devretmek zorunda kaldı. 

Machado, Maduro'nun ocak ayında göreve başlamasından önce düzenlenen bir protesto sırasında kısa bir süreliğine saklandığı yerden çıktı. Kısa bir süre gözaltına alındıktan sonra serbest bırakıldı.

İmamoğlu’ndan Nobel Barış Ödülü'nü kazanan Machado için kutlama mesajı

CHP’nin tutuklu Cumhurbaşkanı adayı ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, Machado’yu kazandığı Nobel Barış Ödülü nedeniyle kutladı.

İmamoğlu, açıklamasında Machado’nun demokrasi mücadelesinin “otoriter rejimlerin gölgesinde yaşayan tüm halklar için ilham verici” olduğunu vurguladı.

İmamoğlu, Cumhurbaşkanlığı Aday Ofisi sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda şu ifadeleri kullandı:

“Nobel Barış Ödülü’nü kazanan Maria Corina Machado’yu en içten duygularımla kutluyorum. Venezuela’da demokrasi ve özgürlük mücadelesi verenlerin bu onurlu başarısı, sadece Latin Amerika için değil, otoriter rejimlerin gölgesinde yaşayan tüm halklar için ilham vericidir.”

Nobel Barış Ödülü'nü alan Machado, ödülünü ABD Başkanı Trump'a ithaf etti

(https://t24.com.tr/haber/nobel-baris-odulu-nu-alan-machado-odulunu-donald-trump-a-ithaf-etti,1266841)

İmamoğlu, açıklamasında baskı ve otoriterliğe karşı direnen liderlerin tüm dünyaya umut verdiğini belirterek şöyle devam etti:

“Diktatörlüklerin, baskıların ve hukuksuzlukların hüküm sürdüğü bir dünyada, halkların iradesini savunan cesur liderler, insanlığın ortak geleceği için umut kaynağıdır. Bugün Maria Corina Machado’nun ödülle taçlandırılan mücadelesi, yarının özgür ve demokratik toplumlarının teminatıdır.

Türkiye’de de bizler aynı inanç ve kararlılıkla adalet, özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdürüyoruz. Bu ödül, her coğrafyada demokrasiye inananlara verilmiş bir cesaret ve dayanışma mesajıdır.”

İmamoğlu eleştirildi 

İmamoğlu, söz konusu kutlama mesajını paylaştıktan sonra sosyal medya kullanıcıları tarafından Machado'nun tartışma İsrail müttefikliği ve yabancı müdahale çağrısı yaptığı hatırlatılarak eleştirildi. 

                                                          ***

Çifte ateşkes: Filistin ve Suriye dosyalarında Ankara -Namık Tan-

Ankara’ya düşen pay Suriye’de ve Gazze’de yeniden imar, hafriyat ve inşaat ihalesi kovalamaktan ibaret kalıyor; Trump’ın sırt sıvazlamaları yeterli diplomatik kazanım olarak görülüyor. Çünkü Türkiye, bu iktidarın yanlış politikaları sonucunda mutlak bölgesel askeri caydırıcılığını yitirdi. Kasa tamtakır...

Gazze’de yaşananlar

Filistin’in Gazze Şeridi’nde, nihayet, ABD Başkanı Trump’ın İsrail Başbakanı Netanyahu’nun kolunu bükmesiyle, ateşkes sağlandı.

7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e yönelik “pogrom” olarak da tanımlanabilecek kitlesel intihar saldırısına, İsrail, çok orantısız bir güçle karşılık verdi. Diğer bir ifadeyle, caydırıcılığının yeniden tesisinin çok ötesine geçerek “soykırım” düzeyine varan tek yanlı bir toptan yıkım ve kırım harekatı icra ederek, Gazze’de 70 bini aşkın insanı öldürdü.

Kırımın ve yıkımın artık durması hiç kuşkusuz çok önemli ve kutlanacak bir gelişme. Ancak “ateşkes” ile “barış” aynı şey değil, bunun da akıldan hiç çıkmaması gerek. Diplomasi, ilkinden ikincisine bağlantının kurulmasında.

İsrail, geriye kalan rehineleri ve öldürülen rehinelerin naaşlarını geri aldıktan sonra kendi güvenlik kabinesinin onayladığı ateşkes anlaşmasına uyarsa, ordusu Gazze Şeridi’nde "Trump Planı" çerçevesinde ilk çekilme hattına geri çekilecek ama en azından şimdilik orada duracak. Buna göre, Gazze Şeridi’nin yüzde 53 oranında topraklarını yine işgal ediyor olacak. Karşılığında ise insani yardım akışının ve yeniden imarın derhal başlaması öngörülüyor.

Suriye’de olanlar

Suriye’de ise, 12 yıl süren iç savaş ve BAAS diktatörü Esad’ın kendi halkını Rusya ve İran ile İran’ın Lübnan’daki milis uzantısı Hizbullah’ın da desteğiyle katliamı, sona erdi. Bu, Ahmet El Şara’nın İdlip’ten çıkan bir avuç HTŞ savaşçısının başına geçerek, Şam’a 12 günde varıp, Esad’ı devirmesiyle geçtiğimiz Aralık ayında mümkün olmuştu.

UNHCR verilerine göre Suriye’de 14 milyon kişi yerlerinden edildi ve savaşın bitmesinin ardından şimdiye dek bunların ancak yarım milyonu öz yurtlarına geri dönebildi.

Son olarak, New York’ta BM Genel Kurulu toplantısına katılan Şara, orada devşirdiği uluslararası meşruiyeti, Suriye’ye dönüşünde alanda kazanca tahvil etmeye kalkıştı. Şam’a bağlı güçler, yahut HTŞ, Halep’in tarihsel Kürt mahalleleri Şeyh Maksut ve Eşrefiye’yi muhasara altına aldı.

Bu mahallelerde 700 bin civarında Suriyeli Kürdün yaşadığı tahmin ediliyor. HTŞ’nin Şam’da Esad’ı devirmesinin ardından YPG/YPJ buralardan çekilmiş, iç güvenliği yine kendine bağlı polis gücüne devretmişti. SDG söz konusu iki mahalleyi yerel halkın da desteğiyle etkin biçimde savundu. Sonuçta bir gecelik çatışmaların ardından ateşkes sağlandı.

ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack, beraberinde CENTCOM Oramiral Brad Cooper olduğu halde, ilk kez Haseke’ye gitti. Orada SDG Komutanı Mazlum Abdi, Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi (“AANES”) Eşbaşkanı (fiilen SDG’nin dış ilişkiler sorumlusu, baş diplomatı) İlham Ahmed ve YPJ (kadın milis gücü) Komutanı Rohilat Afrin’le görüştü.

Ardından, bu üçlüyü yanına alıp, ABD silahlı kuvvetleri helikopteriyle Şam’a geçti. El Şara ve Savunma Bakanı Murhaf Abu Qasra ile yapılan toplantıların ardından Suriye’nin tamamını kapsayan kalıcı ateşkes uzlaşısına varıldı.

O arada, “dolaylı” yöntemle Afrin’de yapılan seçimlerde (Fırat’ın doğusunda SDG denetimindeki alanda ve güneyde İsrail sınırındaki Süveyde merkezli Dürzi bölgesinde sandık kurulmadı) KDP-KYB destekli ENKS üç milletvekilliğinden üçünü de kazandı.  

Ankara’nın Gazze tutumu

Trump’ın planı deyim yerindeyse “epeyce genel”: Takvim belirsiz, ifadeler muğlak, “nasıl?” kısmı zorlu.

Ancak, gözünü kararlı biçimde Nobel Barış Ödülü’ne diken Trump, rehinelerin İsrail’e dönüşünde orada olmak üzere yola çıkıyor. Pazartesi sabahı Knesset’e hitap edecek ve Mısır’a da geçmeyi öngördüğünü duyurdu. Trump’ın açıklamasında Erdoğan’a özellikle teşekkür ettiği de gözden kaçmamalı.

ABD Başkanı’nın bıraktığı yerden “ateşkes iyi ama sonra ne olacak?” sorusuna yanıt verecek tamamlayıcı girişime, Fransa Cumhurbaşkanı Macron, yanına Suudi Arabistan’ı alarak öncülük etmek çabasında.

İnsani yardım, altyapıdan başlayarak yeniden imar, Gazze’de on bin Filistin polisinin eğitimi, Hamas’ın silâh bırakması ve kendini feshinin ardından Filistin yönetiminin Batı Şeria’dan oraya yayılması, yine Batı Şeria’nın sömürgeleşmesinin durdurulması, iki devletli çözüm gibi çetrefil konular hep Paris girişiminin (Macron’un) gündeminde ve İsrail’in de eleştiri yağmuru altında.  

Hatırlanacağı üzere, yine Fransa ve Suudi Arabistan (SA), BM’de Filistin Devleti’nin tanınması için de başı çekmişti. Ve SA, nükleer işbirliği ve şemsiyesi alanında İbrahim Anlaşmaları takasından uzaklaşıp Pakistan’la söz kesmişti.

O tanınma hamlesi ve Avrupa’ya yayılan kitlesel öğrenci, işçi, sivil toplum hareketleri Trump’ın sert gücünün yanında yumuşak güç baskısı oluşturarak ateşkese varılmasında belirli ölçüde etkin oldu.  

Dışişleri Bakanı Fidan, Paris’te Macron’un açılışını yaptığı toplantıda sıkıntılı bir görünüm verirken, MİT Başkanı Kalın işin mutfağında, Şarm El Şeyh’te (Mısır) neşeli bir havadaydı. Trump’ın hususi teşekkürlerine mazhar olan Erdoğan sürece katkı sunmaktan söz ederken, Fidan alandaki durumun gözetiminden söz etti. Herhalde İsrail’in Türkiye’nin Gazze’de konuşlanması öngörülen ancak kesinleşmeyen uluslararası güçte yer almasına onay vermeyeceğini ikisi de biliyor olmalı.  

Ankara’nın Suriye politikası

Fidan, ayrıca, yukarıda değindiğim Şam’daki üç taraflı toplantının hemen peşine apar topar Ankara’ya gelen Suriyeli mevkidaşı Şeybani’nin yanında da, SDG için önceki “enayi değiliz” çıkışını andıran kibirli tutumunu sürdürerek, bu defa “takiye yapmama” uyarısında bulundu.

Devlet Bahçeli “kurucu önderlik” diye hitap ettiği Öcalan’a meclis kürsüsünden çağrıda bulunarak, SDG’nin PKK gibi silâh bırakmasını ve kendini feshetmesini istedi.

Bu arada, PKK’nın Süleymaniye yakınlarında düzenlenen o simgesel silâh yakma töreninin ardından silâhlarını teslim ettiğine ilişkin hiçbir veri olmadığı da akılda tutulmalı.

SDG’ye yönelik benzer bir çağrıyı Erbil’de katıldığı bir konferansta yapan Irak Kürdistan Bölgesi (IKB) Başkanı Neçirvan Barzani de Ankara’ya gelerek Erdoğan tarafından kabul edildi, Fidan’la da görüştü.

Neçirvan Barzani, Süleymaniye’ye 2023 Nisan ayında durdurulan THY uçuşlarının haftada yedi gün olarak yeniden başlamasını sağladı. Vaşington’da da, Trump’ın talebiyle Kerkük-Ceyhan petrol boru hattı açılmıştı. Yani IKB de bu işten kazançlı çıktı.

Rawest Araştırma’ya göre Kürt yurttaşlarımızın “Terörsüz Türkiye” sürecinden ilk ve en öne çıkan beklentisi Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılması… Oysa, Erdoğan, AİHM’ye başvuruyla Demirtaş’ın tutsaklığının sürmesi yönünde irade kullandı.

Dışişleri Bakanlığı’nın Neçirvan Barzani ziyaretine ilişkin sosyal medya paylaşımında IKB kısaltmasını yeğleyerek Irak’ın federe Kürdistan bölgesini adıyla anmaktan yine kaçınması da anlamlı.

Sonuç: Diplomasi “lafla peynir gemisi yürütmek” demek değil

SDG’nin silahlı gücünün yüzde 60’ı yerel Arap aşiretlerden oluşuyor. PYD’nin silahlı kanadı YPG ve YPJ.

Kobani’den Irak sınırındaki Malikiye’ye uzanan şeritte, Suriyeli Kürtler, hiçbir yerleşim biriminde ezici hatta pek çok yerde salt çoğunlukta bile değil… Güncel durumda HTŞ’nin, yahut Şam’a bağlı güçlerin de SDG ile baş edecek niteliğe ve niceliğe sahip bulunmadığını herkes biliyor.  

Dolayısıyla sızdırılan teyide muhtaç bilgilere göre, Şam’da varılan uzlaşı, SDG’nin tek parça halinde ve kendi komuta-kontrol zincirini koruyarak ulusal orduya entegrasyonuna, buna karşılık SDG’nin de özerk bölge talebi yerine muğlak bir ademi merkeziyetçiliğe razı olması alışverişine dayanıyor.

Fırat’ın doğusundaki petrol kaynaklarından elde edilen gelirin belirli bir oranı da doğrudan bölgede kalacak. Rakka ve Deyrezor çevresindeki Arap nüfuslu yörenin doğrudan Şam’a bağlanması da konuşulanlar arasında. Ancak, bu durumda bir “özerk Kürt Bölgesi” kurulmasının da ele alındığını öne sürenler bulunuyor. Zaten, Mazlum Abdi’nin bu günlerde yeniden Şam’a dönerek, diyalogu kesmeden müzakereleri sürdürmesi öngörülüyor.

Dürzilerle çatışmalar patlamışken bir “acil durum” arka planın önünde gerçekleşen 10 Mart uzlaşısı da uzun müzakereler sonunda varılan yapılandırılmış bir anlaşma metni değil, ancak bir mutabakat muhtırası veya niyet beyanı… Dolayısıyla “fetişleştirilmesine” gerek yok.    

Bu açıdan, SDG’nin uzlaşı fırsatını zamanlı değerlendirmesi ve kum saatinin orta ve uzun vadede kendi aleyhine aktığının bilincinde davranması zorunlu. Öte yandan Şara’nın 15 Ekim’de Moskova’yı ziyaretinin beklendiği de not edilmeli.

Fidan ise iç tüketime ve kendi siyasi ikbaline yönelik yerli yersiz çıktığı TV ekranlarında “yumuşak orta” havasındaki sorulara “batısentrik”, “uluslararası toplumlar (çoğul)” gibi ağdalı ve uydurma sözcüklerle bezeli bir arabesk söylem tutturarak hiçbir şey söylemeden konuşmayı sürdürüyor.

Erdoğan’ın “direniş örgütü” dediği Hamas ise geri dönmemecesine, hem de Vaşington’da ani bir aydınlanma yaşayan Erdoğan’ın katkılarıyla, ortadan kalkıyor.

İktidarın dış politikada benimsediği “ihvancılık” takiyesinin sonunu, alandaki gelişmeler zorla getiriyor.

Ankara’ya düşen pay Suriye’de ve Gazze’de yeniden imar, hafriyat ve inşaat ihalesi kovalamaktan ibaret kalıyor; Trump’ın sırt sıvazlamaları yeterli diplomatik kazanım olarak görülüyor. Çünkü Türkiye, bu iktidarın yanlış politikaları sonucunda mutlak bölgesel askeri caydırıcılığını yitirdi. Kasa tamtakır. Ülkeye sayıları beş milyona varan Suriyeli sığınmacı doluşturulmuş durumda. Poz kesmekle pozisyon almak arasındaki farkı diplomasi alanında çıraklık yapa yapa, deneye yanıla öğreniyorlar artık herhalde.

                                                               /././

Dört kulüp 1,4 milyar dolar bedelli sermaye artırımı geliriyle, oyunun ve rekabetin ruhunu değiştirdi!-Tuğrul Aşkar-

Bedelli sermaye artırımı yoluyla kulüp sermayelerine enjekte edilen yeni fonlar, bu kulüplere rekabet üstünlüğü sağlarken, aslında sistem Süper Lig’de rekabeti bozan, borsada işlem gören kulüplere haksız rekabet üstünlüğü sağlayan bir fonlama sistemine dönüşmüş durumda. Ne var ki, kulüpler tarafından rutine döndürülen bu kaynak sağlama yöntemi sürdürülebilir değil...

Dört kulüp 1,4 milyar dolar bedelli sermaye artırımı geliriyle, oyunun ve rekabetin ruhunu değiştirdi!

Kulüplerin akıl almaz borçlarla başa çıkmak için son yıllarda sıkça başvurdukları, belki de perde arkasında kalan kritik bir finansman yöntemini ele alacağım. 

Bahsettiğim yöntem bedelli sermaye artırımı…

Borsada işlem gören dört büyük kulüp -Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş ve Trabzonspor- neden sürekli bu yola başvuruyor?

Bu kapsamlı analiz ile konunun tüm boyutlarını gözler önüne sermeyi amaçlıyorum.

Daha önceki makalemizde bahsetmiştim ama konunun özünü yeterli finans bilgisi olmayan okurlarımla tekrar paylaşabilmek için bedelli sermaye artırımını şöyle en basit haliyle anlatmam gerekirse; kulüplerin mevcut hissedarlarına, yani hisse senedi sahiplerine belirli bir ilave ücret karşılığında yeni hisseler satarak kasalarına taze para koyması demek… Kulüp bunu da mali yatırımcıya rüçhan hakkı, yani öncelikli alma hakkı vererek yapıyor. Bir nevi ortaklardan ek katkı istemek gibi de düşünebilirsiniz aslında siz bunu…

Bu konuda daha detay ve kapsamlı bilgi için 27 Nisan 2025’te Bedelli sermaye artışı kulüpleri kurtaracak mı? başlıklı bir makaleme bakılabilir. Bu makalemde kulüplerin bedelli sermaye artırımlarını tüm yönleriyle incelemiştim.[1]

Bu detaylı incelememdeki amacım öncelikle bu yöntemle ne kadar devasa bir para toplandığını ortaya koymak… Bu paranın asıl kaynağının kim olduğunu anlamak…Bedelli sermaye artışlarından gelen bu paralar gerçekten kulüplerin kendi iç kaynakları mı, yoksa başka bir şekilde elde olunan paralar mı bunlar? Bu sağlanan kaynaklar ne kadar sürdürülebilir?

En can alıcı soru ise, toplanan bu paralar kulüplerin mali sorunlarını çözdü mü, yoksa bambaşka yerlere mi gitti?

Son olarak da tüm bu sürecin Süper Lig’deki o hassas rekabet dengesini nasıl etkilediğini irdeleyeceğim.

Analizimi özel kılan şey ise kulüplerin yıllar itibariyle topladıkları bedelli sermaye gelirlerinin, işlemlerin gerçekleştirildikleri tarihlerdeki Amerikan doları karşılıkları üzerinden hesaplamış olmak…

Neden Amerikan doları üzerinden bu analizimi gerçekleştirdim? Onu da hemen açıklayayım.

Bunu yapma amacım ise: TL’nin sürekli USD karşısında değer yitirmesi nedeniyle, başlangıçta nominal olarak çok yüksek görünen TL tutarların, bugün itibariyle eriyip gitmiş olma defosunu ortadan kaldırmak… Böylece bedelli sermaye artırımlarını daha reel olarak görme olanağımız olacağı gibi, analizimiz konuyu daha anlamlı ve pratik olarak yarar sağlayıcı kılacaktır. Çünkü, Türk lirasının yabancı paralar, özellikle de Amerikan doları karşısındaki dalgalanmaları, TL rakamların gerçek büyüklüğünü görmeyi zorlaştırabiliyor. Dolar üzerinden bakınca resim çok daha netleşiyor.

Tam bu konuya odaklanmışken Fenerbahçe Sportif A.Ş.de 25.07.2025 tarihli yönetim kurulu toplantısında KAP’a bir bildirimde bulunarak, şirket kayıtlı sermaye tavanını 1 milyar 250 milyon TL’den 6 milyar 250 milyon TL’ye artırılmasına karar verdi.[2] 

Bu kararı, kulübün gelecekte çok daha büyük çaplı bedelli sermaye artırımları yapma potansiyellerini içinde taşıyan bir karar olarak yorumladığım için bu konuyu ikinci kez yazmak istedim.

Fenerbahçe’nin almış olduğu bu karardaki nihai amacı: Negatif öz kaynak yapısının ileride yapılacak sermaye artırımlarıyla pozitife döndürülmesi; özellikle de bedelli sermaye artırımlarıyla bu artışın sağlanmaya çalışılması…

İlk makalemizde olduğu gibi bu makalemizde de kulüplerin yoğun olarak gerçekleştirdikleri bedelli sermaye artırımlarının, kulübe ve taraftar paydaşa etkilerini bu yazımızda analiz edeceğiz.

Bedelli sermaye artırımlarının hukuki dayanaklarını, pratikte gerçekleştirme biçimlerini, UEFA’nın ve Türkiye Futbol Federasyonu’nun bu konuya yaklaşımını, bu finansal işlemlerin kulüp için sürdürülebilir olup olmadığını ayrıntılı olarak bir önceki makalemde detaylı olarak sizlerle paylaştığım için bu konuları bir kez daha burada anlatmayacağım.

Burada bir kez daha vurgulamakta yarar görüyorum: Bu makaleyi ilk kez okuyacak ama konu hakkında yeterli bilgisi olmayan okurlarımız, 27 Nisan 2025 tarihli “Bedelli sermaye artışı kulüpleri Kurtaracak mı?” başlıklı makaleme bakabilirler.

Hazırsanız başlayalım mı bu finansal labirenti çözmeye?

Kulüpler bugüne kadar 28 milyar TL bedelli sermaye artırımı gerçekleştirdi

Dört kulüp halka arz edildiklerinden bu yana (2002-2025 arası) tam 19 kez bedelli sermaye artırımına giderek, toplam 28 milyar 83 milyon TL yeni kaynak topladılar.  

Bu bedelli sermaye artırımlarının 19 milyar 155 milyon 572 bin 490 TL’lik (yüzde 68,21) kısmı mali yatırımcılardan tahsil edilirken, 8 milyar 927 milyon 659 bin 426 TL’lik (yüzde 31,79) bölümü de kulüp öz kaynaklarından karşılandı.

Bugüne kadar yapılan bedelli sermaye artırımlarının işlem tarihindeki kurlardan Amerikan Doları (USD) olarak karşılığı ise 1 milyar 379 milyon 547 bin 789 USD oldu.

Tablo 1) Halka arz olduklarından bu yana bedelli sermaye artırımları (TL ve USD olarak)

Yukarıdaki tutarları USD olarak ortaya koyarsak; kulüpler 2012-2025 arası bedelli sermaye artırımlarından gelen toplam 1 milyar 379 milyon 547 bin 789 USD’nin yüzde 68,21’i olan 941 milyon 36 bin 758 USD’lik kısmı mali yatırımcıdan tahsil ederken, 438 milyon 511 bin 31 USD’lik (yüzde 31,79) bölümünü de kendi kaynaklarından karşıladılar.

Mali yatırımcılardan sağlanan para ile kastedilen ise, halka açık kısımdaki yatırımcılardan, bir anlamda taraftarlardan ve küçük yatırımcılardan toplanmış para...

Geri kalan yüzde 32’lik kısmı oluşturan yani yaklaşık 438 milyon dolarlık tutarsa, kulüplerin kendi kaynaklarından karşılanmış görünüyor. Bu da muhtemelen kulüplerin ana ortakları ilişkili şirketleri veya büyük hissedarları tarafından sağlanan bir finansman …

Ama basit bir hesapla şunu net olarak görüyoruz ki; toplanan her 100 doların 68 doları doğrudan piyasadaki yatırımcıdan gelmiş durumda… Bu, yükün ne kadar büyük bir kısmının bireysel yatırımcıların omuzlarında olduğunu çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Kulüpler için kolay bir kaynak gibi görünüyor ama faturanın önemli bir bölümü mali yatırımcılara hissedarlara kesilmiş vaziyette…

Bedelli’den gelen kaynak Türk futbol gelirlerinin yaklaşık yüzde 70’ine ulaştı!

Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere dört kulübün 19 kez gerçekleştirdiği bedelli sermaye artırımından elde olunan gelirlerinin bugüne kadar birikimli tutarı 1.380 Milyon USD'na ulaşıyor. 

UEFA raporları kulüp finansallarını ve gelirlerini Euro üzerinden paylaştığı için USD olarak hesapladığımız bu tutarı, bugünkü pariteden Euro’ya çevirdiğimizde, on üç yıllık süreçte toplanan bedel1i sermaye artırım tutarlarının  Euro karşılığı 1 Milyar 180 Milyon Euro oluyor. Bu tutar da, 2025 itibariyle hesapladığımız yaklaşık 700 Milyon Euro civarında olan  Türk futbol gelirlerinin 1,68 katına denk geliyor.

Halka arzdan bu yana en fazla bedelli sermaye artışı gelirini Galatasaray elde etti!

Tablo:1’den de görülebileceği üzere, ilk bedelli sermaye artış tarihi 2012’de gerçekleşti. 2012’den 2025’e kadar yapılan bedelli sermaye artırımlarına baktığımızda, en yüksek bedelli sermaye gelirine ulaşan kulübün 532.9 Milyon USD’lik gelirle Galatasaray olduğunu görüyoruz.

Galatasaray’ı 486,8 Milyon USD’lik bedelli geliriyle Trabzonspor takip ederken, bu dönemde Beşiktaş 287,1 Milyon USD ve Fenerbahçe de 72,5 Milyon USD bedelli sermaye artırımı geliri elde ettiler.

Tablo:2'de kulüplerin bedelli sermaye artışları sonrası kulüplere giren para tutarı gösterilmektedir. 

Tablo 2) Halka arzdan bu yana bedelli sermaye artırımları

Son beş yılda, dört kulüp bedelliden 850 milyon USD’a yakın para topladı

Borsa İstanbul’da işlem gören dört kulüp bedelli sermaye artırımlarının yüzde 58,3’ünü ağırlıkla son beş yılda gerçekleştirdiler. Bu dönemde dört kulüp toplam 12 kez bedelli sermaye artırımına gitti.

2020-25 arası dört kulübün toplam bedelli sermaye artışı gelirleri 845 milyon 492 bin 515 USD olarak gerçekleşti.  Bu da 2012-2025 arası gerçekleştirilen toplam 1 milyon 380 bin USD’lik bedelli sermaye artırımlarının yüzde 61,28’ine karşılık geliyor.

2020-2025 arası kulüplerin sermaye payları nedeniyle kendi özkaynaklarından karşılamak zorunda kaldıkları tutarların dışında mali yatırımcıdan sağlanan, yani kulübün cebinden çıkmadan, mali yatırımcılardan sağlanan tutarlara da bir bakalım.

Bu kapsamda, mali yatırımcılardan en fazla bedelli sermaye geliri sağlayan kulüp 423,8 milyon USD’lik geliriyle Galatasaray olurken, onu 291,5 Milyon USD’lik bedelli hasılatıyla Trabzonspor izledi. Beşiktaş bu dönemde toplam 161,7 milyon USD; Fenerbahçe de 64,1 milyon USD’lik bedelli sermayeyi mali yatırımcılardan sağladılar.

Bu süreçte Trabzonspor beş kez bedelli sermaye artırımına giderken, Galatasaray 3, Fenerbahçe ve Beşiktaş 2’şer kez bu yolu tercih etti.

Kulüpler bedelli sermaye artırımını yatırımcının aleyhine kullanıyor

Bedelli sermaye artırımı kulüpler için uygun maliyetle sermaye piyasalarından fon sağlama olanağı yaratırken, diğer taraftan mali yatırımcılara da önemli külfet yükleyen bir niteliğe sahip bulunuyor. 

Kulüplerin 2012-2025 arası 19 kez gittikleri bedelli sermaye artırımından sağlanan toplam 28 milyar TL ilave kaynağın yüzde 68'i kulüp dışında mali yatırımcılar tarafından karşılandı.

Dört kulüp 2012-2025 arası yaptıkları bedelli sermaye artışlarıyla mali yatırımcılardan 1 TL'lik nominal hisse senedine karşılık 55,96 TL para tahsil ettiler. Tablo 1 bize bu durumu net olarak gösteriyor. Bir diğer ifadeyle dört kulübün bedelli sermaye artırım oranları kümüle yüzde 5 bin 596 olarak gerçekleşti.

Bedelli sermaye artışı kulüplere finansal refah getirmedi!

Süper Lig’de bedelli sermaye artırımı, özkaynak açığı veren ve zarar eden dört kulüp için mali yapılarını olumluya döndürebilmekten daha çok, kontrolsüz harcamalarının finansmanına olanak sağlayan sermaye piyasası fon sağlama aracına dönüşmüş vaziyette…

Zira, yukarıda da açıkladığımız gibi son beş yılda kulüpler 845 milyon USD  bedelli sermaye artış gelirine ulaşsalar da, mali yapılardaki olumsuzluklar bir türlü düzelmedi. 

Bu bağlamda, kulüplerin 31.05.2025 itibariyle toplam gider fazlaları, yani gelirlerinin üzerinde harcadıkları paralar 6.9 Milyar TL; nakit açıkları ise, bir diğer ifadeyle faaliyetlerini sürdürebilmek için acil bulmaları gereken para tutarı da 11 Milyar TL civarında gerçekleşti.[3]

Tablo 3) Dört kulübün bazı temel finansal göstergeleri (milyon TL)

Dört kulübün dönem sonu zararları ise 31.05.2025 itibariyle 4.5 Milyar TL’na yaklaştı.

Ancak, daha vahim olanı ise, bu kulüplerin geçmiş yıllardan gelen ve özkaynaklarını aşındıran birikimli geçmiş yıl zararları toplamının 35,3 Milyar TL’ye yükselmiş olması.

Dört kulübün gelirlerinin üzerine çıkan bu durum, kulüp finansal sağlığını ve mali istikrarını tehdit eder boyuta ulaştı.

Özellikle 2025’te kulüplerimizin gelirlerinde artışlar yaşansa, banka kredilerinde önemli kapamalar gerçekleştirilmiş olsa da borçlanma hız kesmeden devam ediyor.

Nitekim, Kulüplerin KAP’a (Kamuyu Aydınlatma Platformu) gönderdikleri 31.05.2025 tarihli finansal tablolarına göre sadece 4 kulübün toplam borcu 46,3 Milyar TL’ye ulaştı. Diğer kulüp borçlanmaları da dikkate alındığında, Süper Lig’in borç yükü 50 milyar TL’yi (1.041 milyon Euro ) geçmiş durumda. 

Yukarıdaki verileri değerlendirdiğimizde, bedelli sermaye artırımlarından gelen milyarlarca lira, yüz milyonlarca dolar maalesef kulüplerin mali yapılarını güçlendirmek, borçlarını eritmek veya daha sürdürülebilir bir finansal modele geçmek için kullanılmamış; yüksek tutarlı harcamaların, astronomik transferlerin, inanılmaz yüksek maliyetlerdeki oyuncu ücretlerinin finansmanına gitmiş görünüyor.

Bedelli sermaye artışlarına izin verilmesi haksız ve dengesiz rekabetin artmasına neden oldu

Bedelli sermaye artışları sonucunda, kulüplerin zayıf olan mali yapılarını güçlendirerek rekabet yeteneklerini geliştirmeleri beklenmekte iken, dört kulüp bu şekilde haksız rekabet üstünlüklerine ulaştı. Bedelli sermaye artışı yöntemiyle sağlanan milyarlarca lira, bu kulüplerin lehine devasa bir rekabet dengesizliği yarattı. Söz konusu kulüpler bedelli sermaye artırımlarıyla topladıkları bu ek kaynaklar sayesinde, diğer Anadolu kulüplerinin hayal bile edemeyeceği transferleri yapabilme, çok daha yüksek maaşlar ödeyebilme gücüne kavuştular. Bu da rekabeti doğrudan etkiledi ve onların Süper Lig’deki dengesiz rekabet kaynaklı hegemonyalarını iyice pekiştirdi, oyunun ve rekabetin ruhunu değiştirdi.

Yukarıda da açıkladığımız üzere kulüplerde borçlanma artarak devam ediyor. Banka kredilerinin yerini ticari borçlar ve diğer yükümlülükler almış durumda. Başta transferler giderleri olmak üzere kontrolsüz harcamaların artarak devam etmesi, kulüp borçlanmalarının yükselmesine etmesine neden oldu. Öyle ki, Süper Lig’in 2025-26 sezonu yaz transferlerinde verdiği açık 172,2 milyon Euro oldu.[4] Sadece üç kulübün transfer açıkları 192 milyon Euro olarak gerçekleşti. Diğer Süper Lig ekiplerinden gelen transfer artıları, Süper Lig’in transfer açığını küçülttü. Ancak, Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın toplam transfer açıkları Süper Lig transfer açığının üzerinde gerçekleşti.

Tüm bunlar BİST’te işlem gören dört kulübe yeni kaynaklar yaratırken, onların buradan sağladıkları gelirlerle yaptıkları kontrolsüz ve verimsiz harcamalar, bu kulüplerin finansal yapılarını daha kırılganlaştırdı.

Bedelli sermaye artışından gelen yeni kaynaklar, Süper Lig’de dört kulüp lehine haksız rekabeti dengesiz rekabete dönüştürüp kalıcılaştırdı. Bunu da dört kulübün bu sezon yüksek bedelli bonservislerden oluşan Süper Lig’deki takım değerlerinde ve bu kadrolarla ulaştıkları lokal sportif performanslarından net olarak görebiliyoruz. Nitekim, dört kulübün toplam takım değerleri Ekim 25 itibariyle 868 milyon Euro’ya ulaştı. Bu değer 1.33 milyar Euro olan Süper Lig değerinin yüzde 65’ine karşılık geliyor.[5] Neredeyse, Süper Lig kadro değerinin üçte ikisi dört kulübe ait. Şüphesiz ki bu durum, yeşil sahalara dört kulüp lehine haksız rekabet üstünlüğü olarak yansıyor.

Olayın çok daha ilginç olan tarafı, kamuoyunda hiç tartışılmayan yönü ise; dört kulüp takım kadrosunda görünen bu yüksek bonservis bedelli oyuncularını satmak istediğinde, bu değerler üzerinden bonservislerin paraya çevrilip çevrilemeyeceği konusudur.

Bu sorun neden bizi ilgilendiriyor?

Bu fon sağlama yöntemi kulüplerin mali sağlığını düzeltmek onları daha ayakları yere basan yapılar haline getirmek yerine, tam tersine sahadaki rekabeti daha da bozdu ve ligdeki makasın daha da açılmasına neden oldu. Yani aslında finansal bir acil durum aracı olması gereken bedelli sermaye artırma finansal işlemi, bu dört kulüp için neredeyse rutin, her sezon beklenen bir para bulma yöntemine dönüştü.

Bedelli sermaye artırma yoluyla kaynak yaratma modeli, bu finansman imkanına sahip olmayan diğer kulüpler karşısında dört büyük kulübe muazzam bir finansal güç ve dolayısıyla rekabet avantajı sağlıyor.

Bu haksız ve dengesiz rekabet, Türk futbolunun genel sağlığına, finansal sürdürülebilirliğine ciddi zarar veriyor.

Bu şekilde sürekli dışarıdan gelen paralar, borçları azaltmayan ama harcamayı körükleyen bir finansman modeli olarak karşımıza çıkıyor.

Bu finansman modeliyle sermaye piyasalarından kolaylıkla ekstra bulunan bu kaynaklar, belki  kısa vadede bu kulüplerin lokal ligde başarılarına destek olabilir ama uzun vadede futbolumuzun genel kalitesini düşürme ve onu finansal anlamda daha kırılgan hale getirme riskini de bünyesinde  taşıyor.

Bu fonlama olanağının en büyük olumsuz etkisi ise, Süper Lig’deki rekabet dengesinin ciddi şekilde dört kulüp lehine bozulmuş olması.

Yaptığımız bu analizler sonuçta dört kulübün iç meselesi gibi görülebilir ya da finans uzmanlarının ilgi alanına giren bir haber yorum olarak değerlendirilebilir.

Ancak, işin aslı hiç te öyle değil…

Futbolu seviyorsanız, Süper Lig’i takip ediyorsanız, bir takımın taraftarı iseniz veya bu kulüplerden birinin hisse senedine sahipseniz bu konu sizi yakından ilgilendiriyor.

Dört kulübün hisse senedine yatırımınızın değeri ve geleceği ile ilgili konuyu sorgulamanızı gerektiriyor. Gördüğümüz o büyük camiaların gerçek mali sağlığının ne durumda olduğunu gösteriyor.

Ama daha da temelde sevdiğimiz hafta sonlarını iple çektiğiniz, o sporun doğasını yani rekabetin ruhunu değiştiriyor, oyunun adaletini etkiliyor. Oyunun ne kadar adil bir zeminde oynandığına dair ciddi soru işaretleri yaratıyor.

Sonuç

Bedelli sermaye artırımı yoluyla kulüp sermayelerine enjekte edilen yeni fonlar, bu kulüplere rekabet üstünlüğü sağlarken, aslında sistem Süper Lig’de rekabeti bozan, borsada işlem gören kulüplere haksız rekabet üstünlüğü sağlayan bir fonlama sistemine dönüşmüş durumda. Ne var ki, kulüpler tarafından rutine döndürülen bu kaynak sağlama yöntemi sürdürülebilir değil...

2024 ve 2025 döneminde dört kulübün bedelli sermaye artırımından sağladıkları gelirler, neredeyse, dört kulübün toplam gelirlerine eşit tutarlara ulaştı. Bedelli sermaye artırımı tamamen istisnai bir sermaye piyasası işlemi olması gerekirken, dört kulübün bunu adeta kanıksanan bir fon sağlama tekniğine dönüştürmüş olmaları, Türk futbolunun rekabetçi dengesini bozduğu gibi kalitesini de olumsuz etkilemektedir. Dört kulüp hem kasada, hem de sahada kazanırken, diğer kulüpler ise sahada ve kasada kaybetmeye mahkum ediliyor.

Dört kulüp bedelli sermaye artırımından gelen paralarla kendilerine bir çeşit finansal doping yapıyor. Bu paraların kısa vadede bu kulüplere bir kortizon etkisi olabilir ama ne yazık ki, bu kaynak sürdürülebilir gelir yaratan bir model olmadığı için kortizon etkisi geçtiğinde, bunun kaçınılmaz sonucu, bu kulüpler için finansal yıkım olacaktır.   

Türkiye Futbol Federasyonu ve UEFA, bu yöntemle sağlanan fonları sıkı takibe almalı ve buradan gelen sermaye kaynaklarının finansal sürdürülebilirlik kurallarına destek olup olmadığını denetlemelidir.

Aksi, halde bedelli sermaye artırımı kulüpler için ucuz bir fon sağlama yöntemi olarak varlığını devam ettirecek ve bu kulüplerin Süper Lig’de haksız rekabete dayalı hegemonyalarını pekiştirme aracı olacaktır. Onların yararına olan bu durum, Türk futbolunun zararınadır!

Sona gelirken, sizi kafa yormaya değer bir başka soruyla baş başa bırakarak, yazımı bitirmek istiyorum.

Bedelli sermaye artırmaları ile finanse edilen, bol keseden yapılan transferlerle kağıt üzerinde şişirilen milyonlarca Euroluk oyuncu değerlemeleriyle, ne kadar gerçekçi bir lige sahibiz?

Milyonlarca Euroluk değer biçilen yıldız oyuncularını bu kulüpler gerçekten satmak istediklerinde veya satmak zorunda kaldıklarında, bilançolarda görünen o astronomik bonservis bedellerini kasalarına koyabilecekler mi?

Yoksa, bu değerler tıpkı finans piyasalarındaki bazı balonlar gibi bir anda sönüp aslında yüzeyin altında yatan çok daha derin bir finansal kırılganlığı, belki de bir ödeme yükümlülüğünü yerine getirememe risklerine mi davetiye çıkartıyor?

Dipnotlar:

[1]  https://futbolekonomi.com/index.php/haberler-makaleler/mali/110-tugrul-aksar/

[2]  https://kap.org.tr/tr/Bildirim/1492130

[3] Tuğrul AKŞAR, “68. Sezona Girerken, Süper Ligin Ekonomik ve Finansal Görünümü”  20 Ağustos 2025,  https://futbolekonomi.com/index.php/haberler-makaleler/genel/103-manet/6633-superlig.html

[4]  https://www.transfermarkt.com.tr/super-lig/transfers/wettbewerb/TR1

[5]  https://www.transfermarkt.com/super-lig/startseite/wettbewerb/TR1

                                                                                  /././

ABD’de bütçe çıkmazı: Hükümet daha ne kadar kapalı kalacak?-Binhan Elif Yılmaz-

Kongrede bütçe çıkmazına yol açan ana sebeplerin başında, Demokratların sosyal yardım ve sağlık hizmetlerinden taviz vermek istememesi, özellikle eski Demokrat Başkan Obama'nın Obamacare sübvansiyonlarının devamının sağlanması ve Medicaid’ten kesinti yapılmaması konularında ısrarlı olması yer alıyor.

Bütçeler, belli bir dönemdeki kamu harcamalarını ve bu harcamaların finansmanını gösteren ve aynı zamanda ileriye yönelik tahminleri ve politikaları içeren mali, ekonomik ve hukuki belgelerdir.

Yürütme organı, bütçe hakkı gereği parlamentodan önceden onay ve izin almadan hiçbir kamu harcamasını yapamaz, gelir de toplayamaz. O nedenle Yürütme, Yasama’dan “icraatını” gerçekleştirebilmede kullanacağı kaynaklar için izin almak durumunda.

Aksi durumda izin yoksa güven oyu alamamış, halkın temsilcileri o yıl kamu hizmetlerinin sunulması ya da gelirin toplanmasına onay vermemiştir. Bu durumda bütçe çıkmaza girerBütçesi olmayan bir hükümette para yoksa icraat da olmayacağından, kamu hizmetlerini gerçekleştiremez.

Bütçenin tanımı, bütçe hakkı ya da bütçe çıkmazı hakkında genel söylem bu şekilde olsa da her ülkenin bütçe sisteminin işleyişi, hatta mali yıl başlangıçları bile farklıdır. 

Bir hafta önce federal hükümeti “kapanan” ABD’de mali yıl 1 Ekim’de başlıyor. Dolayısıyla 30 Eylül’de gün sonunda bir önceki mali yıl (2025) sona ereceği, artık bir önceki yılın bütçesini kullanma imkanı kalmayacağı için, 1 Ekim’de uygulanmaya başlayacak yeni bütçenin tüm prosedürünün tamamlanmış olması gerekirdi.

ABD’de yasama yetkisi, iki meclisli Kongre’dedir ve toplam 535 üyeden oluşur. Üyelerin 435’i Temsilciler Meclisinde temsilci, 100’ü de Senato’da senatördür.

Kongre’de, bizdeki 5018 sayılı yasa gibi bir Kamu Mali Yönetimi yasası gereği her yıl ödenekler Yasama’dan geçer, her iki meclisçe kabul edilen finansman tasarıları imzalanmak üzere Başkan'a sunulur.

Ancak bu yıl böyle olmadı. Kapanma “geliyorum” dedi.

Kongrede üyeler birkaç “bağımsız” dışında genellikle Cumhuriyetçi ve Demokrat üyelerden oluşuyor. Kongre’nin hem Temsilciler Meclisi hem de Senato tarafında Cumhuriyetçiler çoğunlukta olsa da, bütçe tasarısının Senato'dan geçmesi için ihtiyaç duyulan oy sayısı 60. Ve Cumhuriyetçilerin desteklediği bütçe tasarısı için bu oy çıkmadı.

ABD’de hükümetin “kapanma” sorununa yol açan bütçe çıkmazı burada kendini gösterdi. Bütçe üzerinde neden uzlaşılamadı?

Çünkü bu iki partinin devlete, kamu hizmetlerine bakışları ve öncelikleri birbirinden oldukça farklı:

Her iki parti de özünde liberal, ne de olsa kapitalizmin merkezindeler. Ama Demokratlar devletin ekonomiye müdahalesini daha fazla savunurlar. Devletin sosyal ve ekonomik eşitliği sağlamasını desteklerler. Demokratlar, kapitalist sistemin özünde yer alan tüketici özgürlüğü taraftarıdırlar ve devletin herkesin ekonomik olmayan özel işlerine müdahalesine ise karşıdırlar.

Demokratlar işçi haklarını olduğu kadar azınlık haklarını, çevre koruma programlarını, silah kontrolünü de savunurlar.

Özellikle Medicaid ve gıda yardımı da dahil olmak üzere çeşitli sosyal refah programlarını desteklerler. Böyle büyük harcamalar için de genellikle artan oranlı vergiler ve vergi yükündeki artış kaçınılmaz olur.

Cumhuriyetçiler ise daha küçük bir devleti ve daha düşük vergileri desteklerler. Ancak kamu harcamalarında söz konusu olan eğer ordu, savunma ve ülkenin ulusal güvenlik çıkarları olunca elleri daha açıktır. Ama aynı eli açıklığı, Başkan Trump özelinde herkesin gördüğü gibi, sosyal ve çevresel harcamalar konusunda Demokratlar kadar göstermezler.

Cumhuriyetçi Başkan Trump’ın sosyal yardımlara, çevreye ve göçmenlere bakış açısı pek de olumlu olmadığı için bu alanlara kaynak tahsisinde önceliği bulunmuyor.

Kongrede bütçe çıkmazına yol açan ana sebeplerin başında, Demokratların sosyal yardım ve sağlık hizmetlerinden taviz vermek istememesi, özellikle eski Demokrat Başkan Obama'nın Obamacare sübvansiyonlarının devamının sağlanması ve Medicaid’ten kesinti yapılmaması konularında ısrarlı olması yer alıyor.

Partilerden hiçbiri diğerinin hükümet harcama talebine razı olmadığı için pazarlıklar tıkanma aşamasında. Demokratlar ve Cumhuriyetçiler bu başlıklarda uzun süreli bir mücadeleye giriştiler. Bu ne kadar sürecek?

ABD hükümetleri kapanma konusunda oldukça tecrübeli. Aşağıdaki tabloya göre 1995 ve 2013 yıllarında Demokrat hükümet uzun süreli bir kapanma yaşasa da, rekor 2018 yılında Trump’ın birinci dönemine ait.

Kaynak: Bloomberg

Trump bir yandan da kapanmayı siyasi malzeme yapmayı ihmal etmiyor. Malum partizanlık, Trump’dan beklenen bir tutum. Bürokrasiyi, kamu harcamalarını azaltmak için kapanmayı kullanıyor da olabilir. Ayrıca kamu çalışanlarını “manipüle” etmek için e-mail sistemine sızarak Demokratları kapanmadan sorumlu tutan mesaj yağmuruna tutuyor.

Bütçe olmadığı için ödemeler yapılamadığından, kamu hizmetleri aksamaya, personel maaşları ödenmemeye, tahvil piyasasında belirsizlikler artmaya başladı. Kapanmada bir haftayı geride bırakırken acil, zorunlu kamu hizmetleri gerçekleştirilmeye devam ediyor ama milyonlarca kamu çalışanı eve gönderildi. Akıbetleri şu anda belli değil. Trump, kamunun harcamalarını azaltmak, bütçe açığını düşürmek amacıyla eve gönderilenleri geri almamayı planlıyor olabilir, bunu zaman gösterecek.

ABD hükümetinin kapanması, ekonomik verilerin ve ana raporların yayınlanmasını da aksatıyor: İşsizlik maaşı başvuruları, tarım dışı istihdam, perakende ticaret, fabrika siparişleri, konut satışları gibi ekonomik veriler ile ADP istihdam raporu, S&P Global ve ISM endeksleri, MBA ipotek başvuruları, Challenger işten çıkarmaları-işten çıkarma duyuruları vb ara raporlar.

Bütçeler, uygulamadaki maliye politikasının çerçevesini çiziyor. Ve sayısal gerçekler var. Ekim 2024 sonrası 11 aylık bütçe verilerine göre ABD’de bütçe gelirleri 4,690 milyar dolar, bütçe harcamaları da 6,664 milyar dolara ulaştı. Bütçe açığı yaklaşık 2 trilyon dolar düzeyinde. Bütçe burada da çıkmazda.

Ayrıca ABD Hazine Bakanlığının yayınladığı ABD Hükümeti Mali Raporu’ndaki bütçe ve borç göstergelerindeki mevcut görünüme göre yapılan 75 yıllık bir projeksiyon maliye politikası sürdürülebilir değil olmadığını gösteriyor. Rapora göre kamu borç stokunun milli gelir içindeki payının 75 yıl sonra, yani 2099 yılında yüzde 535’e ulaşacağı tahmin ediliyor.

Bütçeleme, kaynakların tam olarak nasıl kullanılacağının daha ayrıntılı olarak belirlenmesini sağlıyor. Ancak önemli bir sorun, mevcut kaynakların bir kamu faaliyeti yerine bir başka kamu faaliyetine (savunmaya mı, sosyal yardımlara mı, personel harcamalarına mı) tahsis edilmesine hangi “temel”de karar verileceğidir.

Sonuçta farklı politika hedefleri arasında birbirine rakip olan talepleri uzlaştırma sorununun boyutu, ABD federal hükümetinin daha ne kadar kapalı kalacağını belirleyecek.

                                                                /././

Kontrolsüz ve aşırı göç, kolay değişmeyen İngiltere’yi de değiştiriyor -Hakan Okçal-

İngiltere ülkeye yönelik göçü durdurmak için bir süredir tedbir almaya çalışıyordu. Ama bu çabalar bizim gibi yasal ziyaretçilerin hayatını güçleştirmekten öte bir fayda sağlamadı. Manş’ı şişme botlarla geçerek veya başka yasa dışı yollarla gelen düzensiz göçmenlerin arkası, tüm önlemlere rağmen kesilmiyor

göçmen bot

Değişimin yolu inişli çıkışlı

Değişim sürekli bir olgu. Bu gerçeği Efesli filozof Herakleitos “bir nehirde iki kez yıkanılmaz” sözüyle ifade edeli 2 bin 500 yıl oldu. Sürekli değişimi temel alan düşünce akımlarına göre eski geride kalırken, yeni, bir öncekine nazaran daha iyi ve doğru olanı beraberinde getiriyor. Gerçekten tarih boyunca değişimin yönü hep ileriye doğru olmuştur. Ama değişimin düz bir çizgide ilerleyeceğini beklemek safdillik olur. Büyük kırılma anlarında yeninin gelişi çok sancılı olabiliyor. Yeni, eskinin yerini alırken geriye dönüşler, çöküşler yaşanabiliyor.

Dünyanın bugün içinden geçtiği süreç böylesi bir kırılma anı. Dünyanın büyük bir teknolojik ve bilimsel bir dönüşümün kavşağında olduğu kesin. Teknolojik ve bilimsel devrim içerdiği risklere rağmen iyi yönetilebilirse, bunun insanoğlunun yaşamına çok olumlu katkılarda bulunacağına pek çok bilim adamı yürekten inanıyor. Ama teknoloji ve bilime nazaran çok daha yavaş bir seyir izleyen siyasi ve toplumsal konularda yeni henüz kendini gösteremedi. Aksine, dünya siyasi ve toplumsal alanlarda ilerlemek yerine bir krizden diğerine yuvarlanıp duruyor. Bunun en büyük göstergeleri savaşlar ve uluslararası çatışmalar. Savaşların olmadığı yerlerde de siyasi ve ekonomik krizler, kontrolsüz ve aşırı göç, çevre sorunları kitleleri derinden etkiliyor. Eski, hızla ortadan kalkarken, yeninin henüz kendini gösteremediği bir ortamda liberal anlayışın, hoşgörünün, demokrasi ve serbest ticaretin yerini kaba milliyetçiliğin, hoşgörüsüzlüğün, ekonomik içe kapanmanın ve antidemokratik eğilimlerin aldığını görüyoruz.

Özellikle kontrolsüz göç olgusu, nüfusları gerilemeye başlayan gelişmiş Batı toplumlarını derinden sarsıyor. Her yerde merkez partilerinden uzaklaşan geniş kesimler gelecek endişesi içinde aşırı sağı kucaklıyor. Bu Almanya’da, Fransa’da, Hollanda’da, İtalya’da uzun süredir yaşanan bir olguydu. Ama İngiltere’nin aşırı sağın tehdidi altına gireceğini kim düşünebilirdi? Bu durum en azından benim gibi bu ülkeyi çok yakından takip etmeyenler bakımından beklenen bir şey değildi.

İngiltere’de göç nedeniyle toplumsal ve siyasi gerilimler artmış  

Bunları geçen hafta eşimle İngiltere’ye yaptığım gezide düşündüm. Defalarca ziyaret ettiğim İngiltere’yi bu kez siyasi ve toplumsal gerilimlerin içinde buldum. İngilizler yumuşak geçişlerin, tedrici süreçlerin ustası bir toplum olarak bilinirler. Geleneklerinden, alışkanlıklarından, hoşgörülü yaşam tarzlarından kolay kolay vazgeçmezler. Devrim yerine evrimi tercih ederler. Oysa bu kez durum farklıydı. Benzer koşullar Thatcher’ın ilk zamanlarında da yaşanmıştı ama o dönemde rejimin geleceği konusunda kaygı yoktu.

Nigel Farage

Derinden gelen dip dalga bir anda ülkenin siyasi yapısını etkilemiş gözüküyor. Sağcı Nigel Farage’ın başkanlığındaki “Reform UK” adlı radikal parti baş döndürücü bir hızla ülkedeki siyasi dengeleri değiştirmiş. Nigel Farage yabancı bir isim değil. Brexit kampanyaları sırasında en etkili AB karşıtı siyasetçilerden biriydi. Farage aynı zamanda Trump’ın Britanya’da kendine en yakın bulduğu siyasetçi. Son birkaç hafta içinde yapılan iki kamuoyu yoklamasına göre İngiltere’de bugün seçim olsa Farage’ın partisi tek başına iktidara geliyor. Farage da başbakan oluyor. Aynı kamuoyu yoklamalarına göre Muhafazakâr Parti marjinalleşiyor, iktidardaki İşçi Partisi ise çok zayıflayarak muhalefet rolünü üstlenmek zorunda kalıyor. İngiltere’de siyasi sistem bugüne dek iktidarın İşçi Partisi ile Muhafazakâr Parti arasında el değiştirmesine dayanıyordu. Artık öyle değil.  Bu kez kurulu düzen karşıtı yeni bir partinin iktidarı ele geçirmesi söz konusu.

Bütün bunların en önemli sebebi Britanya adalarına yönelik göç dalgasının bir türlü durdurulamaması. Merkez partileri bu konuda inandırıcı politikalar ortaya koyamazken Farage, Trump gibi göçmenleri kimi zaman hukukla bağdaşmayan sert tedbirlerle ülkeden kovmayı vadediyor. 

Seyahate çıkmadan birkaç gün önce Londra, İngiltere tarihindeki en büyük kitle gösterilerinden birine sahne oldu. Bizim basın daha çok İtalya, İspanya gibi ülkelerde Gazze’deki soykırımı protesto eden gösterilere ve Sumud filosuna odaklanmışken, bir milyonu aşkın örgütsüz bir kitle Londra’nın merkezinde bir araya gelerek ellerinde Birleşik Krallık bayraklarıyla ülkenin göçmen istilasına uğramasına tepkilerini ortaya koydular. Protestocuların ellerindeki pankartlarda ülke kaynaklarının vergisini ödeyen, yasalara saygılı vatandaşlar yerine, yasa dışı göçmenler için sorumsuzca harcanmasına, yabancılar arasında artan suç oranlarına, özellikle yabancılardan kaynaklı kadınlara yönelik taciz ve tecavüz olaylarındaki artışa, radikal Müslüman grupların saldırganlıklarına tepki ifade eden sloganlar yer alıyordu. Onları ancak beş bin kişilik ırkçılık karşıtı bir grup dengelemeye çalıştı ama çok cılız kaldılar. Bu durum dahi İngiltere’de halkın ekseriyetinin hissiyatını anlatmaya yeterli. 

Havaalanından şehre gelirken devletin değil, göstericilerin astığı çok sayıda bayrak elektrik direklerini ve kavşakları süslüyordu. Evlerde de bayraklar asılıydı. Bunlar uzun zaman yerlerinde kalacak gibi gözüküyor. 11 Eylül saldırıları sonrası Amerika’da şahit olduğumuz manzaralar kadar yoğun olmasa da, bu durum sakin İngilizler için alışıldık bir şey değil. Ülkede ulusal sembollere bağlılık iyice artarken, ulusal bayrak Union Jack sağcı siyasetin simgesi haline gelmiş.

Kişisel gözlemler

Aslında İngiltere’de olanlar bırakın Batıyı, Türkiye için bile geçerli bir olgu. Ama sayıları ne kadar yüksek olursa olsun, Türkiye’deki düzensiz göçmenlerin ülkenin siyasi ve toplumsal dengelerini İngiltere kadar etkilemediği aşikâr. Daha önceki bir yazımda dünya üzerindeki demografik değişimleri tartışırken, dünya nüfusunun daha esmer, daha Müslüman olmaya doğru gittiğini belirtmiştim. İngiltere’de bu gerçek artık gözle görülür bir hale gelmiş. Ülke nüfusu içinde göçmen oranı yüzde 20’ye yaklaşmış. Şehir merkezlerinde sarışın İngilizler yerine, esmer alt kıta insanları, Orta-Doğulular, Afrikalılar daha çok göze çarpıyor. Halkın nezdinde bunlarla özdeşleşen yüksek suç eğilimleri, kural ve yasa tanımaz davranışlar sakin İngilizleri çileden çıkartıyor.

İngiltere ülkeye yönelik göçü durdurmak için bir süredir tedbir almaya çalışıyordu. Ama bu çabalar bizim gibi yasal ziyaretçilerin hayatını güçleştirmekten öte bir fayda sağlamadı. Eskiden İngiltere’ye vize muafiyetinden yararlanarak kolayca seyahat edebilen ben de bu durumdan küçük çapta nasibimi aldım. Oysa Manş’ı şişme botlarla geçerek veya başka yasa dışı yollarla gelen düzensiz göçmenlerin arkası, tüm önlemlere rağmen kesilmiyor. İngiltere’nin yeni gelenlere ne iş bulma şansı, ne de onları entegre etme hevesi var. Yeni gelenlerin de entegrasyonu içlerine sindirmediği çok açık. İngiltere’den ayrılacağımız gün Manchester’da bir sinagoga yapılan kanlı saldırı bunun son örneğiydi. Saldırgan, ülkeye yıllar önce iltica etmiş Suriyeli bir ailenin, İngiliz okullarında yetişmiş 35 yaşında bir ferdiydi. Manchester’daki cinayetler ortalama İngilizlerin kafasındaki suça meyyal göçmen imgesini pekiştirmiştir her halde. 

İngiltere’deki manzarayı bazı şahsi deneyimlerimle özetlemek isterim. Havaalanından şehre gitmek için çağırdığımız özel taksi şirketinin şoförü Müslüman bir Arnavut çıktı. Ülkesinde Enver Hoca rejimi dağılır dağılmaz, yıllar önce iltica ederek gelmiş. Kısa süre içinde Birleşik Krallık vatandaşlığını almış. Ev-araba sahibi olmuş, çocuklarını İngiliz okullarında parasız okutmuş. Buna rağmen katı bir İngiliz düşmanıydı. Yol boyu İngilizlerin çalışmayıp ülkeye gelen yabancıları sömürdüklerinden, ahlaksızlıklarından, dünyada her kötülüğün altında İngiliz parmağı olduğundan dem vurdu. Bizi havaalanına götüren Bulgar şoför de ondan farklı konuşmadı. Birleşik Krallık göçmenlere vatandaşlık dağıtırken, zahmet edip kendisi hakkında ne düşündüklerini sormuyor mu diye düşünmekten kendimi alamadım. 

Londra’nın Oxford caddesinin hali ne zamandır bizim İstiklal caddesinden farklı değil. Bu kez beni en çok sinemaları, tiyatroları, konser ve müzikal salonlarıyla dünyanın sayılı eğlence ve kültür merkezlerinden biri olan Leicester meydanının hali etkiledi. Burası radikal İslamcı grupların daimî bir propaganda sahası haline gelmiş. İki noktada kurulan tezgahlarda Taliban kılıklı sakallı adamlar yüksek sesle Kuran yayını yapıp gelen geçene bedava Kuran dağıtmaya çalışıyorlardı. Onlardan bağımsız olarak ellerinde Kuran taşıyan birçok genç de aynı işi meydanda dolaşarak yapıyorlardı. Meydanın başka bir yerinde ise Taliban kılıklı kişiler geçenlerin bakışlarına aldırmadan yere serdikleri seccadelerin üzerinde namaz kılıyorlardı. Trump meğer boşuna Londra Belediye Başkanı Sadiq Khan’ın kenti şeriat yasalarıyla yönettiğini iddia etmemiş.

Starmer Farage öcüsünü kullanarak koltuğunu kurtarmaya çalışıyor

Böyle manzaralar ülkenin her yerinde yaşanıyor. Halkın kontrolsüz göç sorununu Başbakan Starmer’in çözebileceği konusunda inancı bulunmuyor. Esasen Starmer ne içeride, ne dışarıda, saygınlık uyandırabilen bir lider değil. Dışarıda Trump’ı pohpohlayarak zevahiri kurtarmaya çalışırken, halk arasındaki desteği giderek düşüyor. Starmer’ın sadece halk arasında değil, kendi partisi içinde de desteği iyice azalmış vaziyette. İşçi Partisi içinde Manchester belediye başkanı Andy Burnham’ın bir sonraki seçimlerde partiye önderlik yapmasını talep eden önemli bir kesim var.

İngiltere Başbakanı Keir Starmer

Starmer buna karşı Farage öcüsünü kullanarak seçmeni kendi etrafında toplanmaya çalışıyor. Geçen hafta gerçekleşen İşçi Partisi konferansında bu yönde dikkat çekici bir konuşma yaptı ama şansı olur mu bilinmez.  Muhafazakâr, Liberal-Demokrat ve Yeşil seçmenin ne kadarının Starmer’ın alarm zillerine kanarak ona oy verecekleri belli değil. Sonuçta Starmer kazansa da bu ancak Macron’un başarısı kadar etkili olacak. Çekirge bir atlar, iki atlar, üçüncüsünde yakalanır. Marine Le Pen tehlikesi hala yerinde duruyor ve Macron’un bu kez işi daha da zor olacak.

Farage tehlikesine karşı İngiltere’de bazıları ise dar bölge seçim sisteminin yerine nispi seçim sisteminin getirilmesini önermeye başladılar.  Bu, oyunun kurallarının değişmesi anlamına gelir ki, centilmen İngiliz ahlakı böyle bir uyanıklığa cevaz verir mi göreceğiz.

İngiltere’den farklı hikâyeler anlatmak isterdim

İngiltere’den yukarıdakiler dışında farklı hikayeler anlatmak isterdim. Örneğin Cambrige’ı, Newton’u ve onun yıllarca hocalık yaptığı Trinity College’i anlatmak isterdim. Bunun yerine Trinity College’in giriş kapısının yakınında, Newton’un elma ağacının clone’unun önünde çektirdiğim bir fotoğrafımı sunuyorum.

Hakan Okçal, Newton’un elma ağacının clone’unun önünde

Newton başına düşen elma sayesinde yerçekimi kurallarını keşfederken uzaydaki cisimlerin nasıl denge içinde var olabildiklerini açıklamaya çalışmıştı. Newton’un teorisi statik, hareketsiz ve mutlak bir uzayı öngörüyordu. Yıllar sonra onun teorisi başta Einstein olmak üzere, onu takip eden bilim adamları tarafından revize edildi. Einstein relativiteyi ve zamanı uzay fiziğine kattı. Einstein’ın teorisine en önemli katkılardan biri Trinity College’de Newton’un kürsüsünü işgal eden Stephen Hawking’den geldi. Hawking’in kara delikler üzerine yaptığı çalışmalar uzay fiziğinde yeni yollar açtı. Bunlara rağmen Newton’un fikirleri genel olarak hâlâ geçerliliğini koruyor.

Fakat NASA’nın, AB Uzay Ajansı (ESA) ve Kanada Uzay Ajansı (CSA) ile iş birliği yaparak uzaya gönderdiği James Webb teleskopunun (JWST) son yıllarda evrenin varsayılan başlangıç anına çok yakın bir dönemden elde ettiği kızıl ötesi resimler mevcut teorileri tartışma konusu yaptı. En azından Big Bang teorisinin gözden geçirilmesi belki de terk edilmesi gerekecek. Teknoloji geliştikçe içinde yaşadığımız gerçekliğin yeni veçheleri ortaya çıkıyor. Yeni buluşlar geleneksel inanç, felsefe ve bilimsel teorileri sarsıyor. Ama biz faniler küçük dünyamızda küçük sorunlardan başımızı kaldırıp daha büyük meselelere kafa yoramıyoruz. Elde cevaplardan çok sorular var. Bilim dünyası yeni Newton’lar, Einstein’lar yetiştirmezse, bu konularda belki de en iyi cevapları insanlar değil yapay zekâ verecek.

                                                          /././

Türkiye’de demokrasinin geleceği: AİHM’in Demirtaş kararı -Rıza Türmen-

Selahattin Demirtaş çok daha önce serbest bırakılmalıydı. Hukuka aykırı bir biçimde yıllardır cezaevinde olması hem Demirtaş’ın özgürlük hakkının, hem de Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden doğan AİHM kararlarını uygulama yükümlülüğünün ihlalidir.

demirtaş

AİHM 2. Dairesi’nin Selahattin Demirtaş’la ilgili olarak verdiği 8 Temmuz 2025 tarihinde verdiği üçüncü kararı henüz kesinleşmedi. Bu kararda altı maddeden ihlal bulundu. (Bu konuda ayrıntılı bilgi T24’te yayımlanan 14 Temmuz 2025 tarihli yazımda bulunabilir).

AİHM’in ihlal bulduğu bir daire kararının kesinleşmesi 3 yoldan olabilir:

1-Davanın taraflarının yani Hükümet ile başvurucunun, üç ay içinde karara itiraz ederek, kararın Büyük Daire’de görüşülmesini talep etme hakları var. Taraflar 3 ay içinde kararın Büyük Daire’de görüşülmesini talep etmezlerse, karar 3 ayın sonunda kesinleşir.

2-Davanın taraflarından biri Daire kararına itiraz eder ve davanın Büyük Daire’de görüşülmesini talep eder. Bu talep beş yargıçtan oluşan bir Panel tarafından ele alınır. Karar AİHM içtihadı bakımından önemliyse, bir yenilik ya da değişiklik getiriyorsa Panel kararı Büyük Daire’ye havale eder. Ya da Büyük Daire’de görüşülmesi talebini reddeder. Talep reddedildiği zaman karar kesinleşir.

3-Panel talebi kabul eder ve kararı Büyük Daire’ye havale ederse, 17 yargıçtan oluşan Büyük Daire’nin kararını açıklamasıyla karar kesinleşir. Büyük Daire bir temyiz mahkemesi değildir. Daire kararının hukuka uygunluğunu incelemez. Davaya en baştan bakar. Büyük Daire’nin incelemesi duruşmalı olur.

Olayımızda Hükümet kararın Büyük Daire’de görüşülmesini talep etti. Şimdi beş yargıçtan oluşan Panel toplanarak kararın Büyük Daire’ye gönderilip gönderilmemesi konusunda bir karar verecek. Panelin ne zaman toplanacağı belli değil. Ancak önümüzdeki bir iki ay içinde toplanması beklenir. Paneli oluşturan yargıçlar rotasyona tabidir. Sürekli değişir.

Panelin ne karar vereceğini kestirmek güç. Büyük Daire’nin Demirtaş’ın tutukluluğuyla ilgili olarak 2020 yılında verdiği bir karar var. O nedenle ikinci bir Büyük Daire kararına gerek duyulmayacağı ve Panel’in davanın Büyük Daire’ye gönderilmesi talebini reddedeceği düşünebilir. Ancak panel,  davanın yeni unsurlar içerdiği görüşündeyse, davayı Büyük Daire’ye gönderebilir.

Son 8 Temmuz 2025 kararından sonra Selahattin Demirtaş’ın hukuki durumunu şöyle özetleyebiliriz:

Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesi, 16 Mayıs 2024 tarihinde verdiği kararla Selahattin Demirtaş’ı 11 suçtan toplam 42 yıl ağır hapse mahkum etti. Mahkemenin 23 bin sayfalık gerekçeli kararı 25 Haziran 2025’te yayımlandı. Karar henüz kesin değil. İstinafta bekliyor. Ondan sonra Yargıtay aşaması var.

Demirtaş’ın AYM’ye yaptığı bireysel başvuru ise 2019 Kasım ayından beri altı yıldır bekliyor.

AİHM’in, 8 Temmuz 2025 tarihinde verdiği karar da kesin değil. Büyük Daire’ye gönderilip gönderilmeyeceği konusunda Panel kararını bekliyor.

AİHM 2. Dairesi’nin 8 Temmuz 2025 tarihli son kararı ile 22 Aralık 2020 tarihli Büyük Daire kararı arasında benzerlikler bulunduğu gibi ayrılıklar da var.

Tutuklamaya ilişkin Sözleşme’nin 5/1 maddesiyle tutuklamanın siyasal nedenlerden kaynaklandığına ilişkin 18 maddesinin ihlali her iki kararda da benzerlik gösteriyor. Ayrıca son kararda AYM’nin Demirtaş’ın başvurusunu 6 yıldır bekletmesinden,yargılama öncesi tutukluluğunun çok uzun olmasından, başvurucu ve avukatlarının dava dosyasını inceleme olanağı bulamamasından doğan ihlaller de var.

İki karar arasındaki en büyük fark ise, 8 Temmuz 2025 tarihli son AİHM kararının, Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’nin 16 Mayıs 2024 tarihli kararından sonra verilmiş olmasından kaynaklanıyor. Ağır Ceza Mahkemesi kararıyla Demirtaş’ın tutukluluk durumu sona erdi. Hükümlü statüsüne girdi. Kararda istinaf ya da Yargıtay’da bozulursa tutukluluk durumu geri dönecek.

Bu nedenle son kararında AİHM 2. Dairesi, 2020 yılındaki Büyük Daire kararında olduğu gibi, 46 madde altında Demirtaş’ın derhal serbest bırakılmasını öngören bir paragraf koymadı. AİHM 2. Dairesi’ne göre, Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararıyla Demirtaş’ın tutukluluk durumu sona ermiş, hükümlü statüsüne girmiştir. Dolayısıyla artık Sözleşme’nin 5/1/c maddesi değil, 5/1/a maddesi yani hükümlü olduğu için tutuklanmasına ilişkin maddesi uygulanacaktır. Bu durum ise açılmış olan davayla doğrudan ilgili değildir. AİHM önündeki davanın konusu tutuklamayla ilgilidir. Dolayısıyla karara, Büyük Daire kararında olduğu gibi “derhal serbest bırakılmasını” öngören bir cümle eklenmemiştir.

Ancak bu husus, Büyük Daire’nin 2020 yılında aldığı karardaki Demirtaş’ın derhal serbest bırakılması talebinin geçersiz olduğu anlamına gelmez. Bakanlar Komitesi’nin 2020 yılı kararının uygulanmasıyla ilgili sorumluluğu devam etmektedir.

Bakanlar Komitesi 2025 Eylül ayında yaptığı toplantıda bu konuda bir karar kabul etti. Bakanlar Komitesi kararında şu görüşlere yer verdi:

Ağır Ceza Mahkemesi kararının resmi yabancı dillere çevirisi henüz bitirilmemiştir. Öte yandan AİHM 2. Dairesi kararı da henüz kesinleşmemiştir. Dolayısıyla bu iki kararın Bakanlar Komitesi’nin değerlendirmesini nasıl etkileyeceğine karar vermek için zaman erkendir.

Bununla birlikte, Demirtaş’ın mevcut tutuklanmasının önceki kararda yer alan aynı olgulara dayanması durumunda Demirtaş’ın haklarının ihlaline yol açacağı ve Türkiye’nin Sözleşme’nin 46. Maddesinden doğan AİHM kararlarını uygulama yükümlülüğünün ihlalini doğuracağı yolundaki Bakanlar Komitesi tutumunda bir değişiklik yoktur. Ancak bu konuda bir karar verene dek, Demirtaş alternatif önlemler (ev hapsi, yurt dışı yasağı gibi adli kontrol önlemleri) alınarak serbest bırakılmalıdır. Türkiye’nin şimdi bu karara uyması gerekir.

Selahattin Demirtaş çok daha önce serbest bırakılmalıydı. Hukuka aykırı bir biçimde yıllardır cezaevinde olması hem Demirtaş’ın özgürlük hakkının, hem de Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden doğan AİHM kararlarını uygulama yükümlülüğünün ihlalidir.

Bunun ötesinde, haksız yere tutuklananların serbest bırakılması, özgürlüklerine kavuşmaları  demokrasinin yeniden inşasının bir ön koşuludur. Barış süreci PKK’nın silah bırakmasıyla sınırlı dar bir çerçeveden çıkarılıp demokrasiyle birleştirilecekse, Türkiye’de Türklerin ve Kürtlerin eşitlik, özgürlük içinde, farklılıklarıyla birlikte yaşadıkları çoğulcu bir düzen  kurulacaksa, böyle bir sürece Selahattin Demirtaş’ın katkısı önemlidir. AİHM kararları, uygulandığı takdirde Türkiye’nin demokrasiye açılan kapısı olacaktır.

                                                                /././

T-24



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -18 Ekim 2025-

Viva İspanya -Hasan Göğüş- İspanya Başbakanı Pedro Sanchez’in bir özelliği var. Kişisel bilgilerinde dini inancı “yok” yazıyor. Göreve başla...