T-24 "Köşebaşı + Gündem" -22 Kasım 2025-

 Jenga Ekonomisi (I): Türkiye ekonomisinden örnekler (2021-2023) -Binhan Elif Yılmaz- 

Jenga kulesindeki yükseliş alttaki tahta blokların çıkarılıp en üste konulmasıyla mümkün. Bir yandan önemli olan ilerlemenin doğru politika adımları ile gerçekleşmesi. Ama diğer yandan da kule çökmeden önce bir bloğu başarıyla kaldıran son kişi kazanır.

Jenga oyununu bilmeyen yoktur sanırım. Oyunda kuleden tahta bloklar çıkarılıp en üste yerleştirilir ve kulenin daha da yükselmesi sağlanır. Ancak çekilip çıkarılan her tahta blok kuleyi giderek daha fazla dengesizleştirir. Sonunda kule çöker.

Jenga ekonomisi, ekonomide kırılganlığı, istikrarsızlığı ve politika hataları sonucundaki kriz riskini Jenga oyunu üzerinden anlatan bir metafordur.

Türkiye ekonomisinin genel görünümüne bakıldığında ekonomik canlılığı görebilirsiniz; alışveriş merkezleri, havalimanları, caddeler insan dolu, trafik yoğun, tırlar sürekli bir şeyleri bir yerden bir yere taşıyor, yer-gök inşaat vb. Yani Jenga kulesi yıllardır yükseliyor, ayakta kalıyor, ama kule sağlam mı?

Ekonomimize daha yakından bakıldığında ve küçük işletmeler, ücretliler, emekliler, işsizler, iş bulma umudunu kaybedenler, kaybolan orta sınıf göz önüne alındığında Jenga kulesinin daha dengesiz ve sallantıda olduğunu görürsünüz. Kulenin çöküş olasılığı her zaman var. Peki kuleden hangi blok, ne zaman, nasıl çekildi? Hamleler fark edilmeden mi yapıldı, o esnada herkes başka yere mi bakıyordu?

Jenga ekonomisi metaforunda Jenga kulesindeki her blok, ekonomik büyümeyi, istikrarı ve toplumsal refahı sağlayacak bir ekonomik veri-parametreyi temsil ediyor; faiz, bütçe açığı, döviz kuru, krediler, enflasyon, hane halkı tüketimi, merkez bankası rezervleri, yabancı sermaye, dış ticaret açığı gibi.

Bu yazıda Türkiye ekonomisinde büyüme, istikrar ve refah arayışında 2021-2023 dönemini ele alacağım, 2023 sonrası ise bir sonraki yazının konusu.

2021 yılı son çeyrekte kulenin hızla yükselmesi tercih edildi, yani ekonomik büyüme öncelendi. Bunun için de “denenen” Türkiye Ekonomi Modeli, gevşek para politikasına ve rekabetçi kura dayandırıldı. Burada Jenga kulesinin bloklarını çekerek en üste yerleştirecek karar alıcı Merkez Bankasıydı. Bunu da hemen hemen her toplantıda faiz indirimine giderek yaptı. Düşük faiz ortamının yarattığı para bolluğu vardı, ihtiyaç, kobi, konut kredilerine olan ilgi artıyordu. Özel tüketim büyümeyi destekliyor, kule yükseliyordu. Ekim 2022’de politika faizi yüzde 10,5’a kadar inerken enflasyon yüzde 85,5’a yükseldi.

Diğer yandan para ikamesi vardı, ekonomiye dolarizasyon hakim oldu, maliyetler katlandı. Rekabetçi kur ise ihracatta beklenen başarıyı getirmedi, dış ticaret açığı 100 milyar $’a dayandı. Faiz adındaki bloğun çekilmesiyle Jenga kulesi en büyük sarsıntılarından birini geçiriyordu.

2021 sonunda kur sıçramalarının önüne geçmek, ödemeler dengesi krizine doğru gidişi engellemek gibi amaçlarla icat edilen KKM bloğu kullanıldı. Ancak kur istikrarı üzerindeki etkisinin sınırlı kalması bir yana, bütçeden mevduat sahiplerine ayrılan pay giderek büyüdü. 2022 sonuna kadar TL’den dönen KKM için bütçeden 92,5 milyar TL ödendi. Bu tutar bütçe giderlerinin yüzde 3,6’sı, vergi gelirlerinin yüzde 4,6’sıydı. 2023 yılının ilk yedi ayında ise bütçeden 59,5 milyar TL ödendi. Bu tutarın 34,5 milyar TL’lik kısmı sadece 1-15 Temmuz tarihleri arasına aitti.

KKM’nin maliyeti yaklaşık bir buçuk yılda 152 milyar TL olurken, yıl sonuna kadar bu rakamın ikiye katlanma ihtimali yüksekti. Ağustos 2023’ten itibaren TL’den ve dövizden dönem KKM için mevduat sahiplerine aktarım TCMB tarafından karşılanmaya başlandı. TCMB’nin 2023 zararı 818,2 milyar TL oldu, bu zararın büyük kısmının KKM kur farkı ödemelerinden kaynaklandığı hesaplandı.

Jenga kulesindeki bloklardan biri daha kuleyi yükseltirken dengesizleştirmişti. Türkiye ekonomisi 2022 yılını faiz, kur ve enflasyon sarmalında geçirmişti. Karşılaşılan enflasyon ve kur artışına, faiz bloğunda yanlış hareketler neden olmuştu. Kur, kısmen KKM kısmen TCMB kontrolü ile baskılanmaya çalışılıyordu. Ancak rezervler eriyor, ülkenin CDS primi yükseliyor, ne doğrudan yabancı sermaye ne de sıcak para ilgi göstermiyordu.

Yüksek enflasyon karşısında bütçe “kadük” kalmıştı, ek bütçe çıkarılması gerekti. Jenga kulesindeki bütçe bloğu da kuleyi yükseltecekti. Kamu ek bütçeyle daha harcamacı bir yapıya büründü. Ekonomi hem özel tüketim hem de kamu tüketimi kanalından büyümeye devam ediyordu. Ama potansiyelin üzerinde büyüyen ekonomi enflasyonu besliyor ve sabit ve dar gelirliler geçimlerini sağlamakta zorlanıyordu.

Ücret/maaş artışının belirlenmesinde TÜİK enflasyon verisi baz alınıyordu ama hane halkı bütçesinden en büyük pay temel harcamalara ayrılıyor ve bu temel harcama kalemlerinin enflasyonu TÜİK’in açıkladığı manşet enflasyonun çok üstündeydi. TÜİK Hanehalkı Bütçe Araştırması'nın 2022 sonuçlarına göre harcamalar içinde en yüksek payı yüzde 22,8 ile gıda harcamaları alırken, ikinci sırayı yüzde 22,4 ile konut ve kira harcamaları, üçüncü sırayı ise yüzde 21,3 ile ulaştırma harcamaları almıştı.

Tüm bu yaratılan ortam, hoşnutsuzluğa, toplumsal huzursuzluğa yol açıyor ve büyümeye katkı sağlamaktan çok, aşındırıcı etki yaratıyordu.

Bir yıl içinde de genel seçimler vardı. Kamu çalışanlarına seyyanen zam yapılırken, asgari ücret yılda iki kez arttırılıyor ama açlık sınırının altında kalıyordu, emeklilerde kök maaş sorunu çözülmüyordu. Ekonomik istikrarı sağlamak için acı reçeteden bahsediliyordu ama zihinlerde somutlaşmamıştı. Anlaşılan bir tahta blok daha harekete geçirilecekti.

Başta da belirttiğim gibi Jenga kulesindeki yükseliş alttaki tahta blokların çıkarılıp en üste konulmasıyla mümkün. Bir yandan önemli olan ilerlemenin doğru politika adımları ile gerçekleşmesi. Ama diğer yandan da kule çökmeden önce bir bloğu başarıyla kaldıran son kişi kazanır. Başka bir deyişle oyundaki amaç, bir sonraki oyuncunun dengesiz bir karar ya da yanlış bir blok seçimiyle kuleyi devirmesini sağlamaktır.

Bir sonraki yazımda 2023 seçimlerinden bugüne kadar kaldırılan kritik ekonomik Jenga bloklarının neler olduğunu ve ortaya çıkan etkileri yazacağım, görüşmek üzere.

/././

 Godot’yu mu beklemek zor, Papa Leo’yu mu?-Hasan Göğüş- 

Önümüzdeki hafta gerçekleşecek Papa XIV. Leo’nun Türkiye ziyaretine bazı kesimlerden farklı tepkiler geliyor. Avrasyacılar’ımızdan Papa’nın katılacağı İznik’teki töreni bir dini törenin ötesinde, “teolojik, jeopolitik, eskatolojik ve psikolojik boyutları olan çok katmanlı bir strateji” olarak nitelendirenler var. Korku senaryosu taraftarlarına göre, amaç Türkiye’yi bölerek İstanbul merkezli Vatikan tipi bir devlet kurmakmış…

papa leoPapa XIV. Leo

Vatikan, Roma’nın göbeğinde surlarla gizlenmiş dünyanın en küçük şehir devleti.Y üzölçümü 1 km2’y, nüfusu 1000 kişiyi bulmuyor. Birleşmiş Milletler’e üye değil ama ayrı milli marşı, pasaportu var. Üstelik Vatikan pasaportu, Türk pasaportundan daha değerli, 155 ülkeye vizesiz giriş sağlayabiliyor.

  Vatikan, uluslararası ilişkilerde kapsadığı coğrafi alanının büyüklüğünden çok daha fazla bir ağırlığa sahiptir. Vatikan Dışişleri Bakanlığındaki bilgi dağarcığı, “Benim” diyen istihbarat örgütünde yoktur. Büyük bir bölümü hâlâ gizli tutulan Vatikan arşivleri, tarihçiler için çok değerli bir kaynak teşkil eder. “Nuncio” adı verilen Papa’nın diplomatik temsilcileri, Katolik gelenekleri bulunan Hristiyan ülkelerde görev sürelerine bakılmaksızın kordiplomatiğin duayeni (en kıdemli büyükelçisi) sayılırlar.

Papa XIV. Leo’nun Türkiye ziyareti

Bu küçük ülkenin Devlet Başkanı ve Katolik Hristiyan aleminin Ruhani Lideri Papa XIV. Leo, önümüzdeki hafta, 27-30 Kasım tarihlerinde ilk yurt dışı gezisini gerçekleştirmek üzere Türkiye’ye gelecek. Papa XIV. Leo için üç bacaklı bir program hazırlanıyor. Ziyaret, diplomatik geleneklere uygun olarak Papa’nın Ankara temaslarıyla başlayıp İstanbul ve İznik’le devam ediyor.

Son 50 yıl içerisinde sırasıyla Papa VI Paul (1967), Papa II. John Paul (1979), Papa Benedict (2006) ve Papa Francis (2014) Türkiye’ye resmi ziyarette bulundular. Bu seferki ziyareti diğerlerinden farklı kılan en belirgin özellik, ziyaretin Hristiyan dünyasını ilgilendiren önemli kararların alındığı İznik Konsili’nin 1700. yıldönümüne rastlaması ve Papa XIV. Leo’nun Fener Rum Patriği Bartholomeus’la birlikte İznik’teki anma törenlerine iştirak edecek olması.

Önümüzdeki hafta gerçekleşecek Papa ziyaretine bazı kesimlerden farklı tepkiler geliyor. Avrasyacılar’ımızdan Papa XIV. Leo’nun İznik ziyaretini bir dini törenin ötesinde, “teolojik, jeopolitik, eskatolojik ve psikolojik boyutları olan çok katmanlı bir strateji” olarak nitelendirenler var. Korku senaryosu taraftarlarına göre, amaç Türkiye’yi bölerek İstanbul merkezli Vatikan tipi bir devlet kurmakmış. İstanbul, kanımca dünyanın en güzel şehri. Türk egemenliğine girdiği 1453’ten bu yana başta Yunanistan olmak üzere birçok ülkenin iştahını kabartmış olması gayet doğal ama bugüne kadar İstanbul’u almaya kimsenin gücü yetmedi. Osmanlı’nın en zayıf zamanından faydalanarak İstanbul’u işgale yeltenen, İngilizlerin yenilmez armadasına mensup gemileri, “geldikleri gibi geri gittiler.”

Papa XIV. Leo

Patrikhanenin ekümeniklik tartışması

Son günlerde Papa XIV. Leo’nun yaklaşan Türkiye ziyareti  vesile edilerek  Fener Rum Patriği’nin ekümenik olup olmadığı tartışmasının yeniden gündeme taşındığı da dikkat çekiyor. Hatta Patriğe, muhatabı Fatih Kaymakamı’ndan fazla itibar gösterenleri emperyalist emellere hizmet etmekle suçlayanlar oldu. Bazıları da Atatürk’ün, 1922 yılındaki Patrikhane’nin Türkiye sınırları dışına taşınması gerektiğine ilişkin sözlerine atıfla, Atatürk’ü de bu tartışmanın bir parçası yapmaya çalışıyorlar. Unutmamak gerekir ki Atatürk askeri dehâsının yanı sıra aynı zamanda parlak bir diplomat  özelliklerine sahipti. Bu sözleri sarf ettiği tarih, Lozan Konferansı’nın hemen öncesine tekabül etmektedir. En basit diplomasi kuralı, masaya otururken mümkün görünenden daha fazlasını istemeyi gerektirir.

Beckett’in Godot’yu beklerken oyunu ve Papa ziyareti

Papa XIV. Leo’nun ziyareti hakkında yazılıp çizilenler, bana Samuel Beckett’in eleştirmenlerince modern edebiyatın en gizemli oyunu olarak nitelenen “Godot’yu Beklerken”i hatırlattı. Eseri üzerinde o kadar çok farklı yorum yapılınca, yanlış anlaşılmalardan yorulan Beckett, bir aşamada “İnsanlar neden bu kadar basit bir şeyi karmaşıklaştırmak zorunda kalıyor, bir türlü anlayamıyorum” demiş.

Din turizminin önemi

Bu yıl 60 milyon turist ağırlamayı hedefleyen Türkiye, yaz turizmi açısından doyum noktasına yaklaşıyor. Artık yeni alanlara yoğunlaşılması gerekiyor. Bu çerçevede sağlık turizminde önemli mesafeler kaydedildi. İstanbul’da Taksim’e ne zaman çıksanız, mutlaka yeni saç ektirmiş kafası sargılı birilerine rastlıyorsunuz.

Portekiz, son yıllarda turizmde atağa kalkan ülkelerden biri. Portekiz için ‘futbol, fado ve Fatima’nın baş harflerinden oluşan 3F ülkesi yakıştırması yapılır. Türkiye’de çok az kimsenin bildiği Fatima, Lizbon’a 150 km mesafede ufak bir yerleşim merkezi. Hristiyan inancına göre, 13 Mayıs 1917 gibi çok eski olmayan bir tarihte Meryem Ana hayvanlarını otlatan üç çocuk çobana görünerek yaşça en büyüğü ile konuşur. Bu buluşmalar bir süre devam eder. Ancak Meryem Ana’nın görüşmelerinin gizli kalmasını istemesine rağmen, çobanlar ağızlarını sıkı tutamaz, son buluşma için 70 bin kişi toplanır. Ama artık Meryem Ana bir daha görünmez. Bugün önemli bir hac mekânı haline gelen Fatima’yı 10 milyonluk Portekiz’de her yıl ortalama 6  milyon Hristiyan ziyaret ediyor. Kordiplomatik Temsilcileriyle birlikte benim de davetli olduğum 2017 yılındaki 100. yıl törenlerine Papa Francis ile üç ülkenin devlet başkanları iştirak etmişti.

Aziz Nicholas

Tarih boyunca farklı inançlardan medeniyetlere ev sahipliği yapan Anadolu, toprakları üzerinde üç semavi dine ait çok sayıda kutsal mekân barındırıyor. Maalesef turizm için bunlardan yeterince yararlandığımız söylenemez. Santa Claus/Noel Baba efsanesine ilham veren Aziz Nicholas’ın mezarına sahip çıkamamışız. Kemiklerinin İtalya’ya kaçırılarak Bari’de adına inşa edilen “Basilica di San Nicola”ya gömüldüğünü, bize de Demre’deki boş sandukasının kaldığını yeni öğrendim. İtalyanlar, Bari’deki kilisenin içine Aziz Nicholas’ın mumdan yapılmış bir heykelini de yerleştirmişler. Aziz Nicholas’ın kemiklerinden “manna” denilen kutsal bir sıvı çıktığına inanılıyor. Her yıl 9 Mayıs’ta toplanan bu sıvılar Bari’ye gelen hacılara dağıtılıyor. Sizin anlayacağınız, üçüncü yüzyılda bugünkü Antalya’ya tekabül eden Myra’da yaşamış bir piskopos olduğu bilinen Aziz Nicholas’a uyanık İtalyanlar sahip çıkmış, turizmde getiri olarak kullanıyorlar. İçinde bulunduğumuz yılın sadece ilk çeyreğinde Bari’yi 484 bin turist ziyaret etmiş.

Umarım İznik Konsili’nin 1700. yılı ve Papa’nın ziyareti, din turizminin önemini hatırlamamıza vesile olur. Başka dinlere ait inanç mekânlarını dönüştürmek yerine, Trabzon’daki Sümela Manastırı, Van’ın Akdamar Adası’ndaki Ermeni Kilisesi gibi yerleri restore ederek dini turizm için daha fazla kullanırız.

/././

 Türkiye’nin yeni iklim hedefi: Emisyonlar artmaya devam edecek -Dr. Ezgi Ediboğlu- 

Türkiye’nin yeni iklim hedefi, emisyonların 2035’e kadar artmaya devam edeceğini gösteriyor. Fosil yakıtlardan çıkış planı belirsiz, 2053 net sıfıra ulaşmak adına hiçbir somut ara hedef ve takvim yok, üstelik uygulamayla ilgili ciddi soru işaretleri var. Uzmanlara göre bu yeni hedef, Türkiye’nin iklim vizyonunu güçlendirmiyor, ‘‘ertelenmiş bir ihtiyacın belgesine’’ dönüşüyor.

karbon ayak izi

Türkiye’nin emisyonlarının 2035’e kadar artmaya devam edeceği, İkinci Ulusal Katkı Beyanı’nın (NDC 3.0) açıklanmasıyla birlikte resmiyet kazandı. Yeni iklim hedefine göre Türkiye’nin 2035’teki emisyonları, 2023 seviyelerinin yaklaşık yüzde 16 üzerinde olacak. Ancak bu artış, şişirilmiş bir referans senaryo ile kıyaslanarak, ‘‘yüzde 41 azaltım’’ şeklinde sunuluyor.

Belge, çok sayıda strateji ve eylem sıralasa da, kritik boşluklar barındırıyor: Fosil yakıtlardan çıkış planı belirsiz, 2053’te net sıfır emisyon hedefine ulaşmak adına hiçbir somut ara hedef ve takvim yok, üstelik uygulamayla ilgili ciddi soru işaretleri var.

                                                         Dr. Ezgi Ediboğlu 

Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın ve Uluslararası Enerji Ajansı’nın son raporlarıyla karşılaştırıldığında, Türkiye’nin yeni taahhüdünün küresel ısınmayı 1,5 ya da 2°C ile sınırlandırma hedefleriyle uyumlu olmadığı da açıkça görülüyor. Bu haliyle İkinci Ulusal Katkı Beyanı, iddialı bir iklim vizyonundan çok, emisyon artışını perdeleyen bir hesaplama yaklaşımı sunuyor. 

Yüzde 41 azaltım iddiası yanıltıcı: Türkiye’nin emisyonları artmaya devam edecek

Türkiye, İkinci Ulusal Katkı Beyanı’nı, Brezilya’nın Belem kentinde düzenlenen BM İklim Zirvesi’ne (COP30) bir gün kala, BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Sekreteryası’na sundu. Bu belgede açıklanan temel hedef, toplam emisyonları 2035 yılına kadar  643 milyon ton CO₂e (karbondioksit eşdeğeri) seviyesine indirmek. 

Emisyonların herhangi bir kısıtlama olmadan, mevcut seyrinde artmaya devam ettiği ‘‘referans senaryo’’da, 2035 yılında emisyonların yaklaşık 1,1 milyar tona ulaşacağı hesaplanıyor. Türkiye’nin iklim hedefi ise 2035 yılında emisyonların bugünkü emisyonlara kıyasla azalması değil, bu referans senaryoya göre 466 milyon ton - yani yüzde 41 - daha düşük olması. Belgeye göre bu taahhüt, 2053’te net sıfır emisyona ulaşma hedefi ve Türkiye’nin uzun dönemli stratejileri ile uyumlu. 

Peki gerçekten öyle mi?

TÜİK verilerine göre Türkiye’nin 2018 yılında yaklaşık 530 milyon ton CO₂e olan emisyonları, 2023 yılında yaklaşık 552 milyon ton CO₂e’ne yükseldi. İkinci Ulusal Katkı Beyanı’na göre ise 2035 yılında yüzde 41’lik azaltıma rağmen 643 milyon ton CO₂e olacak. Kısacası, 2018’e kıyasla yaklaşık yüzde 21’lik, 2023’e göre ise yaklaşık yüzde 16’lık bir artış gerçekleşecek. Bu yaklaşımı günlük hayata uyarlayarak örneklendirecek olursak: 60 liralık elbiseye 100 liralık etiket koyup ‘‘yüzde 40 indirim’’ duyurusuyla 60 liraya satmaya benzetebiliriz.

Devletler sözlerini tutsa bile ısınma 2.3 - 2.5°C’yi bulacak

Özetle Türkiye’nin emisyonları, 2035 yılına kadar artmaya devam edecek ve plana göre ancak 2038’de tavan yapacak. Oysa küresel iklim bilimi otoritesi olan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin 2022’de yaptığı analiz, küresel ısınmayı 2°C ile sınırlandırmak için emisyonların ‘‘en geç 2025 yılından önce zirveye ulaşması ve 2030 yılına kadar dörtte bir oranında azaltılması gerektiğini’’ bilimsel olarak ortaya koymuştu. 

BM Çevre Programı’nın bu ay yayımlanan ‘‘Emissions Gap Report 2025: Off Target’’ başlıklı raporuna göre ise Paris Anlaşması’nın belirlediği 1.5°C hedefini aşmamak için devletlerin 2035 yılına kadar emisyonlarını, 2019 yılına kıyasla yüzde 55 oranında azaltmaları gerekiyor. Hedef 1.5°C’den 2°C’ye çıkarıldığında dahi 2019’a göre yüzde 35’lik azaltım şart görünüyor. 

Bu rapora göre, ülkelerin taahhütlerini tam olarak yerine getirmeleri halinde bile sıcaklık artışının yüzyıl sonunda 2.3 - 2.5°C arasına ulaşacağı belli. Dolayısıyla Paris Anlaşması’nın getirdiği, sıcaklık artışını 1.5°C ile sınırlama hedefinin kaçtığı, artık bilimsel bir gerçeklik. 

Bu veriler ışığında düşünürsek, Türkiye sadece yetersiz bir iklim hedefiyle dikkat çekmiyor, 2035 için resmi olarak emisyon artırımı taahhüt etmiş durumda. Raporun büyük bölümünde Türkiye, G20 grubu içinde değerlendiriliyor. Bu gruptaki diğer ülkeler gibi, Türkiye’nin taahhütlerinin, küresel ısınmayı 1.5-2°C ile sınırlandırma hedefiyle uyumlu olmadığı vurgulanıyor. 

Yenilenebilir enerjiye geçiş hızlı ve kararlı olmalı

İkinci Ulusal Katkı Beyanı’nın en kritik eksikliği ise enerji alanında. Fosil yakıtlardan çıkış planı belirsiz ve kömürden çıkış taahhüdü yok. Her alanda olduğu gibi yenilenebilir enerji kapasitesinin artışına dair de net hedefler ve yatırım takvimleri yok. 

Bu eksikliklerin önemini anlamak için Uluslararası Enerji Ajansı’nın ‘‘World Energy Outlook 2025’’ raporu açıklayıcı olabilir. Rapora göre küresel enerji sistemi hızla elektrifikasyona kayıyor. Elektrik talebi, yapay zeka ve soğutma ihtiyacındaki artış gibi faktörlerin etkisiyle dört kat daha hızlı büyüyor. Fosil yakıt talebi - özellikle petrol ve kömür - ise 2030 yılı civarında zirveye ulaşacak. Bu nedenle, elektrik talebinin artışı, şebeke yatırımlarının yapılması, depolama ve yenilenebilir entegrasyonu gibi alanlarda yaşanacak gecikmeler, bu geçişin Türkiye için çok daha maliyetli ve yavaş olmasına neden olur. Türkiye, enerji dönüşümüyle ilgili niyetlerini sıralamış olsa da, yatırım takvimi, finansman kaynakları ve şebeke güçlendirme planları yeterince net değil. Oysa yatırım, altyapı ve hız şart. 

Fosil yakıt ithalatına bağımlı olan, elektrik ve soğutma talepleri hızla artan Türkiye için yenilenebilir enerjiye hızlı ve kararlı bir geçiş, hem ithalat faturasını düşürmek hem de enerji güvenliğini artırmak açısından kritik öneme sahip.

Ortak üretim değil bilgilendirme yapılıyor

Ulusal Katkı Beyanı’nda paydaşlarla istişare edildiğine de vurgu yapılıyor ve sivil toplumun, sürecin parçası olduğu söyleniyor. Oysa pratikte, kritik sivil toplum kuruluşları ve uzmanlar, görüşlerinin belgede yeterince yansıtılmadığını söylüyor; sürecin samimi bir ortak üretimden ziyade bilgilendirme eksenli yürüdüğü eleştirisini dile getiriliyor. Ayrıca, İklim Kanunu yapım sürecinde pek çok sivil toplum örgütü ve uzman, sürece hiç dahil edilmediklerini ifade etmişti. 

Planlar bol, ara hedefler yok, somut adımlar ise yetersiz

Ulusal Katkı Beyanı’nda Türkiye’nin mevzuatlarına ve politikalarına da yer veriliyor; önlemlerden, stratejilerden ve eylemlerden bolca bahsediliyor. Örneğin İklim Değişikliği Azaltım Stratejisi ve Eylem Planı’nın 49 strateji ve 260 eylem içermesi ve İklim Değişikliği Uyum Stratejisi ve Eylem Planı’nın 40 strateji ve 129 eylem üzerine kurulması gibi bilgilerin yanı sıra enerji verimliliği, yenilenebilir enerjinin artırılması, elektrifikasyon, emisyon ticaret sisteminin (ETS) kurulması gibi örnekler, doğrudan belgede yer alıyor. 

Bunların her biri, kulağa doğru geliyor. O halde, bunca plan içinden cevaplarının bulunmasını bekleyeceğimiz somut sorular şunlar: 2053 net sıfır hedefi için hangi sektörler, hangi adımlarla, hangi zaman aralığında, ne kadar emisyonu kademeli olarak azaltacak? Bu soruların cevaplarını içeren somut ara hedefler ve takvimler yerine, yapılması gerekenleri, Türkiye’nin verileri ile çoğunlukla teorik olarak betimleyen çok detaylı planlarımız var. 

Peki bu planların uygulamasına güvenebilecek miyiz? Planların çokluğuna rağmen bugüne kadar atılmış somut ve hesaplanabilir adımların azlığı, belgenin inandırıcılığını zayıflatıyor. Ayrıca Beyan’da, 12. Kalkınma Planına atıf yapılarak, 2053 net sıfır hedefi için her yıl GSYH’nin yaklaşık yüzde 1,7’si kadar ek yatırım gerekeceği ifade ediliyor. Bu ek yatırımın nasıl geleceği, gelirse doğru kullanılıp kullanılmayacağı önemli soru işaretleri.

Atık yönetimi gerçekten başarı hikayesi mi?

Türkiye’nin yeni iklim hedefindeki bir diğer sorun, atık yönetimi konusunda fazlasıyla iyimser olması ve mevcut politikalardan övgüyle söz etmesi. Oysa Türkiye’nin atık hacmi 2024’te 120 milyon tona ulaştı. İllegal olarak yakılanları ve nehirlere dökülenleri saymadan, resmi verilere baktığımız senaryoda dahi atıkların çoğu depolanıyor. Üstelik Türkiye, Avrupa’dan en çok atık ithal eden ülke. Tüm bunlara rağmen Ulusal Katkı Beyanı’nda gerçeklikten uzak adımların yer alması, akıllara şu soruyu getiriyor: Bu belgedeki eylemlerin uygulanacağını ne kadar güvenebiliriz? 

Ertelenmiş bir ihtiyacın belgesi

Sonuçta ortaya iyi niyetli ifadelerle dolu fakat matematiği belirsiz; vaatleri geniş fakat bağlayıcı adımları eksik; teoride katılımcı, pratikte tartışmalı, küresel gereklilikler açısından ise açık biçimde yetersiz bir belge çıkıyor.

Gerçek bir iklim politikası için her şeyden önce referans senaryonun şişirilmesinden vazgeçmek gerekiyor. Ardından ise mutlak azaltım hedefi belirlenmeli ve yıllara bağlanmış planlarla, şeffaf bir yol haritası ortaya konmalı. Örneğin İstanbul Politikalar Merkezi’nin ‘‘2053’te Net Sıfıra Doğru’’ başlıklı çalışması, Türkiye’nin bir yandan ekonomik büyümesini sürdürürken bir yandan da sera gazı emisyonlarını düşürebileceğini verilerle ortaya koyuyor. Ancak bunun için kararlı ve zamanında adımlar atmanın gerekli olduğunu gösteriyor. Bu adımları içermeyen İkinci Ulusal Katkı Beyanı, Türkiye’nin iklim vizyonunu güçlendiren bir belgeye değil, ertelenmiş bir ihtiyacın belgesine dönüşüyor.

/././

 COP31: Davul Türkiye’nin boynunda, tokmak Avustralya’nın elinde; çevre, demokrasi ve özgürlükler yerlerde -Hakan Okçal- 

Bırakın ortaya doğru dürüst bir çevre hedefi koymayı, proje sunmayı, ormanlarına, denizlerine, akar sularına sahip çıkan kendi köylülerine, kadınlarına, gençlerine her türlü şiddeti reva gören bir anlayış COP’a iyi bir ev sahipliği yapabilir mi?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan veAvustralya Başbakanı Anthony Albanese

Davul tokmak meselesi

COP olarak adlandırılan Dünya İklim Kongresi’nin gelecek yılki toplantısının Türkiye’de düzenlenmesi konusunda Avustralya ile nihayet uzlaşıya varıldı. On binlerce kişinin katılacağı, milyonların dışarıdan izleyeceği konferans Antalya’da düzenlenecek. Antalya aynı zamanda dünyanın en büyük yeşil sanayi fuarına da ev sahipliği yapacak.

Avustralya, konferansın Adaleide kentinde düzenlenmesi ısrarından vazgeçmek karşılığında, bugüne kadar örneği görülmemiş bir şekilde konferansın başkanlığını üstlenme hakkını elde etti. Başka bir ifadeyle, konferansın organizasyon, otelcilik ve güvenlik gibi somut ve masraflı sorumlulukları Türkiye tarafından üstlenilirken, konferansın içeriğini belirleme ve müzakerelerin yönlendirilmesi gibi konularda esas oyuncu Avustralya olacak. Yani davul Türkiye’nin boynuna asıldı, tokmak Avustralya’nın elinde kaldı.

2026’da Türkiye’de iki zirve

2026 yılı, NATO Ankara Zirvesi ve COP31 sayesinde Türkiye’nin dünya sahne ışıklarının altında olacağı bir yıl olmaya aday. Ancak hemen belirtelim, her iki zirve de çok masraflı ve sorunlu organizasyonlar.  Söz konusu iki büyük organizasyona aynı yıl talip olmak rasyonel bir tutum olarak kabul edilemez. NATO Zirvesi’nin ne kadar büyük bir güvenlik riski yarattığını, ne kadar masraflı olduğunu 2004’teki NATO İstanbul Zirvesi’nde proje koordinatörlüğü yapmış olmamdan dolayı bizzat biliyorum.

Binlerce kişinin katıldığı COP daha da masraflı bir organizasyon. Türkiye ile Avustralya arasında uzlaşı sağlanmasaydı, COP31’in daimi sekreteryanın orada bulunmasından dolayı Almanya’nın eski başkenti Bonn’da yapılması gerekecekti. Almanya bu büyük Konferans’ı, ağır masrafları ve yaratacağı asayiş ve organizasyonel sorunlar nedeniyle istemediğini çok açık şekilde ortaya koymuştu.

Avustralya Başbakanı Albanese, Türkiye ile varılan uzlaşıyla elde edilen kazancı açıklarken, bir milyar dolar masraf yapmaktan kurtulduklarını, buna karşılık konferansın yönetimini üstlenmelerinden dolayı amaçlarına para harcamadan ulaşacaklarını ifade etti.

İnsan böyle masraflı ve sorunlu iki zirveye Türkiye’nin aynı yıl ve yakın aralıklarla ev sahipliği yapmak istemesinin ardındaki nedenin iç politik sebepler olduğunu düşünmekten kendini alamıyor.  Belli ki iktidar, 2027 yılında gerçekleşeceği iddia edilen seçimler yaklaşırken kamuoyu nezdinde kendini muteber bir uluslararası aktör olarak tanıtmak ihtiyacını duyuyor. Ancak evdeki hesap çarşıya uyar mı, emin değilim. Ülkede başta ana muhalefetin cumhurbaşkanı adayı olmak üzere, yüzlerce siyasetçi ve aydın sudan gerekçelerle hapse atılmışken (bunların arasında Antalya Belediye Başkanı Sn. Böcek de var), en temel basın, ifade ve gösteri özgürlükleri ayaklar altına alınmışken, ekonomi bir krizden diğerine savrulurken, hukuksuzluk, baskı, yolsuzluk, keyfilik ve denetimsizlik günlük hayatın bir parçası haline gelmişken, uluslararası zirvelere ev sahipliği yapmak iktidarın sorunlarına deva olamaz. Olsa olsa zaaflarını iyice açığa çıkarır.

COP iyiye gitmiyor

İngilizcede Taraflar Konferansı (Conference of Parties) sözcüklerinin baş harflerinden türetilen COP kısaltması, 1994’te Rio’da imzalanan BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne (UNFCCC) şu anda sayıları 197 olan taraf devlet temsilcilerini, ilgili hükümet dışı kuruluşları ve gözlemci tarafları bir araya getiren yıllık konferansı tanımlıyor. Bugüne kadar farklı ülkelerde 30 kez gerçekleştirilen on beş gün süreli COP konferanslarında başta Paris İklim Sözleşmesi olmak üzere, geçmişte imzalanan tüm iklim sözleşmelerinin ve alınan kararların uygulanma durumu gözden geçiriliyor, yeni kararlar alınıyor. 2016 yılında imzalanan Paris Sözleşmelerinden bu yana COP Konferanslarının ana hedefi global ısınmanın endüstri devrimi öncesi seviyenin 1.5 derece üstünde sınırlamak. Ancak bu hedefin gerçekleşemeyeceği, birçok devletin ayak sürümesi nedeniyle çoktan anlaşıldı. Trump yönetimleri altında ABD’nin sözleşmeden çekilmesi ve fosil yakıtlara geri dönmesi, büyük kirleticilerin kendi sanayileşme önceliklerinden vaz geçmemeleri, ısınmayı 1.5 derece sınırında tutma hedefinin gerçekleşmemesinin ana nedenleri arasında.

Diğer taraftan son COP toplantılarına Birleşik Arap Emirlikler (COP28) ve Azerbaycan (COP29) gibi fosil yakıt ihraç eden, dolaysıyla global kirlenmeye katkıda bulunan aktörlerce ev sahipliği yapılması, COP başkanlarının samimiyetini sorgular hale getirdi.

COP’ların iklim değişikliği ile samimi şekilde mücadele eden, bu konudaki sorunlara dikkat çekmeye çalışan, belli bir mesajı ve hedefi olan ülkelerde yapılması beklenir. COP30 şu anda Brezilya’nın Belem kentinde gerçekleştiriliyor. Belem’in Amazon bölgesinde bulunması önem taşıyor. Zira Amazon havzandaki tropik ormanların hızla yok edilmesi dünyadaki iklim değişikliğinin başlıca nedenleri arasında kabul ediliyor. Brezilya’da iktidara yeniden gelen Lula hükümeti bu konuda samimi bir mücadele vermek istiyor. Ancak o bile Amazonlarda yaşayan kabilelerin hışmına uğramaktan kurtulamadı, göstericiler toplantı mekanını basarak tepkilerini en çarpıcı şekilde sergilediler.

Türkiye ve Avustralya’nın adaylıkları

COP’ların ev sahipliği BM grupları içinde rotasyonla, oydaşma kuralına göre belirleniyor. Bu kez COP31 için BM’nin “Batı Avrupa ve Diğerleri” (WEOG) grubunun aday seçmesi gerekiyordu.  Bu grup içinden Avustralya ve Türkiye adaylıklarını açıklamışlardı. Avustralya Pasifik’teki küçük ada devletlerinin ve Batı Avrupalıların çoğunluğunun desteğini almasına rağmen Türkiye’nin adaylığında ısrar etmesi nedeniyle amacına ulaşamıyordu.

Avustralya’nın Pasifik’te deniz yükselmesinden dolayı yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan küçük ada devletlerinin sorunları başta olmak üzere, bu bölgedeki iklim değişikliği sorunlarına dikkat çekmek için üç yıldır yoğun bir kampanya yürüttüğü biliniyor. Avustralya’nın konferansın bazı toplantılarının bu ada devletlerinde gerçekleştirileceği sözü de vardı. Buna karşılık, çevre konularında duyarlılığı pek bilinmeyen Türkiye’nin kampanyasının öncelikleri ve hedefleri yeterince açık değildi. Türk kamuoyunun dahi COP adaylığından haberi olduğu söylenemez. Türkiye’nin temel argümanı, COP26 ev sahipliği (Glasgow Konferansı) için İngiltere’ye taviz vermemiz nedeniyle ikinci kez geri adım atmayı kabul etmeyeceğimiz noktasında düğümleniyordu. Glasgow Konferansı, sonuçları itibarıyla değil, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Maybach Mercedes otomobil konvoyuyla zirveye katılma imkânı bulamaması nedeniyle Türk kamuoyunun hafızasında yer etmişti. Sayın Erdoğan, büyükşehir belediye başkanı tutuklu olmasına rağmen Antalya’da bu kez debdebe ve ihtişam sergilemek istiyorsa, bu tür gösterilerin etkili olması beklenmemeli. Bu konferanslar maddiyata değer vermeyen çevre duyarlılıkları yüksek insanlar ve yaşamları global ısınmadan etkilenen gariban halklar tarafından izleniyor.

Türkiye’nin çevre ve demokrasi sicili COP ev sahipliği için cesaret vermiyor

Son yıllarda Türkiye’de olan biten çevre felaketlerini hatırlarsak iyi bir COP ev sahibi profili çizmediğimiz hemen anlaşılır. Ormanlarımızı, akarsularımızı, deniz ve göllerimizi, tarım arazilerimizi kendi ellerimizle yok ederken, çevre şampiyonluğuna soyunmamız mümkün değil.

Dünyanın en güzel ve bereketli iç denizlerinden biri olan Marmara Denizi’mizi müsilaj denen illetle teslim ettik. Çünkü Marmara’yı yıllardır devletin ve belediyelerin duyarsızlıkları nedeniyle başta İstanbul olmak üzere kıyı kentlerinin kanalizasyon deşarj çukuru olarak kullanıyoruz. Gerçi o zaman da çok temiz değildi ama ben çocukken 1960’larda Marmara’da denize girilirdi. Hâlâ Florya ve Caddebostan, Bostancı gibi yerlerde plajlar vardı. Şimdi İstanbullular Bodrum’larda, Marmaris’lerde serinlemeye çalışıyorlar. Ama oralarda da kirlilik ve betonlaşma aldı başını gidiyor. Bu kez kurtuluşu Yunan adalarında arar olduk. İstanbul’da yetişen bir çocuk olarak bırakın somon ve makreli, çuprayı dahi bilmezdik. Benimki gibi dar gelirli aileler için Marmara’nın sunduğu uskumru, kolyos, hamsi, istavrit, palamut, torik gündelik gıdaydı. Denizden nasibini almamış bir devlet ve toplum olarak el ele verdik, denizlerimizi öldürdük.

Kanal İstanbul bu konuda ibretlik bir proje. Bu proje hem Marmara’yı hem Karadeniz’i geri dönülmez şekilde tahrip edecek. İstanbul’un zaten çok kıt olan su havzalarını yok edecek. Üstelik de deprem riskiyle karşı karşıya olan bu mega kenti devasa bir su kanalıyla çevreleyerek boğulmasına yol açacak.

Ormanlarımızı da denizlerimiz gibi hızla yok ediyoruz. Her yıl artan orman yangınları global ısınmanın bir sonucu olabilir ama, devlet yangınları söndürmek için gereken tedbirleri almıyor. Bir zamanlar elde olan yangın söndürme uçakları çürütüldü, yenileri alınmıyor. Aksine devlet orman tahribatı için her türlü teşvik ve hatalı girişimin altına imza atıyor. Sorumsuzca verilen maden ruhsatları nedeniyle binlerce yılda oluşan ormanlar vicdansızca katlediliyor. Cemaat ise imamı izliyor, her yerde ormanlar çıkar uğruna insan eliyle yakılıyor. Bodrum’da yakılan ormanlık alana dikilen otel bunun en çarpıcı örneklerinden biri.

Her yaz Latmos ormanlarının yok edilişini yüreğim yanarak izliyorum. Tarihi Karya uygarlığının dini kült merkezlerinden biri olan ve aynı zamanda binlerce yıldır bölgeye şifalı içme suyu sağlayan Labranda antik kentinin üstündeki ormanların ve su kaynaklarının sıradan bir maden uğruna yok edildiğinin şahidiyim.

Doğanın sunduğu ormanların yanı sıra, insan eliyle uzun uğraşlar sonucu yetiştirilen zeytinlikler de aynı zihniyetle maden arama gerekçesiyle tahrip ediliyor. Akarsularımız tarımsal ilaçlar, maden arama faaliyetleri, sanayi deşarjı, hatta kanalizasyon bağlanması nedeniyle zehir saçıyor. Trakya’da Arda ve Meriç, Orta Anadolu’da Yeşil Irmak, Doğu Anadolu’da Dicle ve Fırat kirletildikçe kirletiliyor. Tuz gölü, Beyşehir gölü kuruyor, ormanlar ve dere yatakları tahrip edildikçe köyler, kent ve kasabalar sel felaketlerine uğruyor. Bunlar sadece birkaç örnek. Bunlarla devletin gerekli mücadeleyi yaptığını söylemekse mümkün değil.

Evdeki COP hesabı geri tepebilir

Bırakın ortaya doğru dürüst bir çevre hedefi koymayı, proje sunmayı, ormanlarına, denizlerine, akar sularına sahip çıkan kendi köylülerine, kadınlarına, gençlerine her türlü şiddeti reva gören bir anlayış COP’a iyi bir ev sahipliği yapabilir mi? Dışarıdan gelen aktivistler Antalya’da Brezilya’da olduğu gibi gösteri yapmaya kalkarlarsa vay hallerine. Antalya’da olabilecekleri düşünmek bile istemiyorum. Evdeki COP planı geri tepebilir. Umarım haklı çıkmam.

/././

 Hayal-endüstri politikası -Ahmet Çelik Kurtoğlu- 

Türkiye ve benzeri ülkelerin neden bir türlü zenginleşemediği sorgulanmaktadır. Doğru politikayı ancak sağlam bilgiye sahip olan belirler, o da piyasadan elde edinilen bilgi değildir. Milyonlarca insanın geleceği, onları temsil etme iddiasındaki kişilerin birlikte oluşturacağı ve bilimsel araştırmaya dayalı bilgiyle belirlenir.

endüstri

TAİK nedir?

Geçen perşembe günü Nasıl bir Ekonomi’de Vahap Munyar yazmıştı: Endeavor ve TAİK ‘hayal’i 2,5 milyar dolara çıkardı. Endeavour, çaba, gayret demek. Buradaki anlamı ise 1997’de bir grup iş adamı tarafından New York’ta kurulan, 2007’de Türkiye’de faaliyete geçen, hedefi girişimciliği özendirmek, desteklemek olan bir “girişimciler platformu.” TAİK, DEİK bünyesinde kurulan ve aslında DEİK’in ABD ticaret odasından aldığı desteği oluşturan “Türk Amerikan İş Konseyi”nin, sonradan anıldığı isim. Munyar’ın haberi ise Endeavour ile TAİK’in birlikte Türkiye’de yabancı sermaye yatırımlarını özendirmek üzere düzenledikleri bir girişimi anlatıyor.

Bu başlık beni 1988 yılının ilk çeyreğine götürdü. DEİK henüz kurulmuştu ve başta TOBB ve TÜSİAD olmak üzere kurucular beni direktör olarak atamışlardı. Henüz Fransa’da OECD Development Centre’da yaptığım çalışmaları tamamlamış ve yurda dönmüştüm. Daha önce Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde görev yapmaktaydım. 1980’li yılların baskısı, birçok arkadaşımın işinden uzaklaştırılması beni kamudan ayrılıp, sözleşme dünyasına geçmeye itmişti.

TAİK nasıl doğdu?

Öte yandan daha önceki çalışmalarımdan, Washington’da bulunan “Institute for International Economic Relations” adlı ve demokratların desteği ile kurulmuş olan enstitü gibi bir yapıyı Türkiye’de organize etmeyi hedefliyordum. DEİK bana bu fırsatı verdi. Üstelik DEİK direktörü olarak atanmam, genel sekreterlikten farklı olarak yetki kullanma fırsatını da veriyordu.[1]

DEİK’in operasyonel yanı, şirketlerin gönüllü olarak üye oldukları ve yine gönüllü ödemeleriyle bütçesini oluşturdukları iş konseyleridir. Amaç şirketlerin kendi seçecekleri ülkelerle ticari veya organik yani ortaklık, doğrudan yatırım ilişkisi kurmak yolunda çalışmalarını yürütmelerinde onlara yardımcı olmaktır. Bunun arkasındaki varsayım, ekonomilerde esas itici gücün girişimciler olduğu, onların şirketleşerek çalışmalarını oluşan kurumsal yapının, organizasyonun sağlayacağı ve uluslararası ekonominin her zaman aradığı saydamlık, hesap verebilirlik, eşitlik, sorumluluk şartlarını karşılamış olacaklarıdır.

Bu özellik ayrı ayrı tanımlanmıyordu, çünkü bunlar şirketi, kurumsallığı yaratan ve girişimin teknoloji, beyin gücü yanında içinde bulunan niteliklerdir. Burada altını çizmem gereken husus böyle bir yaklaşımın, kurumsal yapının ülkemizde ilk kez kendisini kağıt üzerinde bulması ve DEİK kurucusu olan başta TOBB, TUSİAD olmak üzere YASED’den, Müteahhitler Birliğinden, Ziraat Odaları Birliği’ne kadar tüm kuruluşları da, açıkça söylenmese de kurumsal geleneğin içine sokmuş olduğudur. Kısaca ifade dersem, DEİK tüm küresel kurumsal standartların yerleşmesi için vesile, aracı olmuştur.

İş konseylerinin finansmanı

Kuruluşun bu yapısının bir eksiği bütçesinin İş Konseyi kurulmasını isteyen şirketlerin gönüllü ödemelerinden oluşmasıdır. Bunu neden tekrarlıyorum? İş konseylerinin amacını, şirketlerin kendi belirleyecekleri ülkelerin şirketleriyle ticari ve/veya yatırım ilişkisi kurmalarında onlara yardımcı olmak şeklinde özetledim. O günleri hatırlıyorum, çeşitli ülkelerle Türkiye’de veya karşı ülkede düzenlenen işi geliştirme toplantılarına katılım sağlanması fevkalade zordu. Türk iş alemi bazen yabancı dil eksikliği, ama daha önemli olarak yabancı kültürden gelen şirketlerle, iş adamlarıyla iş görüşme kültürüne, alışkanlığına sahip değildi. Böyle durumlarda DEİK temsilcisi arkadaşımın görevi bu ikili arasındaki ilişkiyi inşa etmekti.

Projesi olmayan iş adamı taşeron olur

Bizzat yaşadığım bir olayı hatırlayayım: Brüksel’de Belçika iş konseyinin yıllık toplantısı için toplanmışken, ünlü, yabancı dile ve yabancılarla iş görüşmeye alışık bir iş adamımızla şöyle bir konuşmamız oldu:

İş adamı: Hocam, şimdi biz bu adamlarla (Belçikalılar) ne görüşeceğiz?

Çelik Kurtoğlu: ... Bey, herhalde birlikte yapmayı tasarladığınız projeleriniz vardır; onlar üzerinde konuşmanız beklenir.

İş adamı: Hocam, biz her işi yaparız.

Bu zihniyetle girilen toplantıdan başarı beklenemez, olsa olsa Belçika şirketi size taşeronluk verir, kazancınız ve işten öğrenme düzeyiniz de o seviyede kalır.

DEİK-enabler

Böyle çalışmaların nihai ürünü ortaklık ve tarafların bu işten kazanç elde etmesidir. DEİK’in sağladığı hizmet “fırsat sağlayıcı-enabler, facilitator” olarak da tanımlanabilir. Böyle hizmetler yatırım danışmanları tarafından ve elbette ücret karşılığında sağlanmaktadır. DEİK içinse bu söz konusu değildir, TOBB, TUSİAD gibi kurucuların çalışma koşulları buna izin vermez. Ama bu durumda DEİK gibi kuruluşların araştırma, fırsat sağlama gibi hizmetlerin ötesine geçmesi de mümkün olmaz.

EBRD-şirketler

Hatırlatmak istediğim bir başka husus DEİK’in kuruluş yıllarında, şirketlerimizin çeşitli uluslararası finans kuruluşlarının sağladıkları kredilerin kullanım koşulları hakkında yeterli bilgi ve deneyime sahip olmadıklarıdır. Örneğin, dönemin özellikle eski Sovyet bloku ülkelerinde şirketleşmeyi, özel teşebbüs yatırımlarını özendirmek, mümkün kılmak üzere EBRD adlı yatırım ve yeniden inşa bankası kredilerinin kullanılması, projede yalnız girişimi yapan şirketin değil, yerel ve/veya yabancı şirketlerinde pay alması ve yatırım projesini bankaya getiren şirketin de sermaye katkısında bulunması, yani riski paylaşması şartına bağlıydı. DEİK ve daha sonra onun çatısı altında faaliyete geçen Karadeniz Ekonomik İşbirliği platformu bu bağlamda doğan sorunların çözülmesine de katkı yapardı.

Bugün Endeavour-Taik’in karşılaşacağı sorunlar arasında burada saydıklarımın çoğu bulunmayacaktır. Çünkü şirketler ve girişimciler artık farklı, çağa daha uygun kurumsal-şirket kültürüne sahiptir. Bu kez karşılarına çıkacak olan teknoloji kaynaklı sorunlardır. Ülkenin kurumsal kültürü ve şirketler sektörünün özellikleri bir kez daha kendisini gösterecektir. Bu kez sorun her zaman yakındığımız, hukuk, yargı, ahbap çavuş ilişkilerine ek olarak, endüstri politikasının olmayışı, bilakis maliye politikasının, vergi uygulamasının caydırıcılığıdır.

Endüstri politikası

Önceki yıllarda endüstri politikası “serbest teşebbüs” denilen kavramın karşısında olan, kamunun özel girişimcileri engellediği, “devletçilik” şablonuyla adlandırılan bir kavramdı. Bunun arkasındaki ise, neoklasik iktisatın “tam ve mükemmel bilgiye dayalı, tam ve mükemmel rekabet” varsayımıydı.

1930’lu yıllarda aksak rekabet tartışmaları başladı. İktisatın kurucusu olarak bilinen Adam Smith’in, piyasanın “gizli elinin” yani fiyat mekanizmasının, kâr hedefinin ekonomiye doğru yönü vereceği varsayımının geçerli olmayabileceği düşüncesi yayıldı. Bunun yerini akıllı ve bilgili kamunun, aksaklıkları gidermeyi hedefleyen elinin, yani endüstri politikasının aldığı inancı benimsenmeye başlandı.

Şu ilginçtir; ABD “gizli el” varsayımından yola çıkarak uzun yıllar boyunca endüstri politikasını reddetmiştir. Oysa ABD’de II. Dünya Savaşı’ndan beri inşa edilen ve tüm endüstrinin anası olan savaş endüstrisinin yaratılması şöyle olmuştur. Başkan Roosevelt’in talimatıyla, 1940 yılında çalışmakta olduğu General Motors’dan ayrılıp, bu amaçla kurulan “Office of Production Management”ın başına geçen Danimarkalı William Signius Knudsen ile Henry Kaiser II. Dünya Savaşı yıllarında ABD’de sanayileşmeyi başlatmıştır. Bu süreçte binlerce tank, savaş uçağı, deniz uçağı, milyonlarca ton çelik, makineli tüfek ve cephane üretilmiştir.[2]

ABD şirketleri serbest rekabetin ürünü mü, yoksa II. Dünya Savaşı’nın mı?

Başlıkta yer alan Endeavour’un ABD ayağı yani ABD’nin şirketler sektörü, Washington’un sonraki yıllarda kınadığı endüstri politikasının somut ürünüdür. Tarih bilgisini ihmal eden siyasetçiler daha sonra yine ABD’de kurulu düzenin (IMF, Dünya Bankası ve ABD Maliye Bakanlığı) ve AID iktisatçılarının pazarladığı politikaları izlemişlerdir.

Bunu bilmeyenler, fiyat sisteminin doğruyu göstereceği inancında ısrar etmektedir. Türkiye ve benzeri ülkelerin neden bir türlü zenginleşemediği sorgulanmaktadır. Doğru politikayı ancak sağlam bilgiye sahip olan belirler, o da piyasadan elde edinilen bilgi değildir. Milyonlarca insanın geleceği, onları temsil etme iddiasındaki kişilerin birlikte oluşturacağı ve bilimsel araştırmaya dayalı bilgiyle belirlenir, yönetilir. Ülkemizin uzun süredir içinde olduğu, fiyat sisteminin tamamen anlamını yitirdiği garip uygulama bunun önemli bir göstergesidir.

Endüstri politikasına inanmayanlar, 1960'ta başlayan planlı kalkınma dönemini incelemelidir. 2000’de yaşanan ekonomi krizinden çıkmamızı ve ekonominin doğru bir yola girmesine imkan veren “güçlü ekonomiye geçiş programı”, unutulmaması gereken bir düzeltme getirmiştir. Yol haritası yaşanmış olan dönemdedir.

Hiçbir şey yapmadan, yitirilen zamanı geri getirmek olanaklı değildir. Böyle bir ortamda hiçbir çaba, “endeavour” sonuç vermez, doğru yatırım yapılmaz, yoksullaşma devam eder.

[1] Bunu TOBB Başkanı Ali Coşkun bir DEİK Yönetim Kurulu toplantısında altını çizerek söylemişti.

[2] Arthur Herman, Freedom’s Forge, Random House 2012

/././

 İmralı’ya kim gitsin?-Mine Söğüt- 

Navigasyon İmralı Cezaevine gidebilmek için özel araçla iki seçenek verir. Toplu ulaşımı ya da diğerlerini işaretlerse “Başka bir ulaşım türü seçin ya da başlangıç veya varış noktalarını değiştirin” der. Bu seçenek belki de daha hayırlı ve akıllıca. Yoksa, ada etrafı onu ana karadan ayıran bulanık sularla çevrili minicik bir kara. Marifet, o suları bulandıran ne varsa cesaret edip tek tek ayıklamakta...

imralıİmralı Cezaevi

İmralı Marmara denizinin ortasında, Silivri ile neredeyse karşı karşıya, Bursa iline bağlı, Mudanya ilçesine kayıtlı minicik bir ada.

Yüzölçümü yaklaşık 10 kilometrekare, çevresi 19,4 kilometre ve zirvesi 217 metre.

Efsaneler İmralı adasının Yunan mitolojisin yılan ayaklı ölümsüz devlerinden biri olan Besbikos’un attığı bir taşla oluştuğunu anlatır. İnsanlar bu adaya MS yedinci yüzyılda yerleşmeye başlarlar. İsmi o dönem Kalolimnos olur, Orhan Bey’in komutanlarından Emir Ali adayı Bizans’tan alınca da Emirali olarak değişir. Ve zaman içinde bu ad İmralı’ya evrilir.

Geçen yüzyılın başlarına kadar adada üç Rum köyü vardır. Tarımı sadece soğandır ve geçim balıkçılıkla sağlanır.

Mübadele zamanı ada külliyen boşalır…

Ve 1935 yılında ülkenin ilk yarı açık cezaevi burada yapılır.

Harabe bir kilisenin duvarları tamamlanıp koğuş haline getirilir. Adada serbest dolaşan 50 cinayet hükümlüsü, tarımla uğraşıp oradan elde ettikleri kazançla geçinir.

Yassıada’da yargılanan MenderesZorlu ve Polatkan için darağacı İmralı’da kurulur ve naaşları yine adaya gömülür.

Bu arada adadaki tüm mahkumlar hep tarımla uğraşmaktadırlar.

Ta ki 1999 yılında ada boşaltılana ve sadece Öcalan’a tahsis edilene kadar.

İmralı…

Mübadeleden beri farklı farklı mahkumların çilesi, 1960’tan bu yanaysa siyasi tarihin en kritik dönemeçlerinin simgesi. Birgün Yassıada gibi kapıları halka açılır içine bir müze kurulur mu bilinmez. Ama şu anda kapıları her şeye sıkı sıkı kapalı.

O kapalı kapıların ardında ve önünde yapılan pazarlıklarla hesapları kimse çözemiyor. Bugün İmralı’ya kim neden gitmek, kim neden gitmemek istiyor, kayıtlara net bir şekilde geçemiyor.

Bu fluluğun nedeni olayı dışarıdan izlemek zorunda bırakılanların analiz yeteneğindeki yetersizlik değil, meselenin gücünü kaostan alma niyeti.

Herkes Bahçeli ile Erdoğan bu konuda neden birbirine ters düştü ve PKK ile Bahçeli nasıl oldu da yüzünü böylesine birbirine döndü diye düşünürken…

Biz belki de onların ne yapmaya çalıştığını çözmekle uğraşmak yerine adanın Türk siyasi tarihindeki rolüne odaklanmalı ve geçmişe bakarak geleceği anlamaya çalışmalıyız.

Bunun için de sadece hepsinin koordineli bir şekilde davrandıklarını düşünmeli ve ancak şüphe üzerine inşa edilecek bir sağduyunun verebileceği kadar temkinli öngörüler üretmeliyiz.

Bugün o adaya siviller giremiyor, adanın üzerinden uçak uçamıyor, yakınından gemi geçemiyor. İmralı’ya özel izni olanlar dışında kimseler gidemiyor.

Bugün Ankara’dan herhangi biri İmralı’ya gitmek istese ve telefonundaki navigasyona İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi yazsa...

Navigasyon özel araçla iki seçenek verir.

İlki 6 saat. 456 km der, 80 lira da yol ücreti. İkincisi 7 saat ve 460 km. Yol ücreti yok. Açıklamalar yolun bazı yerlerde bozuk olduğunu gösterir. Adaya gitmek isteyen kişi, tekne aşaması navigasyonda neden yok diye kara kara düşünür.

Taksiyi seçerse taksimetre 14 bin 765 lira.

Toplu ulaşımı ya da diğerlerini işaretlerse “Başka bir ulaşım türü seçin ya da başlangıç veya varış noktalarını değiştirin” yazısı altta.

Navigasyon seçenekler arasında göstermiyor ama tabii ki helikopterle gidecekler için o yol çok ama çok daha kısa. 

Hiç gitmezlerse aynı yol çok uzun. Upuzun. Hatta ta sonsuza.

İnsanın ister istemez aklına takılıyor…

“Başka bir ulaşım türü seçmek” ya da “başlangıç ve varış noktalarını değiştirmek” belki de herkes için hem daha hayırlı hem de daha akıllıca. Yoksa, ada ta en baştan beri hep şuradan şu kadar uzaklıkta ve etrafı onu ana karadan ayıran bulanık sularla çevrili minicik bir kara.

Belki de marifet, o suları bulandıran ne varsa cesaret edip tek tek ayıklamakta.

/././

 Böcek ailesinin ölümü sonrası gözler ilaçlama sektöründe; 2 milyarlık kaçak pazarda her üç firmadan biri ruhsatsız! 

Böcek ailesinin ölümü sonrası gözler ilaçlama sektöründe; 2 milyarlık kaçak pazarda her üç firmadan biri ruhsatsız!

Almanya’dan İstanbul’a tatile gelen dört kişilik Böcek ailesinin Fatih’te zehirlenme şüphesiyle tedavi gördükleri hastanede hayatını kaybetmesinin ardından gözler haşere ilaçlama sektörüne çevrildi.

Sabah'tan Betül Alakent'in haberine göre, Türkiye’de bu alanda ciddi bir denetim eksikliği yaşanıyor. Ülkede binlerce ilaçlama firması bulunmasına rağmen, sektörde faaliyet gösteren her üç firmadan birinin ruhsatsız olduğu belirtiliyor. Eğitim almamış ve yetkisi bulunmayan kişiler, düşük maliyetle edindikleri ilaç ve ekipmanlarla sosyal medya üzerinden müşteri bularak bilinçsiz ilaçlama yapıyor. Uzmanlara göre pazarın büyüklüğü 9 milyar TL’yi bulurken, bunun 2 milyar TL’si kayıtdışı durumda. Üstelik tehlikeli kimyasalların temini de oldukça kolay; zirai ilaçlar Eminönü ve Fatih’teki dükkânlardan ya da çevrimiçi platformlardan belge istenmeden satın alınabiliyor.

Ani ölüme yol açabiliyor

Sektör temsilcileri, özellikle alüminyum fosfit gibi güçlü kimyasalların yanlış kullanımının ölümcül sonuçlar doğurabileceği konusunda uyarıyor. Bu maddenin yalnızca depolar, gemiler, konteynerler ve tarım ürünlerinin saklandığı alanlarda kullanılabileceğini belirten uzmanlar, konut ve otel gibi meskûn mahallerde uygulanmasının kesinlikle yasak olduğunu vurguluyor. Ruhsatlı firmaların bu tür kimyasalları kullanmadığını ifade eden sektör yetkilileri, kayıt dışı çalışanların düşük fiyatlarla iş alarak vatandaşları riske attığını söylüyor. Sağlık Bakanlığı yönetmelikleri izinsiz firmaların kapatılmasını öngörse de denetim yetkisinin çeşitli kurumlara dağılmış olması büyük bir boşluk yaratıyor. Uzmanlar, kimyasal kullanım protokollerinin sıkılaştırılması, denetimlerin güçlendirilmesi ve satışların ruhsata bağlanması gerektiğini belirterek, alüminyum fosfitin yanlış kullanımının “ani ölüme” yol açabileceği uyarısında bulunuyor.

***

 TFF itirazları reddetti; cezaları kesinleşen 149 hakemin kariyeri sona erdi! 

TFF itirazları reddetti; cezaları kesinleşen 149 hakemin kariyeri sona erdi!

Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) Tahkim Kurulu, bahis oynadıkları gerekçesiyle hak mahrumiyeti cezası verilen 67 hakemin itirazını reddetti. 82 hakem ise cezalara itiraz etmedi. Cezaları kesinleşen 149 hakemin kariyeri sona erdi. PFDK'ye sevk edilen hakemler Zorbay KüçükMelih Kurt ve Mertcan Tubay'ın dosyalarının incelenmesi ise kurulda devam ediyor.

TFF Tahkim Kurulu, bahis oynadıkları gerekçesiyle hak mahrumiyeti kararı verilen hakemlere ilişkin incelemelerini sürdürüyor.

TFF'den yapılan açıklamaya göre Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu'na (PFDK) sevk edilen 149 hakeme 8 ila 12 ay ceza verildi. Bu hakemlerden 67'si karara itiraz etti.

82 hakem itiraz etmedi

Tahkim Kurulu itirazları değerlendirdi ve verilen hak mahrumiyeti kararlarını onadı. PFDK'den ceza alan 82 hakem ise haklarındaki kararlara itiraz etmedi. Böylece cezaları kesinleşen 149 hakemin kariyeri sona erdi.

Ayrıca PFDK'ye sevk edilen hakemler Zorbay KüçükMelih Kurt ve Mertcan Tubay'ın dosyalarının incelenmesi ise kurulda devam ediyor.

Ne olmuştu?

TFF Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu'nun 27 Ekim tarihinde 152 hakemin bahis oynadığını açıklamasının ardından İstanbul Başsavcılığı da soruşturmanın derinleşeceğini duyurmuştu.

Hacıosmanoğlu, 371 hakemin bahis hesabı olduğunu ve 152'sinin aktif olarak bahis oynadığının tespit edildiğini ifade etmişti. TFF organı Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu (PFDK) tarafından 149 hakeme 8 ile 12 ay arasında hak mahrumiyeti cezası verildiği, 3 hakem için incelemenin sürdüğü aktarılmıştı.

17'si hakem 21 şüpheli hakkında gözaltı kararı verilen soruşturma kapsamında gözaltına alınan 19 şüpheli arasındaki Eyüpspor Kulübü Başkanı Murat ÖzkayaErkan Arslan, Nevzat Okat ve Yakup Yapıcı'nın arasında olduğu 8 şüphelinin tutuklanmasına karar verilmişti.

1024 futbolcu PFDK'ya sevk edildi

Türkiye Futbol Federasyonu, bahis soruşturması kapsamında 1024 futbolcuyu tedbirli olarak Profesyonel Futbol Disiplin Kuruluna (PFDK) sevk etmişti. TFF'den yapılan açıklamada, Trendyol Süper Lig'den 27, Trendyol 1. Lig'den 77, Nesine 2. Lig'den 282, Nesine 3. Lig'den 629 futbolcu ile 9 profesyonel oyuncu olmak üzere bin 24 futbolcunun bahis soruşturması kapsamında disipline gönderildiği kaydedilmişti.

Sadece bir kere bahis hareketi olduğu görülen 47 futbolcunun disiplin sevk işlemleri, telafisi mümkün olmayan zararlara sebebiyet vermemek adına ilgili kurumlardan gelecek cevabi evraklar neticesinde elde edilecek yeni delil ve bilgiler çerçevesinde değerlendirileceği vurgulanmıştı. 

PFDK futbolculara 45 gün ila 12 ay arasında cezalar verilmişti. 

***

 Ek vergi bugün yürürlüğe girdi: Bazı otomobil modellerine 500 bin lirayı aşan zam gelecek 

Türkiye'nin en ucuz sıfır otomobilleri belli oldu

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan imzasıyla 22 Eylül’de Resmi Gazete’de yayımlanan otomotivde ek vergi düzenlemeleri bugün hayata geçti. Böylece bazı otomobil modellerinin fiyatına 500 bin lirayı aşan zamlar gelecek.

Resmi Gazete'de 22 Eylül 2025'te yayımlanan 10436 Sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile otomotiv ithalatında ek mali yükümlülük öngören yeni vergisel düzenlemeler hayata geçirilmişti. Bu düzenleme için tanınan 60 günlük geçiş süresi 21 Kasım Cuma 23.59 itibarıyla sona erdi. Bugünden itibaren AB ve Serbest Ticaret Anlaşması dışındaki ülkelerden getirilen ithal araçlarda daha yüksek fiyatlar geçerli olacak.

Yeni düzenleme, mevcut yüzde 10'luk taban gümrük vergisine ek olarak tüm araç segmentlerinde ilave mali yükümlülükler getiriyor.

En az yüzde 25 zam gelecek

Zam oranının benzinli ve dizel otomobillere yüzde 25 veya en az 6.000 dolar, hibrit otomobillere yüzde 25 veya en az 6.000 dolar, Plug-in hibrit otomobillere yüzde 30 veya en az 7.000 dolar, elektrikli otomobillere ise yüzde 30 veya en az 8.500 dolar ek vergi getirilmesi bekleniyor.

Düzenleme, Çin, Japonya, Meksika ve Güney Afrika olmak üzere çok sayıda büyük otomobil ihracatçısı ülkelerden getirilen araçların fiyatını doğrudan etkilenecek.

Yeni düzenlemenin bazı modellerin Türkiye pazarından çekilmesi, bazı yeni modellerin gelmesi veya rekabet güçlerinin azalmasına neden olabileceği belirtiliyor. Elektrikli araçlarda 7 bölgede en az 20 yetkili servis bulunması şartı nedeniyle ithalat süreci daha zorlu ilerliyor. Buna karşın benzinli ve dizel araçlar şu anda daha avantajlı konumda bulunuyor.

Düzenleme özellikle Japon üretimi araçlarda doğrudan fiyat artışına yol açacak ve Türkiye'de popüler birçok modelin liste fiyatlarını da yükseltecek.

Bazı modellerde zam oranı 500 bin TL'yi geçebilir

Matrahsız fiyatı 1 milyon TL olan bir araç için yeni ek vergi 250.000 TL. Üzerine eklenen ÖTV ve KDV ile toplam artış 540 bin TL’yi bulabiliyor. Matrah yükseldikçe zam oranı da katlanarak artıyor. Bu nedenle bazı modellerde fiyat farkının 500 bin TL’nin üzerine çıkması bekleniyor.

Fiyat artışı beklenen bazı araba modelleri:

Nissan X-Trail (e-POWER / e-4ORCE)
Subaru Forester e-BOXER
Subaru Crosstrek (XV)
Suzuki Jimny
Toyota RAV4 Hybrid
Honda Jazz e:HEV
Honda HR-V e:HEV

***

T-24




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

1848 Devrimi ve gerçekçilik -Fide Lale Durak / soL-

Courbet, seyirciyi portrelerle etkileşime sokmak istemez. Acıma, empati, öfke duyma ya da oluşabilecek herhangi aşırı duygu yerine, nesnelli...