Mükemmeli arayan komünist
Mükemmeliyetçi teriminin “ürün çıkartmanın zorluğu” hatta ürün çıkartmamanın bahanesi olarak anlaşılmasına itirazı vardı. Ama elbette, hiç kuşkusuz mükemmeliyetçi olmalıydık. Nasıl vazgeçerdi insan, en iyiyi aramaktan! Hele marksistse, komünistse. Elbette zor olacaktı bir ürün çıkarmak.
Bugün TKP’li aydın, yayıncı ve çevirmen Gün Doğan Görsev'in ölümünün 10. yıldönümü.
18 Kasım 2015’te yaşamını yitiren Doğan Görsev başta Komünist Manifesto olmak üzere Türkçe'ye kazandırdığı birçok Marksist eser, kuruluşuna imza attığı Konuk Yayınları gibi çok sayıda yayınevi ve Türkiye okuruna ulaştırdığı sayısız kitapla ülkemizin düşün tarihine iz bırakmış bir aydındı.
1951’den beri TKP’li bir komünist olan Görsev, Onur Kurulu üyesi olduğu Barış Derneği’ne açılan davada, aynı zamanda TKP davasında da sanık olduğu için idam istemiyle yargılanan tek kişiydi. Sürgünde de ülkesine dönünce de partili mücadeleyi bırakmadı.
Görsev'i ölümünün ertesi günü soL'da yayımlanan Aydemir Güler'in "Mükemmeli arayan komünist" başlıklı yazısıyla anıyoruz.
Mükemmeli arayan komünist
Aydemir Güler / 19 Kasım 2015
Yoksa teorik yaşayan mı demeli? Görsev tevazusu, Görsev kalitesi, Görsev kolektivizmi gibi betimleme terimleri mi icat etmeli?
Dünden beri Doğan Ağabey'i yazmaktan kaçıyorum. Döndüm dolaştım; işler icat ettim, gerekliliğine kendimi inandırarak, sanki yapmak elden gelirmiş gibi. Dinlenmem de lazımdı güya, okumam da, dost sofrası da. Yeter ki şu yazıya sıra gelmesindi. Kısacık güne, Doğan Ağabey'den kaçmaya çalışırken ne çok şey sığıyormuş.
Sabah oldu, yol bitti. Bugün için önceden hazırladığım yazı çöpe veya sonra gözden geçirilmek için bir kenara. Bugün Doğan Görsev dışında bir şey yazmaya hakkım yok.
Bu acemi yazıyı sonuna kadar okuyun ya da okumayın, haberiniz olsun veya olmasın yazıldığından, sakın onun resimlerine göz atmayı ihmal etmeyin. Dünkü ölüm haberine soL portalda eşlik eden resim olabilir örneğin; veya 12 Eylül anılarının kapağında Nesrin “abla”yla sarılışlarına. Bir cezaevi çıkışında çekilmiş o fotoğraf. Özlemi, sevdayı, dostluğu, direnişi anlatıyor. İnsanın kazanmasını… O gülümsemede hepsi var! Hepsi fotoğraflarında nakarat gibi tekrar tekrar geliyorlar sahneye. Dün Nesrin abla nelersiz kaldığını sıralarken bunları sayıyordu. İnsanın kazanışı hariç.
Ne iyi komünistti ve ne iyi insandı Doğan Ağabey! Bazı insanların ölümü öyle şeyler bırakır ki geriye, ölürken de kazanıyorlardır aslında. İyi insan olmak yetmez bunun için. Ama iyi insan olmadan hiç olmaz…
Şu dizeleri Parti'ye giriş kutlaması mıydı, acaba?
Bu ışıldamanın adını
Kolay söyleyemiyorum kardeşim.
Özgür katılım, devrim veya şiir diyebilirsin.
Belki de birini partilemenin heyecanıydı…
Belki benim merakım da yanıtlanır, Doğan Ağabey'e borçlarımızı öderken. Belki Oğuz (Kavala) bu dizelerin ardındaki gerçeği bulup çıkartır hazırlamakta olduğu Doğan Görsev kitabında. Bu arada bir başkası onun başladığı marksist felsefe çevirisini tamamlayacak. Klasik müzik kataloğu müzik meraklılarına, öğrencilere ulaşacak. Cd’lere yazdığı konserler, toplantılar, konuşmalar, şiirler, bir yol bulacağız, tıklanacak.
Ben zamanında aramazsam, sitemsiz o arardı. Her gittiğimde bir dosya kağıdına eliyle yazıp sıraladığı gündem maddeleri hazırdı. Yayınlarda çıkan yazılar hakkında soracakları vardı. Nasıl yorumluyorduk şu ve bu gelişmeyi. O düşünmüştü ki… Peki daha fazla ne yapabilirdi Parti için, nasıl yararlı olurdu? Sosyalistlerin Meclisi toplantısına, Ankara’ya gidecek denli sağlıklı hissetmemişti kendisini, ama şu kararın hayata geçirilmesine katkıda bulunabilirdi, uygun görülürse…
Bu arada masada konyak eksik olmamalıydı. Son zamanlarında bırakana kadar sigarası. Ve Nesrin ablanın servisiyle kahve. Mutlaka bir kek. Yurtdışından getiren biri olmuşsa yakınlarda, zencefilli. Gözlerinin içinden gülerdi, her aldığımız kararda.
Bir keresinde, nasıl daha yararlı olabileceği sorusunu “partili olarak, Ağabey” diye yanıtlamaya artık sıra geldi dedim, kendi kendime. Öyle de dedim. Sanki 60 yıldır komünist değilmiş, hâlâ ‘40’larda Parti’yi arayan o çocuklardan biriymiş gibi heyecanla donup kaldı. Bu yaşta yapabilecekleri kısıtlıydı. “Yeniden doğdum” demiş miydi acaba? Aklımda öyle kalmış.
Türkiye Barış Komitesi Derneği Serüveni Üzerine, Yaşanmışlıklar, Belgeler (1976-1986) kitabı 2006’da, Komünist Manifest çevirisi 2008’de yayımlandığına göre bu iki tarihin arasında bir noktada tanıştım kişisel olarak. Sonra hep görüştük. Partiye davet eden sözcükler benim ağzımdan çıktı. Ama Doğan Görsev’i onlarca kişi birlikte örgütledik. İnsani kalitesine hayran kalan onlarca yoldaş. Sonra ikinci kez Komünist Parti’ye “örgütlenirken”, ben ziyaretine gecikmeli gittiğimde o çoktan üyesi olduğu Şişli İlçe'den gelenlerde “insanı” görmüş ve toz duman arasında, yoldaş samimiyetine, parti aklına ikna olmuştu bile.
Mükemmeliyetçi teriminin “ürün çıkartmanın zorluğu” hatta ürün çıkartmamanın bahanesi olarak anlaşılmasına itirazı vardı. Ama elbette, hiç kuşkusuz mükemmeliyetçi olmalıydık. Nasıl vazgeçerdi insan, en iyiyi aramaktan! Hele marksistse, komünistse. Elbette zor olacaktı bir ürün çıkarmak.
“Ben” sözcüğünün bir toplumsal hastalık olduğu açıktı ve bencilliğin, benmerkezciliğin, kolektifi örtebilecek her bireyci vurgunun, bunlarla arasındaki mesafe pek kısa olan kariyerizmin her türlüsü, ileride toplumsal ilişkilerden tasfiye edilmek üzere, hemen şimdi, hiç zaman yitirmeden Parti yaşamından silinmeliydi. Yeniden formunu doldurduğu Parti’yi bu nedenle de seviyordu. Kendini gönüllü olarak kolektivitenin içinde eritmeye rıza göstermeyen komünist olmazdı. Böyleleri hep zarar vermişlerdi. Kolektivitenin içinde erimek ne bireyin zenginliklerinin yok olması anlamına gelirdi, ne ortalamacılığa çıkardı, ne de kişiyi rencide edebilirdi. Tersi, tam tersi! Kendine sakladığı, mülkiyetine geçirdiği bir değer, ne büyük saçmalıktı. Bireyin kendini kollektifte aşmasından daha büyük bireysel zenginlik olabilir miydi? Diyalektiğe uygun yaşadı. “Yöntemi” gerçekten önemserdi.
Hayran olduk Doğan Ağabey'e. Onun yaklaşımlarına ters olacak ama, Doğan Görsev tarihsel TKP’nin en ciddi entelektüeli ve kaliteli “insanı”dır bana sorarsanız. En titiz marksizm çevirmeni o mudur? Muhtemelen odur. Böyle bir saptamaya mutlaka itiraz ederdi. “En” sözcüğünün kullanılması bilimsel olmazdı, etik açıdan da sorunluydu.
Yine de en iyi Louis Aragon yorumcusunun kim olduğu konusunda iddialıydı. Ama yoktu onda Catherine Sauvage’ın Aragon albümü. Benim bir CD, Fransızca telaffuzuyla “se-de” olarak kendisine hediye ettiğim albümü hangi yoldaşımın internette yakalayıp indirdiğini geçmiş emailler içinde buldum az önce. Üç yıl olmuş. Ne mutluluk!
En büyük anlaşmazlığımızın Doğan Ağabey'in en iddialı olduğu noktaya denk düşmesi de tuhaf oldu doğrusu. Titiz çevirmene göre Manifesto, Türkçe'ye yaygın dünya dillerinin, -hele Marksizm açısından- en yüzeyseli, derinliksizi olan İngilizce'den aktarılmıştı ve bu saçmaydı. Türkçe başka icatlar terimin orijinal derinliğini kucaklamaktan uzaktı ve çare "manifest" sözcüğündeydi. Çocuğu olabilecek yaşta insanların, on yıllarını verdiği çevirisini kendisiyle tartışmalarına hazır ve birlikte daha doğrusunu bulmaktan mutluydu. Kitabın adıysa başka bir şeydi; bir tür kişisel tarih ve meslek tezi! Doğan Ağabey için kişisel tezden daha önemlisi Parti görüşüydü. İçi cız etmiştir mutlaka Yazılama yayınevi “Manifesto” sözcüğünü tercih ettiğinde.
Ama… Parti…
Mecburiyetten değil, talimat gereği değil, Parti başlı başına bir doğru olduğu için.
Git demişlerdi Avrupa’ya, çeviri grupları oluştur, kültürel çalışmaları yaygınlaştır. Tereddütsüz yaşamını değiştirmişti.
Yaşama gücünü elinden alan ve son zamanlarında onu çeviriden, okumaktan, toplantı yapmaktan alakoyan hastalığını kim tahmin edebilirdi ki? Tahmin etsek zamanında sormaz mıydık Sevinçli Haber’in ne olduğunu?
I
Birden ufuk ağardı.
Duymaz oldu kulaklarım.
Renk cümbüşü dört bir yanım.
Bu taşta ben ağlamadım.
Varsın rüzgâr delilensin
Uğuldatsın çevremi,
Varsın coşsun denizler
Martılar çığlık atsın.
Dilimde yedi iklimin şarkıları var,
Kanatlanmış ayaklarım artık yerlere değmiyorlar.
Daha uğuldasa rüzgâr,
Daha da coşsa deniz,
Enginden dönmez gözlerim,
Kırılır bağrımda dalgalar.
II
Gök maviş, ben meneviş (Tra-lal-la-la),
Beklenen haber gelmiş (Tra-lal-la-la).
***
Doğan Ağabey,
Bugünlerde de sevinçli haberler var. Kanın, karanlığın, toz bulutunun, yalanın içinden süzülüp yükseliyorlar. Haklı çıkması yetmeyen Partin büyüyor. Aramızda olsaydın, bilemedin bu ayın ilk on gününde falan, birer konyak, oturmuş olurduk seninle aynı masada. Gündem maddelerimizin ilk sırasında bir kez daha eski yoldaşları, dostları taramak olurdu isim isim. Telefon defterini açardın ya da kalkıp giderdik kapılarını çalmaya…
***
Yargıdan insan manzaraları: Savcıydı gizli tanık oldu, kimliği değiştirildi, üç kez firar etti ve yakalandı...-Ali Ufuk Arikan-
Rüşvetçi, Fethullahçı bir savcıydı. Cihaner'in tutuklanmasına neden olan isimlerdendi. Ergenekon'un gizli tanığı olduğu ortaya çıkınca kimliği değiştirildi. Cemaat kavgası sonrası meslekten atıldı. Cemaat yargılamaları sırasında iki kez yakalanıp tutuklandı. Yakalanmalarının birinde kaçmaya çalışıp balkondan atlayınca bacağı kırıldı. Sonra tekrar firar etti. Şimdilerde çok ilginç bir soruşturma kapsamında Almanya'da yakalandı.
Tarih 29 Mayıs 2010.
O günlerde ülkenin en önemli siyasi operasyonu Ergenekon'du.
Her gün yeni iddialar ortaya çıkıyor, birileri hedef alınıyor, birileri tutuklanıyor, birileri şafak baskınıyla gözaltına alınıyordu.
O gün ortaya çıkan son haberse biraz farklıydı:
Adalet Bakanlığı’nın, İlhan Cihaner hakkında görev suçundan soruşturma açmasına neden olan ve bu yolla Yargıtay’da yargılanması sürecini başlatan şikayetin altında bulunan İliç Savcısı Bayram Bozkurt’un imzası ile Ergenekon dosyasındaki 'Gizli tanık Efe'nin imzaladığı 'Teşhis tutanağı' belgesindeki imzanın benzerliği dikkat çekiyor.
Ergenekon’un gizli tanığının aynı zamanda bir savcı olduğu iddiası o zaman için büyük haberdi.
Günlerce konuşuldu.
Sonra hiçbir şey olmamış gibi bu ismin tanıklığı veri alınarak birçok kişi uzun yıllar yargılandı, cezaevlerinde kaldı.
Kimliği ifşa olunca Cemaati imdadına koştu, Bayram Bozkurt’un Gizli Tanık Koruma Kanunu çerçevesinde estetik operasyon geçirdiği bile öne sürüldü, bunu reddetti. Adının Hakan Aslan olarak değiştirildiği ve yeni kimlikle Keskin’de savcı olarak görevlendirildiği ortaya çıktı.
Gerçekten “film” gibiydi.
Peki, kimdi bu Bayram Bozkurt?
Tutuklanmasına neden olduğu İlhan Cihaner’in öyküsüne kısaca göz gezdirdiğimizde aslında Bozkurt’un nasıl biri olduğunu oldukça iyi anlıyoruz.
İliç savcısı demiştik Bozkurt için.
Hani, Erzincan İliç’te 9 işçinin öldüğü maden faciası vardı ya, Bozkurt iddiaya göre o madendeki usulsüzlükleri ve şikayetleri araştırması için Cihaner’in talimatını yerine getirmek yerine şirketten rüşvet alıp dosyanın üstünü kapatıyordu. Hakkında birçok rüşvet iddiası daha vardı.
Böyle bir isimdi Bozkurt.
Ergenekon’un efsane gizli tanığıydı, ifadeleri sonrası birçok kişi tutuklanmış, kimliği ortaya çıkınca korumaya alınmış, iddiaya göre estetik ameliyat dahi olmuş, kimliği değiştirilmişti. Daha ne olsun?
Ancak bu hızlı yükselişe karşın filmin geri kalanı biraz “acıklı” oldu onun için.
AKP ile eski ortağı Cemaat’in arası bozulunca Bozkurt için işler değişti.
İlk dalga 17-25 Aralık’ta geldi.
15 Temmuz sonrası ise Ergenekon’un üstüne komple sünger çekildi, bunca yıl AKP ile işbirliği içinde türlü usulsüzlükler ve hukuksuzluklara imza atan isimlerden bir bölümü görünürde de olsa “yargılandı”, mahkum oldu.
O isimlerden biri de eski Cumhuriyet Savcısı olan, Ergenekon’un gizli tanığı Efe oldu.
17/25 Aralık’tan sonra HSYK, yeni kimlik verdiği Bozkurt’u meslekten attı.
Yargıtay 11. Ceza Dairesi, Bozkurt ve gizli tanıklar hakkında suç duyurusunda bulundu.
Bozkurt “Kaçma şüphesi yok” diye serbest bırakılınca firar etti.
Bu ilk firarı oldu.
15 Temmuz sürecinde İzmir’deydi. Saklandığı evden kaçarken balkondan düşüp bacağını kırdı ve yakalandı.
Ancak öğrendik ki, birçok isim onun İzmir’de olduğunu zaten biliyordu.
Darbe olacağını bile söylemişti görüştüğü görevlilere! Buraya geleceğiz.
Sonrasında, Ekim 2016’da tutuklandı.
Kasım 2016’da, sadece bir ay sonra itirafçı oldu. İtiraflarında oldukça çarpıcı ifadeler kullandı, kritik birçok ismin Cemaat bağlantısını ortaya serdi. Buraya da yine ayrıntılarıyla geleceğiz.
Çıktığı ilk duruşmada “delillerin toplanmış olması, etkin pişmanlık hükümlerinden faydalanma ihtimali ve tutuklulukta geçirdiği süre” gibi gerekçelerle tahliye edildi.
Tarih 7 Ağustos 2018’di, kolay kolay kimseye nasip olmayacak şekilde ilk celsede serbest kalmıştı.
Büyük işti doğrusu.
3 Eylül 2018’de hakkında yeniden tutuklama kararı verildi. Fakat yine firar ettiği anlaşıldı.
Bu ikinci firarıydı.
Bu kez ülke içinde değil, yurtdışındaydı.
Makedonya'dan Sırbistan'a kaçarken 2019’un Nisan ayında yakalandı.
Sonra buradan da “firar etmeyi” başardı.
Bu üç olmuştu.
Destek aldığı açıktı.
Sonrasında izini kaybettirdi.
Ta ki yıllar sonra, yine ona yakışan tuhaf bir gelişmenin tam ortasında yer alana dek.
Hollanda’nın Rijswijk kentinde 1 Mayıs’ta kaldığı otelin bahçesindeki kafede otururken suikaste uğrayan Cemil Önal’ın cinayet sırasında yanında bulunan kişiydi Bayram Bozkurt.
Önal, 2022’de yine bir suikastle öldürülen Kuzey Kıbrıslı kumarhane patronu, yasadışı bahis baronu Halil Falyalı’nın elde ettiği geliri yönetiyordu, Falyalı'nın "kara kutusu"ydu.
Bozkurt’un bu ismin yanında ne işi vardı?
Bahis ağı ve baronlarla nasıl bir teması vardı, büyük merak konusu oldu.
Sonra yine izini kaybettirmeyi başardı.
Ancak geçtiğimiz günlerde, daha önce üç kez firar etmeyi başaran bu isim, Cemaat firarilerinin yoğun şekilde yaşadığı Almanya’da yakalandı.
Şimdi Bozkurt’un Hollanda’ya iadesi talep ediliyor.
Bu iade işlemi sonrası Bozkurt’un vereceği ifadenin oldukça kritik olduğu belirtiliyor.
Bu uzun girişten ve hikayesindeki büyük kırılmalardan da anlaşılacağı üzere gerçekten “sıradışı” bir isimle karşı karşıyayız.
Gelin şimdi bu ismin öyküsüne daha yakından bakalım.
Cemaat ile nasıl tanıştığına, bu temasın nasıl geliştiğine, bir Cemaat üyesi gözüyle ‘örgütün’ işleyişine yakıdan bakalım.
Tabii ifadesindeki kritik ve üzerinde belki de hiç durulmayan bölümlerin de ayrıntısıyla birlikte…
Şovla başlayan itiraflar
Bozkurt’un polisten kaçmaya çalışırken bacağını kırdığını yazmıştık.
Bir yandan cezaevinde tedavi görürken bir yandan da itirafçı olmak üzere abisi üzerinden çoktan haber uçurmuştu yetkililere.
Ancak ortada bir sorun vardı.
Koğuşunda çok fazla Cemaatçi vardı ve dikkat çekmek istemiyordu.
Hastane bahanesiyle alınmayı, orada ifade vermeyi istedi.
Cezaevinde hayat muhasebemi yaptım. Gerçeklerle yüz yüze geldim. Önceki hayatım ile cemaate girdiğim dönem içerisindeki yaşadıklarımı ve benim ilk kez girdiğim dönemdeki ilkelerini ve tabanını kaybedip tamamen farklı bir yöne bu yapının kayması, 15 Temmuz gecesi yaşanan vahşi olaylar neticesinde daha fazla sessiz kalmamın doğru olmayacağını düşünerek kendi rızam ile tanık sıfatıyla bu yapıyı bildiğinizin aksine kriptolarıyla dahil olmak üzere aydınlatmak ve yine prova mahiyetindeki 15 Temmuz hain darbe girişiminden sonra gerçek darbeyi yapmak üzere işaret fişeğini atmalarından ötürü bir nebze bunlara engel olabilmek adına hür irademle ifade vermek üzere talebim doğrultusunda huzurunuza geldim.
Evet, bu girişle başlıyordu "etkin pişmanlığa" Bozkurt.
Ona yakışan bir girişti gerçekten.
Cemaatçi gizliliği ve kapalılığını pek benimsemiyor, şovu gerçekten çok seviyordu Bozkurt.
Ancak biz Bozkurt'un prova dediği 15 Temmuz'un epey öncesine uzanalım önce, Cemaat'le tanışma öyküsüne gidelim.
Cemaat ile tanışma ve başarılı ‘şakirt’ öyküsü
Fetullahçılarla lise eğitiminin henüz birinci sınıfındayken tanıştığını, o sırada Bornova Suphi Koyuncu Lisesi’ndeki en başarılı öğrenci olduğunu söyleyerek sözlerine başlıyordu Bozkurt.
En başarılı öğrenci olduğu için kendisine kanca atıldığını söylüyor, Cemaat bağının da böyle kurulduğunu açıklıyordu.
Beni de bu şekilde okul çıkışında durak önünde otobüs beklerken daha sonradan ev abisi olan Gürsel Orer'in ekibinde bulunan ve piyon olarak kullanılan Erdem isimli üniversite öğrencisi yapıyla tanıştırdı. Sonrasında HSYK'da başmüfettişlik yaptı, daha sonra Van'a gönderildiğini biliyorum, sonrasında ne olduğunu bilmiyorum. İfademin daha sonraki bölümlerinde ayrıntılı şekilde bahsedeceğim kripto cemaatçi olan Selim Yıldız'ın en has adamıydı. Selim Yıldız ki şu anda HSYK teftiş kurulu başkanıdır.
Bozkurt'un bu tanışıklık öyküsünde adını geçirdiği isim, Selim Yıldız, bu ifadeden bir yıl sonra görevinden alınacaktı.
Bu görevden alma ne kadar Bozkurt’un etkisiyle bilinmez ama biz not edip devam edelim.
Sonra lise dönemi bitiyor, üniversite yılları başlıyordu Bozkurt’un. Belki de "ben hep başarılıydım" öyküsünü sevdiği için “cevapları önceden aldık” kısmına hiç girmiyor, kaydırma yaptığı için Ankara Hukuk yerine Konya’yı kazandığını söylüyordu.
MİT tırları savcısı, Cemil Çiçek ve Bülent Arınç notları
Kendisini fazla beğenmiş çiçeği burnunda bu genç Fethullahçı, tüm Cemaatçilerin gittiği özel yurt yerine devlet yurduna gönderildiğini, bunun da kendisinin “kripto” adayı olmasıyla ilgili olduğunu iddia ediyordu.
Öyle ya, kriptoların Cemaat bağını gösteren hiçbir bağları olmamalıydı.
Burada verilen ilk görev Cemaat’e yeni üye kazandırmaktı, hukuk fakültesinden 30-40 kişiyi yapıya kazandırdığını söylüyordu.
Benden önce bu görev, ben yurda girdiğimde yurttan ayrılan ve daha sonra MİT tırları savcısı olan Aziz Takçı'ya aitti. Aziz Takçı yurdun B Blok abisiymiş, hukuk fakültesi öğrencilerinden sorumluydu, onun da abisi Alaattin Keykubat öğrenci yurdunun abisi olan İsmet Macit Gülerim'di. Şu anda cemaatin Almanya imamıdır.
Dedik ya, şovu seviyor Bozkurt.
İfadesi boyunca bunu yapıyor, birçok tanınmış, ünlü ismi anıyordu:
Konya'da 20'de 1'lik evlerde kaldığımız dönemde Bülent Arınç'ın damadı olan Meram Tıp Fakültesinde kalp cerrahı olan soyadını bilmediğim Doktor Ekrem isimli kişi vardı. Doktor Ekrem Konya'daki mahrem sınıfının abisiydi. O dönem Adalet Bakanı Şevket Kazan'dı, cemaatin hakim ve savcı adayları doktor Ekrem aracılığıyla Bülent Arınç'a ulaşıyorlardı, Bülent Arınç'ın referansı ile çoğu hakim ve savcı oldular.
Arınç’ın damadı bu ifadeler de veri olunca bir süre tutuklu kalacak, sonra kendini kurtaracaktı bu tutuklamadan.
Ancak sadece Arınç’tan ibaret değildi Savcı eskisi Bozkurt’un siyasetçi 'tesadüf' ve temasları:
Cemaat Mahmut Özbay aracılığıyla hakim ve savcı alımlarında Cemil Çiçek'i yanıltmak için bir sistem kurmuştu, Osman Bölükbaşı, Maksut Mete, Birol Erdem, Ahmet Hamsici, Mustafa Babayiğit, Ufuk Yeşil ve Mustafa Kemal Özçelik cemaat tarafından Adalet Bakanı Cemil Çiçek'e sunulacak hakim ve savcı adayları listesinde oynamalar yapmak üzere görevlendirilmişti. Bu şahıslar cemaat üyeleri için gerçekten olmadığı halde Ak Parti içerisinden insanların referans olduklarına dair liste oluşturuyorlardı, cemaat dışında olanlar için de bir kara liste oluşturup bunu Mahmut Özbay aracılığıyla Cemil Çiçek'in önüne gitmesini sağlıyorlardı, Mahmut Özbay da bu işi biliyordu. Cemil Çiçek Mahmut Özbay'a güvendiği için bu listeler mülakatta dikkate alınıyordu.
Bakanlar Cemaat’in oyuncağıydı, böyle söylüyordu Bayram Bozkurt ifadesinde.
Parlak kripto adayı Fethullahçı yükselmeye devam ediyordu, kimsenin çıkamadığı katlara hızla çıktığını anlatıyordu. Hızlı yükselmiş, güven vermiş ve askeri okulda okuyan öğrencilerden dahi ona bağlananlar olmuştu:
Ben fakültede okurken bana ayrıca askeri yapılanma içerisinde görev verdiler, bu görev çerçevesinde biri o sırada Kuleli Askeri lisesi öğrencisi olan Serdar Nergiz, diğeri skorsky helikopter pilotu olan teğmen Kamil Koç'u benim sorumluluğuma verdiler. Ben bunların bulunduğu İstanbul ve Ankara iline zaman zaman gidip cemaatin mahrem evlerinde buluşup manevi olarak destek olup dini konularda ders veriyordum, cemaatle bağlantılarını sağlıyordum.
Yükselişten duraklamaya: Evlilik kararı
Hızlı yükselen bu savcı adayımızın canı evlilik konusunda sıkılacaktı, öyle söylüyordu.
Cemaat’in istediği kişi kimse, tepelere çıkmak isteyen kişiler onla evlenmeliydi. Bozkurt kendi sevdiği kadınla evlenince kızağa çekilecek, sonra gözden düşen bir savcı olarak göreve başlayacaktı.
Tam da bu noktada belki de verdiği ilk "himmet parası" canını sıktığı için ayrıntılı şekilde "etkin pişmanlık" ifadesinde şu bilgiyi araya sıkıştırıyordu:
Yargıda cemaate mensup hakim ve savcılar göreve başladıklarında ilk maaşının tamamı, daha sonra evli olanlar maaşlarının yüzde 10'unun, bekar olanlar da maaşlarının yüzde 20'sini himmet olarak cemaate veriyorlardı, bu himmetleri grup abileri elden topluyordu, daha sonra bunlar bu paraları bölge abilerine veriyordu, bölge abileri de Ankara'da her ay düzenlenen toplantılara katılarak bu paraları, herkes kendi gruplarından sorumlu merkez abilerine veriyorlardı. Himmet paraları asla banka aracılığıyla verilmezdi, kesin suretle elden verilirdi.
Yükseliş için fırsat: Erzincan ve Cihaner olayı
İlk maaş gidecek, sonrasında görev yeri Erzincan olacaktı.
Böylece Cihaner’in hedef alınacağı kumpasa yaklaşıyoruz.
Erzincan adliyesinde İlhan Cihaner ve iki savcı dışında herkesin kendi adamları olduğunu söylüyordu Bozkurt.
Etrafı kuşatılmış bir Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner.
Üstelik Gülen Cemaati’ne operasyon hazırlığı içinde olduğunu Bozkurt dahil tüm cemaat kadroları tarafından biliniyordu.
Görev yaptığım bu dönemde İlhan Cihaner'in cemaat hakkında yürüttüğü bir soruşturma vardı. Ayrıca cemaatin rahatsız olduğu Saldıray Berk 3. ordu komutanıydı. Saldıray Berk'in süre içerisinde Genelkurmay başkanı olabileceği cemaatçi albaylar arasında konuşuluyordu ve bundan büyük bir rahatsızlık duyuyorlardı. …Sonrasında Osman Şanal bana İlhan Cihaner, Saldıray Berk ve Recep Gençoğlu'nu sormaya başladı ve samimiyet düzeyimi öğrenmek istedi. Ben de kendisine İlhan Cihaner ile samimi olduğumu, alaya da gidip geldiğimi söyledim, bana İlhan Cihaner'in cemaatle ilgili bir soruşturma yapıp yapmadığını sordu, ben de böyle bir soruşturma yapıldığını tahmin ettiğimi, fakat kesin ve net olmadığını söyledim. Zira o dönem Osman Şanal'ı pek tanımıyordum, bana tanıklık yapıp yapamayacağımı sordu.
Bu soru sonrası Ankara’ya giden Bozkurt, gözden düşen bir Cemaatçi olarak belki de iman tazelemek adına Şanal’ın kendisine ilettiği teklifi soruyordu, aldığı yanıt, "ne talep ediyorsa yerine getireceksin" olacaktı.
Peki, nasıl kurulmuştu bu kumpas?
Bozkurt'tan ayrıntılarıyla dinleyelim:
…Osman Şanal beni telefonla aradığında gelen müfettişlerden Ekrem Dinçer'in alevi olduğunu ve beni meslekten atmak için rapor düzenleyeceğini söyledi. Ben meslekten atılacağım kaygısıyla Osman Şanal'ın tanıklık teklifini kabul ettim ...İfademde gerçek olan diyaloglarımı ve bildiklerimi anlattım, ancak Osman Şanal bunu yeterli bulmadı, öncelikle orada bir darbe semineri olduğunu ve şömine kafede albaylarla buluştuğumu tespit ettiğini, oradaki diyalogları anlatmamı istedi. Orada gerçekten bir iç güvenlik semineri olmuştu ve bu seminere bölgeye dair il alay jandarma alay komutanları ve 3. ordu albayları katılmıştı. …Bu yemekte herhangi bir şekilde bir darbe görüşmesi olmadı. Ancak yemeğe katılan cemaatçi olduğunu bildiğim subaylar ve diğer rütbeli şahıslar Ak Parti hükümetine karşı rahatsızlıklarını dile getiriyorlardı. Sohbeti bu şekilde Osman Şanal'a anlatınca o da bunun basit siyasi bir düşünce olmadığını, darbe planlaması olduğunu, bu sebeple bu şekilde ifade vermemin uygun olacağını söyledi. Ben de onun bu yönlendirmesiyle gerçekten bir darbe olabilecekmiş ve ben de onu engelleyen insan olmak amacıyla onun istediği şekilde bu kafedeki görüşmenin darbeye yönelik olduğu yönünde çarpıtılmış ifade verdim. Osman Şanal bana irticayla mücadele eylem planının Erzincan'da uygulamaya konulacağını ve bunu delillendirmek gerektiğini ve önlemek zorunda olduklarını söyledi.
Kumpasın merkezinde Cemaat-AKP ortaklığı vardı, uygulayıcıları ise Cemaat’in adamı Şanal ve aparatı Bozkurt olacaktı.
Sipariş üzerine dosyaya eklenen isimler dönemiydi, Dursun Çiçek böyle dahil edilecekti dosyaya:
“…bunun orada olup olmadığını sordu, ben de benzer bir şahıs olduğunu fakat hatırlayamadığımı söyledim, daha sonra bana bu kişinin irticayla ilgili eylem planını hazırlayan Dursun Çiçek olduğunu ve Erzincan'da bir otelde kaldıklarını tespit ettiklerini söyledi. Benim de bu şahsı orada gördüğümü net olarak ifade etmemi istedi. Ben önce bunu kabul etmedim ancak ısrar edince Dursun Çiçek'i seminerde gördüğüme dair ifade verdim. …Ben bu ifadeyi Osman Şanal'ın teklifi üzerine gizli tanık olarak verdim. Kod adım 'EFE' idi.”
Yalan ve kumpas bir cemaat özelliğiydi: “İlhan Cihaner'in askerlerle fazla bir muhabbeti yoktu, ancak gizli tanık olarak ifade verdiğim sırada İlhan'ın askerlerle muhabbeti olduğu ve cemaate kumpas için bunlarla birlikte hazırlık yaptığı içerikli gerçek olmayan beyanlarda bulundum. Bu suretle İlhan Cihaner, Saldıray Berk ve Recep Gençoğlu birlikte bir soruşturma kapsamına alındılar.”
Gerçekten Cemaat'e yakışan sahtekarlıkta bir operasyon ve yine Cemaat'e yakışan kadrolar. Hiçbir ahlak ve etik kuralı tanınmıyor, herkes iftiralarla, sahte delil ve tanıklarla tam da bu şekilde hedef alınıyordu.
Sonra ne mi oldu?
Açığa çıktı bu Cemaat aparatı, ifadesinden anlaşılan, bu pek sevilen bir durum değildi örgütü için.
Yukarıda “Alevi, seni ihraç edecek, bu işin başında Cihaner var” denilen Ekrem Dinçer’in Bozkurt’u ihraç edeceği söylendi, Cemaat tarafından acilen Ankara’ya çağrıldı.
“Ben Aydın Eser'in bu talebini teyit etmek için Ak Parti Gaziantep Milletvekili Mahmut Durdu ile birlikte o dönemki Adalet Bakanı Sadullah Ergin ile görüşerek nasıl davranmam gerektiğini sordum. O da bana ihraçtansa istifa et daha iyidir dedi. Bunun üzerine Bakanlığa giderek istifa dilekçemi verdim.”
Eser Cemaat’in adamıydı, ihraç yerine istifa et demişlerdi, o da Cihaner’i tutuklatan isim olmanın verdiği gururla görüştüğü Bakan Ergin’den aldığı olurla istifa etmişti.
Sonrasında Cemaat kararıyla Kayseri’ye giderek avukatlığa başlayan Bozkurt, ifadesinden de açıkça anlaşılacağı üzere mesleğe döneceğini bilerek hareket edecekti.
Gülen'in saat ve atleti ve mesleğe dönüş
Bir parantez ile sizleri yine eski bir habere götürelim.
5 Mart 2013’te toplanan HSYK 3. Dairesi, Bozkurt’un mesleğe kabulüne karar verdi. Savcı Bozkurt yeni kimliğiyle cumhuriyet savcısı olarak Ankara’nın bir ilçesine atandı. Bu arada, Bozkurt’un eşi Sağlık Bakanlığı’nın görevlendirmesiyle 4 Eylül 2013’te ABD’ye gitti. Savcı Bozkurt da eşinin ardından bir yıl ücretsiz izin alarak, 16 Aralık 2013’te ABD’ye gitti.
Peki, neden?
Gülen, "bedel ödeyen" ve gücünü kullanarak mesleğe geri döndürdüğü kahramanını, Cemaat'in en kilit operasyonlarından birinin kritik ismini görmek istemiş belki de. Belki de pek de güvenmedikleri bu kritik ismi, daha da yakına çekmek içinde bu planlama. Bilinmez.
Ancak bildiklerimiz var, yine Bozkurt'un ifadesinden dinleyelim:
"..Onun aracılığıyla (Yılmaz Erdem) Pensilvanya'da Fetullah Gülen ile görüştüm, Fetullah Gülen o dönem çok rahatsızdı, bina içerisinde beni Doktor Kudret karşıladı ve Fetullah Gülen'in yanına beni götürdü, ben Fetullah Gülen ile yaklaşık 45-50 dakika görüştüm, çok fazla gelip giden vardı, Fetullah Gülen bizlere dua ettiğini söyledi, bulunduğumuz konum itibariyle büyük bir hizmet ifa ettiğimizi söyledi, üzerinde kendi imzasının bulunduğu çok kaliteli bir saat hediye etti, ben Türkiye'ye döndüğümde Ufuk Yeşil bana Fetullah Gülen'in atletini getirdi, bu atlet Fetullah Gülen tarafından kullanılmış ve bana gönderilmişti, saat ve atlet benim bildiğim bir yerde muhafaza altındadır, en kısa sürede teslimini sağlayacağım.
Gülen'in daha önce kimlere saat verdiğini bilmiyoruz. Sadece ortaya çıkan isimler dahi bunun "önemli" bir takdim olduğunu kanıtlamaya yetiyor.
Sedat Peker örneğin, Gülen'in 10 altın saatinden birinin kendisinde olduğunu söylemişti. Yine Gülen'i ziyaret eden "gazeteciler" Serdar Turgut, Cüneyt Özdemir, Ferhat Boratav ve Bejan Matur'a da imzalı saat edildiği haberleri gündeme gelmişti.
AKP starları ifadede: Hakan Fidan, Bilal Erdoğan, Mehmet Şimşek
İfadesinde AKP’nin “star” isimleri sık sık geçecekti Bozkurt’un.
Onlardan bazıları Taner Yıldız, Mehmet Şimşek, Bilal Erdoğan ve Hakan Fidan’dı.
Kısa kısa not düşelim bu “itirafçı” ifadelerini:
* “Ali Fuat Babatan'ın bürosuna sıklıkla gelen şahıslardan biri de Harun Ekinci'dir. Bu kişi cemaate ait dünya radyosunun kurucusudur. …Harun Ekinci Ak Parti içerisindeki birçok Bakanla da çok samimi diyalogu vardı. Özellikle Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ve zamanın Enerji Bakanı Taner Yıldız ile çok samimi görüşüyorlardı. Harun Ekinci bakan seviyesindeki bürokratları Amerika'da Fetullah Gülen ile görüşmeye götüren kişidir. Harun Ekinci aynı zamanda cemaatle iltisaklı İpek Holdingin yönetim kurulu üyesidir, Akın İpek'in de sağ koludur.
* …17-25 Aralık 2013 öncesinde Cemalettin Akacak Türkiye'ye gelerek bir şirket kurdu. Yine Bilal Erdoğan'ın ismini kullanmak suretiyle Tahir Kocatürk ile ortak oldu. ...Halen bildiğim kadarıyla bu şahıs Cumhurbaşkanımızın oğlu Bilal Erdoğan'ın çevresinde dolanıp onunla görüşmektedir. Bu bir tehlike arz etmektedir.
* …Hakan Fidan'ın cemaatle bir bağlantısının olup olmadığını bilmiyorum, fakat cemaat içerisinde yüksek dereceli görevlerden duyduğuma göre Ankara Cebeci'deki cemaatin ilk evlerinden birine orta-3 talebesi olarak gidip geliyormuş, o dönemdeki cemaat abisi yani o evin abisi şu anda Profesör olan İbrahim Cerrah'mış. Hakan Fidan TİKA başkanı olduğu dönemde Hüseyin Kara da cemaatin Ortadoğu imamıydı. Ortadoğu'da müslüman ülkelerde TİKA projelerinde Hüseyin Kara ile Hakan Fidan görüşme yapmışlar, TİKA'nın projelerinde Hüseyin Kara etkin bir rol oynamış. Bunu Hüseyin Kara bana söyledi. Ancak Hakan Fidan'ın cemaat adına bu şekil davrandığını zannetmiyorum. Fakat Hakan Fidan Hüseyin Kara'nın cemaatin etkin elemanı olduğunu bilmesi gerektiğini düşünüyorum.”
'Darbe olacağını herkesten önce ben söyledim, uyardım'
Tüm bu ifadeler dışında Bozkurt’un dikkat çeken başka iddiaları da vardı.
Şu ana kadar basının gündemine pek girmeyen ama ifade kayıtlarına yansıyan kritik iddialardı bunlar.
Örneğin darbeyi MİT’e herkesten önce ileten kişi olduğunu söylüyordu:
Ben cemaatin bir darbe girişiminde bulunacağını daha önceden öğrenmiştim ancak tarih olarak tespit edememiştim. Bunu MİT'te görevli Hasan Cengiz'e birçok kez iletmiştim. Darbe girişiminden sonra darbeyi haber veren kişi olarak Alexander Dugin olarak belirtilmiş ise de aslında darbe hazırlığını yetkili kurumlara ilk ben bildirmiştim. Alexander Dugin ve Hasan Cengiz tanışırlar, daha doğrusu Hasan Cengiz Avrasya Belediyeler Birliğinin başkanıdır. Alexander Dugin, Putin'in danışmanıdır, bu sebeple Hasan Cengiz ile tanışırlar, Alexander Dugin darbe söylentisini Hasan Cengiz vasıtası ile duymuştur. Ben bu zaman içerisinde Hasan Cengiz ile Ali Fuat Babatan'ı da tanıştırdım. Amacım cemaatin askeri yapılanmasında önemli bir yerde olan Ali Fuat Babatan aracılığıyla darbeyi önlemekti.
Buraya kadar aktardıklarımız sanıyoruz her boyutuyla ilginç bir isimle karşı karşıya olduğumuzu anlamamıza yetişecek cinsten.
Kuşkusuz anlattıkları bunlardan ibaret değildi Bozkurt’un. Bazıları “fantastik” denilebilecek çok sayıda iddiası daha olacaktı.
Akın Öztürk ve Mustafa Özcan gibi "şahinlerin" Gülen’e rağmen darbeden yana oldukları, sabırsız davrandıkları, Gülen’in bu sabırsız ekibi engelleyemeyeceğini anladığı için karşı çıkmadığını, bu ekibin tasfiyesi sonrası uygun vakitte kendi darbe planı için harekete geçeceğini öne sürüyordu örneğin Bozkurt.
Baştaki “15 Temmuz provası” ifadesi biraz da bununla ilgili.
Ancak darbeyi önceden haber verdim çıkışına yaptığı şu ekler her durumda ilgi çekici görünüyor:
Kamu güvenliği müsteşarı Muhammed Dervişoğlu evet. Kendisi daha önce MİT müsteşar yardımcısıydı. ...Bu kapsamda ayrıca cemaat içerisinde olduğunu bildiğim birkaç subayla irtibata geçerek ne olup bittiğini anlamaya çalıştım. Bu kapsamda Ankara Jandarma Bölge Komutanı Kurmay Başkanı Kurmay Albay Ali Taş ile defaatle görüştüğüm hatta savcı Cengiz Güneş ile de bu albayı devletimizin istifade etmesi için görüştürdüm. Savcı Cengiz Güneş mutlaka doğrulayacaktır. Cumhurbaşkanımızla görüşme yapacağımız günlerde Erzincan Ağır Ceza Mahkemesi'ne CHP milletvekilleri Dursun Çiçek ve İlhan Cihaner'in şikayetleri üzerine hakkımda yakalama kararı çıkarıldı. Ben de hapiste olmak devletim ile verdiğim mücadelenin zararına olacağı düşüncesi ile İzmir'e gittim. Bu aşamada istihbarat amacıyla FETÖ mensubu birkaç kişi ile irtibatımı devam ettirip bilgi toplamaya çalıştım. FETÖ'den birkaç kaynaktan temmuz ayı içerisinde bir darbe olacağı bilgisini alınca kardeşlerim vasıtasıyla ki onlar ikisi de kamu tanığıdır vasıtasıyla Ankara'dan savcı Cengiz Güneş'i acilen İzmir'e çağırttım. Savcı bey Tayyip beyin eski başdanışmanlarındandır. Bunu da unutmamak lazım. Evet eski başdanışmanlarından olduğu için kendisine en geç 20 temmuza kadar bir darbe planladıklarını aktardım. Ben gözaltında iken İzmir de Basmahane de İzmir TEM Müdürlüğü'nde beni ziyarete geldi savcı bey. TEM müdür yardımcısı Akın Bey'in de huzurunda yukarıda anlattığım hususlar doğrulandı.
Müritlikten 'en başarılı itirafçı benim' sözlerine...
Gülen’le yüz yüze görüşen, Erzincan başarısının mükafatını Gülen’in özel saati ve atletiyle alan “nadir” isimlerden biriydi Bozkurt.
2018’de ilk celsesinde tahliye olacağı davaya 2016 Kasım’ında başladığı bu itiraflarla gitti. Hayatın akışı sert şekilde değişmişti. Tekrar önemli biri olmak istiyordu.
Bunun için de “Eğer talebim uygun görülüp dışarı çıktığım takdirde sizin gözetiminizde belirtmiş olduğum belgeleri, fotoğrafları, fotoğraf albümlerini, Fetullah Gülen'in bana göndermiş olduğu saat ve atleti sizlere getireceğim gibi ifademde ismi geçen ve beyanlarıma tanık olarak gösterdiğim kişileri de ikna ederek huzurunuzda dinleteceğim” diyordu.
Cezaevinde kaldığı 23 ay boyunca birçok Cemaatçiyi itirafçı yaptığını, kendi ifadeleri sonrasında da 100’den fazla ismin tutuklandığını söylüyordu.
Kendisine hakim ve savcı albümleri gösterilmiş, o da tek tek kim Cemaatçi kim değil, doğru ya da yanlış söylemiş, onun sözleri sonrasında çok sayıda kişi meslekten atılmıştı.
O da bunu hatırlatıyor ve tahliye talep ediyordu.
2016’da bunları söyleyen Bozkurt, yıl 2018’e geldiğinde sadece Cemaat itiraflarıyla çıkamayacağını anladığından belki, AKP övgüsünü artıyor, AKP'nin altını oymamanın bir yolunun da Cihaner'i hedef almaktan geçtiğini anlıyordu:
Her şeyden önemlisi, Hayati Yazıcı'nın yanına gittim. Bunları söylemek durumundayım. Başka devlet erkanlarının yanına gittim. Sayın bakanımızın yanına gittim. Dedim ki İlhan Cihaner böyle böyle şeyler, yani hükümete bir şeyler sıkıştırmaya çalışıyor. FETÖ bir taraftan bastırıyor, İlhan Cihaner bir taraftan bastırıyor. FETÖ diyor ki şunları şunları söyleyeceksin, bana o dönemde 2009'un mayıs ayında şubat ayında Erzincan 3. Ordu Komutanlığı'nda düzenlenen 400 tane üst subayın katıldığı seminer var. FETÖ mensupları hakimler savcılar bana diyor ki sen diyor ben kısmen beyanda bulunmuştum. Sen diyor şu 60-70 subay gösterdiler. Sen bunların bu toplantılara geldiğini, şu kafede yapmış olduğunuz eğlence programlarına albaylara yapmış olduğun, senin düzenlediğin eğlence programına bu subayların da katıldığını söyleyeceksin ve biz bunlarla ilgili işlem yapacağız dedi. Ben bunu reddettim ve o zaman cemaat zaten ikinci olarak beni topun ağzına aldı. Ondan sonra benimle ilgili soruşturma süreçleri, ihraç süreçleri başlamış oldu. Bir taraftan İlhan Cihaner bastırıyor, bir taraftan FETÖ bastırıyor. Ama ben ne yaptım? Devletimin dediği şeyin dışına asla çıkmadım.
Gerçekten çok ilginç değil mi?
Cihaner’i nasıl büyük yalanlarla hedef aldığını itiraf ettiği tanıklıklarına AKP övgüsü eklediğinde Cihaner’i de yeniden hedef almak zorunda hissediyordu kendisini. Kendi ifadeleriyle çelişen yalanlara başlıyordu tekrardan ya da kendisinden istenen tam da bu olduğu için bu şekilde konuşuyordu.
Sonra mı?
Sonrasının ilk bölümünü girişte paylaştık.
Bu sözlerin ardından anında tahliye edilecek, tahliyeden bir ay sonra hakkında tutuklama kararı çıksa da çoktan firar etmiş olacaktı. Adına "göz yumma" değil de, "firar" diyebilirsek eğer...
Peki, böyle bir isim nasıl oldu da yıllar sonra Halil Falyalı-Cemil Önal ve bahis baronlarının ortasına düştü?
Bu gerçekten bunca öykünün ardından şaşırtıcı mı?
Ortada Fethullahçı tornasından geçmiş, AKP’ye yıllarca hizmet etmiş kirli bir aparat var.
Bu aparat her tür kir ve pasın içinde hızlıca yeni görev ve roller alabilecek biri belli ki.
Falyalı ve Önal bağı bu nedenle şaşırtıcı değil ancak bu isimlerle bağını kuranın kimler olduğu gerçekten merak konusu. Bu pisliğin bu düzende hangi isimler eliyle yayıldığını anlamak ve yerli yerine oturtmak adına.
/././
CHP’de PM pazarlıkları başladı: ‘Sağdan’ transferler listeye girecek
CHP’de Kasım ayı sonunda gerçekleşecek kurultay öncesi Parti Meclisi listesinde bu kez ciddi bir değişiklikler olacağı konuşuluyor. Adı geçen isimler arasında DEVA, İYİP ve DP kökenli vekiller bulunuyor. Bu isimler CHP’nin önümüzdeki dönem stratejisine dair de fikir veriyor.
CHP’de son süreçte AKP’nin siyasi hamlelerine yanıt vermek adına üst üste olağanüstü kurultaylar yapılmıştı.
Bunun son halkası olan olağan kurultay ise bu ay sonunda “mutlak butlan” tartışmalarından uzakta ve görece daha rahat bir ortamda gerçekleşecek.
Partinin program ve tüzük başlıklarında da yenilenmeye gidilecek söz konusu kurultay öncesinde, parti yönetimine dair de ciddi bir yenilenme tartışması var.
CHP’nin yeni dönem öncesi Parti Meclisi'nde (PM) yapacağı değişikliklerin önemli unsurlarından birinin sağ partilerden gelen isimler olacağı öne sürülüyor.
Öyle ki bu iddia yandaş basına kadar yansımış durumda.
Milliyet gazetesinden Didem Özel Tümer, bugünkü yazısında “Özel de tıpkı AK Parti’nin yaptığı gibi saflarına katılan yeni isimlere PM’de ve MYK’da yer açmayı planlıyor. Salih Uzun, Evrin Rızvanoğlu, Bahadır Erdem ve eski Gelecek Parti Sözcüsü daha sonra Ekrem İmamoğlu’nun danışmanı Serkan Özcan’ın adları sayılanlar arasında geçiyor” dedi.
Özel'den ziyade İmamoğlu'na yakın isimler iddiası
soL’un edindiği bilgilere göre bu isimler CHP’nin önümüzdeki dönem PM kurgusunda geçiyor. Ancak bağlanmış bir tablo henüz yok.
Öte yandan söz konusu isimlerin Özel’den ziyade Ekrem İmamoğlu’na yakın olduğu ifade ediliyor.
Bilindiği üzere Serkan Özcan Gelecek Partisi’nden istifa edip İmamoğlu’nun danışmanlığı görevine getirilmişti.
İmamoğlu gibi ANAP kökenli olan Salih Uzun da Demokrat Parti’den istifa ederek CHP’ye katılmıştı.
Evrin Rızvanoğlu Deva Partisi, Bahadır Erdem ise İYİP’ten istifa ederek CHP’ye geçmişti.
Bu isimlerin CHP’nin yönetim katına çıkarılmasına dönük tartışmalar önümüzdeki dönem stratejisi açısından da ipuçları sunuyor.
Partinin “Altılı Masa” unsurlarıyla mesafeli görüntüsü sürerken diğer yandan buradan devşirdiği isimleri merkeze çekme düşüncesi parti içinde de tartışma konusu.
Partide bazı isimlerin önümüzdeki dönem AKP saldırılarına karşı CHP’li kimliği daha güçlü isimlere ihtiyaç duyulacağını vurguladığı ifade ediliyor.
Öte yandan CHP’de radikal bir PM revizyonu olacağı iddialarıyla birlikte ciddi bir pazarlık ve adaylık yarışının da başladığı belirtiliyor.
Bu pazarlığın kurultaya giden süreçte son ana kadar kesintisiz devam edeceği ifade ediliyor.
***
Piyasa istedi, YÖK üniversite eğitimi süresini kısaltıyor
Patronların talepleri doğrultusunda eğitimde geçirilen süreyi kısaltma adımı liseden önce üniversitede atılıyor. YÖK Başkanı Özvar üniversite eğitiminin üç yılda tamamlanabilmesine yönelik düzenlemenin önümüzdeki yıldan itibaren hayata geçirileceğini açıkladı.
Türkiye’de çocuklar ve gençler çalışırken iş cinayetlerinde yaşamlarını yitirirken, AKP iktidarı patronlar ve gericilerle el ele eğitimde geçirilen süreyi kısaltmak için yeni adımlar atıyor.
Yükseköğretim Kurulu Başkanı Erol Özvar, YÖK koordinasyonunda gerçekleştirilen Üniversite–Sektör İş Birliği Komisyonu toplantısında yaptığı açıklamada, koşulları karşılayan ve başarılı öğrencilerin üniversite eğitimlerini üç yılda tamamlamalarına olanak tanıyacak yeni uygulamanın gelecek yıldan itibaren yürürlüğe gireceğini duyurdu.
Yükseköğretim Kurulu koordinasyonunda Üniversite Sektör İş Birliği Komisyonu Toplantısı yapıldı.
Yükseköğretim Kurulu Başkanı Erol Özvar, isteyen, şartları taşıyan ve başarılı olan öğrencilerin daha kısa sürede yükseköğrenimi bitirmelerinin ve mezun olabilmelerinin önünü açmak istediklerini belirtti.
Özvar yaptığı konuşmada şunları kaydetti:
"Bir çalışma içerisindeyiz. Yapmaya çalıştığımız şey aynı veya güncellenmiş müfredatı daha kısa sürede bitirebilecek öğrencilerin önünü açmak. Bu çalışmalarımız önümüzdeki yıldan itibaren hayata geçirilecektir. Ülkemizin hem zihinsel beceri gerektiren alanlarda hem de sahada uygulama bilgisi yüksek işgücüne duyduğu ihtiyaç açıktır. Yüksek katma değerler üretmek ancak bu iki beceri setinin uyumuyla mümkün olabilecektir. Bunun yanı sıra uluslararası işgücü piyasalarında yetenek çekebilecek bir ortamın güçlendirilmesi ve yeniden beceri kazandırma yatırımlarının arttırılması büyük önem taşımaktadır.”
Stajlar ‘işyeri odaklı mesleki eğitim’e dönüştürülecek
Özvar, gelecek dönemdeki öncelikli hedeflerinden birinin, önlisans ve lisans düzeylerini kapsayacak şekilde işyerinde yürütülen uygulamalı eğitim modelini daha geniş ölçekte yaygınlaştırmak olduğunu dile getirdi. Ayrıca, bugüne kadar yeterince etkili olmayan ya da verim sağlayamayan staj uygulamalarını, işyeri odaklı bir mesleki eğitim yapısına dönüştürmeyi planladıklarını da belirtti.
7 sanayi kenti pilot olarak seçildi
Özvar açıklamasını şöyle tamamladı:
"İlk aşamada Konya, Gaziantep, İstanbul, Bursa, Kocaeli, İzmir ve Ankara olmak üzere 7 pilot ilde başlatılacak uygulamalı eğitim modelini, alınacak sonuçlara göre kısa süre içinde tüm ülkede yaygınlaştırmak istiyoruz. Öğrencilerimizin 20 gün gibi kısa ve verimsiz stajlar yerine programların niteliğine göre meslek yüksekokullarında 3+1 veya 2+2, lisans programlarında 7+1 veya 6+2 gibi uygulamalarla mesleki tecrübe kazandığı bir modele doğru programlarımızı dönüştürmeye başladığımızı ve bu konuda irademiz olduğunu sizlerle paylaşmak istiyorum.”
Yusuf Tekin zorunlu eğitim süresini tartışmaya açmıştı
Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin bu yılın başlarında yaptığı açıklamayla zorunlu eğitimin kısaltılmasına ilişkin tartışmayı başlatmıştı. Tekin’in “iş dünyasının beklentileri” diyerek başlattığı tartışma da desteğini sermayeden ve tarikatlardan bulmuştu.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın zorunlu eğitim sisteminin değiştirilmesiyle ilgili hazırladığı rapor geçen ay AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a sunulduğu açıklanmıştı. Ancak şimdilik planın askıya alındığı ortaya çıkmıştı.
Bakan Tekin son olarak konuyla ilgili Hürriyet’ten Hande Fırat’a yaptığı açıklamada “‘Zorunlu eğitim süresi azaltılacak' gibi bir niyet okuma mantığıyla hareket ediliyor. Burada sistemin içeriğine ilişkin bir şey belirtmedik, zorunlu eğitimin tamamlanma yaşının aşağıya doğru çekilmesi de olabilir, sistemin esnekleştirilmesi de" demişti.
***
'Hayata Dönüş' katliamında 'zaman aşımı' kararı: Suçlamalar düşürüldü
19 Aralık 2000 tarihinde cezaevlerine yönelik "Hayata Dönüş" adı altında başlatılan saldırı sonrası 32 kişi yaşamını yitirmişti. Dönemin jandarma görevlisi 194 sanığın yargılandığı davada, mahkeme zaman aşımı süresi dolduğundan tüm sanıklar hakkındaki kamu davalarının ayrı ayrı düşmesine karar verdi.
19-22 Aralık 2000 tarihinde ülke genelindeki 20 ayrı cezaevinde düzenlenen “Hayata Dönüş Operasyonu”nda 32 kişi yaşamını yitirdi. 10 bin asker ve polisle adeta bir katliam gerçekleştirildi.
Dün Bakırköy 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde süren duruşmaya, 2 mağdur ile taraf avukatları katıldı. Duruşma, Ses ve Görüntülü Bilişim Sistemi (SEGBİS) ile kayıt altına alındı.
Taraf avukatlarının beyanlarının alınmasının ardından mahkeme heyeti kararını açıkladı.
TCK'de suç tarihi olan 19 Aralık 2000 tarihinden itibaren geçen zaman içinde, 19 Haziran 2023 tarihi itibarıyla olağanüstü dava zaman aşımı süresinin dolmuş olduğunu belirten mahkeme, bu nedenle tüm sanıklar hakkındaki kamu davalarının ayrı ayrı düşmesine karar verdi.
Katliamda yaşananlar
Hapishanelerde koğuş sistemi yerine F Tipi cezaevleri ile getirilmek istenen tecrit uygulamasına karşı mahkumlar süresiz açlık grevine başlamıştı. Tutuklu ve hükümlüler, tecridin kaldırılması talebiyle 20 Ekim 2000 günü başladıkları açlık grevinin 45. gününde ölüm orucu kararı aldılar.
Direnişin 40. gününde TTB, TMMOB, İnsan Hakları Derneği gibi kurumlar ortak bir deklarasyonla DSP-ANAP-MHP koalisyonundan sorunun çözümüne yönelik adımlar atmasını talep ettiler. Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ile yapılan görüşmeler sonucu müzakere süreci başladı. Operasyondan 10 gün önce, 9 Aralık’ta Hikmet Sami Türk, müzakere sürecinin devam ettiğini, tam bir sonuca varılmadan kesinlikle bir girişimde bulunmayacaklarını ve ölüm oruçlarını sona erdirmek amacıyla F Tipi ceza ve tutukevlerine nakillerin ertelendiğini açıkladı.
Artık çözüm için bir kapı aralandığı düşünülürken, 13 Aralık’ta RTÜK cezaevleriyle ilgili yayın yasağı getirdi. 17 Aralık’ta DGM, F tipi cezaevlerini eleştirmenin "örgüt üyeliği" anlamına geleceği kararlara imza attı. Açıklamadan günler sonra, 19 Aralık'taysa 20 cezaevine 10 bin güvenlik kuvvetiyle büyük bir saldırı başlatıldı.
Operasyon kararının altında dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, Başbakan Yardımcıları Mesut Yılmaz ve Devlet Bahçeli’nin imzası vardı. O hükümette yer alan ve ardından AKP’de önemli görevler üstlenen birçok isim de bu kararın arkasındaydı.
Operasyon ekranlardan milyonlara canlı olarak izletildi. Kanlı saldırıda tam 30 mahkum ve 2 asker hayatını kaybetti. 3 gün süren operasyonlarda 237 mahkum yaralandı veya sakat kaldı. Askerlerin mahkumlar tarafından öldürüldüğü iddia edilse de bunun gerçek dışı olduğu, askerlerin üzerinden yine asker kurşunları çıkınca anlaşıldı. Devlet kendi “güvenliği” altında bulundurduğu mahkumları kendi elleri ile hazırladığı kanlı bir operasyon içine sürükledi.
Tüm bu yaşananların üzerine, operasyonlardan sağ kurtulan mahkumlara "kasten öldürme", "cezaevi yönetimine karşı silahlı isyan" gibi suçlardan çeşitli davalar açıldı.
F tipi cezaevlerinin mimarlarından olan ve "Hayata Dönüş Operasyonu" sırasında Cezaevleri Genel Müdürlüğü görevinde bulunan Ali Suat Ertosun'a 2004 senesinde hükümet kararıyla "Devlet Üstün Hizmet Madalyası" verildi. Ertosun, madalyasını dönemin Adalet Bakanı AKP’li Cemil Çiçek'in elinden aldı.
Sadettin Tantan'a gazeteci Orhan Gökdemir'den tepki: Ben işkenceyi onun zamanında tanıdım -Orhan Gökdemir-08.11.2021- https://haber.sol.org.tr/haber/sadettin-tantana-gazeteci-orhan-gokdemirden-tepki-ben-iskenceyi-onun-zamaninda-tanidim-317849
***
Acı bir başlangıç bu: İspanya'nın görme biçimleri -Ezgi Gevher Avcı-
Romanın karakterleri her şeyi görürler, hatta fazla görürler; ama hiçbir şeyin tanığı olmazlar. Onların görme biçimi, eylemsizlik üretir. Görmek artık ahlaki bir sorumluluk değil, kültürel bir jesttir.
23 Şubat 1981, Madrid’te bulunan Plaza de las Cortes binası…
Saat 18:23’te Leopoldo Calvo-Sotelo için güven oylaması yapıldığı sırada, parlamento sarayının kapıları kırılır ve Albay Tejero ve yaklaşık 200 asker meclisi basar. Tejero tabancasıyla havaya ateş eder ve şöyle bağırır: — !Quieto todo el mundo!— “Kimse kıpırdamasın!” Tejero’nun parlamento sarayını ele geçirmesinden kısa süre sonra Üçüncü Ordu Komutanı Jaime M. del Bosch, 2000 kişilik ordu ve 50 tankla Valensiya’yı kuşatır. Aynı gün OHAL ilan edilir.
İspanya, bu darbe girişimini transistörlü radyolardan an be an dinler. Bu nedenle bu girişim İspanya’da “Transistörlü Radyoların Gecesi” olarak anılır. Gece 1:00’de İspanya Kralı Juan Carlos, İspanya Silahlı Kuvvetleri Başkomutanı üniformasını giyerek kuvvet komutanlarına ve halka şöyle seslenir:
“Kraliyet, İspanyol halkının referandumda oylayarak seçtiği Anayasa'nın gereği olan demokratik süreçleri güç kullanarak durdurmaya çalışan herhangi bir girişim veya tutuma müsamaha göstermeyecektir!”
Hava kuvvetleri havadan saldırmak için Manises Üssü’nde füze yüklü uçaklarla hazır beklerken, sabaha karşı Tejero ve Bosch teslim olur. İspanya darbeyi savuşturmuş, demokrasi kazanmıştır(!).
Bu gecenin kökleri, beş yıl öncesine uzanır.
Cumhuriyetsiz demokrasi: Unutma paktı
1975’te Franco'nun ölümünün ardından Juan Carlos tahta çıkar. Böylece İspanya'da anayasal monarşi için ilk adım atılır. Düne kadar Franco’yu destekleyen İspanyol sermayesi, hanedanlık, ABD ve Avrupa bir anda demokrasiyi keşfeder. Ancak sanayi sermayesi ve ordunun merkezinde durduğu blok bu geçişe direnir, ülkede siyasal kriz hakimdir. Petrol krizi ile derinleşen ekonomik kriz, işsizliği ve enflasyonu arttırmış, bu durum Bask bölgesinde ayaklanmaları tetiklemiştir. Küreselleşme yanlısı finans sermaye, siyasal temsilini Kral Juan Carlos’ta bulmuştu; bu yeni tarihsel blokun güncel gereksinimlerini ise 1940’tan beri süregelen askerî-cunta düzeni artık karşılayamaz hale gelmiştir. Böylece İspanya’yı küresel kapitalizme eklemleyecek neoliberal dönüşüm, yalnızca mümkün değil, zorunlu görünüyordu. 1981’deki 23-F darbe girişiminin püskürtülmesi küreselleşmeye dair şüpheleri dağıtmış, düzen kendini aklamıştır.
Cumhuriyetsiz bir demokrasi, neden olmasındır?
Ama kırk yıl boyunca cunta çizmesinin altında ezilmiş halk, bu vaade nasıl ikna edilecekti? İşte burada Pacto del Olvido — yani unutma paktı— imdada yetişir. Halka kendilerine karşı işlenen suçları unutması karşılığında refah ve özgürlük vaat edilir. Yani halk, konuşma hakkı alabilmek için susmak zorundadır.
PSOE — yani İspanya Sosyalist İşçi Partisi — bu dönüşümün lokomotifi olur. Felipe González döneminde kültürel sahne, özgürlük, modernlik ve bireysellik imgeleriyle bezelidir. Movida Madrileña diye adlandırılan gençlik kültürü, Franco’nun kırk yıllık baskısına bir karşı çıkış olarak görünmekle birlikte, aslında yeni neoliberal düzenin duygusal zeminini hazırlar: geçmişle yüzleşmeyen, kolektif hafızayı geriye iten, bireysel deneyimi siyasal sorumluluğun yerine koyan bir kültür. Böylece PSOE, İspanya kapitalizminin 1980’lerde içinden geçtiği krizden “güleryüzlü yeniden doğuş”la çıkmasının ana aracına dönüşür: Toplumsal hesaplaşmayı erteleyen ama dönüşümü sorunsuzlaştıran bir modernlik estetiği.
Marias: 'Acı bir başlangıç bu'
Javier Marias, 2014’te yayımlanan “Acı bir başlangıç bu” romanında Movida kültürünün hakim olduğu, bu uzun tarihsel kesitin toplumsal ruh halini anlatır.
Roman, Eduardo Muriel’in yanında çalışan, Muriel’e hayranlık duyan ve Marías’ın ifadesiyle “Muriel’in uzantısı” haline gelen Juan de Vere’nin gözünden, Muriel’in etrafındaki toplumsal ilişki ağını merkeze alır. Muriel gençliğinde, cunta döneminin düşük bütçeli korku ve erotik filmlerini çeken Jesús Franco’nun asistanlığını yapmıştır. Elli yaşlarına geldiğinde ise, Kennedy’nin adının geçtiği uluslararası fuhuş skandalıyla anılan yapımcı Harry Alan Towers ile birlikte çalışır.
Çocukken, İspanya İç Savaşı sırasında tek gözünü kaybetmiş olan Muriel’in bu “tek yönlü bakışı”, romanda sembolik bir işleve sahiptir: Muriel dünyaya artık yalnızca bir açıdan bakabilir, kör noktaları büyüktür; bu da hem kişisel geçmişinin yaralayıcı sessizliğini hem de Franco sonrası İspanya’nın “eksik görme”sini temsil eder. Muriel’in çevresini oluşturan entelektüeller, akademisyenler ve sanatçılar ise, De Vere’nin sürekli olarak gözlemlediği bir dünyanın parçasıdır.
Muriel, arkadaşı Dr. Von Vechten'in kadınlara karşı istismarcı bir tutumu olduğunu duymuştur. Bu söylentiyi araştırması için genç asistanı De Vere'ye görev verir. De Vere, bu gizemi araştırırken durumun anladığından daha vahim olduğunu fark eder. Von Vechten Franco döneminden bu yana Opus Dei mensubu istihbaratçı ve radikal bir falanjisttir. Siyasal bağlantılarını kadınlara cinsel şiddet uygulamak için kullanır. Ayrıca Muriel'in eşi Beatriz Nogueira’nın, Katolik, sağcı örgütün binasında Von Vechten tarafından cinsel şiddete uğradığı ana şahit olur.
Ancak Von Vechten arkadaş ortamında yardımsever bir doktor olarak bilinir. Beatriz ise kendisine yöneltilen bu şiddeti sessizce kabullenir. Aralıklı intihar girişimleri dışında yaşadıklarının boyutları anlaşılmaz.
Roman boyunca olup biten her şey De Vere’nin gözünden akıp gider. De Vere başlangıçta pasif bir gözlemcidir; Muriel’in dünyasına hem hayranlıkla hem de arzuyla yaklaşır, fakat bu yakınlık ona hiçbir zaman gerçek bir eylem alanı açmaz. Kanıtlar çoğaldıkça okur, ondan artık pasif seyirci rolünden sıyrılıp gördüklerini dile getirmesini, hatta teşhir etmesini bekler. Ancak Beatriz’e yönelik arzusunun karıştığı tek bir gecenin suçluluğu —aslında kişisel bir “yanlış”tan çok, romanın kurduğu etik gözetleme ilişkisinin ağırlığı— De Vere’yi ses çıkaramaz hale getirir.
O artık yalnızca bir şey görmüş biri değil; gördüğü şeye bulaşmış bir tanıktır; dolayısıyla konuşamaz. Von Vechten’le yüzleşse bile onu ifşa edemez. Muriel ise, Von Vechten’in suçlarının kendisini ilgilendirmediğini söyleyerek bu sessizlik çemberini tamamlar. Bu kolektif susma, sonunda karnında babası belli olmayan bir bebeği taşıyan Beatriz’i ölüme sürükler; zira romanda sessizlik yalnızca pasiflik değil, doğrudan bir şiddet biçimidir.
Berger ve Marías: Seyreden vicdanın anatomisi
Acı Bir Başlangıç Bu (2014), gürültülü movida kültürünün altındaki bu sessizliği, yani tanıklık etmeden görmeyi edebî düzleme taşır. Marías burada, geçmişle yüzleşmek yerine onu zarafetle unutan bir toplumun bilinç halini anlatır.
John Berger, Görme Biçimleri’nde “görme, bir dünya görüşünün ürünüdür” der. Ona göre her bakış bir mülkiyet ve iktidar ilişkisini yansıtır. John Berger için görmek, bir algıdan öte, dünyayla kurulan ideolojik bir ilişkidir. O, bakışın her zaman bir güç dağılımına dayandığını, hiçbir zaman nötr olamayacağını söyler. Marías’ın karakterleri de Berger’in ifade ettiği bu ideolojik boşluğu taşır: her şeyi görseler de, hiçbir şeye tanıklık etmezler.
Juan de Vere patronunun özel yaşamına dair bir “gizemi” araştırırken; arzularının, vicdanının ve ahlaki sınırlarının labirentinde kaybolur. Beatriz’in sessizliği, bireysel bir travmadan öte; toplumsal unutmanın içselleştirilmiş tezahürüdür. Muriel’in, “hiçbirimiz birini suçlayacak kadar masum değiliz” sözü, romanın ahlaki omurgasıdır. Karakterlerin tamamı, Franco sonrası entelektüel prototipleridir: her şeyi görürler ama hiçbir şeye tanık olmazlar. Bu, neoliberal İspanya’nın ahlaki temelidir. Ne Beatriz’in sessizce katlandığı istismar, ne De Vere’nin Muriel'e ihaneti, ne de Von Vechten’in işlemekte olduğu suçlar tam olarak açığa çıkar; her şey “söylenemese de bilinen” bir düzeyde asılı kalır.
Berger, Görünüre Dair’de modern bakışın dünyayı bir mesafeyle kavradığını söyler; ona göre bakmak gerçeğe mesafelenmektir, tanıklık ise bu mesafeyi aşarak ortak olmaktır. Marías’ın karakterlerinin görme biçimi, işte bu mesafenin estetik halidir. Roman boyunca sessizlik, ya ahlâkî bir çelişkinin, ya da insani bir dilemmanın, ya da mağdurun arzularının sonucudur. Zira susmak, neoliberal İspanyol aydının erdemidir. Ancak bu “itidalli inceliğin” ardında, Berger’in deyimiyle bir “seyirci ideolojisi” gizlidir: hakikati görmek ama ona müdahale etmemek, yalnızca gözlemleyip, hakikatte dokunaklı anlamlar keşfetmek.
Dolayısıyla, “Acı bir başlangıç bu” İspanya’nın “unutma paktı” sonrası yaşanan etik felcin anlatısıdır. De Vere’nin yönelttiği “bakış”, sorumluluğu dışlayan ve zarafetle taşınan suç ortaklığıdır. Berger’in işaret ettiği doğrultudan; İspanyol aydını, dünyayı imgeler aracılığıyla seyreden bir varlığa dönüşmüştür. Görmenin etik eşiğini aşarak tanık olamazlar. Bu ayrım, Marías’ın dünyasında trajik biçimde açılır. Acı Bir Başlangıç Bu romanının karakterleri her şeyi görürler, hatta fazla görürler; ama hiçbir şeyin tanığı olmazlar. Onların görme biçimi, eylemsizlik üretir. Görmek artık ahlaki bir sorumluluk değil, kültürel bir jesttir.
Berger’in eleştirisi, Marías’ın karakterlerinin görme biçiminin somut bir eleştirisine dönüşür: hakikatle karşılaşmak yerine onu uzaktan gözleyen, anlamaya çalışan ama konuşmayan bir bilinç biçimi. Modern İspanya’da hakikat, artık gösterilen, ama kimsenin sahiplenmediği bir manzaradır. Marías’ın dünyasının görme etiği, hakikatin dile getirilemez hâle geldiği bir dünyada bilmenin ağırlığını taşımayan insanların sessizliğini kayda alır.
Romanın dili de bu etik durumu biçimsel olarak tekrarlar. Marías’ın uzun cümleleri, içe dönen düşünceleri, sürekli ertelenen anlatısı, görmenin eyleme dönüşemediği bir bilinç yapısının biçimsel bir tezahürüdür. Tıpkı İspanya’nın “unutma paktı” gibi, yüzleşmeyi biçimsel olarak da erteler. Söz dolaşır ama hakikat okurun zihninde, estetik bir katmanda asılı kalır. Bu, Berger’in tarif ettiği “seyirci bakışı”nın edebî karşılığıdır: bilgi, etik bir çağrıya değil, kültürel bir lezzete hizmet eder. Onlar, Berger’in işaret ettiği “iktidar gözü”nü içselleştirmiştir. Marias’ın karakterleri, görmenin sorumluluğunu dışladıkça, zarif bir edilgenliğe, ayrıcalıklı bir suç ortaklığı estetiğine dönüşür.
Aynı topraklarda, başka bir tarihte, görmeyi yalnızca bir estetik değil, Berger’in deyişiyle bir direniş biçimine dönüştüren bir göz vardır: Goya’nın gözü. Marías’ın karakterlerinin suskunluğa yaslanan bakışı, Goya’nın tanıklığıyla yan yana geldiğinde, İspanya’nın iki yüzyıllık görme tarihi dramatik bir karşıtlık içinde açılır.
Goya’nın ışığı: Tanıklığın direnişi
Goya’nın bakışı, Marías’ın dünyasındaki seyirci gözün tam karşısında konumlanır. Marías’ın karakterleri hakikati görür ama susarken, Goya görmenin bedelini ödemeye razı tanıktır. Onun resimleri, Berger’in ifadesiyle, “seyretmenin konforunu imha eden” imgeler üretir. Çünkü Goya’da görmek, yalnızca fark etmek değil; dünyanın deliliğini ifşa etme eylemidir.
Napolyon işgaline karşı İspanyol halk direnişi dönemini ele alan Savaşın Felaketleri gravürlerinde Goya, şiddeti estetize etmeden gösterir. Figürleri kahramanlaştırmaz, acıyı kutsamaz; tam tersine, tanıklığın dayanılmaz yükünü taşır. Bu resimlerde göz, artık iktidarın değil, insanlığın gözüdür. Pieta, sessizliği bozma eylemidir.
Goya’nın ışığı, tanıklığın etik direnişini temsil eder: işgalcinin değil, direnişçinin tarafını aydınlatır. O, görmenin imkânsızlaştığı, karanlık bir çağda, hakikate tanıklığa zorlayan bir bilincin taşıyıcısıdır. Bunun en çarpıcı örneği, 3 Mayıs 1808 tablosudur. Bu kompozisyonda ışık, kurşuna dizilmek üzere olan direnişçiden yansıyarak idam mangasını gölgeler. Böylece Goya, öncülü Velasquez'in görme hiyerarşisini tersine çevirir: iktidarın gözü karanlığa çekilir, direnişçinin bedeni ışığa çıkar.
Bu, “bakış”ın iktidarının kurbanın tarafına geçtiği bir örnektir. İzleyici artık seyirci kalamaz; göz, tanıklığa çağrılır.
Goya’nın görme biçimi, aklın sessizliğe değil, eyleme yöneldiği bir bilinçtir. Goya’nın tanıklığı, Berger’in görme etiğini tamamlar. Çünkü burada görmek, yalnızca anlamak değil, dünyayı değiştirme çağrısıdır. Her imge, suskunluğun kültürünü kırma girişimidir. Bu nedenle Goya’nın bakışı, İspanya tarihinin en karanlık dönemlerinden geçerek bile, Marías’ın karakterlerinin yaşadığı etik felce karşı bir umut olarak kalır.
Sonuç
Sessizlik, modern İspanya'nın en gayrı insanî icadıdır: görünürlükle maskelenmiş bir yokluk, teşhirle açığa vurulan bir apati... Marías’ın romanı, bu görünürlüğün içindeki körlüğü gösterir. Berger’in bakışıyla okuduğumuzda, görmek artık bir bilgi biçimi değil, bir rıza üretimidir.
Goya’nın tanıklığından Marías’ın seyirciliğine, ışığın adaletten zarafete kayışına doğru ilerlerken doğrultu, iç savaştaki insanın mağlubiyetinden, sessizlikle kurulan barbarlığa doğru akar…
Goya’nın mirası, hâlâ bu rızayı, ışığı kurbana çevirerek yırtar. Çünkü o ışıkta, mağdurun değil, insanın yüzü görünür olur; tarihin susturdukları yeniden kendi gölgeleriyle konuşur. İşte bu yüzden, artık hakikat temsil edilemez; yalnızca yeniden sahiplenilebilir.
Ve artık tanıklık, bir estetik tartışmadan öte, bir sınıf konumudur.
Kaynakça
Marías, Javier. Acı Bir Başlangıç Bu. Çev. Roza Hakmen. Yapı Kredi Yayınları, 2016.
Berger, John. Görme Biçimleri. Çev. Yurdanur Salman. Metis Yayınları, 2003.
Berger, John. Görünüre Dair. Çev. Beril Eyüboğlu. Metis Yayınları, 2016.
Goya, Francisco. Savaşın Felaketleri. Hazırlayan ve Çev. Orhan Koçak. Yapı Kredi Yayınları, 2010.
Hughes, Robert. Goya. Çev. Bahar Öcal Düzgören. Kabalcı Yayınları, 2011.
Preston, Paul. İspanya İç Savaşı. Çev. Zülal Kılıç. İletişim Yayınları, 2018
/././
Algida deposunda -25 derecelik mesai: 'Küfür, hakaret, baskı… İnsan yerine konmak istiyoruz'-Özkan Öztaş-
Algida deposunda çalışan işçiler ağır çalışma koşullarını, keyfi yönetimi ve hak gasplarını anlattı. İşçiler, “Sesimizi duysunlar, hakkımızı istiyoruz. Biraz da patronun yüreği üşüsün.” diyerek dayanışma çağrısı yaptı.
Algida deposunda çalışan işçiler, yalnızca ağır çalışma temposuyla değil, özel hayatlarına uzanan baskıyla da mücadele ediyor. İşçilerden biri, hastalanıp gelemeyeceğini söylediğinde patronun verdiği yanıtı şöyle aktarıyor:
“Sosyal medyada piknik fotoğrafın vardı, o zaman iyiydin de şimdi mi kötüsün?”
İşçiler, “Bu artık işyeri değil, nefes aldığımız her yere müdahale edilen bir çalışma kampı adeta.” diyerek yaşadıkları baskıyı tarif ediyor.
Mehmet, vergi ve mesai uygulamalarındaki gaspları anlatırken şöyle konuşuyor:
“Elimize geçen para vergi dilimine giriyor, maaştan bir daha kesiliyor. Bir de gece mesailerini her yerde olduğu gibi çift değil, gündüz mesaisi gibi yatırıyorlar. Bu da ayrı bir sömürü.”
Sezon fark etmiyor: Yazın yoğunluk, kışın -25 derece mesaisi
Depo çalışanları yaz aylarında kimi günler 50 araca kadar iş çıktığını, yemeğin dahi sadece yazın verildiğini söylüyor.
İşçilerden Yasin “Yazın en yoğun zamanda yemek veriyorlar, mecburen. Kış gelince herkes ya evden getiriyor ya dışarıdan çözmeye çalışıyor.” diyor.
Kışın işlerin rahatlayıp rahatlamadığı sorulduğunda ise gülüşmeler yükseliyor:
“Rahat olur mu abi? Yaz ayrı dert, kış ayrı dert. -25 derecede depolarda sezondan geri dönen malları yerleştiriyoruz. Sezonluk işçiler yaz bitince gidiyor, bütün yük az sayıdaki kadroya kalıyor.”
Çat kapı telefon: Pazar akşamı misafirdesin ama gel çalış
İşçilerin hayatına dair plan yapma şansı yok. Remzi yaşadıklarını şöyle özetliyor:
“Pazar akşamı misafirliktesin diyelim. Telefon çalıyor: ‘Kamyon geldi, sevkiyat var. Hemen depoya gel.’ Bunu nasıl şimdi söylersiniz ya da zamanı mı deme şansın yok. Kapı orada, istemeyen gitsin diyorlar. İşimizle tehdit ediliyoruz.”
Depoda dağıtım hatlarına göre farklı şirketler bulunduğunu söyleyen Remzi, “Horozu çok olan kümes gibi. Herkes kendi kafasına göre emir veriyor. Tek patron yok, herkes herkesin patronu gibi davranıyor.” sözleriyle işleyişi anlatıyor.
'Git sor o nasıl iyileştiyse sen de öyle iyileş'
Depodaki soğuk sıcak geçişleri çalışanlarda sık sık kas tutulmalarına ve sağlık sorunlarına yol açıyor. Hasan bu sebeple yaşadığı bir olayı şöyle anlatıyor:
“Geçen gün birinin boynu tutuldu. Patron başka bir işçiyi gösterip ‘Onunkisi de tutulmuştu, git sor nasıl iyileştiyse sen de öyle iyileş’ dedi. İnsanı çileden çıkarır bu.”
Yaz aylarında işçilerin üzerindeki baskı azalıyor çünkü en küçük iş yavaşlatmada dondurmalar eriyor ve patron zarar ediyor.
“Kış gelince donan sadece hava değil, bizim haklarımız da buz kesiyor.” diyen işçiler, patronun kış aylarında baskıyı artırdığını anlatıyor:
“Hak hukuk hikâye burada. Patronun ağzından çıkacak iki laf her şeyi belirliyor.”
Küfür ve hakaretin işyerinde sıradanlaştığını söyleyen işçiler, “Anlatırken bile küfür ederiz, boş ver.” diyerek durumu tarif ediyor.
Gece geç saatlerde depoya çağrılan işçilerin dönüş servisi de yok: “İş bitince yüzüne bile bakmıyorlar.”
'İnsan yerine konmak istiyoruz': Algida işçileri dayanışma ağında buluşuyor
İşçiler, sorunlarını duyurmak ve haklarını savunmak için kendi aralarında bir dayanışma ağı kurmuş durumda. Gönüllü avukatlarla birlikte hukuki yolları araştıran işçiler, taleplerini şöyle sıralıyor:
“Bizim derdimiz insan gibi muamele görmek. İzin hakkımızı, emeğimizin karşılığını istiyoruz. Çalışırken iyiyiz ama ödeme işine gelince değişiyor her şey.”
İşçiler, yaşadıkları sorunları daha geniş kesimlere duyurmak istediklerini vurguluyor ve ekliyor:
“Sesimizi duysunlar. Önce patron duysun. Biraz da patronun yüreği üşüsün.”
https://x.com/pensendeyiz/status/1985294952482410982
***
Çocuk işçi ölümlerinin arkasındaki gerçekleri anlattı: 'Sakın böyle bir yanılgıya düşülmesin...'-Aslı İnanmışık-
"Türkiye’nin evlatları, çocuklarımız ölüyor. Gözlerini daha ilk andan çalışmaya zorlandıkları bir dünyaya açıyorlar ve ağır koşullar altında ter dökerken yitip gidiyorlar. Artık yalnız kayıtlı çocuk işçiler Türkiye işçi sınıfının yüzde onuna yakınını oluşturuyor."
Bu yıl sadece kayıtlara geçen en az 81 çocuk işçi cinayeti yaşandı.
Bu sayıya son dönemde neredeyse her gün bir yenisi ekleniyor.
Büyük tepki çeken çocuk işçi cinayetlerine karşı Türkiye Komünist Gençliği (TKG), 20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü’nde "yüzleşme" çağrısıyla bir eyleme hazırlanıyor.
Bu vesileyle Türkiye Komünist Partisi Merkez Komite üyesi Berkay Kemal Önoğlu ile çocuk işçi cinayetlerini ve yapılacak eylemi konuştuk.
Önoğlu, "Bir dönem romantize edildiği gibi tatillerde aile bütçesine katkıda bulunmak için hafif işlerde yarı zamanlı çalışan çocuklardan bahsetmiyoruz Türkiye’de çocuk işçilik deyince. Bazen hâlâ bunu anlayanlar oluyor, kendilerince normalleştirmeye kalkanlar… Sakın böyle bir yanılgıya düşülmesin. Burada sermaye sınıfının ucuz iş gücü ihtiyacına yönelik bayağı büyük bir operasyon var" diyor.
'Ölümlerdeki artış sermaye sınıfının ihtiyaçlarıyla ilgili'
Türkiye’de çocuk işçi cinayetlerinin çığrından çıktığı bir dönemden geçiyoruz. Sadece bu yıl en az 81 çocuk işçinin ölümü kayıtlara geçmiş oldu. Gerçek sayının bunun da üstünde olduğunu tahmin edebiliyoruz. Size göre bu ölümlerin arkasındaki asıl sebepler nelerdir?
Türkiye'de çocuk işçiliğin zirve yaptığı bir dönemden geçiyoruz. Buradaki artış doğrudan sermaye sınıfının ihtiyaçları ile ilgili elbette. Nüfus artış hızının düşmeye başlamasıyla iş gücü piyasasını çocuklarla genişletmek gibi bir yolu benimsiyorlar. Bu yolda da Milli Eğitim Bakanlığı, Çalışma Bakanlığı, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, hepsi emirlerine amade. Bir dönem romantize edildiği gibi tatillerde aile bütçesine katkıda bulunmak için hafif işlerde yarı zamanlı çalışan çocuklardan bahsetmiyoruz Türkiye’de çocuk işçilik deyince. Bazen hâlâ bunu anlayanlar oluyor, kendilerince normalleştirmeye kalkanlar… Sakın böyle bir yanılgıya düşülmesin. Burada sermaye sınıfının ucuz iş gücü ihtiyacına yönelik bayağı büyük bir operasyon var.
Çocuklar ağır kimyasallarla dolu ortamlarda, yüksek sıcaklıklarda, çoğunlukla güvenliksiz ve güvencesiz çalışıyorlar. Çocuklarımızın ölüm şekilleri de ortada. En ağır koşullarda, bedensel sosyal gelişimlerini sekteye uğratacak şekilde iş hayatına dahil oluyorlar. Çocuk emeğine ihtiyaç duyulan ve ona açılan piyasa bu. Dizginsiz, kanunsuz, vahşi bir kapitalizmin hüküm sürdüğü yerde ölümlerin önüne geçilemiyor olması son derece doğal değil mi?
'Doğrudan onların icadı bu MESEM'
TKG uzun süredir MESEM’lere karşı ciddi bir mücadele veriyor. Ancak Milli Eğitim Bakanı, iktidar yetkilileri ve patronlar kesintisiz şekilde MESEM övmeye devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde Hande Fırat da bu adımı 'Devrim' olarak tanımladı. Bu 'devrim' çocuklar için ne anlama geliyor gerçekten?
MESEM yukarıda bahsettiğim çocuk işçiliği iş gücü piyasasına entegre etme planının en kilit adımı oldu. 1 milyon 100 bin MESEM’li haftanın bir günü okula gidiyor en az 4 günü işyerine. Patronlara büyük bir kıyak doğrusu. Devlet kendi sorumluluğundaki liselileri getirip bunların fabrikalarında çalıştırıyor. Rağbet de çok fazla MESEM’lere, bunu görmezden gelmemek lazım. Tabii ki önemli nedenleri var. Örneğin meslek lisesi öğrencilerinin durumlarını MESEM karşısında anlamsızlaştırdılar. Meslek liselerinin niteliksizleşmesi öğrencilerin her durumda ayrı bir gelecek planı yapmasına engel oluyor ve onları erken yaşta işçileşmeye sevk ediyordu. Önemli kollardaki meslek liselerinin modernizasyonunu da yapmadılar. Meslek liselilerin okulda pratik deneyim elde etmesi imkansız hale geldi. MESEM’leşme süreci böylece hızlandırılmış oldu. Ama asıl bütün bu hikayenin kaynağında yaşanılan ağır yoksulluk, gençlerin ilgi ve yeteneklerinden bağımsız önceliklerle hayata atılma zorunlulukları ve geleceksizleşme gibi temel olgular var. Aileler ve çocuklar “ondansa bu” diyerek MESEM’lere yöneldiler. Sermaye şakşakçılarının alkış tutup devrim dedikleri bu gelişmeler çocuklara varıncaya kadar halkımızı sömürme işleminde gerçekten bir dönüm noktası. Ve biliyorsunuz doğrudan onların icadı bu MESEM.
'Türkiye’nin evlatları, çocuklarımız ölüyor'
TKG bir eylem çağrısı yaptı. 20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü’nde yüzleşmeye çağırdınız. Hem bu eylem hem de yüzleşme çağrısının içeriğine ilişkin neler söylersiniz?
Birincisi ne yaşanmakta olduğunun ve büyük dönüşümün anlaşılması lazım, ikincisi sorumluların kamuoyuna tanıtılması lazım. Bu yüzden yapıyoruz eylemleri. Türkiye’nin evlatları, çocuklarımız ölüyor. Gözlerini daha ilk andan çalışmaya zorlandıkları bir dünyaya açıyorlar ve ağır koşullar altında ter dökerken yitip gidiyorlar. Artık yalnız kayıtlı çocuk işçiler Türkiye işçi sınıfının yüzde onuna yakınını oluşturuyor. Bunlar son yıllarda yaşanan büyük dönüşümler. Bunların anlatılması, normalleşmemesi ve çocuk işçiliğine karşı mücadelenin bir an önce yükseltilmesi son derece önemli. Diğer konu ise daha vahim çünkü her geçen gün artan ölümler karşısında sorumluluk üstlenen, yüzü kızaran, açıklama yapma ihtiyacı hisseden bile yok. AKP'nin patronlara her alanda dikensiz gül bahçesi sunmak istediğini biliyoruz ama bunu başaramazlar. Patronlar suçlu, Bakanlık kurumları, hükümet baştan aşağı suçlu. Bu ölümlerin geçiştirilmesine izin vermemeliyiz.
'Düzeni topyekun sorgulamak zorundayız'
Türkiye’de sayılara çok hızlı alışılıyor ve sadece soğuk bir istatistik haline geliveriyor her şey. Ancak bu kez söz konusu olan şey çocuklar. Buna alışmamak, 81 çocuk işçinin ölümünü normalleştirmemek için ne yapmalı?
Maalesef yalnız çocuk ölümlerinde değil genel olarak iş cinayetleri, kadın cinayetleri, taciz, mobbing gibi suçlar artık birer istatistik olmanın kıyısında. Türkiye'de gündelik yaşantının bir parçası haline geldi bunlar. Bunların normalleşmemesi için toplum olarak bunları normalleştiren düzeni de topyekun sorgulamak zorundayız herhalde. Bunların niçin yaşandığını, arkasında hangi kök sebeplerin yattığını görüp ona göre bütüncül bir tutum almalıyız.
Ben bu vesileyle bu satırları okuyan tüm yurttaşlarımızı 20 Ekim’deki eylemlerimize bir kez daha davet etmek istiyorum. Gelin cinayetlerin sorumlularıyla birlikte yüzleşelim, işledikleri ağır suçları meydanlarda sergileyelim. Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığı önüne ve İstanbul’da Beşiktaş Meydanı’na arkadaşlarımızı bekliyoruz.
/././
soL






.jpeg)















Hiç yorum yok:
Yorum Gönder