Milyarderlerin vergisi silinirken Şimşek hangi hedefi tutturdu?-Uğur Zengin-
Ford işçileri, 2023 yılına ABD’de grevdeyken Ford CEO’su “Birleşik Otomobil İşçileri’nin taleplerini karşılamanın şirketi iflasa sürükleyeceğini” iddia ediyor ve dünyanın en büyük sermaye yayını Wall Street Journal bu iddiayı destekliyordu. Grev bitti, işçiler grevle kısmi kazanım elde etti. Yıllık maaşı 21 milyon dolar olan CEO’nun yalanı kısa sürede faş oldu. “Grev iflasa sürüklüyor” dediği şirket o yıl 4.3 milyar dolar net kâr elde etti.
Aslında Türkiye’deki küresel otomobil şirketlerinin ücret politikasını belirleyenler Koç Holding başta olmak üzere yerli büyük sermaye ve küresel milyarderlerdir. Otomobil işçilerinin reel ücretleri küresel düzeyde dibe doğru gidiyor.
Eğer ABD’li otomobil işçileri 2023-2027 yılları arasında toplam yüzde 46’lık bir ücret zammı elde edebilseydi, saatlik reel ücretleri 2003 yılında aldıkları ücretten yüzde 5 düşük (Yıllık yüzde 2 enflasyon oranında) olacaktı. Dolayısıyla birincisi, küresel düzeyde ücretlere ve üretim adetlerine yön veren küresel tekellerden dünya işçilerinin alacağı var.
Bu yüzden Türkiye’deki bir Ford işçisi, Ford işçi bültenine gönderdiği mesajda şunları söylüyor: “Merhaba, 13 bin 645 TL yattı. 8 bin 500 TL kredi ödedim. Eve ufak tefek bir şeyler aldım. Oğlumun anaokulu ve kitap ücretini ödeyemiyorum. 2 bin 650 TL. Ben şimdi gururla mı söylemeliyim Ford Otosan’da çalışıyorum diye? Benden 1 sene önce giren adamla benim aramda 18 bin TL fark var. Benden 1 sene sonra giren elemanla aramdaki fark 3 bin TL. Akıl alır gibi değil.”
İşçiler geçinemiyor ve söyledikleri ücretlerin reel olarak düşmeye devam ettiğini gösteriyor. MESS sözleşme süreci devam ediyor. İşçilerin büyük çoğunluğu ortalama ücretin altında ücret alıyor ve gençler. Dolayısıyla evet, anaokulundaki çocuğuna kitap alamıyor, kendisinden önce işe giren ile arasında büyük ücret uçurumu var.
Bu uçurumu kapatmanın yolu ve yöntemleri bellidir. Ancak bir de milyarderlerle ücretli emek arasındaki makası açmaya yemin etmiş ‘sefiller’ var.
Tutanlar ve sapanlar
Öyle ki siyasal iktidar vergiyi ücretli emekten alıyor. Bu yılın başında şirketlerden toplayacağını ilan ettiği 1.6 trilyon TL kurumlar vergisinin yalnızca 868 milyar TL’sini tahsil etti. Yılın ilk 10 ayında halka verdiği taahhüdün yalnızca yüzde 53’ünü gerçekleştirdi. Geçtiğimiz yıl da aynı bakan 1.2 trilyon TL kurumlar vergisi toplanacağını açıklamış, yalnızca 890 milyar TL kurumlar vergisi toplamıştı. Yani kurumlar vergisinde iktidar hedefi tutmadı, tutmuyor. Bu yılın ilk 10 ayında hedeften yüzde 45.7 sapıldı, geçtiğimiz yıl sapma oranı ise yüzde 25.8.
Bir de pozitif sapılan hedefler var. 2024’te 1.1 trilyon TL gelir vergisi toplamayı hedefleyen iktidar 1.5 trilyon TL gelir vergisi topladı. Gerçekleşme oranı: yüzde 128.5! Bu yıl ise hedef henüz ekim ayında aşıldı. Geçtiğimiz yıl ocak-ekimde yüzde 77 olan gerçekleşme oranı bu yıl yüzde 105.7’ye çıktı. İktidar, yılın bitimine henüz 2 ay varken, gelir vergisi hedefini 121.2 milyar TL aşmış oldu.
İktidarın da Merkez Bankasının da ‘tahminleri’ arasında yanılgıya düşmediği en büyük kalem gelir vergisi olmalı.
Kurumlar vergisinde toplanması gereken 768.6 milyar TL ise toplanamayacak. Buna bir de bu yıl için istisna edilen (yani vazgeçilen) 701 milyar lira kurumlar vergisini ekleyin.
Ford Otosan’a büyük indirim
Şirketlerin vergisizleştirildiği gerçeği tekrar tekrar görülüyor. Örneğin, Ford Otosan’ın yılın ilk 9 ayında ödediği vergi, gelirine oranla yalnızca yüzde 1.17. 582.3 milyar TL geliri olan şirket yalnızca 6.8 milyar TL vergi ödedi.
Şirkete sağlanan (Binbir yolu var) vergi indirimi tutarı da bu 9 ayda 10.6 milyar TL. Yani ödediğinden fazlası zaten şu ya da bu yolla siliniyor.
Şimdi işçilerin gelir vergisi yüzde 15’te sabitlensin talebini düşünün. Mümkün mü? Şimdi karşı karşıya koyun: Küresel ekonominin en büyük şirketleri, dünyanın en çok gelir elde eden ahtapotlarının Türkiye kolları gelirine oranla yüzde 1 vergi veriyor. Çocuklarının anaokulu kitabının bedelini ödeyemez hale getirilmiş işçi “Vergi oranım yüzde 15’e çekilsin” diyor.
Bir yanda milyarlar kazanan ve neredeyse vergi ödemeyen küresel tekeller; diğer yanda reel ücreti eriyen, vergi yükü artan, geçinemeyen işçiler var.
Bu koşullarda işçilerin ücret uçurumlarının kapatılması, vergi yükü kompozisyonunun değişmesi ve kârdan alınan payın artırılması çağrısı yalnızca haklı değil, aynı zamanda ekonomik gerçeklerle tamamen uyumlu bir zorunluluk haline geliyor.
Milyarderlerin vergiden muaf tutulduğu, işçilerin ise en düşük ücretten bile yüksek vergi kesintisiyle ezildiği bu sistem aynı zamanda öfkeyi büyütüyor, termometre ısınıyor.
/././
MEB'den bir itiraf daha: Tatiller sınıfsal, çocuklara yaşam imkanı sağlamıyoruz -Adnan Gümüş-
Milli Eğitim Bakanının susma hakkı da olur mu, onu bilemiyorum, ancak her konuşmasında bir eksiklik, yanlışlık, başarısızlık itirafı geliyor. J. J. Rousseau gibi bir “İtiraflar” kitabı yazsa da -yaptıklarını yazsa yeter- hangi yanlışların yapılmayacağını görebilsek.
Bakan Tekin’in son itirafı ara tatillerle ilgili, Mardin’de gazetecilere yaptığı açıklamada şöyle diyor: “Çocuk tatil sonrasında tekrar okula gitmek istemiyor. Yine, öğretmenlerimiz ‘Ara tatil sonrası çocuğun okula adaptasyonu zor oluyor’ diyor. Bu konuda iki yıldır, analiz yapıyoruz. Bu yıl da yapacağız. Ondan sonra değerlendireceğiz”.
Ara tatilleri 2017’de ilk Eğitim Sen dillendirdi
MEB’in eğitim öğretim yılı tatil takvimi düzenlemesi Eğitim Sen’in önerisiydi. Eğitim Sen, 2017’deki müfredat değişikliğine ilişkin açıkladığı raporunda “Akademik takvimin 7 haftadan oluşan 5 döneme ayrılmasını, ek ara tatillerin kasım ve nisan aylarında olmasını” talep etmiş, ara tatillerin “Öğrencilerin verimini ve motivasyonunu artıracağını” belirtmişti. Bu öneride ve ilgili raporun hazırlanmasında ben de yer almıştım.
Ara tatilin anlamı öğretmen, çocuk, anne baba, patron için başka başka
MEB, ek ara tatil kararını 2019’da aldı. 28 Kasım 2019’da ilk ara tatil uygulamasında öğretmen arkadaşların görüşlerine başvurmuş ve bu köşeye etkilerinin her biri için farklı farklı olduğunu yazmıştım.
Öğretmen izlenimlerine göre,
“Öğrenci motivasyonu açısından, öğrencilerin birinci sınavların hemen arkasından başlayan derslere nazaran daha bir toparlanmış yeni bir başlangıç yaptıklarını görüyorum.”
“Öğrenciler bu bir haftayı tatil olarak algıladıkları için okulla bağlarını koparmışlar. Dikkat, algı ve uyumda zorlanıyorlar.”
“Şanlıurfa’da çalışıyorum, burada öğrencilerimiz tatil dönemlerinde sosyal anlamda pek bir şey yapamıyor, aile baskısının yoğun olduğu öğrenciler tek sosyal faaliyetleri olan okula bir hafta arayı sevmediler. Bu tatil onlara ev işi, kardeşlerine bakıcılık yapma görevi yüklüyor bu nedenlerle öğrenciliğe de ara vermiş oluyorlar. Erkek öğrencilerimiz çocuk işçiliğine dışarıda devam ediyor. Hatta ailesi mevsimlik işte olan iki öğrencim ailelerinin yanına işe gitmişler, bu hafta da gelmediler. Yani tatil herkes için tatil olmadı.”
“(Proje okulu) ara tatil öğrenciler için iyi olmuş çünkü çoğunluğu yatılı ve aileleri ile görüştüler, mutlular.”
“Ortaokullarda gözlemlerim ara sınıf öğrencilerinin bir haftalık süreyi bayram tatili olarak geçirdiği son sınıf öğrencilerinin konu eksiğini giderebileceği bir ara olarak tanımladığı çalışan ebeveynlerin bu tatil nereden çıktı dediği bir ara.”
“Öğretmen bakımından; aidiyet geliştirme, yürüyüş vb. çeşitli etkinlikler vardı. Pazartesi Bakan Bey’in konuşması ve toplantı, salı günü TÜBİTAK ile ilgili seminer, çarşamba günü ilçede semineri vardı. Perşembe şok toplantısı, cuma günü serbest etkinlik şeklinde geçti, öğretmenler acısından verimliydi bence, öğretmenler daha istekliydi.”
“Öğretmen olarak ise biz paylaştığınız seminer etkinliklerini “miş” gibi yapıp evlerimize döndük. Müzenin önünde fotoğraf çekip dağıldık, sinemanın önünde fotoğraf çekip dağıldık vs.”
“Özetle öğrenci için dinlendirici, öğretmen için kafa karıştırıcı ve yetersiz oldu. (…) Öğretmenler için de tatil olması uygun olacaktır.”
Özel okullar bakımından. “MEB’den farklı olarak öğretmenlere de izin verdik ve olumlu dönüş aldık, performans açısından. Çalışan veliler öğrencilerin bir hafta boyunca evde yalnız kalmalarından veyahut sınava yönelik çalışma olmamasından dolayı-patronlar öğretmenleri çalıştırmıyor olmamızdan dolayı rahatsız oldular.”
“Öğretmenler ve öğrenciler açısından eğitim-öğretime kısa bir mola şeklinde diye değerlendirilebilir bu bir haftalık dilim. Bu boşluk ikinci dönemde eminim ki öğretmen için daha değerli olacaktır. Çünkü yıllardır arkadaşlarımdan duyduğum hep şu oldu: ‘Keşke nisan ayında uzun bir tatil olsa’ (Buna ben de dahilim). Çünkü öğrencinin ve öğretmenin en çok yorulmaya başladığı ve birbirinden karşılıklı olarak sıkıldığı zaman. Askerde şafak sayar gibi tatili çekmeye başlıyor herkes.”
Yani ara tatilin öğrenci için, anne baba için, öğretmen için, patron için… farklı farklı özgüllükleri ve anlamları var.
Ama sonuçta ana hedef kitle öğrenciler ve öğrencilerle birlikte bir de öğretmenler. Özellikle bu iki kesim dikkate alınmalı.
Eğitimin öznesi yine unutulmuş durumda: Öğrencilere soran yok
Ara tatil konusunda görüşüne en az başvurulan kesim öğrenciler. Öğrenciler ne düşünüyor ve bu süreçten nasıl etkileniyor, bunun ciddi araştırmalarla ortaya koyulması gerekiyor. Bu tartışmada da öğrencilere pek soran eden yok. Öğretmenlere soruyorlar mı, o da meçhul.
Mevcut öğretim sistemi de tatiller de sınıfsal
PISA sınav ve tarama analizleri sonunda çocuğun okul başarısının yaklaşık yüzde 70’inin ailenin (anne babanın) sosyoekonomik durumundan kaynaklı olduğunu, bir okul içinde öğrenciler arasında farklılaşmanın ise sadece yüzde 3 kadarını açıklayabildiğini göstermişti.
Yani okullar arası farklılaşma ana gösterge ve başarılı okula gidebilen çocuk orta üst sosyoekonomik sınıftan geliyor, anne babasının okul diploması, mesleği ve servetleri en önemli göstergeyi oluşturuyor.
Ara tatillerin çocuğa ve aileye etkisi de sınıfsal/ sosyoekonomik düzeyine bağlı bulunuyor maalesef. Varlıklı kesimler için ara tatiller tatil ve çok farklı etkinlikler için fırsat sağlıyor olabilir. Ama fakir çocuk evde sıkışıyor, hatta işe gitmek zorunda kalabiliyor, özellikle de kadın öğrenciler için işler daha da zorlaşıyor.
Çalışan orta sınıf anne babalar için özellikle de ilkokul kademesinde çocukla ilgilenme sorun çıkarabiliyor.
Yani ara tatiller de sınıfsal maalesef; okullar arası, iller arası, sınıflar arası farklar olduğu görülüyor.
Bakanlığın büyük itirafı: Şehirlerimiz eğitim öğretime uygun değil
Aslında bu ara tatil tartışmasının ortaya çıkardığı gerçek şu ki, çalışan ailelere herhangi bir çocuk bakım seçeneği sunulmuyor. Daha da önemlisi sokağımız, şehrimiz çocuk ve gençlerin nitelikli ve hoş vakit geçireceği olanaklardan çok uzak. Çocuk ve gençler o kirli dökük okul dersliklerine bile mahkum halde.
Yani Türkiye’nin okulla birlikte en az okul kadar önemli sokak ve şehir yapılanması eksiklikleri var. Yaşam niteliği her yerde dökülüyor. Ara tatilde, 5 gün boyunca çocuğun, gencin varlığını, tatilini nitelikli sürdürebileceği alan ve olanaklara ihtiyaç var. Türkiye yaşam kalitesi bakımından dökülüyor.
Bu durumda okul süresinin kısaltılması tartışılması hiç de uygun değil, o tartışmaya da bir gönderme olsun.
Öğrenmeye uygun sokaklar, öğreten şehirler
Örgün öğretim okulda da esas pek çok uyaranla bizzat yaşamın içinde karşılaşıyoruz. Sokaklarımızın, şehirlerimizin öğrenen, öğreten mekanlara ve alanlara dönüşmesi gerekiyor. Okuldan öte daha büyük sorunumuz yaşam alanlarımızın yaşamaya ve gelişime uygun olmaması.
Sözün özü: Ara tatiller olmalı, şehir olanakları artırılmalı
Ara tatiller çocukların sıkılma ve motivasyon düşmelerinin yeniden nefeslenme ve oluşturulması bakımından önemli. Öğretmenin de nefeslenmesi ve yeniden toparlanması bakımından olumlu sayılır.
Sorun ara tatilde değil daha ötesi yaz tatili de dahil şehirlerimizin yaşamaya öğrenmeye uygun olmamasında. Daha büyük politikalara ihtiyaç var. Çalışan ailelere, yoksullara çok daha fazla olanak sunulması gerekiyor. Sorun çok daha makro politikalarda.
Bakanlığın açıklaması da aslında sorunun makro yönünün itirafı durumunda. Yani insani toplumsal hiçbir boyutta gerekli asgarileri sağlamıyoruz itirafı. Yaşanabilir şehirler oluşturamadık itirafı. Sınıfsal zümrevi ayrışmaları daha da derinleştirdik itirafı. Çalışana sahip çıkmıyoruz, özlüklerini sağlamıyoruz itirafı.
/././
Akın Gürlek, kanunilik ve meşruluk -Nuray Sancar-
İstanbul Başsavcısı Akın Gürlek Yeni Şafak’a ‘İBB’deki yolsuzluklardan çete, casusluk ve bahis operasyonlarına kadar birçok kritik soruşturmaya öncülük eden’ ve ‘adeta İstanbul merkezli temiz eller harekatına’ imza atan isim olarak sunulduğu bir röportaj verdi. Bundan kısa bir süre önce de basın toplantısı düzenlemişti. Daha iddianame yazım aşamasındayken İmamoğlu ve İBB’nin savcılığına soyunan irili ufaklı havuz medyası, izleyicilerini Gürlek’in iddianamesine hazırlamaya başlamıştı. Yeni Şafak’ın, temiz eller harekatı gibi bir kavram kullanarak İtalya’daki mafya operasyonlarını yürüten Antonio Di Pietro’yla eşitlediği Gürlek ‘belediyeleri saran rüşvet ve yolsuzluk ağından terör örgütlerine, yeni nesil çeteler ve casusluk şebekelerinden yasa dışı bahis yapılanmasına kadar’ bir dizi oluşumla mücadele eden bir süper savcı olarak yüceltiliyor. Esas söz mekanın sahibine bırakılıyordu.
Gürlek’in savcılık yaparken aynı zamanda Eti Maden işletmesinden ücretlendirildiğinin ortaya çıkması bile bu bir dizi sıfatın altında önemsiz kaldı.
Halkın geniş bir kesimi tarafından İmamoğlu’na ve İBB’ye yönelik operasyonlar son seçimlerden sonra birinci parti durumuna gelmiş olan CHP’yi yıpratmaya yönelik siyasi bir egemenlik savaşı olarak görülüyor. Medyanın ön ikna çalışmaları, iddianame tartışmaları ve nihayet Gürlek’in mahkeme salonundan medya mahallesine inerek iktidarın yitik meşruiyet arayışına ‘bilirkişi’ katkısıyla bir süreç inşası devam ediyor.
Gürlek gerçekte bağımsız yargı içinden sivrilmiş hırslı bir savcı tipolojisi değildir. Hollywood filmlerinde yargı bürokrasisinin sınırlarına taşarak kendi iddiasını kanıtlamaya çalışan aktif, yalnız kurt savcılardan da değildir. Tersine ‘yeni nesil’ yargı bürokrasisinin yapılandırılmasında, hukuki bir görünüm altında iktidarın rakiplerinden arındırılmasında özel bir rolle tanımlandı.
Halk egemenliği esasına göre kurulduğu temin edilen cumhuriyetlerde yargının verdiği kararların egemenin (halkın) sahipleri adına vereceği ön kabulüne dayalı hukuk sistemi, kendisini görünürde yasama ve yürütmenin etkisinden ayırır ve onları denetleme gücüne de haizdir. Bu, Fransız Devriminden kalan idealize edilmiş kuvvetler ayrılığı prensibi kapsamında yargı sisteminin nasıl bir işlev göreceği, egemenlik katına yükseltilmiş halkın iradesini nasıl temsil edeceği bir dizi yoruma müsaittir. Yorumlarda belirleyici olan sınıflar arasındaki güç kurulumu ve siyasal yapıların güç kavgası olacaktır.
Kendisi de vaktiyle avukatlık yapmış olan Cumhurbaşkanı Baş danışmanı Mehmet Uçum “Milli egemenliğin tam olarak halk iradesiyle kullanıldığı eksiksiz demokrasilerde yargının idaresinde demokratik meşruiyetin olması şarttır. Yani yargı doğrudan veya dolaylı olarak halkın iradesine bağlı olmak zorundadır” diye yazdığı bir yazısında, Saray rejimi cumhuriyetinin yargı sisteminin kırmızı çizgisini, herkesin kolaylıkla mutabık kalabileceği ancak aynı zamanda tehlikeli sulara da açılabilen meşruiyet ’ten çekiyor. Ya kendisini halkın ya da milli egemenliğin temsilinden daha fazlasına, onun yerine koyan iktidar meşruiyet patentini kendi üzerine almışsa; ya meşruiyet dört yılda bir yapılan üstelik şaibelere açık seçimlerin ansal sonuçlarından veya basit çoğunluk esasına göre yüzde 51’in yeter görüldüğü, atı alanın Üsküdar’ı geçtiği halk oylamalarından ilelebet üretilmeye çalışılıyorsa… o zaman ne olacak? Tabii ki Saray’ın yazılı olmayan anayasasına göre HSK’nin 7 üyesinin çoğunluk partisinin egemen olduğu TBMM tarafından, 6’sının da plesibiter yöntemle seçilen aynı partinin adayı cumhurbaşkanı tarafından seçilmesi meşru olacaktır. Uçum’a göre bunun tersi juritokratizme veya yargı aktivizmine yol açacaktır.
Halk egemenliğinin kendisini ifade etmesine bütün yolları tıkayan kanuni ve cebri uygulamalar; protesto, itiraz, ret, grev ve yaratıcı eylem biçimlerini yasaklayan iktidarın son seçimlerde kaybettiği meşruiyetini hâlâ, şaibeli bir önceki genel seçimlerdeki sonucu esas alarak iddia ettiği zamanlardayız. Bizzat bu düzenin kendisi bugün yargı aktivizmini körüklüyor ve siyasi harekat Akın Gürlek tipolojisinin özümlediği jüritokrasiden bizzat medet umuyor. Hem Erdoğan Türkiye bir yargı ülkesidir dememiş miydi!?
Carl Schmitt bir Nazi hukukçuydu. Liberal Weimar Anayasası’nda kanunilik ve meşruiyet ilişkisinin kuruluşundaki çelişkileri ve açıkları gayet güzel tespit etmişti. Mehmet Uçum’un da esinlendiği görülen Schmitt, meşru ve kanuni olanın; sandık ve tedhişle iktidara geldikten sonra mevcut kanunları devre dışı bırakarak ilk ve son karar verici haline gelen egemenin bizzat Hitler olduğuna inanmıştı. Onun için liberal demokrasilerle faşizm arasında kolay bir geçit olduğu hep söylenir.
Halk egemenliğinin tecelli etmesi mevcut sistemde pek mümkün değildir. Onun için halkın bizzat kendisi devrimler yapmış; doğrudan demokrasinin hayata geçirildiği konseyler, şuralar, sovyetler kurmuş; kuvvetler ayrılığını değil birliğini inşa etmeye çalışmışlardı: karar veren halktır ve o uygular ve o yargılar. Yasanın tek meşruiyet gücü de buradan gelir; temsillerinden değil.
Akın Gürlek figürü hakkında ne söylenirse söylensin o Saray rejiminin kayıp meşruiyetine dayanan inşacısı olmak dışında bir role sahip olamamıştır. Böyle bir meşruiyet iddiasının gideceği yer Carl Schmitt’in eğilimine uygun olacaktır.
/././
Ukrayna pazarlığındaki ince ayrıntılar -Yücel Özdemir-
Ukrayna savaşının bitirilmesi için ABD ve Rusya tarafından hazırlandığı anlaşılan 28 maddelik “Ukrayna barış planı” konusunda henüz çok somut bir ilerleme yok. Trump’ın Ukrayna’ya verdiği süre dün itibarıyla doldu. Ancak ültimatomda esnemenin olacağı bizzat Trump tarafından ilan edilmişti.
Önümüzdeki şubatta dördüncü yılını dolduracak savaşın tetikçileri, barış için iyimser mesajlar vermeye devam ediyor. ABD Başkanı Trump, sosyal medya üzerinde paylaştığı mesajda büyük oranda anlaşmaya varıldığını yazdı.
Planın, Moskova ile birlikte hazırlandığı her geçen gün biraz daha belirginleşiyor. Kapalı kapılar arkasında yapılan görüşmelerde savaşın bitirilmesi, Ukrayna’nın paylaşılması konusunda genel çerçevenin belirlendiği söylenebilir. Zira hem Rusya Devlet Başkanı Putin hem de Dışişleri Bakanı Lavrov, yayımlanan ilk metnin büyük ölçüde 15 Ağustos’ta Alaska’nın Anchorage kentinde konuşulanlardan oluştuğunu belirttiler.
Yapılan ve yapılacak pazarlıklar bundan sonra savaşın seyrini belirleyecek gibi görünüyor. “Şeytan ayrıntıda gizli” sözünden yola çıkarsak, çok kısa zamanda ve kolay bir şekilde ayrıntılarda uzlaşmanın olma olasılığı zayıf. Zamana yayılan bir pazarlık sürecinden söz edilebilir.
‘İnce ayrıntılar’daki maddelerin başında ilk planın 5. maddesi geliyor. Bu maddede sadece “Ukrayna güvenlik garantileri alacaktır” yazıyor. Bu garantinin kim ya da kimler tarafından verileceği belirsiz tarif edilmiş. NATO’nun Ukrayna sahasında varlık göstermeyeceği genel olarak kabul ediliyor. Rusya için NATO’nun Ukrayna’da varlık göstermemesi, taraf olmaması en önemli kırmızı çizgi. Çünkü, savaşın asıl olarak Ukrayna’nın NATO’ya üye olmak istemesinden kaynaklandığı söylenebilir.
Bu nedenle güvenlik garantilerinin asker gönderecek “gönüllüler koalisyonu” na devredilmesi seçenekler arasında. Türkiye, Fransa, Almanya koalisyon için adı geçen ülkeler...
Buna rağmen Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenskiy ve Avrupa, NATO’dan vazgeçmiş değil. Avrupa’nın katılımıyla Cenevre’de yapılan değişikliklerde Ukrayna’nın NATO’ya üyeliği tamamen ortadan kaldırılmıyor. Üyeler arasında bir uzlaşma şartına bağlanıyor. Zelenskiy de üç madde dışındakileri onaylayabileceğini söyledi. Bu üç maddeyi şu şekilde sıraladı: Ukrayna ordusunun sayısına getirilen sınırlama, NATO üyeliği ve toprak kaybı.
Bu üç şart aslında Zelenskiy’nin anlaşmaya onay vermek istemediği şeklinde okunabilir. Ama Rusya’nın tüm planı reddetmesi ve savaşın devam etmesinin sorumluluğunu alması için zaman kolluyor. Bu üç talebin aslında Almanya, İngiltere ve Fransa’nın talebi olduğu da söylenebilir. Bu üç ülke, Ukrayna’nın ABD ve Rusya arasında paylaşılmasının dışında kalmıştı. Bu nedenle planı eleştirmeye devam ediyorlar. Pay almadıkça, diplomatik açıdan uzlaşmacı mesajlar vermekle birlikte, masada pay sahibi olmak için Zelenskiy’nin dillendirdiği üç maddeyi gündemde tutacaklar.
Bu kapsamda ABD ve Rusya’nın inisiyatifiyle başlayan “barış sürecinin” başarısızlıkla sonuçlanması için ellerinden geleni yapacaklar. Aksi takdirde, Ukrayna’dan elleri boş döneceklerinin farkında.
Savaş yeni başladığında, mart 2022’de, İstanbul’da varılan anlaşma Avrupa’nın, özellikle de İngiltere’nin müdahalesiyle son anda bozulmuştu. İki gündür Avrupa basınında geniş bir şekilde yer alan ABD Özel Temsilcisi Steve Witkoff ile Rusya Devlet Başkanı Danışmanı Yuri Ushakov arasında 14 Ekim’de yapıldığı ifade edilen telefon görüşmesinin sızıntısı, görüşmelerden “barış anlaşması” nın çıkmaması için kullanılıyor.
Sızdırılan görüşmede Witkoff, Rus muhatabı Ushakov’a Putin'in Trump'a ateşkes koşullarını en iyi şekilde nasıl satabileceğinin ipuçları veriyor. İki lider arasına yapılan görüşmede Putin’in Gazze barış planını gündeme getirerek Trump’ı övmesini, “yılın barış adamı” ilan etmesini ve Rus-Ukrayna anlaşmasını da Gazze’nin bir versiyonu olarak sunması gerektiğini söylüyor.
Witkoff ’un akıl verici şekilde Rus muhatabıyla girdiği ilişki, Alman basınında iki gündür ABD’nin Ukrayna konusunda tarafsız bir arabulucu olmadığının belgesi olarak sunuluyor ve eleştiriliyor. Rus dış istihbarat servisi SWR, görüşme kaydının İngiliz gizli servisi tarafından basına sızdırıldığını tahmin ediyor. Ama ABD içinde savaşın bitmesinden yana olmayan kesimler de bu sızıntıyı yapmış olabilir. İster Avrupa’da isterse ABD’de olsun, savaştan beslenen kesimler silahların susmaması, uzlaşmanın sağlanmaması için harekete geçmiş görünüyorlar.
Askeri, ekonomik ve politik olarak başından beri savaşın tarafı olan ABD’den “tarafsız arabulucu” olmasını beklemek saçma bir yaklaşım. Ukrayna’yı savaşa iten ABD, şimdi kendi çıkarları temelinde Rusya ile anlaşarak, Ukrayna’yı paylaşmanın hesabını yapıyor. Durumu aslında bu kadar açık. Savaşın olduğu gibi barışın da karar verici ülkesinin ABD olduğu söylenebilir.
Önümüzdeki hafta plandaki “birkaç görüş ayrılığı” ele alınacak. Bundan sonrası, anlaşmanın savaşın diğer tarafları Ukrayna’ya kabul ettirilmesiyle ilgili. Daha önce Avrupa’yı arkasına alarak karşı hamleler yapan Zelenskiy’nin eli öncesine göre zayıflamış durumda. Bu sefer itiraz gerekçelerini çok yüksek sesle sıralamıyor. Avrupa ise bu süreçte daha fazla rol kapmanın çabası içinde olacak. Bu nedenle Ukrayna, kurtlar sofrasında savaşın ardından paylaşılmak için önemli bir süreçten geçiyor.
/././
Renault'da istibdat rejimi
Artan kamera sayısı, mola ve tuvalet denetimleriyle kuşatılan Renault işçileri, “İçeride çıt çıkmıyor; konuşanı ya işten atıyorlar ya vardiyasını değiştiriyorlar” diyerek baskının boyutunu anlattı.
Bursa – MESS grup sözleşmesi ve ülkedeki siyasal-ekonomik koşulları tartışmak üzere bir araya gelen Renault işçileri, fabrikada derin bir sessizliğin hâkim olduğunu söyledi. İşten atma tehdidinin büyüdüğünü, kamera ve denetim baskısının arttığını belirten işçiler, “Ekonomi, hükümet, sözleşme demek bile yasak” diyerek fabrikadaki korku iklimini anlattı. Üretim rekorlarının kırıldığı, molaların adım adım kontrol altına alındığı bir dönemde işçiler; sendikal bürokrasi ve yönetimin ortak baskısıyla hak kayıplarının derinleştiğini söyledi. Renault işçileri, geçmiş mücadele deneyimlerinden bugüne uzanan tedirginlik, örgütsüzlük ve geleceksizlik duygusunun altını çizerek, “Bekledikçe kaybediyoruz; kazanmamız için göze almamız gerek” çağrısında bulundu.
İşçiler arasında işten atılma endişesinin hissedildiğini ifade eden Renault işçileri, “Çay molalarında, yemekhanede ve servislerde ‘ekonomi, hükümet, MESS, sözleşme’ gibi kelimeler yasaklı. Bu kelimeleri söyleyen işçiler işten atılıyor. Artık mola yerlerinde kimse kimseyle konuşmuyor. Geçen haftalarda sendikacıları alkışlamadığı için işten atılan presçi arkadaşlarımızdan sonra bu kaygı daha da arttı” sözleriyle Renault’da yaşanan durumdan bahsetti.
‘Baskı artıyor, içeride çıt çıkmıyor’
Fabrikadaki kameraların sayısının artırılmasına ve fabrika yönetiminin rapor, izin, sigara molaları, tuvalet ihtiyaç molaları gibi meselelere eskisinden daha baskıcı yaklaşmaya başladığını ifade eden Renault işçileri, “Her vardiyada 460 araba üretiyoruz, her hedefi gerçekleştiriyoruz, yöneticiler sürekli gelip bize kendimizi alkışlatıyor. Yeni model Boreal araçlar banta gelecek ama Clio 6 üretimi için söz verilen altının ne zaman dağıtılacağını dahi kimse soramıyor” diyerek üretim yoğunluğunu ve artan baskıyı ifade etti.
Geçmiş dönem ve mevcut dönem arasında kıyaslama yapan Renault işçisi, “İçeride çıt çıkmıyor. Herkes kredi borçlusu ve işten atılırsam ödeyemem diye düşünüyor, çocukları için kaygılanıyor. Çocuğu olmayanlar da atılırsam daha iyi bir iş bulamam endişesi yaşıyor. Konuşanı köşeye çekiyorlar. Türk Metal ve fabrika yönetimi baskıyı birlikte kuruyor” diyerek işçilerin kaygılarını dile getirdi.
‘Ya işten atıyorlar ya vardiyasını değiştiriyorlar’
Bir başka Renault işçisi ise, “Sanki 10 sene önce kimsenin çocuğu yoktu, kimsenin borcu yoktu. Bir şeyleri göze almadan hiçbir şey kazanılmaz. Bugün elde edilmiş bazı haklardan ve sözleşmeden bahsedebiliyorsak işten atılan arkadaşlarımızın mücadeleleri sayesindedir” diyerek tepki gösterdi. Genç bir işçi ise, “10 sene önce duyduğumuz gelecek kaygısıyla şimdi duyduğumuz gelecek kaygısı aynı değil. İnsanların cesareti kırıldı. Ülkede konuşanı, sesini çıkaranı, yanlışa yanlış diyeni ya tutukluyor ya terörist ilan ediyorlar. Bizde konuşup sesini çıkaranı ya işten atıyorlar ya vardiyasını değiştiriyorlar ya da işten atmakla tehdit ediyorlar” dedi. Geçtiğimiz dönemden biriken deneyimlerin olumsuz olduğuna dikkat çeken bir başka işçi ise, “2015’te Renault olarak tek başımıza kaldık. 2017’de arkadaşlarımız işten atıldığında 2015’te gösterdiğimiz tepkiyi gösteremeyecek durumdaydık. O dönem başka fabrikalardan işçilerle birlikte hareket edebilseydik bu Türk Metal belasını başımıza geri getirmezdik” sözleriyle tepkisini dile getirdi.
Attığımız ilk geri adımdan sonra başımıza gelenlerin hikâyesi…
Sendikacıların, mücadele eden işçilerin birikimlerinin üzerinde oturduğunu ve onu genç işçilere pazarladığını ifade eden Renault işçisi, “İlk işten çıkarma kabullenildikten sonra kazanımlar 10 senede tek tek eridi. 10 sene önce içeride sözleşmeli işçi çalıştıracağım dese önce sendikayı, sonra yönetimi böyle rahat rahat oturtur muyduk? Şimdi herkesin geleceği onların iki dudakları arasında. Hikaye; sarı öküzün hikayesi... Attığımız ilk geri adımdan sonra başımıza gelenlerin hikayesi…” dedi. Bugün yaşananların, sendikal bürokrasi ve fabrika yönetiminin en zayıf olduğu zamanda atılan geri adımın sonucu olduğunu belirten bir işçi ise fabrika ve Türkiye benzetmesi yaparak, “Renault’da sorun neyse ülkede sorun da o. Yılanın başı kopmayacak kadar büyüdü ve bizi birbirimize düşürdü. Artık iş daha zor” dedi.
Tüm emekçilerin mevcut yaşam ve çalışma koşullarının değişmesini istediklerini vurgulayan Renault işçileri, “Bugün biz işçiler, gençlerin ve hatta ilkokuldaki çocukların bile gelecek kaygısı taşıdığını konuşuyoruz. Nasıl değişeceğini sorduğumuzda ise ‘hükümet değişmeden olmaz’, ‘sendika değişmeden olmaz’ veya ‘Reis ne derse o, onlar ne derse o olur’ gibi, sorunun ortasında yaşamasına rağmen çözümü kendi dışında tanımladıklarını görüyoruz. Bu tutumun, koşulların daha kötüye gitmesinden başka bir şeye katkısı olmadığını anlamak gerekiyor” sözleriyle düşüncelerini ifade etti.
‘Kazanmak için göze almak gerek’
MESS’in dördüncü toplantısında da uygulanmayan sözleşme maddeleri dışında bir şey konuşulmadığını ifade eden Renault işçisi, “Asgari ücreti bekliyorlar. Hükümet asgariye ne verirse onu verecekler. Söylenecekleri beklediğimiz sürece olacak bu” dedi. Geçmişi sürekli hatırlatan ve olumsuz sonuçlar çıkaran Renault işçisi söylüyor yapılması gerekeni: “Göze almak, kazanmak için vazgeçmek gerek. Ayran şu yanda, ben bu yanda olmaz. Beklediğimiz, sindiğimiz, birbirimize rakip olduğumuz her gün onlar güçleniyor. Yakında evimize kadar izleyecekler, daha ne kaldı ki!”
Oyak Renault en fazla büyüdüğü yılı yaşıyor
Oyak Renault, 2025 yılının ilk 10 ayında gerçekleştirdiği üretimle son yılların en güçlü performansına imza attı. Otomotiv Sanayii Derneği (OSD) verilerine göre, fabrika 2025 yılı ocak-ekim döneminde banttan toplam 313 bin 597 adet otomobil indirdi. Bu miktar, şirketin üretim grafiğindeki istikrarlı yükselişi gözler önüne seriyor. 2022 yılının aynı döneminde 178 bin 538 adet olan üretim, 2023’te 265 bin 773 adede, 2024’te ise 266 bin 209 adede yükselmişti. 2025 yılına gelindiğinde ise üretim hacmi, 2024’e kıyasla yaklaşık 47 bin adetlik bir artışla yüzde 17.8 oranında büyüdü ve son 4 yılın zirvesine ulaştı.
Şirketin bu üretim başarısı, Türkiye otomotiv sanayisindeki liderliğini de pekiştirdi. 2025’in ilk 10 ayında Türkiye genelinde üretilen toplam 717 bin 321 adet binek otomobilin yüzde 43.7’si Oyak Renault tesislerinde üretildi. İSO 500 listesinde 6. sırada yer alan Oyak Renault geçtiğimiz yıl 175 milyar TL değerinde net satış geliri elde ederken Türkiye İhracatçılar Meclisi verilerine göre şirketin 2024 yılında vergi öncesi kârı 6 milyar TL seviyesindeydi. Beyan ettiği kurumlar vergisine göre ise net kârı 5 milyar TL düzeyinde oldu.
***
Bağcılar’da 5 çocuk akıma kapılmıştı: Raportörden yıllar önce ‘ölüm riski’ uyarısı
Bağcılar’da Plevne Parkı’nda 5 çocuğun elektrik akımına kapılmasının ardından hazırlanan rapor, parkta kaçak akım rölesi bulunmadığını ortaya koydu. Belediyenin raportörü ise 2022’de ‘Elektrik sistemi güvensiz, can kaybı riski var’ diyerek uyarmış.
Bağcılar Belediyesi’ne ait Plevne Parkı’nda 5 çocuğun elektrik çarpması sonucu yaralandığı olayın ardından yazılan tespit raporunda, parkta kaçak akım rölesinin bulunmamasına dikkat çekilirken, belediye raportörünün daha önce Bağcılar Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürlüğüne ilçedeki parklara ilişkin “ölüm riski” uyarısında bulunduğu ortaya çıktı.
24 Kasım tarihinde Bağcılar Belediyesi’ne ait Plevne Parkı’nda yer alan jetonlu oyun makinelerinde oynayan 5 çocuğun elektrik akımına kapıldığı olayın ardından parkın tespit raporunda kaçak akım rölesinin bulunmamasına dikkat çekildi. Bağcılar Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürlüğü raportörü tarafından hazırlanan tespit raporunda, parkta bulunan ve çocukların çarpılmasına neden olduğu iddia edilen jetonlu oyun makinelerinin takılı olduğu prizin bağlı olduğu hat üzerinde, elektrik çarpmasını önleyen kaçak akım rölesinin bulunmadığı belirtildi. Ayrıca hattın bağlı olduğu sigorta kutusunun kapaksız ve mühürsüz olduğu, üzerinde herhangi bir uyarı levhasının bulunmadığı tespiti de raporda yer aldı. Öte yandan, çocukların çarpılmasına neden olduğu iddia edilen jetonlu oyun makineleri ise belediyeye ait olmamaları nedeniyle incelenemedi.
Raportörün gerekli uyarıları yaptığı ortaya çıktı
2021 yılında göreve gelen raportörün, ilçedeki parkların inceleme ve tespitleri tamamlamasının ardından parklardaki riskleri ve yapılması gerekenleri Bağcılar Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürlüğüne yazılı olarak aktardığı ortaya çıktı. 2022 tarihli yazıda ilçedeki 174 parktan elektrik hattı bulunan 147 parkın incelemelerin tamamlandığını, her park için hazırlanan raporların sisteme kaydedildiğini belirten raportörün ayrıca, “mesleki değerlendirme ve görüşlerine” de yer vererek uyarılarda bulunduğu görüldü.
‘Parklarımızın neredeyse tamamında elektrik sistemi güvensiz’
Yazısında, “Parklarımızın neredeyse tamamında elektrik panoları ve elektrik sistemi güvensiz ve çok tehlikeli bir şekilde çalışmaktadır. Birçok parkın elektrik sistemi ilgili kanun ve yönetmeliklere uygun değildir. Gerekli güvenlik tedbirleri alınmamıştır” ifadelerine yer veren raportör, parklarda kaçak akım rölesinin bulunmamasına dikkat çekti.
“Hayat koruma rölesi” olarak da bilinen kaçak akım rölesinin bazı parklarda bulunmadığını, bazılarında ise çalışır durumda olmadığını belirten raportör, bu durumun can kaybına yol açabileceğini dikkat çekerek eksikler giderilene kadar parkların kullanıma kapatılması gerektiğini belirtti. Raportör yazısında şu ifadelere yer verdi:
‘Kaçak akım rölesi yoktur veya çalışır durumda değildir’
"Bu konuda çok önem arz eden hayat koruma rölesi, diğer adıyla kaçak akım rölesi yoktur veya çalışır durumda değildir. Bu eksikliklerin en kısa zamanda düzeltilmesi gerekmektedir. Parklarda bulunan elektrik konusu hafife alınabilecek bir konu değildir. Parkların en büyük ziyaretçisi çocuklardır. Parklardaki elektrik sistemimiz 220V/380V gerilim değerine sahiptir. 30 mA akım değeri ve 50 V gerilim değerinin üstü hayati tehlike içermektedir. En ufak bir yanlışlık veya tedbirsizlik insanın hayatını kaybetmesine sebep olabilir. Bu problem bütün elektrik panolarında hayat koruma rölesinin takılı ve çalışır durumda olmasıyla önlenebilir. Hayat koruma rölesi çalışır durumda olmayan bütün parklar bu problem giderilene kadar insan giriş çıkışına kapatılmalıdır”
Raportör değerlendirme yazısında ayrıca, müdürlükteki yetkili elektrik personelinin yetersiz olduğunu, ayrıca problemlerin giderilebilmesi için gerekli elektrik malzemelerin müdürlükte bulunmadığını da belirtti.
***
Evrensel



Hiç yorum yok:
Yorum Gönder