BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -28 Kasım 2025-

 Kara değil kızıl cuma! 

Kapitalist tüketim çılgınlığının simge günlerinden Black Friday (Kara Cuma) küresel eylemlerle sarsılacak. Amazon ve Zara çalışanları dünya genelinde sömürü politikalarını protesto edecek. Bulgaristan’da ise bütçe protesto edilirken İtalya’da bugün genel grev var.

Tüketimin ‘kaçırılmayacak fırsatlar’ söylemiyle kutsandığı bir alışveriş çılgınlığı olan "Black Friday" emekçilerin sloganlarıyla inleyecek. Amerikan lojistik karteli Amazon’dan İspanyol tekstil devi Zara’ya pek çok küresel şirkette çalışanlar iş bırakacak. Emekçiler en yoğun satış gününde seslerini duyurmaya çalışacak.

AMAZON ÖDESİN

Amazon yılın en büyük alışveriş günlerinden birine hazırlanırken dünya genelindeki şubelerinde binlerce kişi eş zamanlı grev ve protesto dalgasına hazırlanıyor. Bu yılki gösteriler Amazon’un küresel imparatorluğunun neredeyse her köşesine uzanacak. 30’dan fazla ülkede sendikalar, teknoloji çalışanları, insan hakları kuruluşları ve çevreciler "Make Amazon Pay" (Amazon Ödesin) kampanyası kapsamında bugün teknoloji devine karşı gösteriler düzenleyecek.  Protestocular Amazon’u eşitsizliği körüklemekle, ABD Başkanı Donald Trump’ın yemin törenini finanse ederek demokratik hakları zayıflatmakla ve çevresel tahribata yol açmakla suçluyor. Euronews’teki habere göre organizatörler, bu yılki protestoların Amazon’un küresel etkisinin derinleştiği bir döneme denk geldiğini, şirketin nüfuzunun perakendenin çok ötesine geçerek lojistik, bulut hizmetleri, kolluk, sınır güvenliği ve siyasi lobi faaliyetlerine uzandığını söylüyor. ‘Make Amazon Pay’ koalisyonu, işçilere adil ücret ödenmesini, şirketin vergisini ödemesini ve büyümesinin yol açtığı çevresel zararın bedelini karşılamasını talep ediyor.

EMEKÇİLER “YETER” DİYOR

Hizmet sektörleri için küresel bir sendika olan UNI Global Union’ın genel sekreteri Christy Hoffman, "Amazon, Jeff Bezos ve siyasi müttefikleri tekno-otoriter bir geleceğe oynuyor, ancak bu Make Amazon Pay Day’de dünyanın dört bir yanındaki işçiler ‘yeter’ diyor" dedi.

"Amazon yıllardır sendikalaşmayı bastırarak ve otoriter siyasi figürlerin desteğiyle işyerindeki demokratik hakları ezdi. Modeli eşitsizliği derinleştiriyor ve çalışanların örgütlenme, toplu pazarlık yapma ile güvenli, adil çalışma koşulları talep etme gibi temel haklarını baltalıyor" diye ekledi.

OTORİTERLİĞİ DESTEKLİYOR

Progressive International’in genel koordinatörlerinden David Adler, Amazon’un "gözetim ve sömürü üzerine kurulu yeni bir otoriter düzenin temel sütunlarından biri" hâline geldiğini söyledi.

Birçok işçi, şirketin artan üretkenlik taleplerinin ve sert çalışma koşullarının kendilerini tükenme noktasına getirdiğini söylüyor. Hindistan’ın Manesar kentinde, depo işçisi Neha Singh yaz sıcak dalgalarının tesisleri "bir fırına" çevirdiğini anlattı. Basın açıklamasında, "Sıcak dalgaları sırasında depo adeta fırın gibi oluyor. İnsanlar bayılıyor ama hedefler asla durmuyor" dedi.

"Bayılsak bile bir gün izin alıp eve gidemiyorduk. O gün izne çıksak ücretimiz kesiliyordu, üç gün izin alsak işten atılıyorduk. Amazon bizi gözden çıkarılabilir görüyor. En temel hakları talep etmek için ‘Make Amazon Pay’e katılıyoruz: Güvenlik, onur ve eve sağ salim dönebilme."

30’DAN FAZLA ÜLKEDE EYLEM

Almanya’dan İspanya’ya, Yunanistan’dan Avustralya’ya, Endonezya’dan Brezilya’ya dünyanın onlarca ülkesinde de Amazon çalışanları bugün eylem ve protestolar düzenleyecek.

***

SOFYA’DA BÜTÇE PROTESTOSU

Bulgaristan’ın başkenti Sofya’da binlerce kişi, gelecek yılın bütçe tasarısında açıklanan yüksek vergi artışlarını kınamak için sokaklara dökülürken polis göstericilere müdahale etti. Bütçe oylaması sırasında  Parlamento binası önünde yapılan gösteride insan zinciri oluşturularak milletvekillerinin dışarı çıkması engellendi. "Değişime Devam Ediyoruz" ve "Demokratik Bulgaristan" partileri arasındaki muhalefet koalisyonunun organize ettiği mitinge 20 bin kişinin katıldığı belirtildi.

***

ZARA’DA DA KÜRESEL EYLEM VAKTİ

Black Friday gününde Avrupa’daki Zara mağazalarında da eylemler yapılacak. Inditex’e bağlı markanın çalışanları haklarını talep edecek. İspanya’nın en büyük işçi örgütlerinden CCOO tarafından yürütülen eylem kapsamında İspanya, Belçika, Fransa, Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Portekiz’deki büyük şehirlerdeki Zara mağazalarının önünde protestolar gerçekleştirilecek.

Inditex son iki yılda büyük karlar elde ederken çalışanların ücretlerinde de çalışma koşullarında da herhangi bir iyileştirmeye gidilmedi.

Black Friday döneminde oluşan yoğunluk, mağaza çalışanlarının iş yükünü zirveye çıkarırken emekçiler alınterlerinin karşılığını talep ediyor.

∗∗∗

İTALYA’DA GENEL GREV

İtalya’da bugün büyük bir genel grev var. Kamu ve özel sektör çalışanlarının katılacağı iş bırakma eylemi ülke çağında ulaşımı durduracak. Şehirler arası trenler, feribotlar, havalimanları ve diğer ulaşım bağlantıları grev nedeniyle işlemeyecek.

Grevler Başbakan Giorgia Meloni hükümetinin bütçe planlarına tepki olarak gerçekleştiriliyor. Sendikalar mali planın kamu hizmetlerini vuracağını söylüyor. Cobas, Usb, Sgb ve Cub dahil sendikalar bugün sağlık, eğitim ve diğer temel hizmetlere daha fazla yatırım ile askeri harcamalarda azalma talep etmek için kitlesel seferberlik çağrısı yaptı.

İtalya’nın en büyük sendikası CGIL, 12 Aralık’ta da 21 saatlik bir genel grev çağrısı daha yaptı. Belçika’da da üç günlük ulusal grev yapılmıştı.

***

 Yurttaşın çarkı borçla dönüyor -Havva Gümüşkaya- 

Düşen alım gücü, dar gelirlileri kredi kartına ve ihtiyaç kredisine mahkûm etti. İhtiyaç kredisi bakiyesi 2 trilyon lirayı aşarken batık bireysel kredi kartı borçları ikiye katlandı.

Temel ihtiyaçlarını borçla karşılayan dar gelirlilerin geri ödeyememe krizi büyüyor. Düşen alım gücü ile kredi kartlarına ve ihtiyaç kredilerine yönelmek zorunda kalan dar gelirliler için tablo daha da ağırlaşıyor. Ücretler enflasyon karşısında erirken kira, fatura ve gıda harcamaları bankalarca verilen krediler ve kartların limitlerinin sonuna kadar kullanılmasına neden oluyor. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) son verileri, yurttaşın ayakta kalmak için hızla borç sarmalına sürüklendiğini gösteriyor.

Yüksek faizlere rağmen tüketici kredileri ve kredi kartı borçları büyüyor. BDDK verilerine göre, geçen yılın aynı döneminde 1 trilyon 353 milyar 143 milyon TL olan ihtiyaç kredisi borcu, 21 Kasım haftası itibarıyla 2 trilyon 54 milyar 124 milyon TL’ye yükseldi. Sadece bir yılda yaklaşık 700 milyar lira artan ihtiyaç kredisi bakiyelerinde yüzde 50’nin üzerinde bir büyüme yaşandı.

Bireysel kredi kartı borçları ise 2 trilyon 575 milyar 111 milyon TL’yi buldu. Bu borçların 957 milyar 995 milyon liralık bölümünü taksitli harcamalar, 1 trilyon 617 milyar 115 milyon liralık bölümünü daha çok günlük harcamalarda kullanılan taksitsiz harcamalar oluşturdu. Geçen yılın aynı döneminde 1 trilyon 688 milyar 143 milyon lira olan bireysel kredi kartı borçlarında son bir yılda yüzde 52,5’lik artış yaşandı.

Bireysel borçlarda yaşanan geri ödeyememe krizi ise takibe giren alacak tutarını hızla artırıyor. Geçen yılın aynı döneminde 49 milyar 129 milyon lira olan takipteki bireysel kredi kartı borçları 115 milyar 659 milyon lira oldu. Batık bireysel kredi kartı borçları bir yılda ikiye katlandı. Öte yandan 49 milyar 324 milyon lira seviyesindeki takipteki ihtiyaç kredilerinin tutarı da 107 milyar 85 milyon liraya çıktı.

***

 Et ithalatının faturası 410 milyon dolara ulaştı -Havva Gümüşkaya- 

Son yıllarda et fiyatlarındaki rekor artış, et ithalatını da patlattı. Yolsuzluk iddialarının ortaya atıldığı ESK, bu yıl Ocak-Ekim döneminde 410 milyon dolarlık et ithalatına imza attı. İthalatın 293 milyon dolarlık bölümü skandalların odağındaki Polonya’dan yapıldı.

Kırmızı et fiyatları her zamankinden fazla cep yakarken iktidarın fiyat düşürmek için çözüm olarak sunduğu ithalat da patladı. Yolsuzluk iddialarının odağındaki Et ve Süt Kurumu (ESK), bu yılın Ocak–Ekim döneminde 410 milyon dolarlık et ithalatı, 927 milyon 64 bin 286 dolar tutarında da canlı hayvan ithalatı gerçekleştirdi. Et ithalatının 293 milyon dolarlık bölümü ise skandalların merkezine oturan Polonya kaynaklı alımlardan oluştu.

TÜİK’in dış ticaret verilerine göre Ocak-Ekim döneminde 410 milyon 637 bin dolar tutarında sığır eti ithal edildi. Sadece Ekim ayında yapılan sığır eti ithalatının tutarı 42,4 milyon dolara ulaştı. Ekim ayındaki et ithalatının 38,5 milyon dolarlık bölümü Polonya'dan yapıldı.

HEDEF ŞAŞTI

Öte yandan Et ve Süt Kurumu’nun hedefi doğrultusunda bu yıl 520 bin baş canlı hayvan ithalatı öngörülmüştü. Ancak Ocak-Ekim döneminde bu hedef aşılarak 585 bin 855 baş canlı hayvan ithal edildi.

Canlı büyükbaş hayvan ithalatına Ocak-Ekim döneminde 927 milyon 64 bin 286 dolar ödendi. Geçen yılın Ocak-Ekim döneminde 301 bin 90 baş olan canlı hayvan ithalatı için 586 milyon 769 bin 870 dolar ödenmişti. Ayrıca geçen yıl ithal edilen sığırların yarıya yakınını damızlık sığırlar oluştururken bu yıl yapılan canlı hayvan ithalatının yalnızca yüzde 10’u damızlık sığırlardan oluştu.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Erhan Adem, Et ve Süt Kurumu’nun (ESK) et ithalatında "çıkar çatışması ve yolsuzluk" iddialarını gündeme getirip, ESK Genel Müdürü Mücahid Taylan’ın, Macaristan’da ortağı bulunduğu bir firmadan ESK’ye kırmızı et ithal ettiği yönündeki iddia etmişti.

Taylan, kamuoyundaki tepkiler üzerine bir açıklama yaparak şirketinin, yönettiği kuruma et sattığı iddialarını yalanladı ancak et ticareti yapan şirketin ortağı olduğunu da doğruladı.

Mücahit Taylan, et ve süt kurumunu yönetirken aynı zamanda et ticareti yapan bir şirketin ortağı olmayı da 'etik' olarak savundu.

Daha sonra Gazeteci Bahadır Özgür, 2023’ten bugüne kadar ESK’nin yaptığı karkas et ithalatına dair sözleşmeleri inceleyerek alınan etlerin yüzde 51’inin Polonya’daki, Polonia Beef adlı şirketten yapıldığını, ithalatın tek bir şirkete bağımlı olduğunu iddia etti.

***

 HSK'den 621 hakim ve savcı hakkında karar: Mehmet Ağar'la yemek yiyen başsavcı Yargıtay'a atandı 

Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un 2025 yılı mazeret ve müstemir yetki kararnamelerini duyurmasının ardından HSK tarafından yayımlanan listede, Mehmet Ağar’la yemek yediği görüntülenen Bursa Başsavcısı Ramazan Solmaz’ın Yargıtay’a atandığı görüldü. Birçok kritik dosyanın savcı ve hakimlerinde de görev değişikliği yapıldı. Kararname kapsamında 621 hakim ve savcı atandı, 1840 müstemir yetki düzenlemesi yapıldı ve çok sayıda yeni mahkemenin 2026’da faaliyete başlayacağı açıklandı.

Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, Adli ve İdari Yargı 2025 Yılı Mazeret ve Müstemir Yetki Kararnamelerinin yayımlandığını açıkladı.

Tunç, Adli ve İdari Yargı 2025 Yılı Mazeret ve Müstemir Yetki Kararnameleri kapsamında 621 hakim ve cumhuriyet savcısının atamasını gerçekleştirdiklerini ve 1840 müstemir yetki düzenlemesi yaptıklarını bildirdi.

Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un açıklamalarının ardından, Hâkimler ve Savcılar Kurulu Birinci Dairesi de Adli ve İdari Yargı 2025 Yılı Mazeret ve Müstemir Yetki Kararnamelerine ilişkin resmi duyuruyu yayımladı.

Bursa Başsavcısı Ramazan Solmaz, eski HSK üyesi Ömür Topaç, Mehmet Ağar ve iş insanlarının bulunduğu bir akşam yemeğindeki görüntü sosyal medyada tepkilere neden olmuştu.

MEHMET AĞAR'LA YEMEK YİYEN BAŞSAVCIYA YARGITAY GÖREVİ

HSK tarafından yayımlanan duyuruda ilişkin dikkat çeken bir ayrıntı da ortaya çıktı. Bir dönem Susurluk davasından tutuklu kalan  ski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar ile yemek yediği görüntülenen Bursa Cumhuriyet Başsavcısı Ramazan Solmaz’ın Yargıtay’a atandığı belirtildi.

Solmaz’ın yerine Diyarbakır Başsavcısı Mustafa Çelenk getirildi.

İBB DAVASINA YENİ HEYET

Avukat Hüseyin Ersöz, HSK’nin yayımladığı kararnameye ilişkin değerlendirmesinde İBB davasına bakacak mahkeme ve bazı kritik dosyalarla ilgili dikkat çeken görevlendirmeler yapıldığını ifade etti.

Ersöz, "HSK Kararnamesiyle, İBB Davasına bakacak olan İstanbul 40. Ağır Ceza Mahkemesi’ne yeni hakim atamaları gerçekleştirildi. Böylece bu Mahkemede “2 heyet” oluşmuş oldu. Muhtemeldir ki bu heyetlerden biri sadece “İBB Davasına” bakacak ve geçmişteki çok sanıklı, büyük yargılama süreçlerinde olduğu gibi Silivri’de kesintisiz duruşmalar görülecek." diye yazdı.

"AZİZ İHSAN AKTAŞ DOSYASININ SAVCISI BAŞSAVCIVEKİLİ OLDU"

Ersöz şu ifadeleri kullandı:

"Kararnameyle, kamuoyunda “Aziz İhsan Aktaş Suç Örgütü” ismiyle bilinen soruşturmanın Savcısı da İstanbul Başsavcı Vekili olarak görevlendirilmiş.

Yine kamuoyunda “Hablemitoğlu Cinayeti Davası” olarak bilinen yargılamanın soruşturma ve kovuşturma süreçlerinde görev alan Savcının da Aksaray’a ataması yapılmış.

İdari yargıda da önemli görev yeri değişiklikleri olmuş. En dikkat çekeni ise Emrah Şahan ve Ahmet Özer’in görevden uzaklaştırmalarının iptali için açılan davalara bakan İdare Mahkemesinin Başkan ve Üye Hakimleri başka Mahkemelerde görevlendirilmiş."

BAKAN TUNÇ’TAN AÇIKLAMA

Hakimler ve Savcılar Kurulu tarafından "Adli ve İdari Yargı 2025 Yılı Mazeret ve Müstemir Yetki Kararnameleri"nin yayımlandığını duyuran Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, kararnameler kapsamında 621 hakim ve cumhuriyet savcısının atamasının gerçekleştirildiğini ve 1840 müstemir yetki düzenlemesi yapıldığını bildirdi.

Tunç,12 ceza dairesi ve 5 hukuk dairesi olmak üzere toplamda 17 yeni daire faaliyete geçirdiklerini belirterek, şunları kaydetti:

"Böylece istinaf yargısının kapasitesini önemli ölçüde artırdık. Beyşehir, Erbaa, Kahta ve Merzifon Ağır Ceza Mahkemelerinin 2 Ocak 2026 tarihinden itibaren faaliyete geçirilmesine karar verdik. Bölünmüş mahkeme uygulamasına son vererek 319 mahkemeyi müstakil hale getirdik ve yeni kurduğumuz 85 yeni mahkemeyle birlikte 404 mahkemeyi faaliyete geçirdik. İdari yargıda, 219 hakim atamasını gerçekleştirdik. Diyarbakır, Kayseri ve Antalya Bölge İdare Mahkemelerini faaliyete geçirdik. Bingöl, Amasya, Hakkari ve Şırnak'ta yeni İdare ve Vergi Mahkemelerini faaliyete geçirdik."

HSK DUYURUSU

Hâkimler ve Savcılar Kurulu (HSK) Birinci Dairesi, Adli ve İdari Yargı 2025 Yılı Mazeret ve Müstemir Yetki Kararnamesi çalışmalarının 27 Kasım 2025 itibarıyla tamamlanarak karara bağlandığını açıkladı.

Kurul, yeniden inceleme talebinde bulunmak isteyen hakim ve savcıların tebligat beklemeksizin 5 Aralık 2025 Cuma günü mesai bitimine kadar başvurularını UYAP üzerinden iletmeleri gerektiğini duyurdu. Cumhuriyet savcılarının “Cumhuriyet Savcısı Atanma Talep Formu”, hakimlerin ise “Hâkimler için Atanma ve Müstemir Yetki Talebi” ekranı üzerinden işlem yapacağı belirtildi.

HSK, fiziki dilekçe gönderilmesine gerek olmadığını, görev mahallinde bulunmayanların bulundukları adliyeler aracılığıyla mutlaka UYAP üzerinden başvuru yapması gerektiğini bildirdi. Başvurular ilgili birimlere ulaştıktan sonra, talep sahiplerine 24 saat içinde SMS yoluyla bilgilendirme yapılacağı aktarıldı.

Kurul, ataması yapılmayan ya da müstemir yetkisi değişmeyen personelin yeniden inceleme talep hakkı bulunmadığını da vurguladı. Yeniden inceleme başvurularının “Yeniden İnceleme Talebi” butonu üzerinden yapılacağı kaydedildi.

HSK, atama tebligatlarının 1 Aralık 2025 Pazartesi gününden itibaren gönderilmesinin planlandığını açıkladı.

Kararname kapsamında ilk kez atama yapılan mahkemelerin 2 Ocak 2026 tarihinden itibaren faaliyete geçirileceği belirtildi.

Buna göre:

• Ağır ceza mahkemeleri: Beyşehir, Erbaa, Kâhta, Merzifon
• Bölge idare mahkemeleri: Antalya, Diyarbakır, Kayseri
• İdare ve vergi mahkemeleri: Amasya, Bingöl, Hakkâri, Şırnak

HSK, yeni mahkemelerin 2026 yılı başında hizmet vermeye başlayacağını duyurdu.

***

 Orta Çağ’dan uzanan bir ışık hüzmesi: Gülün Adı -Bilge Su YILDIRIM- 

Akademisyen yazar Yelda Gürlek ile Umberto Eco’nun ölümsüz eseri Gülün Adı’nı Orta Çağ bağlamında incelediği kitabı “Gülün Adı ve Orta Çağ”ı konuştuk. Gürlek, “Romanı ilk kez okuyacakların artık dersine çalışmasına gerek yok, çünkü ben çalışmamı bir edebiyat incelemesi olarak meraklı okura sundum” diyor.

“Çoğu kez bir kitap, tehlikeli bir kitapta çiçeklenen zararsız bir tohum gibidir, ya da tam tersine, acı bir tohumun tatlı meyvesidir... Şimdi, kitapların oldukça sık başka kitaplardan söz ettiklerini ya da sanki kendi aralarında konuştuklarını fark ediyordum.”- Gülün Adı

                                                               Yekta Gürlek

Akademisyen, yazar ve çevirmen Yelda Gürlek’in, Umberto Eco’nun ölümsüz ustalık eseri Gülün Adı’nı romanın konusunu aldığı Orta Çağ bağlamında titizlikle incelediği kitap “Gülün Adı ve Orta Çağ”, ekim ayında Kafka Kitap tarafından basılarak okuyucuyla buluştu. Gürlek, çalışmasında, aynı zamanda Ankara Üniversitesi İtalyan Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde üzerine doktora yaptığı eseri, “Gülün Adı, sadece bir polisiye roman mıdır, yoksa Eco’nun ortaçağ ve Hıristiyanlık namına tüm bilgi ve birikimini bize sunduğu bir tarihçe mi?” sorusu üzerinden inceliğyor. Gürlek ile Orta Çağı’ı, Gülün Adı’nı, Umberto Eco’yu ve tarihsel roman okurlarının üzerine düşen görevleri konuştuk.

Neden Gülün Adı? Eco’nun 20. Yüzyıla damgasını vuran bu eser üzerine çalışma kararı almanıza sebep olan unsurlardan biraz söz eder misiniz?

Tamamen tez danışmanı hocamın, doktora çalışmasına başladığım sırada, bana Umberto Eco’nun Gülün Adı adlı yapıtını incelememi istemesiyle oldu. Doğrusu benim aklımda başka bir yazar vardı ve hocanın bu isteğine karşı gelemedim; sadece “Çok araştırılmış, üzerine pek çok dilde tezler yazılmış Umberto Eco gibi bir yazar ve de Gülün Adı gibi çok konuşulmuş bir roman konusunda ben daha başka ne söyleyebilirim” diyebildim. O da “Söylenmemiş şeyleri söyle, sen araştırmayı seversin,” demişti. Aynı süreçte, Gülün Adı konusunda Umberto Eco ile yapılan söyleşi videolarını izledim ve yazarın ilginç bir söylemiyle karşılaştım. 47 dile çevrilmiş ve dünya çapında 50 milyon adetten fazla satmış Gülün Adı ile aslında “örnek” okuru hedef aldığını ve romanın özellikle anavatanındaki baskı sayısının milyonlara ulaşmasını hayretle karşıladığını, popüler kültürün “kültürsüz” ikliminde yetişmiş kişilere sadece malumatfuruşluk yapma imkanı sağladığını söylüyordu. Bununla beraber okuduğum makaleler ve eleştirmen görüşleri de romanı anlamak ve ondan haz almak için okurun İncil’deki ayetlerden tarihsel olaylara, Ortaçağ tarihinden mimarisine, bilimine, inanç sisteminden bitkiler alemine, felsefesinden feodal düzenine ve ruhban sınıfındaki hiyerarşik düzene, ortaçağdaki tarikatlara ve de onların alt fraksiyonlarına, çekişmelerine varıncaya kadar Ortaçağa dair ciddi bir bilgi birikimine sahip olması gerektiğini savunuyordu. Haklı olduğunu sonradan anladım. Nitekim, romanın ilk cümlesi olan, “In principio erat verbum et verbum erat apud deum et deus erat verbum-Başlangıçta söz vardı ve söz, Tanrı katındaydı ve Söz, Tanrı’ydı” sözlerini okuduğum anda beni neyin beklediğini, metni çözümlemenin Eski ve Yeni Ahit’ten geçeceğini anladım.

Eserinizde Umberto Eco’nun Gülün Adı’nda bir ‘örnek okur’ profili hedefleyerek yazdığından bahsediyorsunuz. Eco’nun aradığı ‘örnek okur’un ne olduğundan biraz bahseder misiniz? Okuyucu, tarihsel bir roman olan Gülün Adı’nı okurken, deyim yerindeyse, dersine nasıl çalışmalı?

Umberto Eco’nun Genç Bir Romancının İtirafları adlı kurgu dışı yapıtında söylediği gibi Gülün Adı, içerdiği tarihsel ve dinsel unsurlar gereği anlaşılması pek de kolay olmayan bir metindir ve okurundan araştırma yapmasını, yazarın bıraktığı boşlukları doldurması ya da “Kitaplar birbirleri ile konuşurlar” diyen yazarın gizli mesajlarını çözebilen, göndermelerine tepkisiz kalamayan bir “örnek okur” gibi davranmasını beklemektedir. Bu bağlamda, “Örnek okur kimliği, yazara göre, ‘sözde’ entelektüel kesimi, bilgi derinliğine sahip okurlardan ayrıştıracak yegâne ölçüttür ve “Gülün Adı da yüksek nitelikli bir dille konuşan entelektüellere yönelik bir anlatıdır” demektedir. Nitekim, bu tez çalışmasının yegane amacı da çok anlamlı ve çok katmanlı Gülün Adı’nda geçen dinsel temalara ve tarihsel olaylara ışık tutarak romanı daha anlaşılır kılmaktır. Romanı ilk kez okuyacak ya da okumuş ama anlamadığı için baştan okumaya niyetlenen bir okurun artık dersine çalışmasına gerek yok, çünkü ben üç sene boyunca Gülün Adı’nı Umberto Eco’nun istediği “örnek okur/öğrenci” bilinciyle çalıştım ve bu çalışmamı bir edebiyat incelemesi olarak meraklı okura sundum. Umarım Gülün Adı, artık her okur için daha anlaşılır olur ve ona bir örnek okur kimliği kazandırır.

Tezinizin bir bölümünde Eco’yu Gülün Adı’nı yazmaya götüren postmodern süreci inceliyorsunuz. Postmodern dönemden ortaçağa mercek tutan ve tarihsel gerçeklikten kopmadan Ortaçağ’ı postmodern unsurlarla yeniden yazan Eco’nun eserini bir akademisyen olarak incelemek, geçmişe bugünden bakmak size nasıl hissettirdi? Hele ki dinci karanlığın, aşırı sağcılıkla birlikte yeniden güç topladığı şu günlerde…

Gerek tarihsel gerek dinsel gerekse toplumsal olgular bağlamında Ortaçağ’ı okumak, bir anlamda geçmişi anlamak elbette bugüne ışık tutacaktır. Eco’nun 80’li yılların başında İtalyan Devlet Televizyonu RAI1’da yaptığı bir söyleşide “Bugün İtalya’da yaşadığımız birçok sorunun kökleri o döneme uzanır. Bu, aynı oldukları anlamına gelmez; fakat derinde ortak kökene ait olduklarını işaret eder,” biçiminde bir vurgu yapar. Bugün yaşanan birtakım aksaklıkların, kötülüklerin ya da erdemlerin yükselişe ya da çöküşe geçtiği kriz dönemlerinde geçmişe yönelmek, Umberto Eco’ya göre Ortaçağ’da geçen bir roman yazmak bugünün gerçeklerinden kaçmak için değil, tam tersine bu olayların kökeninde yatan gerçekleri derinden anlamak ve geçmişin algısına sahip olarak geleceği öngörebilmek içindir. Umberto Eco bir Ortaçağ uzmanı ve ortaçağ felsefesi alanında uzman bir akademisyen, araştırmacı-yazar ve en önemlisi de semiyoloji uzmanıdır. Sembolleri çözümlemek, simgelerin diliyle konuşmak ve anlatmak, her konuda bilgisi olan Eco gibi biri için oyun oynamaktan farksızdır. Gülün Adı’nda yaşadığı dönemden çok daha iyi tanıdığını söylediği Ortaçağ olaylarını ve bugünkü Avrupa’yı şekillendiren Katolik Kilisesinin düşünce dünyasını Postmodern bakış açısıyla bir kurmaca üzerinden okura aktarır. Ortaçağdan bugün geldiğimiz noktada, düşüncem o ki olaylar her zaman doğal seyrinden çıkabilir, yörüngesini kaybedebilir, görüş farklılıklarına ve neticesinde çekişmelere hatta bir kaosa yol açabilir. Ancak her şey gibi düzensiz salınımın da bir süresi, bir sonu olacaktır; tıpkı Foucault sarkacı gibi pandül er ya da geç takıldığı yerden eski rotasına geri dönecek, kendi ritminde, doğru bir salınımla doğru bildiği yönde hareketine devam edecektir.

Eco’nun “Kurmaca metinler, bizim yaşadığımız dünyadan tamamen farklı bir dünyayı kullanmazlar” yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz? Eco’nun tarihte yaşanmış olayları kurmacanın anlatı gücüyle ustalıkla harmanlayarak ortaya Gülün Adı’nı çıkardığını düşündüğümüzde, sizce gerçeklik nerede bitiyor, kurmaca nerede başlıyor? Bir ‘ufuk çizgisi’nden bahsedebilmek sizce mümkün mü?

Bana göre, keskin bir ufuk çizgisinden söz edemeyiz. Öyle ki değerlerin ve hakikatlerin değişime uğradığı, krize girdiği, birçok şeyin anlamını yitirdiği dönemlerde, daima tarihsel bir dönüşe eğilim olur; bu bir kaçış için değil, belirli kötülüklerin ya da erdemlerin kökenleri üzerine düşünmek içindir. Yani, bugün yaşadığımız birçok sorunun kökleri o döneme uzanır. Bu, aynı oldukları anlamına gelmez fakat sorunların çok derinde yatan aynı köklerini işaret eder. Önemli olan tarihi okuyabilmektir. Geçmişe dönmek bir anlamda anemnez gibidir, tıpkı bir doktorun hastasına çocukken hangi hastalıkları geçirdiğini sorması gibi, sorunların kaynağını anlamaya çalışmaktır.  Bir başka deyişle Gülün Adı, aslında bugünün bir hikâyesidir ve Ortaçağ’da geçen oradan bugünün sinema perdesine yansıtılan bir anlatıdır. Geçmişe dönüp bakarken, kendi çağımızı düşünmeden edemeyiz. Geçmiş, bugün olduğu gibi sorunlarla, olaylarla, farklı düşüncelerle dolu devasa bir kazandır. Tarihi yazan da onu romanlaştıran da içinden seçmek zorundadır ve seçimi elbette kendi ilgi alanları, çıkarları doğrultusunda olacaktır. Benedetto Croce’nin dediği gibi, Bir tarih varsa o daima çağdaş tarihtir.

Eco’nun Ortaçağa yakıştırılan ‘Karanlık Çağlar’ yakıştırmasına karşı çıktığını biliyoruz. Siz de tezinizde bu bağlamda ‘Karanlık çağlarda ışığa duyulan ilgi’ imgesinin peşinden gidiyorsunuz. Ortaçağ-Hristiyanlık felsefesi ve dini birer imge olarak ışık-karanlık zıtlığını nasıl değerlendiriyorsunuz? Gülün Adı’nda bu temsil nasıl işleniyor?

Ortaçağ düşüncesinde “ışık” ve “karanlık” yalnız fiziksel karşıtlıklar değildir; Tanrı’nın bilgeliğiyle cehalet, hakikatle sapkınlık, ilahi aydınlanmayla dünyevi karanlık arasındaki sembolik sınırları temsil eder. Aziz Augustinus’tan Aquinas’a kadar birçok Hristiyan filozof için ışık, Tanrı’nın akılla kavranabilir düzeninin simgesidir. Karanlık ise hem insanın sınırlı aklını hem de günahın gölgesini anlatır. 476’da Batı Roma’nın çöküşünden 1000’yılına kadar olan süreçte skolastik düşüncenin hakim olduğu, Kilisenin toplumu baskıladığı, papanın tanrısal gücüne karşı gelebilecek her türlü düşüncenin, hatta oturup düşünmenin bile suç sayıldığı, Papalık ve İmparatorluk gibi iki yönetici sınıfının, dini zenginleşme aracı olarak gören papalar ile kilisenin gücünden yararlanmaya çalışan imparatorlar arasındaki erk kavgalarının da tarihte ilk kez başladığı zamandır Ortaçağ. Bu nedenle “karanlık Ortaçağ” tanımına bugün kimsenin karşı çıkabileceğini sanmıyorum. Işığa duyulan açlığa en güzel örnek, manastırların ve kiliselerin vitray desenli pencereleridir. Zaman bağlamında kurmacanın da geçtiği yani bin yılından sonraki Ortaçağ — genel olarak Batı uygarlıkları için ama özellikle de İtalya için,— kapitalizmin, komünal medeniyetin doğduğu dönemdir; dolayısıyla demokratik nitelikte bir medeniyetin başlangıcına tanıklık eder. Işığa kavuşması pusuladan dümene, gözlüğe, fermuara kadar küçük büyük her türlü buluşlar, “endüstriyel devrimler”, ilk üniversitenin kurulması (Bologna Üniversitesi- Alma mater studiorum 1088) ile tarif edilebilir. Ne var ki bu süreçte de büyük toplumsal çatışmalar, papalık çekişmeleri, hizip kavgaları hâlâ yaşanmaktaydı.

Eco ışıkla karanlık arasındaki bu kadim karşıtlığı Gülün Adı’nda tersyüz ederek ele alır. Roman boyunca manastır, bilgiye ulaşmanın hem aydınlık hem karanlık yönlerini barındırır: Labirent kütüphanenin karanlığı, bilginin gizliliğini ve yasaklanmasını simgeler; buna karşılık Guglielmo’nun akıl yoluyla hakikati arayışı, Augustinus’un “iç ışık” kavramının modern bir yansımasını hatırlatır. Bununla beraber Eco, ışığın her zaman da kurtarıcı olmadığını, bir yangın sahnesiyle “ışık” ı yıkımın ve sonunun sembolü olarak kullanır. Romanda ölüme yol açan bilginin gün yüzüne çıkması alevlerin ışığında sonsuza dek karanlığa gömülür.

Eco’nun bir söyleşisinde “Şimdiki zamanı yalnızca televizyon ekranı aracılığıyla biliyorum, oysa ortaçağın doğrudan bilgisine sahibim” dediğinden bahsediyorsunuz. Okur, Eco’nun bu sözünü nasıl yorumlamalı? Sizce yazar ne demek istiyor?

Umberto Eco’nun “Şimdiki zamanı yalnızca televizyon ekranı aracılığıyla biliyorum, oysa Ortaçağın doğrudan bilgisine sahibim” ifadesi, modern bilginin yüzeyselliğine karşı tarihsel bilginin derinliğini vurgulayan ironik bir gözlemdir. Eco burada, çağdaş dünyanın medya aracılığıyla inşa edilen bir simülasyon hâline geldiğini, dolayısıyla “şimdi”ye dair deneyimin aracısız bir gerçeklikten yoksun olduğunu ima eder. Buna karşın, Ortaçağ’a dair bilgisi -metinlere, belgelerle kurduğu ilişkiye ve onu zihinsel düzlemde yeniden inşaya dayandığı için- daha sahici, daha dolaysızdır. Bu düşünce, Gülün Adı’nın temelinde yer alan tarihsel temsile de ışık tutar: roman, geçmişi yalnızca yeniden üretmez, aynı zamanda çağdaş dünyanın hakikat algısını sorgular. Eco’nun tarihsel kurgu aracılığıyla yaptığı şey, Baudrillard’ın “simülakr” kavramını anımsatan, modernliğin görsel ve enformasyon fazlalığı içinde kaybolan anlam arayışı gibidir. Ortaçağ bilgisi yazar için sadece nostaljik bir sığınak değil, bugünün epistemolojik kırılmalarını çözümlemenin bir aracı konumundadır.

 Diyanet’te MÜSDAV neşteri -Mustafa Bildircin- 

Diyanet’e ait MÜSDAV’ın yönetimine, Erbaş döneminin bürokratları getirildi. Başkan vekilliği koltuğuna oturan ismin, İsmailağa Cemaati’ne yakın olduğu öne sürüldü.

Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olan ve Diyanet Vakfı ile birlikte, “Diyanet’in kara kutusu” olarak nitelendirilen kuruluşlardan olan Uluslararası Müslüman Topluluklarla Dayanışma Vakfı’nda (MÜSDAVyönetim değiştirildi. Yeni yönetimde, eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’a yakın isimlere yer verildiği öğrenildi.

MÜSDAV’ın yeni başkanı, Erbaş döneminin vazgeçilmeyen isimlerinden Fatih Mehmet Karaca, Başkanvekili ise Bünyamin Albayrak oldu. MÜSDAV’ın yeni yöneticilerinin, hakkındaki soruşturma dosyası nedeniyle Diyanet’ten 48 yaşında apar topar emekli olan Haydar Bekiroğlu ile yakın arkadaş oldukları belirtildi. EMANET ERBAŞ EKİBİNDE Diyanet kaynakları, MÜSDAV yöneticileri Karaca ve Albayrak’ın, Erbaş döneminde başkanlıkta üst düzey görevlerde bulunduğunun altını çizerek, “Bu görevlerden sonra her iki isim yine Erbaş döneminde aylık 7 bin avro, güncel kurla yaklaşık 350 bin TL ile yurt dışı teşkilatında Din Hizmetleri Müşaviri olarak görev yaptılar” dedi. MÜSDAV’ın tüm idari işlerinin başkan vekili üzerinden gerçekleştirildiğini ifade eden Diyanet kaynakları, “Daha önce bu görevi Haydar Bekiroğlu yürütüyordu. Şimdi ise Bünyamin Albayrak yürütecek. Vakıf, ‘Erbaş ekibine’ emanet edilecek” diye konuştu.

İSMAİLAĞA DETAYI

MÜSDAV Başkanvekili Albayrak’ın İsmailağa Cemaati ile irtibatlı olan Yeşil Cami mezunu olduğunu vurgulayan Diyanet kaynakları, şunları söyledi: “MÜSDAV yönetiminin belirlendiği genel kurula Safi Arpaguş katılmayarak herkesi şaşırttı. Başkanın hasta olduğu için genel kurula katılmadığı söylense de genel kuruldan bir gün sonra İstanbul’da Cumhurbaşkanlığı kültür sanat üyeleri ile bir araya geldiğini öğrendik. MÜSDAV hakkında çok sayıda usulsüzlük iddiaları var. Safi Bey iyi bir miras bırakmak ve kurumdan helallik alıp gitmek istiyorsa bu konuların üstüne gitmeli. Hakkında usulsüzlük iddiası olan birinin emekli olup her şeyden kurtulması adaletin yerlere düşmesine sebep olur. Yetkili makamlar susar ve işlem yapmazlarsa bu vebal gerçek hesap gününde karşılarına çıkacaktır. MÜSDAV, Diyanet’e büyük zarar veren yapıdan yine aynı arkadaş grubunun eline geçti. Tarih bunu affetmeyecek.”

***

 Havalimanında dikiş tutturamadılar -Mustafa Bildircin- 

Hatay Havalimanı’nın onarımına yapılan harcamalara yenisi eklendi. Havalimanının terminal binasının, “Islak zemin revizyonu işi”, AKP’den Belediye Meclisi adayı olan Serdem Gümüş’ün şirketine 15,3 milyon TL’ye verildi.

    Depremde kullanılamaz hale gelen havalimanı için 2023 ve 2024 yıllarında toplam 5,6 milyar TL harcanmıştı. (Fotoğraf: AA)

Hatay Havalimanı 2007 yılında, AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın başbakanlığı döneminde açıldı. Havalimanı’nın ÇED olumsuz raporlarına ve uzmanların uyarılarına karşın Amik Gölü kurutularak inşa edilmesine uzmanlar tepki gösterdi. Akademisyenlerin ve Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın da itirazları dikkate alınmadan inşa edilen havalimanını 2012 ve 2019 yıllarına iki kere su bastı.

Uzmanların itirazları, 6 Şubat 2023 tarihli depremlerde çıkan tablo ile acı şekilde ortaya konuldu. İntaş İnşaat ve YDA’nın, Amik Ovası’nda kurutulan 2 bin dekar arazi üzerine inşa ettiği Hatay Havalimanı, 6 Şubat 2023 tarihinde yaşanan depremlerde kullanılamaz hale geldi.

BİTMEYEN ONARIM

Depremde pisti, sarsıntının etkisiyle tam ortasından ikiye bölünen Hatay Havalimanı’nın onarımı için 2023 ve 2024 yıllarında toplam 5 milyar 600 milyon TL kaynak kullanıldı. Toplam 5,6 milyar TL’lik harcamaya karşın havalimanı tam anlamıyla onarılamadı. Hatay Havalimanı’nın pisti ile apron Havalimanında dikiş tutturamadılar Hatay Havalimanı’nın onarımına yapılan harcamalara yenisi eklendi. Havalimanının terminal binasının, “Islak zemin revizyonu işi”, AKP’den Belediye Meclisi adayı olan Serdem Gümüş’ün şirketine 15,3 milyon TL’ye verildi ve taksi yollarının onarımı için 2025 yılının Ocak-Eylül döneminde de milyarlarca liralık harcama gerçekleştirildi.

YENİ İHALE

Pist ve terminal binası 6 milyar TL’lik harcama ile onarılan havalimanı için yapılan harcamalara 25 Kasım’da bir yenisinin daha eklendiği öğrenildi. Hatay Havalimanı Müdürlüğü 14 Kasım’da, “Hatay Havalimanı Terminal Binası Islak Hacim Revizyonu İşi” ihalesi düzenledi. Pazarlık yöntemiyle düzenlenen ihalede üç şirketten teklif alındı.

Hatay Havalimanı Müdürlüğü’nün 15 milyon 340 bin TL yaklaşık maliyet hesabı çıkardığı ihale, yalnızca 40 bin TL’lik avantajlı teklifle sonuçlandı. SG Bina Yapı Dekorasyon isimli şirketin ihaleye 15 milyon 300 bin TL’lik teklif verdiği belirtildi. Şirket ile havalimanı müdürlüğü arasında sözleşme imzalandı.

AKP’DEN ADAY

Hatay Havalimanı’nın 15,3 milyon TL’lik ihalesini alan şirketin sahibinin, Mart 2019’daki yerel seçimlerde Hatay Arsuz Belediyesi Belediye Meclisi için AKP’den aday olduğu bildirildi. AKP’den Belediye Meclisi Adayı olan şirket sahibi Gümüş, CHP’nin Arsuz’da belediye meclisindeki çoğunluğu alması nedeniyle seçilemedi.

***

 Fosil yakıt devleri Diyarbakır’ı kuşattı: Her aşaması yok ediyor!-Ebru Çelik- 

Diyarbakır’da petrol ve kayagazı çıkarma yöntemi olan hidrolik kırma projeleri hızla artıyor. ÇED’siz ruhsatlarla genişleyen alanlar, Dicle Havzası ve Hevsel Bahçeleri için ekolojik yıkım tehlikesi yaratıyor.

Hidrolik kırma (fracking) yöntemi, ABD başta olmak üzere birçok ülkede yasaklanmasına rağmen Diyarbakır’da hızla artıyor. Kaya gazı ve sıkışmış petrol rezervlerine ulaşmayı amaçlayan bu yöntem, uzmanlar tarafından “ekolojik yıkımın en agresif biçimi” olarak tanımlanıyor.

Sadece 2023’ten bu yana petrol ve kaya gazı çıkartma projeleri için toplamda 121 bin 522 hektarlık alan için ÇED gerekli değildir kararı alındı ya da ÇED süreci başlatıldı. Aynı dönemde 76 projeye ÇED muafiyeti verildi.

En yoğun faaliyet 16 projeyle Sur ilçesinde yürütülüyor. Bismil’de 12, Çınar’da 10, Silvan’da 7, Ergani’de 6 proje aktif. Projeleri TPAO, Çalık Holding ve kendi ülkesinde yasaklı olmasına rağmen Türkiye’de faaliyet gösteren ABD’li TransAtlantic yürütüyor. Son olarak Shell de Çalık’la ortaklığa girerek projelerin yüzde 30’unu aldı.

BARAJLAR MADEN İÇİN

Hidrolik kırmanın yerin derinliklerinde kayaçları kırma ve içerisindeki gazı ve petrolü çıkarma işlemi olduğunu hatırlatan Polen Ekoloji Kolektifi’nden Umut Şener, hidrolik kırmanın suya bağımlılığına dikkat çekti. Şener, “Bir kuyu için 10 ila 30 milyon litre tatlı su harcanıyor. Bu nedenle barajlar, fracking için altyapı haline getiriliyor; devlet suyu tutuyor, şirketlere veriyor” dedi. Diyarbakır’ın baraj, su altyapıları, petrol-gaz çıkma faaliyetleri ve metal madenciliğinin kuşatması altında olduğunu belirten Şener, “Bu tablo, Dicle Havzası ve Hevsel Bahçeleri için geri dönüşü olmayan bir tehdit anlamına geliyor” dedi.

Dicle’nin hem kirlilik hem de hukuki belirsizlik nedeniyle alarm verdiğini belirten Diyarbakır Barosu’ndan Avukat Ahmet İnan,  Nehrin Bismil–Hevsel arasındaki 100 kilometrelik kısmı resmen nehir statüsünde olmadığını hatırlattı. İnan, “Bu nedenle bölge kum ocakları, fabrikalar ve tarım kimyasallarıyla kuşatılmış durumda. Su, gözle görülür şekilde köpüklü ve kirli; bazı noktalarda kuruyarak toprağa dönüştü. Baro, Dicle’nin nehir statüsüne alınması için başvuru yaptı ancak idare yasal sürede yanıt vermedi” ifadelerini kullandı.

SÖMÜRGE POLİTİKASI

“Bu yatırımlar, Türkiye’nin enerjisi değil; şirketlerin sömürge politikasıdır” diyen Polen Ekoloji Kolektifi’nden Derya Sever, Diyarbakır’da ekosistemi tehdit eden hidrolik kırmanın doğurduğu riskleri şöyle özetliyor:

• Aşırı su tüketimi ve 600’den fazla toksik kimyasal nedeniyle yeraltı suları zehirleniyor.

• Tarım alanları tahrip ediliyor, gıdaya erişim tehlikeye giriyor.

• Bölge halkı kamulaştırma ve ruhsat genişletme politikalarıyla mülksüzleştiriliyor.

• Kimyasallar işçiler ve yerel halk için ciddi sağlık riski yaratıyor.

• Ekosistem bozuluyor, biyoçeşitlilik geri dönülmez biçimde yok oluyor.

SAHALAR ARTIYOR

Hidrolik kırma yöntemi Diyarbakır, Siirt, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ'a kaya gazı ve petrol gazı / petrol projeleri olarak öne çıkıyor. En fazla Diyarbakır'da yaygınlaştırılıyor. Öne çıkan sahalar ise şöyle; Diyarbakır Mermer-1 sahası: Yerin 3 bin 500 metre altında sondaj çalışmalarıyla başlamış bir öncü saha olarak tanımlanıyor. 2023’ten günümüze araştırılan ÇED gerekli değil ya da ÇED süreci başlayan projeler:

• İyicek - 1RS Kuyusu: Sur İlçesi, Ağaçlıdere Mahallesi: 15 bin 214 hektar

• Akçay 1 - Silvan İlçesi, Kumluk Mahallesi - Ruhsat Alanı: 7 bin 221 hektar

• Sur İlçesi Yenievler Mahallesi - Ruhsat Alanı: 15 bin 240 hektar

• Sur İlçesi, Mermer Mahallesi - Ruhsat Alanı: 15 bin 231 hektar

• Bismil İlçesi Işıklar Köyü Mevkii - Ruhsat Alanı: 4 bin 380 hektar

• Sur İlçesi Yenievler - Ruhsat Alanı: 11 bin 861 hektar

***

 TÜİK verileri: Gerçek işsizlik yüzde 29,6'ya yükseldi 

TÜİK'in açıkladığı verilere göre, zamana bağlı eksik istihdam, potansiyel işgücü ve işsizlerden oluşan atıl işgücü oranı ekim ayında bir önceki aya göre 1,1 puan artarak yüzde 29,6 oldu. 15-24 yaş grubunu kapsayan genç nüfusta işsizlik oranı bir önceki aya göre 0,6 puan artarak yüzde 15,6'ya yükseldi.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), ekim ayına ilişkin iş gücü istatistiklerini açıkladı.

Buna göre, Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı yaş grubundaki işsiz sayısı, ekimde bir önceki aya kıyasla 27 bin azalışla 3 milyon 33 bin kişi olarak belirlendi. İşsizlik oranı, 0,1 puan azalışla yüzde 8,5 seviyesinde ölçüldü.

İşsizlik oranı erkeklerde yüzde 7, kadınlarda yüzde 11,3 olarak kayıtlara geçti.

GENÇ NÜFUSTA İŞSİZLİK YÜZDE 15,6

15-24 yaş grubunu kapsayan genç nüfusta işsizlik oranı bir önceki aya göre 0,6 puan artarak yüzde 15,6 oldu. Bu yaş grubunda işsizlik oranı; erkeklerde yüzde 12,9, kadınlarda ise yüzde 20,6 olarak tahmin edildi.

FİİLİ ÇALIŞMA SÜRESİ 42,2 SAAT OLDU

İstihdam edilenlerden referans döneminde işbaşında olanların, mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış haftalık ortalama fiili çalışma süresi ekim ayında bir önceki aya göre 0,7 saat azalarak 42,2 saat olarak gerçekleşti.

ATIL İŞGÜCÜ ORANI YÜZDE 29,6 OLDU

Zamana bağlı eksik istihdam, potansiyel işgücü ve işsizlerden oluşan atıl işgücü oranı ekim ayında bir önceki aya göre 1,1 puan artarak yüzde 29,6 oldu. Zamana bağlı eksik istihdam ve işsizlerin bütünleşik oranı yüzde 20 iken işsiz ve potansiyel işgücünün bütünleşik oranı yüzde 19,5 olarak tahmin edildi.

***

 Çetelerin cirit attığı Kıbrıs’ta güvenlik krizi -Gözde Bedeloğlu- 

Kuzey Kıbrıs uzun zamandır sanal bahis, kumarhane ve kara para aklamada dünyanın önemli merkezlerden biri olarak anılıyor. KKTC’nin uluslararası hukukun dışında, tanınmayan ve denetimden yoksun bir devlet oluşu bu kirli düzeni maalesef ki besliyor ve destekliyor. Son dönemde artan kurşunlama, kundaklama ve tehdit olayları Kıbrıslı Türkler arasında ciddi bir güvensizlik duygusu yaratmış durumda. Toplum, suç üssüne dönüşen adadaki güvenlik sorununa çözüm beklerken, hükümet, haziran ayında çıkardığı yeni ‘Şans Oyunları Yasası’ ile kumarhane izni verilmesindeki sınırlamaları kaldırmıştı. Kara para aklama, bilgi saklama, kayıt tutmama gibi suçlarda hapis cezası yerine 5 bin Euro idari para cezası getirilmişti. Kuzey Kıbrıs’ta, mafya ve çetecilik faaliyetleri artarak devam ederken, şiddet ve tehdit içerikli olaylarda artış gözleniyor. Bunun son örneği, adada yayınlanan Özgür Gazete’nin Genel Yayın Yönetmeni Pınar Barut ve ailesinin, kimliği belirsiz kişiler tarafından ölümle tehdit edilmesi oldu. Gazeteci Barut’un cep telefonuna gönderilen mesajlarda gazetesinin yakılacağı ve kurşunların konuşacağı yazıldı. Birgün’e konuşan Pınar Barut, mesajların ABD ile bağlantılı SIM kartlar üzerinden ve Sinan Ateş cinayetinin azmettiricisi Doğukan Çep’in lakabı olan ‘Dodo’ ismiyle gönderildiğini söyledi.

SON ÜÇ AYDA DÖRT GAZETECİYE ÖLÜM TEHDİDİ

Pınar Barut ile birlike son üç ayda dört Kıbrıslı gazeteci, Türkiye bağlantılı çeteler ya da onların isimlerini kullanan kişiler tarafından tehdit edildi. Eylül ayında Kıbrıs Postası Dijital Yayınlar Koordinatörü Canan Onurer yaptığı bir haber nedeniyle hedefe kondu. Türkiye’den Kıbrıs’ın kuzeyine turist vizesiyle gelen ve suç işledikten sonra adadan deport edilen kişiler, haklarında çıkan haber kaldırılmazsa Onurer’i öldürmekle tehdit etti. Gönderilen mesajlarda Türkiye’de faaliyet gösterdiği bilinen Daltonlar çetesinin liderinin adı kullanılmıştı. Çete, sonrasında Onurer’e ulaşarak, bunu yapanın kendileri olmadığını iddia etti. Ekim ayında, Yenidüzen Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mert Özdağ ile Yazı İşleri Müdürü Ertuğrul Senova, gazeteye bırakılan ve ‘Türk İntikam Tugayı’ imzalı bir mektupla tehdit edildi. Gazetecilere, “böyle giderse sonunuz gelecek” dendi. 1970’lerden itibaren Türkiye’de faaliyet gösteren Türk İntikam Tugayı (TİT) kendisini ‘komünizmle mücadele eden’ bir örgüt olarak tanımlıyor. Özellikle 70’lerin sonunda çok sayıda sol görüşlü aydın, gazeteci, akademisyen, öğrenci ve siyasetçiyi hedef alan saldırılarla biliniyor. Her ne kadar 80 askeri darbesinden sonra örgütün faaliyetlerini durdurduğu gözlemlense de 1998 yılında, dönemin İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal’a suikast girişiminde bulunan iki tetikçinin azmettiricisinin bir TİT üyesi olduğu mahkeme kayıtlarına geçmişti. 6 Temmuz 1996’da, evinin önünde öldürülen Yenidüzen yazarı Kutlu Adalı cinayetini, gazeteyi arayan TİT üstlenmişti.

CASPER-DALTON-REDKIT TETİKÇİLERİ ADADA

Gazetecilerin ardı ardına ölümle tehdit edildiği Kuzey Kıbrıs’ta güvenlik sorunu ciddi boyutlara ulaşmış durumda. Birgün’e konuşan gazeteci Pınar Barut, Türkiye’deki faaliyetleriyle bilinen Casperlar, Daltonlar ve Redkitler gibi çetelerin Kıbrıs’ın kuzeyine tetikçilerini gönderdiğini, silahların tırlara yüklenerek limandan adaya sokulduğunu ve 18-20 yaşlarındaki tetikçiler tarafından kurşunlama ve kundaklama gibi saldırılarda kullanıldığını söyledi. Bölgede yıllardır etkili olan kumarhane, gece kulübü ve sanal bahis mafyasına son zamanlarda oto galerileri de eklenmiş durumda. Mahalle aralarında açılan, içi lüks arabalarla dolu galerilerdeki araçların birçok kez satıldığı ve bu yöntemle kara paranın aklandığına dair ciddi iddialar var. Galerilere yönelik saldırıların sonuncusu üç gün önce Girne’de yaşandı. Türkiye’de 14-20 yaş arası çocuk ve gençleri silahlı saldırı, kundaklama gibi olaylarda kullandığı bilinen Casperlar çetesi üyesi olduğu tespit edilen dört kişi bir oto galerideki araçları ateşe verdi. Zanlılar, olaydan üç gün önce, 22 Kasım’da, Ercan Havalimanı’ndan ülkeye turist vizesiyle girmiş. Kuzey Kıbrıs İçişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamaya göre ocak ayından bu yana Türkiye’den adaya, adam öldürme ve yaralama amacıyla gönderilen silahlı saldırgan sayısı 9, kundaklama amacıyla gönderilen kişi sayısı ise 4 olmak üzere toplam 13 kişi tutuklandı. Kuzey Kıbrıs’ta suç işleyen çete üyeleri Türkiye’den gelenlerle de sınırlı değil. Nitelikli dolandırıcılık suçundan Çin makamlarına iadesi amacıyla hakkında kırmızı bülten çıkarılan Çin uyruklu bir kişinin Kuzey Kıbrıs’ta olduğu tespit edili.

SUÇLULAR TURİST VİZESİYLE ÜLKEYE GİRİYOR

Güvenlik sorununda kritik bir aşamaya gelindiği görülüyor. Turist vizesiyle ülkeye giriş yaptıktan sonra, kolaylıkla temin ettikleri ya da yanlarında getirdikleri silahlarla, kundaklamadan kurşunlamaya kadar çeşitli saldırı olaylarına karışan kişi sayısındaki artış, sınır kapılarında gerekli önlemlerin alınmadığının kanıtı. Yaşananlar, onlarca yıl öncesinden başlayan ve oto galeri, kumarhane, sanal bahis ofisi, gece kulübü ile artık ülkenin her bir mahallesine sinip yerleşmiş mafya düzeninin ağır bir sonucu. Bunun yanında ülkede yıllardır nüfus sayımı yapılmıyor. Türkiye ve dünyanın çeşitli yerlerinden kaç kişinin adaya gelip yerleştiği, topluma hizmetle yükümlü hükümetin bütçesini neye göre belirlediği tam bir muamma. Örneklerini gördüğümüz gibi gazetecilere yönelik tehditlere her geçen gün yenisi ekleniyor. Toplum, adaya suçlu yağmasına engel olunmamasına tepkili. İçişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamadan öğreniyoruz ki, çok sayıda silah ve tetikçinin giriş yaptığı Girne Limanı’na X-ray cihazı daha yeni kurulmuş ve termal kameralar ile yüz tanıma sisteminin de gelmesi bekleniyor.

GAZETECİLERİN GÜVENLİĞİNDEN TÜRKİYE SORUMLU

‘Suç cenneti’ tarifiyle dünyanın önemli kara para aklama merkezlerinden biri olarak anılan Kuzey Kıbrıs’ta güvenlik politikalarının ciddiyetle ele alınması gerektiği açık. Bu noktada hatırlatmakta fayda var. Kuzey Kıbrıs’ta polis teşkilatı Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı ve başında Türkiye’den atanan bir komutan var. O da Türkiye Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı. Dolayısıyla, iç güvenlik ve Türkiye menşeli çeteler tarafından ölümle tehdit edilen gazetecilerin korunmasıyla ilgili Türkiye’nin de büyük sorumluluğu var. Ancak bu noktada geçmişte iyi bir sınav verilmiş değil. Hatırlayacaksınız, Kıbrıslı gazeteci Ayşemden Akın, nisan ayında Hollanda’ya giderek, silahlı saldırı sonucu öldürülen kumarhane patronu Halil Falyalı’nın kasası olarak bilinen Cemil Önal’la konuşmuş ve Kıbrıs’tan Türkiye, Dubai ve diğer pek çok ülkeye uzanan yasadışı bahis ve kara para organizasyonunun Falyalı sonrası da devam ettiğini ortaya koymuştu. Ölümle tehdit edilen Akın’a, avukatının defalarca talep etmesine rağmen, yakın koruma verilmemişti. Yine 2018 yılında, Türkiye’nin Afrin’e yönelik gerçekleştirdiği ‘Zeytin Dalı’ harekatını ‘işgal’ benzetmesiyle eleştiren Afrika Gazetesi’nin önünde Ülkü Ocaklarının liderlik ettiği bir grup toplanmış ve gazete çalışanlarına taş ve sopalarla saldırmışlardı. Polis, bu linç girişimi karşısında da etkisiz ve yetersiz kalmıştı.

MAFYA DÜZENİ ONLARCA YILDA İNŞA EDİLDİ

Gazetecilerin son günlerde çete üyeleri tarafında ard arda tehdit edilmesinin de, sınır kapılarındaki silah ve tetikçi girişinin engellenememesinin koşulları da yıllar boyu inşa edilen mafya-kara para düzeninin bir sonucu. Sedat Peker’den Alaattin Çakıcı’ya, oradan ‘yeni nesil’ olarak tabir edilen Casperlara, Daltonlara, Redkitlere varan ve aslında 50’lerin sonundan beri, Türkiye’den adaya transferi hiç eksilmeyen bu karanlık kişi ve gruplar, bugün Kuzey Kıbrıs’ta sadece gazeteciler için değil toplumun tamamının güvenliği adına büyük tehdit oluşturuyor. Ve madem ki polis teşkilatı Kıbrıslılara değil de Türkiye’ye ve askerine bağlıdır, o halde bu suçla çevrilmesine göz yumulmuş adanın güvenliği için ilk kapısı çalınması gereken de odur.

 İşsize, yoksula, gence prim darbesi -Osman Öztürk- 

AKP’nin iktidara geldiği 3 Kasım seçimlerinden iki hafta sonra, 17 Kasım 2002’de Acil Eylem Planı açıklandı. Planda bir yıl içinde Genel Sağlık SigortasıGSS sistemi kurulacağı vaadi de yer alıyordu.

Bir yıl içinde değil ama 31 Mayıs 2006’da 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu Meclis’te kabul edildi, GSS 1 Ekim 2008 tarihinden itibaren yürürlüğe girdi, 1 Ocak 2012’den itibaren de bütün vatandaşların GSS’li olması zorunlu oldu.

AKP’ye göre GSS büyük bir devrimdi. Artık Türkiye’de yaşayan her vatandaş, üstelik ömür boyu sağlık güvencesine kavuşuyordu. Böylece kimsenin “Hastalandığımda bana kim bakacak?” diye endişelenmesine gerek kalmamıştı. Devlet GSS kapsamındaki herkese, yani bütün T. C. vatandaşlarına, hem de ücretsiz olarak bakacaktı.

Yalnız bir şart vardı. GSS primli bir sistemdi. Yani bir vatandaşın GSS’li olabilmesi için prim ödenmesi gerekiyordu.

Peki bu nasıl olacaktı?

Bir işverene bağlı olarak çalışan işçiler ve memurların GSS primlerini eskiden SSK ve Emekli Sandığı’nda olduğu gibi işverenleri ödeyecekti. Keza bağımsız çalışanlar, eski Bağ-Kur’lular için de durum değişmeyecekti. Sigortalıların 20 yaşını geçmemiş lise mezunu, 25 yaşını geçmemiş üniversite mezunu ya da öğrencisi olan çocukları da anne, babalarının üzerinden GSS’li olacaktı. Keza 18 yaş altındaki çocuklar da, anne veya babası GSS’li olmasa da GSS’li sayılacaktı.

Peki yoksullar ne olacaktı? Kanuna göre onların primlerini devlet ödeyecekti. Yalnız bunun için yoksulların yoksul olduklarını devlete kanıtlamaları, bunun için de “Gelir Testi” yaptırmaları gerekiyordu. Bu testle haneye giren maaş, kira, yardım, ne kadar para varsa hesaplanacak, sonra bulunan para hanedeki kişi sayısına bölünecekti. Eğer çıkan rakam brüt asgari ücretin üçte birinden az ise vatandaş yoksulluğunu devlete kabul ettirebilecekti.

Bugünkü rakamlarla konuşursak diyelim ki bir ay boyunca haneye giren para mevcut brüt asgari ücret kadar, yani 26.005 TL olsun. Eğer o evde dört kişi yaşıyorsa kişi başına 6.501 TL düşeceğine göre yoksulluk testini geçeceklerdi. Yok, evde üç kişi yaşıyorsa kişi başına gelirleri 8.668 TL olacağı için yoksulluk testinden sınıfta kalacaklardı.

Bu durumda her ay prime esas kazancın yüzde 3’ü kadar, yani kişi başına düşen 8.668 TL’nin 780 TL’sini her biri GSS primi olarak ödeyecekler, geriye kalan 7.888 TL ile de ay boyunca zengin bir hayat süreceklerdi.

Kanun, Cumhurbaşkanı’na bu yüzde 3 oranını yüzde 12’ye, yani dört katına kadar arttırma yetkisi de vermişti.

∗∗∗

AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan işte bu yetkisini geçtiğimiz Cuma günü kullandı. Resmi Gazete’de yayınlanan Cumhurbaşkanlığı Kararı ile GSS primlerini kendileri ödemek zorunda olanlar için prim oranı iki katına, yüzde 6’ya çıkarıldı.

Kararın yürürlüğe gireceği 1 Aralık 2025’ten itibaren her ay 780 TL değil, 1.560 TL ödemek zorundalar. Yılbaşında asgari ücrete zam gelince bu miktar da o zam oranında artacak.

Bu arada zaman zaman çıkan “GSS borçlarına af geliyor”, “GSS borçları  erteleniyor” türü haberlere güvenenleri de uyarmış olayım.

Birincisi, tahsil edilmeyen GSS borçları ancak aradan on yıl geçtikten sonra siliniyor. Yoksa siz ödemeseniz de, bu arada hastaneye gitmeseniz de o borç, borç olarak duruyor. Üstüne de faiz işliyor.

İkincisi, 5510 Sayılı Kanun'a göre altmış gün ve daha fazla prim borcu olan Bağ-Kur’lular ve primini kendi ödeyenlerin normalde GSS’nin sağladığı sağlık hizmetlerinden yararlanma hakları yok. Yani hastanelerde ücretli olarak muayene olmaları gerekiyor. Ancak yaklaşık on milyon yurttaş GSS borçlusu olduğu için iktidar doğacak tepkileri göze alamıyor. Bunun için de yıl sonuna doğru yayınlanan Cumhurbaşkanlığı Kararı ile bir yıl daha Sağlık Bakanlığı ve üniversite hastanelerinden hizmet almalarına izin veriliyor. Özel hastanelerden GSS’li olarak yararlanamıyorlar, ilaçlarını da kendi ceplerinden ödeyerek alabiliyorlar.

Uygulama yıllardır böyle devam ediyor ama yasal bir güvencesi yok. Her şey Cumhurbaşkanı’nın iki dudağı arasında.

∗∗∗

Neticede geçtiğimiz Cuma günü yayınlanan Cumhurbaşkanlığı kararı ile hem primini kendi ödeyenlere ek bir yük binecek hem de primini ödeyemeyen GSS borçlularının sayısı daha da artacak.

En çok da işsizler, yoksullar ve eğitim hayatını bitirip çalışacak bir iş bulamayan gençler mağdur olacak.

/././

BİRGÜN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -28 Kasım 2025-

 Kara değil kızıl cuma!  Kapitalist tüketim çılgınlığının simge günlerinden Black Friday (Kara Cuma) küresel eylemlerle sarsılacak. Amazon v...