Savaşta ölen çocuklar ve savaş sayesinde yaşanan hayatlar -Mine Söğüt-
Biz savaşı hep seyrediyoruz. Her şeyi seyrettiğimiz gibi. Hem de kendi gözlerimizle değil güdümlü bir medyanın tarafsız olmayan objektifiyle… Önünüzdeki ekran bizden tüm sorumluluğu alıyor ve onun boşluğuna tekinsiz bir haz dolduruyor.
Silah yapıp satan ve silah alıp duran devletler ve bu alışverişi büyük bir kayıp değil de onurlu bir kazanım olarak gören milletlerin ortaklığına biz uygarlık diyoruz. Ve uygarlığın geldiği noktalarla her geçen gün biraz daha övünüyoruz. Misal gelişmiş silahlarla… gücü arttırılmış bombalarla… olağanüstü savaş uçaklarıyla… Muhteşem füzelerle… insanın vatan için öldürme azmi ve yine vatan için ölme isteğiyle… yüzlerce yıldır bu böyle.
O yüzden Gazze’deki savaş için dökülen gözyaşlarının hepsi aslında sahte. Orada bir dinin mensupları başka bir dinin mensuplarını öldürmüyor. Tüm dünya elbirliğiyle şimdi orada yarın başka bir yerde birilerinin ölmesine göz yumuyor. Ve insanlık silahsızlanma seferberliği için harcaması gereken enerjiyi savaşta ölen çocuklar ya da soykırıma uğrayan halklar için harcayarak kendisini oyalamaya devam ediyor.
Bu esnada Savunma Bakanlığı’nın adını Savaş Bakanlığı olarak değiştiren o koca ülke Gazze üzerine kendince planlar yapıyor.
Ne denizlere açılan gemiler ne Gazze halkının yanında olduğunu haykıran ünlüler, ne sokaklara dökülen kalabalıklar bu savaşı bitirebilecekler.
Savaş nasıl ki savaştan zengin olmayı planlayanlar istediği zaman başladıysa yine onlar istediği zaman bitecek. Ve her savaştan sonra olduğu gibi yaraların sarılmasıyla inşaatların başlaması aynı zamana denk gelecek.
1991 yılında CNN dünyada ilk kez bir savaştan canlı yayın yaparken ve cephe görüntüleri eğlence programlarının, haber bültenlerinin, filmlerin ve reklamların arasında kendine yer açıp ekranlardan anında evlere girerken…
Biz; yemek yiyemez, çocuğumuzun başını okşayamaz, evi temizleyemez, dikiş dikemez, arkadaşlarımızla sohbet edemez, faturaları hesaplayamaz, tutuğumuz takımın şampiyonluğunu kutlayamaz, valiz toplayamaz, bulaşık makinesini boşaltamaz, bekleyen toplantıları aklımızdan geçiremez, alışveriş listesi yapamaz, sevdiğimiz ya da nefret ettiğimiz bir insanı düşünemez, çocuklarımıza ders çalıştıramaz, pencereden dışarıya bakamaz, ertesi gün yapacaklarımızı planlayamaz, yutkunamaz, nefes alamaz olsaydık…
Savaşı televizyondan canlı izlediğiniz için insanlığınızdan utansaydık…
Olduğunuz yerde donup kalsaydık…
Gerçekten ama gerçekten artık bu düzeni değiştirmek gerektiği fikrine varsaydık…
İşte anca o durumda bugün kendimizi Gazze’de olup bitenlere müdahale edebilecek güçte hissedebilirdik.
Ama donup kalmadık. Dünyalar başımıza yıkılmadı. Savaşlar hakkında bambaşka şeyler düşünmeye başlamadık. Çayınızı demledik. Çekirdeğimizi çitledik. Ve o gün bugündür dünyanın neresinde bir savaş çıksa onu evdeki büyük ya da eldeki küçük ekranlardan bazen iştahla bazen kaygısızca izledik.
Ve canınız sıkılınca bir parmak hareketiyle o görüntüleri geçmeyi çabucak öğrendik.
Ekonomik beklentilerin gerektirdiği zalim politikalar izlemeyi marifet bilen vahşi bir iktidarın tüm dünyanın gözünün içine baka baka biçimlendirmeye çalıştığı bu savaşta, hangi tarafın haklı hangisinin haksız olduğunu tartışmaktan öteye geçmeyen savaş karşıtlığı, savaşların tamamen ortadan kalkacağı bir dünyayı hedeflemek yerine savaşlarda zarar gören sivilleri korumaya çalışmakla sınırlı kalıyor.
Çünkü biz savaşı hep seyrediyoruz. Her şeyi seyrettiğimiz gibi. Hem de kendi gözlerimizle değil güdümlü bir medyanın tarafsız olmayan objektifiyle…
Önünüzdeki ekran bizden tüm sorumluluğu alıyor ve onun boşluğuna tekinsiz bir haz dolduruyor.
Cesaretimiz varsa ve savaşlarda ölen çocuklar bizim için gerçekten dünyadaki en korkunç olaysa arada sırada gözümüzü ekranlardan ayırıp aynaya bakmak zorundayız. Desteklediğimiz ya da karşı çıktığımız o tüm savaşlar aslında içtiğimiz sudan tükettiğimiz enerjiye kadar bizim taleplerimizi karşılamak için yapılmaktalar.
Taleplerimizle sonuçları arasındaki bağları kurmadığımız sürece her savaşın tek kazananı bizim şuursuzluğumuzdan güç alıp insan hayatını hiçe sayıp paraya tapan rezil iktidarlar olacaklar.
/././
Spor futbol, futbol da Arda Güler değildir!-Asena Özkan-Uluslararası alanda herhangi bir başarı olmadığı için, Arda gibi bir delikanlıyı, olmadığı yere yükseltip, onun üzerinden Türklük, Müslümanlık, milliyetçilik taslamaya kalkarsanız hem bu projeniz başarıya ulaşmaz hem de Arda gaza gelir ve herkesi daha çok hayal kırıklığına uğratır…

Yeni dünya düzeninde ‘futbol’ kapitalist sistem için bin derde deva! Dilediğin kadar ‘kara para’ aklayabilirsin, legal ya da illegal ‘bahis’ oyunlarıyla akıllara durgunluk verecek düzeyde para kazanabilirsin, televizyon yayın haklarıyla milyarlarına milyarlar katabilirsin. Şayet menajer ya da yöneticiysen de çok kısa sürede yabana atılmayacak bir servet edinebilirsin. Emek harcamadan kolay para kazanma tutkusu giderek coşan Türk insanının bu sistemin dışında kalması söz konusu olabilir mi? Tabii ki hayır…
Geride kalan günlerde Japonya’da Dünya Atletizm Şampiyonası’nın 20’ncisi yapıldı. Asırlar önce Antik Yunan’da başlayan ve ‘sporun atası’ dedikleri atletizm hani. Oldukça ilginç gelişmeler yaşandı Tokyo’da. Türk medyası bunlardan hangi birine yer verdi, Armand Duplantis’in sırıkla atlamada kırdığı 14’üncü dünya rekoru dışında? Ruanda’daki Dünya Yol Bisikleti Şampiyonası'nda Belçikalı Remco Evenepoel art arda üçüncü kez zamana karşı yarışta dünya şampiyonu oldu, bunun haberini yapan oldu mu? Örnekler çoğalır hem de çok fazla ancak gereksiz. Spor medyası, artık sporu sadece futbol olarak kabul ediyor ve okurla izleyiciye de bunu aşılıyor. Neden?
Futbol basit bir oyun ve futbol hakkında 7’den 70’e herkes sınırlı da olsa bilgi sahibi. Spor yazarı olmak için çabalamak öğrenmek gerekli ama futbol yazarıysanız böyle bir zorunluluk söz konusu değil. Çık ekrana at – tut, arada da ‘argo’ deyimler kullan! Olmadı aç bir YouTube kanalı, çıkar ekrana konuşma meraklısı birilerini sallasınlar sallayabildikleri kadar. Hatta çok ileri gidip, Ballon d'Or’ü kazanan Ousmane Dembele için “Dembele bana göre iyi futbolcu değil” ifadesini dahi kullansınlar. Bre ‘angut’ kardeşim sen kimsin? Futbol bilgin, birikimin nereden geliyor? Spor yorumcusunun görevi; uzmanı olduğu dalda olup-biteni-son gelişmeleri aktarıp okuyucuyu, izleyiciyi bilgilendirmektir. Bizdeyse durum farklı. “En iyisini ben bilirim” diyerek kendisini ön plana çıkaranlar mevcut sadece. Hepsi de teknik direktör hatta kulüp başkanı!
Türkiye’de sporla ilgisi olmayan ne kadar ‘şöhret budalası’ varsa futbol hakkında hiç durmadan atıp tutmakta uzun süredir ekranlarda. Tek amaçları var; o da ‘şöhret’ olup gündemde kalabilmek.
Spor salt futbol değildir, spor sayfalarını yöneten arkadaşlar. ‘Endüstriyel futbol’ dediğimiz şey de gelişmiş ‘pazarlama’ tekniğinden ibarettir. Lütfen yurttaşa ve özellikle de gençlere sporun diğer branşlarını izlettirin ve de öğretin. Eminim çoğu okuyucu-izleyici ‘şu futbolcunun kılı döndü’ haberi yerine farklı şeyler beklemekte sizlerden.
Arda Güler’e gelince
Çocuğun hiçbir suçu yok. Arda Güler’i yolun başında ‘kahraman’ ilan eden Türk spor basını genç adama ettiğinin bilincinde değil ne yazık ki. Çocuk kendini gerçekten ‘kahraman’ sanmaya başladı. Ballon d'Or’ün genç oyuncular listesinde adı yok ama Türk spor medyasına göre o bir ‘ilah.’ Tamam, Arda başarılı ve geleceği olan oyuncu ama bu kadarı yeter. Türk futbolunu Arda Güler’e endekslediniz ve büyük kötülük yaptınız. BBC, L’Equipe, Eurosport, Marca; Sizin yere göğü sığdıramadığınız Arda’nın başarısından neden söz etmiyor?
Atletico Madrid, dünyanın en değerli kulübü (ama bizde esas olarak Arda’nın takımı diye anılır) Real Madrid’i kelimenin tam anlamıyla ‘topa tutup’ 5 - 2 yeniyor ülkemin medyası ise ilk kez gol pası verip bir de gol atan Arda’dan ‘Arda Güler'den inanılmaz performans’ başlığını kullanıyor. (Bu arada Atletico Madrid, 1950’nin ardından Real Madrid’e ilk kez 5 gol atıyor) Arda’nın aynı maçta beceriksizce bir penaltıya neden olduğunu ve bir süre sonra da hocası tarafından oyundan alındığına pek fazla değinmiyor milli ve yerli spor medyamız. Buna benzer daha niceleri; yaz yaz bitmez. Vinicius Junior sahada görevini yaptığında Brezilya basını; ‘Real Madrid yenildi ama Vinicius harikalar yarattı’, Fransız basını; ‘Real Madrid boş sen durma Mbappe haydi koş’, İngiliz basını; ‘Domatesin çekirdeği kırmızı Jude Bellingham sahanın yıldızı’, Uruguay medyası; ‘Madrid duy sesimizi bu gelen Federico Valvarde’nin ayak sesleri’ ya da Angola basını;‘İçimdeki Real aşkı bambaşka Eduardo Camavinga sen çok yaşa’ başlıklarını kullansa nerenizle gülerdiniz?
Vücut ve ruh sağlığı için yurttaşların alanlara, parklara, deniz kenarındaki kordonlara çıkıp spor yapmalarını teşvik etmek yerine, televizyonun karşısına geçip abur cubur atıştırırken futbol maçı izlemesini özendirirseniz, hele amigo - yöneticiler ve medya aracılığı ile kutuplaşmayı kışkırtırsanız, “Yahu bizim milli takım neden yenildi?” diye kara kara düşünürsünüz.
Uluslararası alanda herhangi bir başarı olmadığı için, Arda gibi bir delikanlıyı, olmadığı yere yükseltip, onun üzerinden Türklük, Müslümanlık, milliyetçilik taslamaya kalkarsanız hem bu projeniz başarıya ulaşmaz hem de Arda gaza gelir ve herkesi daha çok hayal kırıklığına uğratır…
/././
Çin ve Apple: Simbiyotik bir ilişki -Eray Özer-
Hazır iPhone 17 çılgınlığı dünyayı sarmışken size Apple ve Çin ilişkisini anlatmak istedim. Hikaye çok ilginç. Apple’ı bugünkü gücüne ulaştıran neredeyse tüm parçalarını Çin’de üretmesi olduğu gibi, Çin de bugünkü teknolojik seviyesine Amerikan teknolojisini Apple sayesinde alarak gelebildi. Tam 28 milyon Çinliyi bizzat Apple mühendisleri eğitti. Yani bu iki dev aslında birbirine bağımlı!
Size bugün Apple ve Çin arasındaki “tuhaf” bağımlılık ilişkisini anlatmak istiyorum.
Kaynağım yakın zamanda çıkan bir kitap. İsmi “Apple in China” yani “Çin’deki Apple.” Yazarı Financial Times’ın eski muhabirlerinden Patrick McGee.
McGee kitapta özetle Apple’ın Çin’deki üretim operasyonu sayesinde bugünkü gücüne eriştiğini fakat hikâyenin tamamının bu olmadığını söylüyor. McGee’ye göre Çin de teknolojide bu kadar ilerlediyse bunu Apple’a borçlu.
Yani bu iki dev bugün birbirine bağımlı.
1999 yılında ürünlerinin tek bir parçasını bile Çin’de üretmeyen Apple on yıl içinde, yani 2009’a gelindiğinde neredeyse her şeyini Çin’de üretmeye başlıyor.
Altı yıl sonra 2015’e geldiğimizde ise Apple Çin’e yılda 55 milyar dolar yatırım yapar hale geliyor. Üstelik bu rakamın içinde “software” yani yazılım yatırımları yok.
Bugün Apple toplamda 1500 tedarikçiyle çalışıyor ve bunların yüzde 90’ı Çin’de faaliyet gösteren şirketler.
Peki hikâyeyi ilginç kılan şey ne?
Apple’ın çalışma biçimi… Öyle bir sistem kurulmuş ki, Çinli şirketler gerekirse zarar etme pahasına Apple’a kapıları açmayı sürdürüyor.
Çünkü Apple tedarikçilere “sipariş” vermiyor sadece.
Gerekli parçanın tasarımı, en ucuz ama kaliteli şekilde nasıl üretileceği, üretim bandı için hangi teknolojilerin gerektiği gibi detaylar ABD’deki mühendis ordusu tarafından belirleniyor. Sonra bu ordunun bir kısmı uçağa atlayıp Çin’e giderek oradaki tedarikçiyi her anlamda eğitiyor.
Ama her anlamda… İşçiler, patron, mühendisler… Herkes Apple tarafından sıkı bir eğitimden geçiriliyor. Üretim bandı yine Apple mühendisleri gözetiminde kuruluyor. Tüm teknik detaylar bizzat işin başında bulunan bu kadro tarafından belirleniyor.
Hatta bazı durumlarda hukuki destek için Apple avukatları Çinli şirketlere danışmanlık veriyor.
Apple bugüne kadar Çin’de -sıkı durun- 28 milyon kişiyi bizzat eğitime almış!
Sadece şu anda Çin’de kullandığı insan kaynağı -yine sıkı durun- 5 milyon kişi. Bunların 3 milyonu üretimde, 1,8 milyonu ise uygulama geliştirmede çalışıyor.
Yani işin özeti nasıl Çin, Apple’ın parça tedarikçisiyse Apple da Çin’in bir nevi teknoloji, “know how” tedarikçisi.
İşte tam da bu yüzden yukarıda belirttiğim üzere yeri geldiğinde zarar etme pahasına Apple’la çalışmayı sürdürüyor şirketler. Zira Apple’ın mühendis ordusundan aldıkları bilgi ve eğitim sayesinde başka markalara başka kalitede ürün yapabilir hale geliyorlar.
Aynı şekilde Çin yönetimi de Apple’a dünyanın başka bir yerinde bulamayacağı imkanları, sübvansiyonları ve ucuz iş gücünü tam da bu nedenle vermeyi kabul ediyor: Apple’ın teknolojik bilgisini alabilmek için.
Sözün özü Çin ve Apple arasında simbiyotik bir ilişki var. Biri olmadan diğeri bugün bu kadar başarılı olabilir miydi, meçhul. Zaten McGee de tam olarak bu sorudan yola çıkarak yazmış “Apple in China” kitabını.
Çin’in lideri Xi Jinping aslında iktidara geldiği 2013 yılında Apple’ı tabiri caizse biraz “hırpalıyor.”
Devlet televizyonlarında ve gazetelerinde markanın Çin pazarında “küstahça” davrandığına dair yayınlar yapılıyor. Çinliler Apple’ı protesto ediyorlar.
Yani aslında “burada benim imkanlarımdan faydalanacaksan bana hürmet edeceksin” deniyor Apple’a.
Bu esnada iki isim, daha sonra Apple’ın en üst koltuğuna oturacak -ki kitapta onu CEO’luğa getiren şeyin Çin operasyonundaki başarısı olduğu anlatılıyor- Tim Cook ve Apple’ın en büyük tedarikçisi Foxconn’un patronu Terry Gou devreye giriyor.
Bu ikili Çin’le sarsılan ilişkiyi onarıp yola daha güçlü devam edilmesini sağlıyor.
Foxconn’un büyüklüğünü yine kitaptan öğrendiğim bir bilgiyle tarif edeyim: Bugün Foxconn’un gelirleri Zuckerberg’in Meta’sı ve en büyük çip üreticisi NVIDIA’nın gelirlerinin toplamından daha fazla.
Çin’de yerel yöneticilerin Foxconn ve dolayısıyla Apple’ın işlerinde kolaylık gösterme motivasyonları da anlatılıyor kitapta. Zira yerel yöneticiler böylelikle Pekin’in gözüne girme ve kariyerlerinde daha hızlı yükselme fırsatı da elde ediyorlar.
Tabii Çin’deki bu büyük operasyona yönelik çok ciddi iddialar da var. Özellikle Uygur bölgesinde çalıştırılan işçilerin şartları, çocuk işçi istihdamı gibi konular çeşitli defalar gündeme gelmiş ve uluslararası STK’ların tepkisini çekmeyi sürdürüyor.
Ayrıca literatüre “Foxconn İntiharları” olarak geçen işçi ölümleri de soruşturmalara konu olmuş. Özellikle 2010’dan sonra intihara teşebbüs eden Foxconn çalışanlarının sayısında büyük bir artış olduğu gözlemlenmiş.
Son olarak bir de Çin’in zaman içinde Apple’a uygulamaya başladığı baskılar var. Apple tüm üretimini Çin’e bağımlı hale getirince Pekin yönetimi de zaman içinde Apple’dan çeşitli isteklerde bulunmaya başlamış.
Mesela bir süredir Apple müşterilerinin datasının Çin’de tutulması isteniyor, Apple buna direniyor.
Lakin direnemediği şeyler de var: Örneğin Çinlilerin internete yasaksız ulaşımını sağlayan VPN servislerinin AppStore’dan yani uygulama mağazasından kaldırılması istenmiş ve Apple bu isteği yerine getirmiş.
Ayrıca New York Times ve WhatsApp uygulamalarının mağazadan kaldırılma talebi de yine Apple tarafından uygun bulunmuş ve yerine getirilmiş.
Kitapta eski bir Apple çalışanı bu durumu şöyle özetliyor: “Bütün ülkeyi eğittik ve şimdi o ülke bunu bize karşı kullanıyor.”
Tabii asıl büyük soru şu: Trump’ın gelişiyle birlikte ABD ve Çin arasında artan gerilim yakın bir gelecekte daha ciddi bir hal alırsa Apple ne yapacak?
Üretimi topyekûn başka bir yere kaydırmaları en azından şu an için ihtimal dahilinde değil.
Apple yılda 414 milyar dolar gelire sahip dev bir makine. Bugün dünyada 2,34 milyar insan Apple teknolojisi, bunların 1,4 milyarı ise iPhone kullanıyor.
Apple’ın sadece Çin pazarından elde ettiği gelir yılda 70 milyar dolar seviyesinde.
Genelde bu kadar büyük rakamlar söz konusu olduğunda savaşlar başlasa bile ekonomik ilişkiler sürer. Bakınız Trump’ın Birleşmiş Milletler toplantısında Avrupa ülkelerini Rusya’dan enerji alımına devam etmekle suçlaması…
Nitekim aynı Trump Çin’e uygulamaya karar verdiği devasa gümrük vergileri konusunda hızla çark etmek zorunda kaldı.
Yine de Apple-Çin ilişkisi nereden baksanız tuhaf bir ilişki. Birbirlerine bu kadar bağımlı iki yapıdan biri Amerikan menşeili bir şirket, diğeri ise ABD’nin can düşmanı bir devlet.
Üstelik Amerikan ekonomisine can veren bu şirket aynı Amerika’nın teknolojisini ülkenin can düşmanı Çin’e taşıyor.
Tıpkı kendi kuyruğunu yiyen yılan gibi…
Hani hep dünya büyük bir savaşı işaret eden garabetlerle dolu, diyoruz ya… Çin’in Amerika’nın en etkili şirketini kendine bu kadar bağımlı hala getirmesi de işte o garabetlerden biri.
Allah sonumuzu hayretsin.
/././
Meşruiyet -Ahmet Çelik Kurtoğlu-
Cumhurbaşkanı veya bir başka siyasi ya da yurttaş, yurttaş kitlesi anayasanın, seçim veya siyasi partiler yasasının çizdiği çerçevede, öngördüğü kurallardan memnun değilse, onları değiştirmek TC vatandaşlarının, milli iradenin ayrıcalığıdır.

Geçen iki hafta içinde bir siyaset adamıyla bir büyükelçinin ifadeleri herkesin aklını karıştırdı.
TRÇ, Şangay İşbirliği, BRI derken
MHP başkanı, Türkiye-Rusya-Çin ilişkilerinin geliştirilmesinden söz etti ama bunun içini doldurmadı. Daha sonra Türkgün gazetesinde kendisiyle yapılan bir görüşme yayınlandıysa da bunun zamana uygunluğu yine belirsiz. Bu ülkelerin her birinin strateji dosyalarındaki veriler, hedefleri, mevcut bağlantıları buna imkân verir mi sorusu düşünülmedi. Tepkiler yeni yeni yoğunlaşıyor. Cumhurbaşkanı seyahat öncesinde “hayırlısı” diyerek ortağının düşüncesini değerlendirdi. Bu da İngilizcedeki “interesting” sözcüğü gibi bir ifade, onay mı, kuşku mu ifade ediyor, bilinmez. Sözün kısası bu da Şangay İşbirliği gibi hedefi belirsiz, içi boş bir dolgu ifadesi.
Meşruiyet, nedir gayr-ı meşru olan?
ABD Büyükelçisi’nin, patronu olan ABD Başkanı’nın zekâsını göklere çıkartmasına neden olan “Erdoğan’ın ihtiyacı olan meşruiyeti verelim” sözleri ne demek oluyor? Acaba kasıt mevcut durumun “gayr-meşru” olduğunu hatırlatmak mı? Trump 2017 referandumunu, mühürsüz oylar dosyasını biliyor olabilir mi?
Benim bunu duyar duymaz öfkelenerek verdiğim tepki, Türkiye Cumhuriyeti’nin meşruiyetini kastediyorsa, bunun 1923 Nisan’ında İsviçre’nin Lozan kentinde, Gazi Mustafa Kemal’in ordularıyla yendiği kuvvetlerin siyasi temsilcilerinin kabulüyle tescil edildiğini hatırlatmak gerektiği oldu. ABD Başkanı’nın ve benden beş yaş genç olan Lübnanlı Los Angeles göçmeninin bunu bilmeleri olası değil.
Pekâlâ, ne demek meşruiyet? Bunun yanıtını Umur Talu, 27 Eylül günlü T24’te mükemmel bir şekilde verdi. 28 Eylül’de Hakan Aksay’ın yine T24’teki yazısı da tepkinin “kaymağı” oldu. Bana kalsa onun anlayacağı dille tepki verirdim, Umur Talu kendisine yakışan kelimeleri kullanmış.
Kimin, neyin meşruiyeti?
Yine de birkaç satır yazacağım. Önce kimin meşruiyeti? Ülkenin, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin mi? Öyleyse, kelimenin sözlük karşılığı, belli bir toplumda geçerli, kabul gören, yerleşik kural ve değerlere uygun olmaktır. Bu tanıma göre Türkiye Cumhuriyeti’nin meşruiyet kuralı toplumun yüzlerce yıllık geleneklerden, törelerden oluşan değerlerine uymasıdır. Kurala gelince, temel kural ülkenin anayasasıdır. Önümüzde kimi daha katı, kimi daha özgür, ama hepsi laik, demokrat, hukuk, sosyal olma ilkelerini benimsemiş 1921, 1961, 1980, 2017 tarihlerini taşıyan anayasalarımız bulunmaktadır. Onların çizdiği sınırlar içinde hukuk devletinin diğer kurallar silsilesini tanımlayan yasalarımız da mevcuttur. Bunların uygulanmasını engelleyen gelişmelerin mimarı, bugün meşruiyet ihtiyacından söz edenlerden başkası değildir.
O zaman, Trump veya Barack’ın sözünü, ettiği meşruiyet ne getirecek? Hemen şunu teslim edelim, sözünü ettiğim anayasa ve yasalar, onların öngördüğü yaptırımları düzenleyen anayasa mahkemesi ve diğer kurullar var ama mevcut iktidar, anayasayı ve kurumlarını tanımadığını birkaç kere telaffuz etti. Yasaları uygulamakla görevli mahkemeler de düzgün işlemiyor.
Yok, eğer kastedilen Cumhurbaşkanının meşruiyetiyse, durum biraz daha karışıktır. Çünkü, bir siyasinin meşruiyeti serbest, bağımsız seçimlerle kazanılır, sömürge yönetimi dışında kimsenin bu alanda yetkisi yoktur. Bu durumda eğri oturup doğru konuşalım, çünkü Atlantik ötesindeki “el oğlu” öyle yapıyor. Yasaların öngördüğü kurumlar iktidar tarafından tanınmıyorsa, mahkemeler işlemiyorsa ve D. Trump’ın tespitine göre burada bir meşruiyet ihtiyacı varsa, bu kimin ihtiyacı? Yokluğundan kim sorumlu?
Cevap açık, değil mi? D. Trump bu meşruiyeti nasıl sağlayacak? D. Trump Amerikan halkı tarafından ABD anayasası ve seçim yasalarına tarafından göre seçilip, sadece ABD’ni yönetmek üzere görevlendiriliyor. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası kendi vatandaşı olmayan bir yabancı kişiye böyle bir görev vermiyor. Yani Cumhurbaşkanı veya bir başka siyasi ya da yurttaş, yurttaş kitlesi anayasanın, seçim veya siyasi partiler yasasının çizdiği çerçevede, öngördüğü kurallardan memnun değilse, onları değiştirmek yine TC vatandaşlarının, milli iradenin ayrıcalığıdır.
Nedir dilinin altındaki?
Eğer bir meşruiyet sorunu varsa, onu gidermek bir başka kişinin değil, TC vatandaşının ayrıcalığı, görevi. Zaten bu noktada Lübnanlı Büyükelçi de haddini biliyor ve o muhteşem fikrin D. Trump’dan geldiğini söyleyerek topu ona atıyor. Trump’ın yaverleri S. Witkoff ve T. Barrack ekliyor, “o kadar parlak bir kafa ki, 20 kişiyi topluyor, kimsenin aklına gelmeyen pratik çözümü söylüyor.”
Goethe inatçılığıyla bilinen Saksonya dükünün karar vermeden önce fikir almasını, düşünmesini telkin edenlere “fikir alacaksam, düşüneceksem, Saksonya dükü olmamın ne anlamı kalır” dediğini hatırlatmıştır. Bu örnek ile sabaha karşı alınan kararlarla belirlenen KKK’larla yönetilen ülkeler için de geçerli herhalde. Tarih değişik kafiyelerle tekrar ediyor.
Büyükelçi birkaç hafta veya ay önce Türkiye’ye düzen vermek için, iktidarın tasavvurlarına da uyan birtakım fikirler açıkladı. Sonra hemen onların üstü örtüldü. Meşruiyet kelimesinin saygı anlamını kastettiğini ekledi. Böyle bir açıklama hiçbir sözlükte yoktur, Büyükelçi kendi söylediğini tevil etti. Zaten Trump da Cumhurbaşkanı’nın iskemlesini çekerek garip ve kendisinin alışılmış maço tavrına hiç uymayan bir nezaket göstermişti. Nelere oluyor, bu tavırların, konuşmaların arkasında, dillerinin altında ne var? Kandırmak Trump’ın da Barrack’ın da emlakçılıktan alıştıkları huy. Ama siyasette bunu yapmak için dahi onların sahip olmadığı, Churchill, Metternich, Bismarck gibi bilgi ve kurnazlık gerekir.
Bu noktada şöyle Cansu Çamlıbel’in değerli emekli büyükelçi Sönmez Köksal’la T24’te yayınlanan mülakatından bir alıntı yapmak isterim: “…1945-1947 arasını hatırlarsak, yani Türkiye’nin çok partili düzene geçtiği yılları, Almanya’ya savaş açanların kurduğu demokratik kulüp Birleşmiş Milletler denen yapı var. Türkiye zaten oraya üye olmak için Almanya’ya savaş açıyor. Yani otoriterliğe, faşizme savaş açan ülkelerin yükseldiği bir dönem. Şimdi öyle bir dünya yok. Yani daha çok otoriter ve totaliter rejimlere doğru bir gidiş var. Ben şuna inanıyorum; Türkiye 1947’deki gibi çok partili, serbest, güvence altında olan seçimlerle bir iktidar değişimi yaparsa bunun sadece Türkiye ve bölge için değil, global olarak da etkileri olacaktır. Yani daha çok otoriter ve totaliter rejimlere doğru bir gidiş var. Ben şuna inanıyorum. Zaten bizim Türkiye Cumhuriyeti olarak kurduğumuz rejimin ana unsuru budur; barışçıl bir şekilde iktidarın değişebilmesi ihtimali.” (Cansu Çamlıbel-Sönmez Köksal, T24, 29.09.2025).
O kadar kolay değil
Bizler bu konularda çok duyarlı olduğumuz, son yıllarda anayasa, yasa tanımazlıktan karamsarlığa kapıldığımız için tepkimizin düzeyi yüksek. Yok, bazı kişiler böyle düşünmüyor, ABD Başkanı’na böyle bir itibar atfediyorsa, vah vah bize. Biz haklı olarak bu hadsizliğe tepki gösteriyoruz, ama kaygılanmayalım, bu olanlar, tıpkı CHP kurultaylarıyla ve belediye başkanlarıyla ilgili durumlarda olduğu gibi butlanla sakat. Yani Trump ve şürekasının lafları ciddiye alınmaya layık değildir.
1-Trump ülkelerde rejim değişikliğine kalkışmadan, T. Barrack’ın tüccar, Witkoff’un hukukçu-emlakçı becerisiyle, ABD’nin Hillary Clinton’dan, hatta Carter döneminden beri karıştırdığı Ortadoğu’ya aklınca barış getirmeye kalkışıyor. Ona göre para her şeyi halleder, “Sen seçim hilelerini iyi becerirsin” lafı da siyaseti ilkesiz, dalavereyle yürütme tercihini gösteriyor.
Çeşitli ülkelerdeki gelişmeler; siyasetten ekonomiye, teknolojiye
Ama dünya artık böyle yönetilmiyor. Artık trilyonlara hükmeden şirketler, parasal kazanç yanında, yapay zekâ dünyasında söz sahibi olan şirket yöneticileri ve evrilen, Trump, Barrack, Witkoff veya Macron, Meloni, Merz, hele hele Starmer gibi eskimiş isimlerin ufkunun ötesinde paradigmaların hakim olduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Farkındaysanız bu hiyerarşide Ortadoğu, doğu Avrupa, doğu Akdeniz ve Uzakdoğu ülkeleri de yer almıyor. Üstelik dünyanın ekseninde bulunduğumuz bölgeden doğuya, kuzey Atlantik’e kayma var. Napoleon’un İstanbul’u, yöneten siyasal gücün dünyayı yöneteceğini söylediği rivayet edilir, bugün sağ olsaydı acaba bunu doğrular mıydı? Yoksa bir ülke gücünü coğrafyası kadar, ekonomik, teknolojik, beyin gücünden mi alır? Türk toplumu bugün 85 milyon nüfusuyla bulunduğu coğrafyada en az kurtuluş savaşında olduğu kadar bilinçli, güçlüdür. Komşularımızdan, müttefiklerimizden tek talebimiz “gölge etmemeleridir.”
Evreni yönlendiren oyuncular değişiyor
İki yıl öncesine kadar DAVOS siyasi liderlerden ve finansal zenginlerden sorulurdu, bugün bu sayılan isimler ve benzerleri hâkim olup bitene. Bugün tüm yaşamımızı etkileyen kararlar, başta Elon Musk (TESLA) Mark Zukerberg (Facebook-META), Sam Altman (Open AI), Jensen Huang (NVIDIA), W.Gates (Microsoft) gibi DAVOS seçkinleri tarafından alınıyor. Üstelik geçen hafta oval ofiste konuşulan, Barrack ile Witkoff’un çantasını dolduran sorunlar da gündemin ilk sıralarında yer almıyor. Bunun bir başka göstergesine geçen hafta İstanbul’da tanık olduk.
İstihbarat artık açık bilgi
İngiltere’nin Ankara’da eski büyükelçisi, köklü Beşiktaş tutkunu R. Moore, İngiltere’nin İstanbul başkonsolosluğunda yapılan toplantıda, ünlü istihbarat örgütü MI6’ın başkanlığı görevini Blaise Metreweli’ye devrettiğini ve örgütün çalışma şeklindeki önemli değişikliği açıkladı. Bu yeni modelde herkesi MI6’nın kurduğu WEB sistemi üzerinden “sessiz kurye-silent courrier”yi kullanmaya, yani bildiklerini bu ortam üzerinden İngiliz istihbarat sistemiyle paylaşmaya davet etti.
İstihbarat gizlilik üzerine kurulu bir bilgi kaynağı. Bugüne kadar MİT başkanını bilmedik. Bugün hem biliyoruz hem de o kişi rahat rahat, hiçbir tehditten çekinmeden Suriye’deki camide namaz kılıyor, Suriye geçici başkanı ile yan yana olmaktan geri durmuyor. R. Moore andığım toplantıyı yapıyor, yeni MI6 Başkanı’nı tanıtıyor, daha da ötesi herkesi bildiklerini paylaşmaya davet ediyor. Bu sadece İngiltere’de değil, ABD’de de başkanla CIA yöneticileri, ajanları arasındaki çekişmelerde de gündeme geliyor.
Tezatlar ve maliyeti
Bu gelişmelerin yapay zekânın yayılmasıyla veri dünyasının öneminin artmasıyla herhalde yakın ilgisi var. MİT, MI6, CIA, Fransız, Alman, Rus istihbarat sistemleri istedikleri kadar bazı bilgileri saklamak istesinler, yeni yazılımlar, bilgi sayarlar bunların gizli kalmasına izin vermiyor. Oyun artık açıkta oynanıyor ve bu iyi bir şey. II. Dünya Savaşında İngiltere’de Alan Turing’in çalışmaları, kurduğu ekip, klasik askerler, komutanlar tarafından kuşkuyla izleniyordu ve Turing o gün yadırganan kişisel yaşam tercihleri nedeniyle ölüme yönlendirildi. Bugün yapay zekâ, A. Turing’in kurguladığı oyun modellerinin çok daha mükemmelini geliştiriyor ve kurmay eğitimi bu gelişmeleri içeriyor.
Bir de adalet bundan payını alsa; yüzlerce aydın aylardır, bazıları yıllardır demir parmaklıklar arkasında iddianame, açık yargılama bekliyor. Bir yandan büyük veri kullanılarak yepyeni çözümler yaratılıyor, öte yanda neden suçlandığı bilinmeyen yüksek eğitimli insanlar büyük veri bir yana, asgari bilgiden yoksun yapay tanıkların iddiasına göre yargılanıyor. Ne tuhaf bir dünya! Meşru mu bu olanlar?
/././
KKTC’de Ersin Tatar kazanırsa en çok Rumlar mı sevinir?-Barçın Yinanç-
KKTC’de 19 Ekim’de yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri iç ve dış gündemin yoğunluğundan kamuoyunun radarına girmiş değil. O zaman İletişim Başkanlığı neden ikidir Erdoğan’a uçakta Kıbrıs sorusu sordurtuyor? Seçimlerde son viraja girilirken, Ankara’nın desteklediği Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın kaybedebileceğini gördükleri için olabilir mi?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a uçakta sordurulan soruların İletişim Başkanlığı tarafından önceden hazırladığı zaten biliniyordu.
Cevaplardan bağımsız, sordurulan sorular da iktidarın gündemine dair bize bazı ipuçları sunuyor.
Misal, son iki yurt dışı ziyaretinden, yani hem Katar hem de ABD’den dönüşte KKTC’deki seçimlerin soru olarak gündeme getirilmesi ilginç.
İtiraf etmem gerekir ki adada 19 Ekim’de yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri dış politikayı izleyen benim bile radarıma daha girmemişti. Bir aydan az bir süre kalmasına karşın Türk kamuoyunun da yakından izlediği bir konu değil.
O zaman İletişim Başkanlığı neden ikidir Erdoğan’ı bu konuda konuşturma zorunluluğu duyuyor?
İhtimâlen, seçimlerde son viraja girilirken, Ankara’nın desteklediği Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın kaybetmekte olduğunu gördükleri için.
Çin’den döner dönmez ayağımın tozuyla geçen hafta adaya gidip iki gün geçirme imkânı buldum. Bu sürede seçimlere dair duyduğum temel tez, “normal şartlarda, Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) lideri Tufan Erhürman’ın kazanacağı” oldu.
Burada tabii kilit kelime “normal şartlar". Artık normal şartların olmadığını biliyoruz. Yanıtını bu aşamada bilmediğimiz şey, “anormalliğin” hangi boyutlara taşınacağı.
Kimse AK Parti iktidarı öncesinde Ankara’daki hükûmetlerin adadaki seçimlere karışmadığını iddia edemez. Sorunun daha can yakıcı hale gelmesinin nedeni, AK Parti’nin bunu nobranca, kör gözüm parmağına, her tür yöntemi kullanmaktan kaçınmayarak yapması.
2020 KKTC’de seçim travması
İktidar 2020’de işi, o dönem görevdeki Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ve destekçilerinin MİT tarafından tehdit edilmesine kadar vardırmıştı. 2022’de ise normalde Ankara’ya müzahir Ulusal Birlik Partisi’nin o dönemki liderini kendisine yeterince biat etmediği için hükûmetten ve parti başkanlığından devirdiğine dair de güçlü kuşkular var.
Bugün de AK Parti sahaya inmiş durumda. Adadaki Hatay kökenlilere hitap etmek adına Hatay milletvekilleri ve Süleyman Soylu KKTC’ye teşrif ettiler. Ersin Tatar’ın kampanya müziğinde Yavuz Bingöl imzası var. En son Mesut Özil Tatar’ın yanında boy gösterdi.
AK Parti klasiği kara propaganda ekipleri de sahada. Benden önce adaya giden gazeteci arkadaşlar bizzat bu kara propagandaya da maruz kaldılar.
Erhürman’dan seçim vaadi: Ciddiyet vaat ediyorum
2020’de istediği kişiyi seçtiren Ankara’nın müdahalesi bu kez de başarılı olur mu?
2020’ye kıyasla muhalefetin en büyük avantajı, o dönem fazlaca bilinmeyen Ersin Tatar’ın beş yılda gösterdiği performans. Ankara’nın seçtirttiği adayın beş yıl boyunca Ankara’ya tam biat etmesi beklenebilir bir durum. Ancak iç, dış her alanda Tatar’ın gayri ciddi bulunması, Ankara’nın adayının en zayıf noktasını oluşturuyor.
Seçim kampanyasında “ciddiyet vaat ediyorum” diyen muhalefetin adayı Tufan Erhürman’ın en çok bu sözünün alkışlanması dikkat çekici.
Genelde yarı parlamenter sistem nedeniyle, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde adayın Kıbrıs sorununun çözümüne bakışı seçmen üzerinde belirleyici rol oynar. Ancak bu kez hükûmete duyulan tepkinin de seçimlerde etkin olabileceği konuşuluyor. Ankara’nın tercihiyle başbakanlık koltuğuna oturan Ünal Üstel göreve geldiğinden beri adada skandalların (sahte ilaç reçetesi, sahte okul diploması) ardı arkası kesilmiyor.
CTP’den federasyon müzakeresine farklı yaklaşım
Gelelim, adayların Kıbrıs sorununun çözüm sürecine yaklaşımına.
Ersin Tatar, beklenebileceği gibi Ankara’nın “iki devletli çözüm” çizgisinde. Tufan Erhürman ise, hem Tatar hem hükûmetten hazzetmeyen adalı bir tanıdığımın ifadesiyle “ama o da federasyoncu!”
Erhürman’ın liderliğini yaptığı CTP öteden beri müzakere masasında kalma, federasyonu konuşma taraftarıdır.
Buna karşın Erhürman’ın savunduğu çizgide çok ciddi bir farklılık var.
CTP’nin şartsız masaya oturup federasyonu konuşma pozisyonu, sanki Rumlar çözüm istiyormuş varsayımına dayandığı için fazlaca nahif bulunur.
Ancak Rumların Annan planını reddetmeleri CTP için bir uyandırma alarmı görevi gördü. Referandumdan sonra Rumların ayak sürümelerinin de CTP açısından göz açıcı olduğu anlaşılıyor.
Erhürman: Geçmişten ders aldık
Türkiye’den gelen bir grup gazeteci ile buluşan Erhürman “2004 referandumunda, 2009 Talat-Hristofyas görüşmelerinde, 2017 Crans Montana’da bütün çabamıza rağmen sonuç alamadık. Demek ki bir yerde hata var. Yıllardır aynı masaya oturup aynı hayal kırıklığını yaşadıktan sonra, artık ders çıkarmak zorundayız. 'Neden böyle oldu, bu defa ne yaparsak böyle olmaz' sorularının cevabını bulmak zorundayız,” dedi.
CTP’nin masaya oturmak için belirlediği dört ilkeden bence en kritik olan ikisine dikkat çekeyim.
-Müzakerelerin uçu açık olmayacak; takvimli olacak.
-Görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanması durumunda statükoya dönüş olmayacak.
Erhürman, “Biz baştan güvence altına alınmasını istiyoruz: Bu defa Rum liderliği kaçarsa, bugünkü statükoya geri dönülmeyecek. Bunu baştan teyit etmeden masaya oturmayacağız” dedi.
CTP 2020’de Akıncı’nın Ankara ile atışmasından da ders çıkarmış olabilir. Zira CTP lideri Ankara’yla ilişkiler konusunda dikkatli bir üslup kullanıyor. “Ben hiçbir zaman Ankara ile kavga etmedim” şeklinde konuştu Erhürman.
İşin ilginci bir grup onu “solcu/federasyoncu” yani Ankara karşıtı bir çizgide olmakla suçlarken bir başka grup da Ankara’ya karşı yeterince dik durmamakla eleştiriyor.
Tatar kazanırsa en çok Rumlar mı sevinir?
KKTC’deki seçimler elbet Rum kesiminde daha yakından izleniyor. Benim tahminim Rum Yönetimi Tatar’ın kazanmasını ister. Hatta sırf “milliyetçi” damarlar kabarsın diye provokatif adımlar bile atmalarından şüphe ederim.
Ramform Hyperion adlı Norveç bayraklı geminin, Ada'nın güneyine gelerek faaliyete başlamasına KKTC ve Ankara hafta sonunda tepki gösterdi. Rumların zamanlaması düşündürücü.
Rumların neden Tatar’ın kazanmasını (elbet içten içe) isteyeceklerine gelince...
Kanımca Ankara ve KKTC Cumhurbaşkanı iki devletli çözüm dedikçe Rumlar zil takıp oynuyorlar. Böylece federasyon ya da çözüm istemeyen tarafın asıl onlar olduğunu güzelce maskeliyorlar. Çünkü mevcut durumun devamı Rum tarafının işine geliyor.
Son dönemde KKTC üzerinde baskıyı da artırdılar. Kimi müteahhitlerin tutuklanması adada inşaat sektörüne ciddi darbe vurdu.
CTP’nin savunduğu şartlı masaya oturma ise Rumların elini zora sokar.
Ankara gerçekte ne istiyor?
Tabii iktidarın da Kıbrıs’ta tam olarak ne hedeflediğini, asıl gündemini de iyi okumak gerekiyor.
Kıbrıs Türkü’nü umursamadıklarını maalesef her hareketleriyle ortaya koyuyorlar.
2024’te Erdoğan Kıbrıs Rum Kesimi lideri ile konuşurken Hakan Fidan’ın da eşlik ettiği kahve sohbetine Kıbrıslı Türkler uzaktan bakmak durumunda kaldı.
Ankara artık iki devlet dışında bir şey konuşmayız, derken; Fidan bir yılda iki kez BM gözetiminde tarafların katılımıyla Kıbrıs konulu toplantıya katıldı; bu masada iki devletli çözümün konuşulduğunu sanmıyorum.
Nihâyetinde, bize kötü kokular olarak yansıyan ama kimilerinin ceplerinin dolmasına neden olan adadaki karanlık düzenin devamı bazıları için asıl öncelikli mesele olsa gerek.
/././
Fed’in odaklandığı göstergeler ve faiz indirim beklentileri -Binhan Elif Yılmaz-
Fed’in faiz indirimi ve tüm faizlerdeki düşüş beklentisi özellikle yüksek getirili tahvillere ve ayrıca altına olan talebi artırıyor. Ancak burada faiz indirimlerinin süresi ve büyüklüğü belirsiz olduğu için daha düşük ve daha yüksek riskli varlıkları bugünden ayırt etmek güç.
Merkez bankacılarının faiz oranlarının geleceği konusunda odaklandığı göstergelerin başında çekirdek PCE verisi yer alıyor.
ABD’de Ağustos ayına ilişkin çekirdek PCE verisi yıllık bazda yüzde 2,9 ile değişmedi ve beklentilerle uyumlu geldi.
Fiyatlardaki temel eğilimin daha iyi görülebilmesi için gıda ve enerji fiyatları hariç Kişisel Tüketim Harcamaları Fiyat Endeksi (PCE Fiyat Endeksi)ndeki artış aylık bazda yüzde 0,3 oldu. Gıda ve enerji hariç bu çekirdek PCE verisi, enflasyonun yükselmeye devam ettiğini gösteriyor.
Enflasyon, Trump'ın ilk döneminden daha yüksek ancak kendisi enflasyonu yendiğini söylüyor. Politika yapıcıları da fiyat artışlarının yüzde 2’lik hedefe doğru yavaşlamaya devam etmesini beklemelerine rağmen, aylık artış devam ediyor.
Açıklanan fiyat artışları her ne kadar beklentilerle uyumlu olsa da enflasyon hâlâ Fed'in yüzde 2’lik hedefinin oldukça üzerinde.
Fiyat artışlarının düzeyi Fed politikası açısından mutlaka önemli ama son Fed toplantısında önceliğin enflasyondan istihdam ve büyümeye kaydığı görüldü. İstihdam azalışı hem Fed hem ekonomik aktivite düzeyi için önemli bir endişe kaynağı.
Ağustos ayında ABD’de özel sektörde Temmuzdakinin yaklaşık yarısı kadar istihdam yaratıldı (54 bin kişi). İşe alımlar yavaşlıyor ve iş kayıpları eğitim, sağlık ve sanayide giderek artıyor. Ayrıca istihdam piyasasına ilişkin bir başka gösterge olan işsizlik başvurularında Eylül ayında sınırlı bir gerileme ortaya çıktı. İstihdam verilerinin olumsuz gelmeye devam etmesi, yakın vadede Fed'in faiz indirimlerine gitme olasılığını artırıyor.
O nedenle Fed’in işsizlik oranı için son güncel tahmini 2026 yılı için yüzde 4,4 (önceki yüzde 4,5) oldu. Enflasyon tahminini de de 0,2 puan artırarak yüzde 2,6’ya revize etti. Faiz indirimlerine kapı aralayan revizeler bunlar.
ABD’de Ağustos ayında fiyat değişimlerinden arındırılmış kişisel harcamalar son aylardaki artışını devam ettirdi. Kişisel servette de önemli bir artış söz konusu. Bu da talebin sürdürülmesine katkı sağlıyor.
Fiyat artışları tüketici harcamalarını olumsuz yönde etkileme potansiyeli taşısa da, ABD’de tüketim hep ön planda ve büyümenin itici gücü. Ancak tüketicinin enflasyona rağmen direncinin kaynağına da bakmak gerek. Gerçek gelirlerdeki artış mı, tasarruf artışı mı, servet dağılımındaki adaletsizlikler mi, yoksa kişisel borçluluktaki artış mı tüketicinin direncini devam ettiriyor?
Tüketim harcamalarındaki artışın devamını engelleme potansiyeline sahip birkaç önemli nokta var. Bunlardan biri, yukarıda bahsettiğim istihdam ile ilgili olumsuz beklentiler. Bir başkası da işe göre gelirin ne düzeyde artacağı ve tasarruf etme olasılığı.
Tüm veriler bir araya gelince ekonominin ivmesini koruduğu anlaşılıyor. Ama enflasyona yol açmayan sağlıklı bir büyüme reçetesinde, ekonomik gücün merkezi olarak arz tarafı yazıyor olmalı.
Ve nihayetinde Fed’in faiz indirimi ve tüm faizlerdeki düşüş beklentisi özellikle yüksek getirili tahvillere ve ayrıca altına olan talebi artırıyor. Ancak burada faiz indirimlerinin süresi ve büyüklüğü belirsiz olduğu için daha düşük ve daha yüksek riskli varlıkları bugünden ayırt etmek güç.
/././
Başıboş kurşunla vurulmak…-Fikret İlkiz-
İnsanlar şiddetle iç içe yaşıyor. Tesadüfen yaşanılan hayatların başına ne geleceğini bilmeden yaşayan insanlar başıboş kurşunlarla öldürülüyor. Artık çocuklar, kadınlar ve insanlar hedef alınarak katlediliyor. Bilinerek, hedef gözetilerek atılan bombalarla öldürülüyor, mezarları bile yok ve yıkıntılar arasından çıkarılamayanlar çürüyor. Artık insanlık çürüyor!
Ve ölmek ve yaralanmak! İşte durup dururken, başıboş ve serseri bir kurşunun bitirdiği hayatlar…
Sadece Türkiye mi, herkes ateş altında ve her an vurulabilirsiniz!
28 Eylül 2025 Bireysel Silahsızlanma günü ve Umut Vakfı’nın Sessiz Ayakkabıların Yürüyüşü…
Son yıllarda Avrupa'nın bazı şehirlerinde çete şiddeti yaygınlaştı. Brüksel'de sık sık yaşanan makineli tüfekli saldırılardan, İsveç'teki genç kiralık katil cinayetlerine kadar uzanan bu şiddet dalgası, kıtanın güvenlik algısını değiştiriyor. Dünya parçalanıyor, dehşet saçan silahlar çoğalıyor.
Euronews’da yayımlanan Sandor Zsiros’un (19.09.2025) haberine göre savaş bölgeleri dışında her yer ateşli silahlarla taranıyor ve ateş altında… Birçok ülke artık silahla işlenen suçları raporlamıyor, Avrupa başkentleri artık bu konuda istatistik yayınlamıyor.
Bu nedenle, ulusal istatistikler ve medya raporları önem kazandı. Avrupa şehirlerinin büyüklüklerine göre Brüksel bu yıl Avrupa'nın en tehlikeli başkenti oldu. Ağustos ayının ortasına kadar 57 silahlı saldırı kaydedildi. Brüksel savcısı Julien Moinil, "Herkesin, her Brüksel sakininin ve her vatandaşın, başıboş bir kurşunla vurulabileceğini" söyledi.
Stockholm; bir zamanlar Avrupa’nın huzurlu kentiydi. Bugün silahla işlenen suç merkezine dönüştü. Ağustos 2025'e kadar Stockholm'de 55 silahlı saldırı olayında dokuz kişi hayatını kaybetmiş . Uyuşturucu çetelerinin genellikle genç kiralık katilleri tutuyor, silahlı suçlarla işlenen cinayetler hızla artıyor. İsveç'in büyük bir bireysel silah sorunu olduğu biliniyor. Ülke genelinde 113 silahlı saldırı ve 33 ölüm kaydedilmiş.
Marsilya; artık uyuşturucu mafyasının merkezi olmuş. Mafyalar arasındaki savaşlardan dolayı geçen yıl yaşanan 49 ölüm vakasına kıyasla ölüm sayıları düşmüş gözüküyor. Ama kent şiddete bulaşmış ve 24 kişi silahlı saldırılarda yaşamını yitirmiş.
Habere göre Amsterdam’da daha az silahlı saldırı görülmüş ama daha çok patlama yaşanmış. Hollanda’da yerel basın, uyuşturucu çetelerinin rakiplerine karşı sık sık patlayıcı kullandığını bildiriyor. 2023'te 197 patlama kaydedilmiş. Bu sayı bir önceki yılın iki katıymış. Biri ölümcül olmak üzere yedi ciddi silahlı saldırı olayı tespit edilmiş
Paris, Marsilya veya Brüksel'den daha güvenli bir kent olarak görülüyor. Geçen yıl cinayetler artmış ve çoğu uyuşturucu çeteleriyle bağlantılı 2024'te 34 cinayet ve 2025 yılında ise en az dört ölümcül silahlı saldırı yaşanmış.
Kopenhag’da, çete şiddetiyle başa çıkmak için “arama bölgeleri” oluşturulmuş ve son iki yılda iki ölümcül olay dahil olmak üzere birçok silahlı saldırı rapor edilmiş.
Atina, “tehlikeli olabilir bir kent” statüsünde kabul ediliyor. Geçen yıl en az beş kişi vurularak öldürülmüş, bu yıl ise en az iki silahlı saldırı gerçekleşmiş.
Portekiz başkentinde geçtiğimiz yıl Lizbon’da ciddi silahlı suçlar yaşanıyor. Çeteler arasındaki savaşlarda bu yıl infaz tarzı üçlü cinayet de dahil olmak üzere ciddi silahlı suçlar var.
Roma’da ise mafya tarzı infazlar var. Son iki yılda Roma'da en az beş kişinin öldüğü sekiz silahlı saldırı tespit edilmiş.
Madrid’de birkaç silahlı saldırı var ama resmi verilere ulaşılamasa da geçen yıl iki ölü ve çok sayıda yaralıyla sonuçlanan sekiz silahlı saldırı olayı görülmüş.
Orta riskli kentler arasında sayılanlar bakımından Lefkoşa’da birkaç silahlı olay ve çatışma yaşanmış. Bir polis memuru silahla bir Pakistanlı göçmeni öldürmüş. Viyana’da artan suç oranları dikkat çekici ve son iki yılda ciddi silahlı saldırılar yaşanmış. Temmuz 2024'te Suriyeli ve Çeçen göçmen grupları arasındaki bir çatışmada kişiler birbirlerine ateş açmışlar. Riga’da üçlü cinayet görülmüş… Letonya'da ise 2024 yılında 67 cinayet işlenmiş. Bu sayı nüfusuna oranla AB'deki en yüksek cinayet oranları arasında sayılıyor. Bulgar basını geçen yıl başkent Sofya'da beşi ölümcül olmayan beş silahlı saldırı bildirmiş.
Bükreş’te trafik kavgası ve çoğu sokak veya trafik tartışmalarından kaynaklanan yaklaşık altı silahlı saldırı haberi yayımlanmış.
En güvenli şehirlerden biri olan Prag; okul saldırısı ile sarsıldı. Aralık 2023'te Charles Üniversitesi'nde 14 kişinin öldürüldüğü bir silahlı saldırı yaşandı. Ljubljana ise mafya tarzı infazlara sahne oldu. Ekim ayında bir Bosnalı erkeğin mafya tarzı infazı, Slovenya başkentinde yaşandı. Zagreb'de son zamanlarda, biri yaralanmayla sonuçlanan ve organize suçla bağlantılı olan iki silahlı olay tespit edildi.
Berlin, silahlı suçlardan nispeten uzakta. İrlanda’nın başkenti Dublin, halk için silahlı şiddet açısından genel olarak güvenli. Son iki yılda bir ölümcül olay ve birkaç silahlı suç rapor edildi. Helsinki’de geçen yıl bir okul saldırısı oldu bir ölü ve iki yaralıya yol açtı.
Avrupa’da bazı kentler az sayıda veya hiç silahlı saldırı kaydedilmediği için Vilnius, Budapeşte, Varşova, Bratislava, Lüksemburg, Valetta, Tallinn ve Malta halk için genellikle güvenli kabul ediliyor.
Bütün bunlar bireysel silahsızlanmanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor…
Peki gözümüzün önündeki Gazze…
Herkesin gözü önünde soykırım ve insanlığa karşı suçlarla sarsılan, yok edilen, öldürülen, açlıktan ölen insanlar için Gazze’de “savaşta öldüler” demek insanlık için utançların en büyüğüdür.
BM insani yardım kuruluşları, her dört kişiden birinin açlık sınırında olduğu Gazze'de en az 576 bin kişinin yaşadığı felaketle ilgili korkunç uyarılar yapıyor… Gazze nüfusunun %85'ini oluşturan 1,9 milyondan fazla Filistinli zorla yerinden edildi.
“Akıl Almaz Bir Dehşet” başlıklı UNICEF açıklamasında Gazze Şeridi’nde 50.000’den fazla çocuğun öldüğü ya da yaralandığı bildiriliyor. Abluka nedeniyle kıtlık yaşanan Gazze Şeridi'nde son 24 saatte biri çocuk, 4 Filistinli açlıktan yaşamını yitirdi. 7 Ekim 2023'ten bu yana açlıktan hayatını kaybedenlerin sayısının 147'si çocuk olmak üzere 435'e yükseldi (A.A. Eylül 2025)
Nisan 2025 İsrail ordusu Gazze Şeridi'nde en az 50.500 kişinin ölümüne yol açtı. Her 44 kişiden 1'inin öldüğü ve günlük ortalama 93 ölüm gerçekleşmiş demektir. Ölenlerin en az %50'si kadın ve çocuklardır. Yaralanmalar nedeniyle 70.000'den fazla ölüm meydana gelmiş. Yaralı sayısı 100.000'den fazladır; Gazze'deki 36 hastaneden sadece 17'si kısmen işlevseldir. Sağlık merkezlerinin %84'ü yıkıldı ya da hasar gördü. Yerel sağlık yetkililerine göre bugüne kadar 31 bin 184'ten fazla Filistinli öldürüldü ve 72 bin 889'u yaralandı.
“Bu savaş çocuklara karşı bir savaş. Çocukluklarına ve geleceklerine karşı bir savaş" sözleri BM Filistinli Mültecilere Yardım Kuruluşu (UNRWA) Genel Komiser Philippe Lazzarini’nin. Gazze'deki son dört ayda en az 12 bin 300 gencin öldüğünü ve bu rakamın 2019-2022 yılları arasında dünya genelinde 12 bin 193 olduğunu gösteren son verilerini "sarsıcı" olarak nitelendirdi.
Bütün bu ölümler karşısında insanlığın utancına karşılık sessizlik, suskunluk…
İnsanlar şiddetle iç içe yaşıyor. Tesadüfen yaşanılan hayatların başına ne geleceğini bilmeden yaşayan insanlar başıboş kurşunlarla öldürülüyor. Artık çocuklar, kadınlar ve insanlar hedef alınarak katlediliyor. Bilinerek, hedef gözetilerek atılan bombalarla öldürülüyor, mezarları bile yok ve yıkıntılar arasından çıkarılamayanlar çürüyor. Artık insanlık çürüyor!
Bunun adına utanmazca savaş demişler!
Gazze’den sonra katillere katil denmez; haydut devletler canidir.
Savaş değil, yaşanan soykırımdır.
Bireysel silahsızlanmanın tam ortasında Umut Vakfı umutlarla kurulmuş bir Vakıftır.
“Geleceğin teminatı olan gençlerimize Atatürk’ün izinde önderlik yapacak kişilik ve beceriler kazandırarak, onları ülkemizin gelişmesine yardımcı ve insanlığa yararlı bireyler olarak yetiştirmek; kişilere hukukun üstünlüğünü benimsetip, uygulamasında katkıda bulunmalarını sağlamak; önderimiz Atatürk’ün "Yurtta Sulh, Cihanda Sulh" anlayışından yola çıkarak, uyuşmazlıkların çözülmesinde barışçıl yolları seçmeyi yeğletmek; bu bağlamda uzlaşma ve (barışı sürdürme ve geliştirme) becerilerini bireylere öğretip benimsetmek..." amacıyla çalışmalarını yürütüyor.. Acılar olmasın, ölümler olmasın bilinçli yurttaşlar çoğalsın derdinde….
Umut Vakfının verilerine göre öyle vahim bir haldeyiz ki; 20 Eylül tarihine kadar toplam 1.414 çatışma ve olayda 1578 kişi öldü, 2225 kişi yaralandı…
Dehşet veren ve daha korkutucu olan olayların 432’sinde kılıç, satır, balta dahil çoğunluğu bıçaklardan oluşan kesici aletler kullanılmış. Hatta 1982’sinde suikast silahları dahil her tür tabancadan, kalaşnikof dahil tüfeğe kadar ateşli silahlar kullanılmış…
Sessiz ve sedasız insanlığa bir şey hatırlatmak artık o kadar kolay değil.
Her yıl 28 Eylül tarihinin Umut Vakfı için simgesel anlamı vardır.
O gün Sessiz Ayakkabıların Yürüyüşü yapılır…
Sessiz Ayakkabıların Yürüyüşü; her yıl 28 Eylül’de meydanlarda, sokaklarda, insanların olduğu mekânlarda, yaşamın olduğu her yerde “Kırmızı Halı” serilerek gerçekleştirilen bir seremonidir. Sessiz ayakkabılarını yürüyüşü memleketin utancıdır, utanırsınız!
Kırmızı Halı üzerinde “Sessiz Ayakkabıların Yürüyüşü”, “Bireysel Silahsızlanma” adına yapılır, acıyı ve ölümü hatırlatır. Ölenlerin ayakkabılarının üzerine konulduğu Kırmızı Halı ile birlikte yaşam ve tutulan yaslar anlam kazanır. Kaybettiğimiz her yakınımız için anılar onlarla ve onların “sessiz ayakkabıları” ile birlikte canlanır.
Böyle bir törendir…
Bu yıl Umut Vakfı, 28 Eylül’de “Kırmızı Halı” üzerinde “Sessiz Ayakkabıların Yürüyüşü” törenini; yaşadıklarımız, yaslarımız, yaşanan sorunlarımız nedeniyle yapmamaya karar verdi.
Umut Vakfının 2025 yılında 28 Eylül Bireysel silahsızlanma günü yaptığı çağrısı…
“Sessizliğimizle haykırıyoruz;
Şiddetin kin ve nefretin, ayrımcılığın ve ölümlerin olmadığı bir Dünya istiyoruz.
Umut Vakfı olarak yaşamların geride bıraktığı acıların yasını tutmak istiyoruz.
Sessiz ve sedasız…”
/././
Kent hakkımızı biliyor ve sorguluyor muyuz?-Füsun Sarp Nebil-
Kent hakkı önemli çünkü insan odaklılık anlamına geliyor. Peki, şehirlerin yaşanabilirliğinin artması için kimin ne hakkı, ne görevi var?

Hukukçu Gökhan Candoğan'ın moderatörlüğünde Ankara Barosu’ndaki bir panelde konuşma yapmaya davet edildim. Başlık "Kent Hakkı ve Gazetecilik." Diğer iki konuşmacı olan sevgili Çiğdem Toker ve Tolga Şardan'ın yanında bana düşen bölüm “Kentte Yaşamanın Dijital Yönü.” Yani “Dijital Kent Hakkı.”
"Kent hakkı" da neymiş diyebilirsiniz. Doğrusu böyle bir hakkımız olduğunu ben de düşünmemiş ve fark etmemişim. Hemen kontrol ettim. Fransız sosyolog Henri Lefebvre’in 1968’de ortaya attığı “Le Droit à la Ville” kavramından geliyormuş.
Lefebvre, kentsel alanın yalnızca "bir meta veya yaşanacak bir yer" olmadığını; herkesin onu "şekillendirmede söz sahibi olması" gereken "sosyal ve politik bir alan" olduğunu savunmuş. Bir başka deyişle bu, kentsel gelişimi tepeden tırnağa, vatandaş merkezli bir şekilde yeniden düşünmenin bir yolu. "Kent hakkı"nın altı ana unsurunu sayarsak daha iyi anlaşılacaktır. (Dijital Haklar buraya son yıllarda eklendi).
Kent hakkının ana unsurları
- Katılım Hakkı – Kentsel politikalar, bütçeler ve planlama süreçlerine katılma.
- Barınma ve Hizmet Hakkı – Uygun fiyatlı konut, su, sanitasyon, ulaşım, sağlık, eğitim, dijital bağlantı.
- Kamusal Alan ve Hareketlilik Hakkı – Meydan, park, sokak kullanımı, güvenli ve erişilebilir ulaşım.
- Ayrımcılıktan Korunma – Gelir, cinsiyet, etnisite, engellilik veya göçmenlik durumuna bakılmaksızın eşit muamele.
- Kültürel Hayata Katılım Hakkı – Kültürel çeşitlilik ve mirasa saygı, kültür üretimi ve tüketimi.
- Sağlıklı Çevre Hakkı – Temiz hava, yeşil alan, iklim direnci ve çevresel risklerden korunma.
Kent hakkı önemli çünkü insan odaklılık anlamına geliyor
Kent hakkı, önemli bir yaklaşım sağlıyor. Mevcut sistem içinde erişimin yanı sıra yapısal değişim çağrısı bu. Kentsel gelişimi piyasa odaklı bir süreçten insan hakları odaklı bir sürece dönüştürüyor.
Dünyanın dört bir yanındaki şehirler, artık katılımcı bütçeleme, tahliye karşıtı yasalar, kamusal alan korumaları ve kapsayıcı ulaşım politikaları için bu yaklaşımı kullanıyor. Ayrıca, BM Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri'ndeki SDG 11 (Sürdürülebilir Şehirler ve Topluluklar) ile de bağlantılı.
Yani "kent hakkı", sadece seçilenlerin değil, aynı zamanda seçenlerin de şehrin mekanlarını, hizmetlerini ve kararlarını, şekillendirme ve faydalanma hakkını tanımlıyor. Kentsel ölçekte demokrasi, eşitlik ve adaletle ilgili; şehrin tüketicisi olmaktan çıkıp, ortak yaratıcısı olmaya geçiş anlamına geliyor.
Hangi dünya şehirleri ne sunuyor?
Bunu daha iyi anlamak için dünyada bu konularda öne çıkan bazı şehirlerin durumuna bakalım:
Listeye göre, en iyi uygulama şehirleri arasında Viyana (konut), Barselona (dijital haklar + katılım), Kopenhag (sürdürülebilirlik), Tokyo (afet dayanıklılığı) ve Toronto (kapsayıcılık) yer alıyor. Bunu kendi ülkemizin şehirlerine örnek olması açısından buraya aldım.
Şehirlerin yaşanabilirliğinin artması için kimin ne hakkı, ne görevi var?
Buraya kadar genel tanımlama yaptık. Şimdi, Şehirler açısından sakinlerin, yerel yönetimlerin ve belediyelerin hak ve sorumluluklarına bakalım;
Sakinlerin hakları (tekrarlayalım):
Temel Hizmetlere Erişim Hakkı
Temiz su, sanitasyon, elektrik, atık toplama, toplu taşıma, dijital bağlantı (internet).
Uygun fiyatlı konut ve keyfi tahliyeye karşı koruma.
Katılım ve Temsil Hakkı
Yerel seçimlerde oy kullanma, kamu duruşmalarına katılma, mahalle meclisleri.
Yerel bütçeler, imar ve kalkınma planları hakkında bilgiye erişim.
Güvenlik ve Emniyet Hakkı
Suçtan korunma, afetlere hazırlık, acil durum müdahalesi.
Güvenli kamusal alanlar ve cinsiyete duyarlı kentsel tasarım.
Sağlık ve Çevre Hakkı
Temiz hava, gürültü kontrolü, yeşil alanlar.
Kirliliği azaltma politikaları, iklim dayanıklılığı.
Kültürel ve Sosyal Yaşam Hakkı
Kamusal alanlarda ifade ve toplanma özgürlüğü.
Eğitim, kütüphane, müze ve rekreasyon alanlarına erişim.
Ayrımcılığa Uğramama Hakkı
Cinsiyet, etnik köken, din, engellilik veya göçmenlik statüsüne bakılmaksızın eşit muamele.
️ Sakinlerin yükümlülükleri/görevleri
"Hak" konusu tartışmaya hâkim olsa da sakinlerin şehre karşı yükümlülükleri de vardır:
Yasalara ve Yönetmeliklere Uyum (imar, gürültü, trafik kuralları, çevre düzenlemeleri).
Kamu hizmetlerinin sürdürülmesi için Vergi ve Harç Katkıları (emlak vergisi, yerel hizmet bedelleri).
Toplum Sorumluluğu (geri dönüşüm, kamusal alan yönetimi, sivil katılım).
Başkalarının Haklarına Saygı (kamu alanlarını engellememek, kirletmemek).
Yerel yönetimlerin görev ve yükümlülükleri
Şehirler açısından, "Yerel yönetimler (belediyeler, belediye meclisleri)" en ön saflarda yer alan görev sahipleridir:
Hizmet Sunumu: Su, atık, toplu taşıma, acil durum hizmetleri ve kültürel tesislerin sağlanması ve bakımı.
Şehir Planlama ve İmar: Arazi kullanımını şeffaf bir şekilde yönetmek, mirası korumak, kapsayıcı konutları sağlamak.
Halkın Katılımı: Açık bütçe görüşmeleri, katılımcı planlama, dilekçelere yanıt vermek.
Sosyal Destek: Göçmenler için barınaklar, sosyal yardım, engelli hizmetleri ve entegrasyon programları sağlayın.
Şeffaflık ve Hesap Verebilirlik: Kararları, bütçeleri ve çevresel verileri yayınlayın; ombudsman kanalları oluşturun.
Afet ve İklim Hazırlığı: Tahliye planları, sel koruması, sıcak hava dalgası barınakları, dayanıklı altyapı.
️Merkezi hükümetlerin görev ve yükümlülükleri
Merkezi veya ulusal hükümetler çerçeveyi belirler:
Yasal Çerçeve: İnsan hakları, çevre, konut ve ayrımcılıkla mücadele yasalarını yürürlüğe koymak ve uygulamak; asgari hizmet standartlarını belirlemek.
Mali Transferler: Belediyelere fon tahsis etmek; daha yoksul şehirlerin hizmet sunmaya devam edebilmesi için eşitliği sağlamak.
Ulusal Altyapı ve Koordinasyon: Demiryolları, otoyollar, ulusal dijital ağlar; afet yardımını koordine etmek.
Denetim ve Düzenleme: Yolsuzlukla mücadele, belediye hesaplarının denetimi, anayasal hakların korunması.
Uluslararası Taahhütler: Kentsel düzeyde BM-Habitat, Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri ve Paris İklim Anlaşması'nın uygulanması.
Toplumsal sözleşme anlamında "kent hakkı"
Özetle, "kent hakkı" kentsel ölçekte bir toplumsal sözleşmedir; yani sakinler, vergi ödeyip, yasalara uyup, sivil hayata katılıp, kamusal alanlara saygı gösterirken, yerel yönetimler hizmet sunmalı, şeffaflığı sağlamalı, savunmasız grupları korumalı, sürdürülebilir planlama yapmalıdır. Merkezi yönetimler ise yasal standartları belirleyip, finansman ve eşitliği sağlamalı, ulusal sistemleri koordine etmelidir.
Bu üçü de görevlerini yerine getirdiğinde şehirler daha yaşanabilir, demokratik ve dayanıklı hale gelir.
/././
Gürcistan’da bin 200 firari!-Tolga Şardan-
Güvenlik birimlerinin tespitine göre, o kadar yakalama ve iade işlemine karşın halen bin 200 dolayında firari var Gürcistan’da. Listede hemen her tür suçtan arananlar bulunuyor. Ayrıca, sık sık haberlere düşüyor, yasa dışı yollardan kaçmak istersen sınırda yakayı ele verenler de var.

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, geçen hafta içinde Gürcistan’a çalışma ziyareti gerçekleştirdi.
Beraberinde Emniyet Genel Müdürü Mahmut Demirtaş ve bakanlık personeliyle birlikte Gürcistan seçimlerine günler kala Tiflis’e giden Yerlikaya, hem ev sahibi mevkidaşı Gela Geladze hem de Başbakan Irakli Kobakhidze ile görüştü.
Bakan Yerlikaya’nın sosyal medya paylaşımlarından, Gürcistan’ın son dönemde Türkiye’nin aradığı firarilerden epeyce yakalayıp iade ettiği anlaşılıyor.
Neredeyse hemen her hafta Tiflis’ten kalkıp Ankara’ya inen bakanlığın uçağıyla birden fazla firari ülkeye getiriliyor.
İnternette yapılacak kısa bir aramayla, ülkede suç işleyip kayıplara karışan çokça şüphelinin soluğu Gürcistan’da aldığını görmek mümkün.
Bunların en önemli örneği, elbette Türkiye’nin Interpol’ün kırmızı bülteniyle aradığı iş insanı Galip Öztürk. Hakkında verilecek hapis cezasını her nasılsa erkenden öğrenip (!) Gürcistan’a ulaşan Öztürk, 2018’den bu yana firar. Aynı zamanda Gürcistan vatandaşı!
Başka bir örnek, eski futbolcu Batuhan Karadeniz. Hakkındaki yasa dışı bahis soruşturması çerçevesinde çıkarılan Interpol’ün kırmızı bülteniyle aranıyor halen.
Daltonlar çetesinin firari üyesi Ahmet Aydın geçen temmuzda yakalanıp Türkiye’ye iade edildi.
Haklarındaki dolandırıcılık davası nedeniyle tutukluyken geçen hafta sonu tahliye edilen internet fenomenleri Beril ve Kıvanç Talu çifti de Gürcistan’dan Türkiye’ye gelmişti.
Benzer biçimde onlarca firari Gürcistan’da. Bir bölümü yakalanıp ülkeye iade edildi.
Ortaya çıkan tabloya baktığınızda, “Neden Gürcistan?” ve “Daha ne kadar firari var?” sorularının yanıtlarının önemli olduğunu görüyorsunuz.
Önce, “Neden Gürcistan?” sorusunun yanıtını vereyim.
Birincisi, kaçış yolu çok kolay. Pasaportla yasal şekilde Sarp Sınır Kapısı’nı kullanarak Batum’a, dolayısıyla Gürcistan’a geçmek çok basit. Ancak firariler elbette bu yolu kullanmıyorlar. Onlar için, iki ülke sınırı üzerindeki Borçka’ya bağlı Camili Köyü üzerinden Gürcistan’a geçmek pasaportla yasal geçişten daha kolay ve zahmetsiz.
İkincisi, Abhazya alternatifi. Batum’da bulunan kaçaklar, buradan Abhazya’ya geçerek daha rahat yaşam imkanına kavuşuyor. Önce 20 – 30 bin dolar karşılığında sahte Rus vatandaşı pasaportu elde edilmesiyle birlikte Abhazya’dan Avrupa’ya gerçekleşen uçak seferleriyle “ver elini Avrupa…” Kıt’a değiştirmek oldukça kolay hale geliyor.
Üçüncüsü ise; Batum’da oldukça iyi yaşam koşullarında günlerini geçiren firarilerden bazıları, son dönemde Batum’un dağ köylerinde satın aldıkları hazır evlerde veya boş arazilere basit evler yaptırıp köy hayatı yaşamaya başladılar. Güvenlik kuvvetlerinin baskınlarından kurtulmak amacıyla yeni hayata başlayanlar, biraz da parayı kullanıyorlar saklanırken. Rüşvet verip izlerini kaybettirme başarısını gösterenler var.
Gelelim, ikinci sorunun yanıtına…
Güvenlik birimlerinin tespitine göre, bu kadar yakalama ve iade işlemine karşın halen bin 200 dolayında firari var Gürcistan’da.
Listede hemen her tür suçtan arananlar bulunuyor. Ayrıca, sık sık haberlere düşüyor, yasa dışı yollardan kaçmak istersen sınırda yakayı ele verenler de var.
Bir dönem, daha doğrusu 1980’lerden önce Doğu Bloku’nun ilk adresi Bulgaristan’a kaçışlar çok meşhurdu. Elbette halen yine Bulgaristan olanağı mevcut.
Ancak artık Gürcistan bir numarada!
***
Emniyet’te makam odası operasyonu!
Emniyet Genel Müdürlüğü’nde hafta sonu ilginç, ilginçliği kadar “kendi dinamiğinde anlamı olan” bir faaliyet gerçekleşti.
Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Mahmut Çorumlu, uzun süredir kullandığı makam odasından tahliye edildi. Odaya diğer Genel Müdür Yardımcısı Ali Baştürk yerleşti.
Bu makam odası değişiminin kendi içinde bir anlamı var kuşkusuz.
Mahmur Çorumlu
Şöyle ki; Çorumlu, Önceki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu döneminde Emniyet teşkilatının en önemli birimlerinden Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Dairesi (KOM) Başkanı’ydı. KOM’dan sorumlu Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Resul Holoğlu’yla beraber “dikkat çekici” dönemin içinde yer aldı.
Mesela, kara para aklama iddialarının merkezinde yer alan ve yurt dışına kaçması sebebiyle hakkında Interpol’ün kırmızı bülteni çıkartılan iş insanı Sezgin Baran Korkmaz’ın firarından hemen önce dönemin İçişleri Bakanı Soylu ile makamında bir araya gelmesinde Holoğlu’yla birlikte etkin konumdaydı.
Suç örgütü liderliğinden hükümlü firari Sedat Peker’in, Soylu’ya yönelik iddialarının ortaya atıldığı dönemde de KOM Başkanı’ydı.
FETÖ’yle mücadele ettiği iddia edilmesine karşın, TİP Milletvekili Ahmet Şık’ın ifadesiyle Çorumlu, FETÖ’nün gizli tanığı Garson’dan elde edilen verilere göre “Düşman Aktif (DA)” konumunda. Yani; bir dönem cemaat içinde yer alıp sonrasında ayrılıp cemaate karşı duranları tanımlıyor bu kod harfleri. İddia bu yönde.
Şık’ın açıklamasıyla ilgili olarak şu ana kadar hiçbir resmi ya da gayri resmi hiçbir açıklama yapılmaması da ilginç kuşkusuz.
Oysa, FETÖ ile mücadele etmiş bir kamu görevlisinin, “emniyet teşkilatı personelinin içerisinde hayatının hiçbir döneminde FETÖ ile bağlantısı olmamış, farklı hayat görüşünden olan, örgüt tarafından zararlı görülen ve örgüte zarar verebileceği düşünülen kişilere verilen “F, F1, F2, F3, F4, F5 ve F6” kodlarını taşıması gerektiği düşünülür.
Çorumlu, Soylu’dan sonra göreve gelen Yerlikaya döneminde KOM’dan sorumlu Emniyet Genel Müdür Yardımcısı oldu. Yakın çevresine, “bu göreve gelişinde MHP’nin etkin olduğu” değerlendirmesini yapan Çorumlu, zaman içinde Yerlikaya ile çalışma imkânı bulamadı. Bu durumun oluşmasında Çorumlu’nun kimi siyasi yorumlarının etkili olduğu öne sürüldü kulislerde. Bu yorumların Yerlikaya aleyhine olduğu iddia edildi.
Sonrasında Emniyet Genel Müdürü değişti. Mahmut Demirtaş Emniyet Genel Müdürü oldu. Peşinden, daha önce de genel müdür yardımcılığı yapan Ali Baştürk yeniden aynı göreve getirildi.
Bu atamayla beraber, Demirtaş, geçen ekimde yardımcıları arasında yeni iş bölümü yaptı. Buna göre; Çorumlu’nun, KOM ve Siber Suçlarla Mücadele Dairesi’ndeki sorumluluğu bitti. Bu sorumluluk Baştürk’e verildi. Buna karşın KOM’un bulunduğu yerleşkedeki odasını değiştirmedi.
Fakat son dönemde Çorumlu hakkında, özellikle MHP üzerinden İçişleri Bakanlığı’na gelen eleştirilerin kaynağı olduğu iddiası bakanlık ve emniyet kulislerinde gündeme oturdu.
Bir ara görevden alınması gündeme gelen Çorumlu’nun arkasında MHP’nin durması nedeniyle bu işlem şimdilik askıya alındı. Ancak, gelen talimatla birlikte cumartesi günü KOM’daki kullandığı makam odasını boşaltmak zorunda kaldı. Emniyet Genel Müdürü Demirtaş’ın hemen üst katındaki makamına taşındı. KOM’dan sorumlu olan Baştürk de asıl makam odasına geçiş yaptı aynı zamanda.
Emniyet Genel Müdürü ile aynı binada görev yapmak elbette hareket alanını daraltıp kısıtlıyor. Zaten oda değişiminin amacı da buydu. Daha yakından takip edebilmek!
/././
İsrail donanması Küresel Sumud Filosu'nun gemilerini ele geçirmeye başladı, 9 Türk ve Greta Thunberg'in de olduğu aktivistler alıkonuldu!
(https://t24.com.tr/haber/kuresel-sumud-filosu-3-mil-uzaklarinda-israil-donanmasi-oldugu-degerlendirilen-20-den-fazla-gemi-tespit-edildigini-bildirdi,1264858)***
T-24
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder