DİSK'teki ülkücü sendikacı yurt dışına kaçan Kürşat Yılmaz'la Milano'da buluştu: 'Suç örgütü lideri değil, mağdur...'-Emre Alım-
MHP-AKP krizinin ortasında Türkiye’yi terk ettiği öne sürülen Kürşat Yılmaz’ın Milano’dan paylaştığı fotoğraftan "sürpriz" isim, DİSK’e bağlı Lastik-İş Sendikası yöneticisi Alperen Şakacı çıktı. soL’un ulaştığı Şakacı, Yılmaz ile aile bağı olduğunu vurguladı, kabarık suç dosyasınıysa "FETÖ kumpası" olarak tanımladı.
Kürşat Yılmaz (soldan ikinci), Alperen Şakacı (ortada)Bundan iki hafta önce basına yansıyan dikkat çekici bir iddia vardı.
MHP-AKP krizinin tavan yaptığı sırada Devlet Bahçeli’nin Alaattin Çakıcı ve Kürşat Yılmaz’a Türkiye’yi terk etme uyarısında bulunduğu, iki ismin bunun üzerine yurtdışına çıktığı öne sürülmüştü.
Sonrasında Çakıcı’nın değil ancak Yılmaz’ın ülkeyi terk ettiği ifade edildi.
İki isimden de açıklama gelmedi, MHP de söz konusu iddiaları yalanlamadı.
İddiaların merkezinde emniyetteki MHP tasfiyeleri duruyor, çete faaliyetleri dolayısıyla aralarında Çakıcı ve Yılmaz’ın da bulunduğu bir ekibin gözaltına alınacağı öne sürülüyordu.
Peki, neredeydi Kürşat Yılmaz ve nereye kaçmıştı?
Yılmaz kendisi sosyal medya üzerinden yaptığı bir paylaşımla bu iddialara yanıt verdi, Milano’daydı.
Yaptığı paylaşımda “Gün bugündür, kervan yürüyor... Bu yürüyüşe Allah’tan başka hiçbir güç mani olamaz” diyen Yılmaz’ın bu mesajının ne anlama geldiği son derece açık sanıyoruz.
Yılmaz işlerin aynen devam ettiğin belirtiyor, krizi doğrulayan bir gönderme yapıyordu.
Ancak ortada başka bir tuhaflık var.
Söz konusu fotoğrafta, DİSK’e bağlı Lastik İş Sendikası Genel Yönetim Kurulu Üyesi ve Örgütlenme Dairesi Başkanı Alperen Şakacı da yer alıyordu.
Operasyona konu olacak diye yurt dışına kaçan bir çete liderinin yanında DİSK’e bağlı bir sendikanın yöneticisinin bulunması son derece ilginç.
Ancak bunun ilk olmadığını not etmek gerekiyor.
Şöyle ki, Şakacı ile Yılmaz arasındaki bağ yeni ortaya çıkmış değil.
Tarih 22 Temmuz 2025. Yani bundan 4 ay öncesi:
“DİSK'e bağlı Lastik İş Sendikası Örgütlenme Daire Başkanı Alperen Şakacı, suç örgütü liderliğinden yargılanıp tahliye olan Kürşad Yılmaz ile birlikte MHP Lideri Bahçeli'yi makamında ziyaret etti. Bir dönem MHP'den milletvekili adayı olan Şakacı'nın bu ziyareti tepkiyle karşılandı.”
Şakacı’ın yöneticisi olduğu Lastik-İş’in Genel Başkanı Alaaddin Sarı ise DİSK’in yönetim kurulunda yer alıyor.
Sarı, 2020'de düzenlenen DİSK 16. Genel Kurulu’nda DİSK Genel Başkan Yardımcılığı görevini üstlenmişti.

'Adımı o koydu, kulağıma ezanımı o okudu'
soL, o fotoğrafın öyküsünü tartışmanın odağındaki Alperen Şakacı'ya sordu.
Şakacı, Kürşat Yılmaz ile Milano'da bir araya geldiklerini ve o fotoğraf karesindeki kişinin kendisi olduğunu doğruladı. Yurt dışına birlikte çıkmadıklarını, ancak İtalya'ya gittiğinde orada olduğunu bildiği Yılmaz ile bir akşam yemeğinde buluştuklarını belirten Şakacı, tartışılan o yakınlığın sebebini ise "aile bağı"na dayandırdı.
DİSK'e bağlı bir sendikanın yöneticisi ile bir suç örgütü liderinin yan yana gelmesine yönelik eleştirilere ise şu yanıtı verdi:
"Kürşat Yılmaz benim annemin dayısı... Bana Alperen ismini veren kişi, yani kulağıma Alperen ismini, ezanımı okuyan kişidir. Kürşat Yılmaz benim ailemdir. Benim onunla oturup yemek yemem, vakit geçirmem kadar doğal ve normal bir şey yoktur."
Kendisini "Babadan sendikacı, işçi sınıfı için mücadele eden bir delikanlı" olarak tanımlayan Şakacı, şu an Türkiye'de olduğunun altını çizdi.
Şakacı, Yılmaz'ın "suç örgütü lideri" sıfatını da reddederek, "Tamamen FETÖ kumpasıyla yattı. Nezarethanede bir gün dahi yatacak bir suçu yok. Bir tane tokat atmışlığı yokken FETÖ kumpasıyla cezaevi yatmış bir mağdur" dedi.
Kürşat Yılmaz kimdir?
Suç örgütü liderliğinden yargılanan bir ülkücüden söz ediyoruz.
soL’da daha önce yer verdiğimiz bir haberimizden ilgili bölümü "Kürşat Yılmaz kimdir?" sorusuna yanıt olarak bu vesileyle yeniden hatırlatıyoruz:
"Yakup Kürşat Yılmaz. 12 Eylül Darbesi öncesinde MHP’nin yan kuruluşu Ülkücü Gençler Derneği’nde (ÜGD) yöneticiydi. 12 Eylül darbesinin ardından MHP de yan kuruluşları ile birlikte kapatıldı. Boşta kalan ülkücülerin çoğunluğu başta çek-senet tahsilatı olmak üzere bir takım silahlı-külahlı kişisel işlere girişti ve kısa sürede büyük bir mafya organizasyonuna dönüştü. Kürşat Yılmaz da pratisyenliği ÜGD’de tamamlayan ve mafyaya terfi olan “ülkücü” mafya üyelerinden biri.
Kürşat Yılmaz’ın en bilinen eylemi Kuşadası Belediye Başkanı Lütfi Suyolcu’nun öldürülmesi. Suyolcu, 16 Mayıs 1995’te Fırat Erdoğan isimli bir kiralık katil tarafından evinin önünde öldürüldü. Cinayetin sebebi Kuşadası’nda rantın giderek büyümesi ve mafyanın bu ranta el koymak istemesiydi. Hatta tarihe “Susurluk Olayı” olarak geçen kazada ölenlerin Kuşadası’nda bir toplantıdan döndüğü, toplantıda Kuşadası’nda açılması planlanan kumarhanelerin görüşüldüğü iddia ediliyordu.
…Kürşat Yılmaz 1998’de Burdur Cezaevinden görevli Uzman Çavuş Numan Güvenir tarafından kaçırıldı. Kaçışla ilgili açılan davada cezaevi müdürü ve yardımcılarının da kaçışa yardımcı oldukları iddia edildi. Cezaevi müdürü Kürşat Yılmaz’ın torpilli bir mahkûm olduğunu, dönemin Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Hayrettin Gökdemir ve birkaç üst düzey yönetici tarafından sık sık ziyaret edildiğini anlattı. Kaçısın organizasyonu için bazı iş adamlarından da haraç alınmıştı.
Bunun üzerine Kürşat Yılmaz çetesine karşı bir operasyon düzenlendi ve 13 çete üyesi gözaltına alındı. Sanıkların karıştığı iddia edilen eylemler şöyleydi:
- 3 Mart 1997: Kağıthane İlçesinde İzzet Fıçıcı’nın yaralanması - 9 Kasım 1997: Kağıthane’de Halil Aydın’ın yaralanması
- 15 Aralık 1997: Beyoğlu’nda Düver Bar’ın kurşunlanması - 20 Şubat 1998: Şişli’de As Menkul Değerler’in kurşunlanması
- 24 Nisan 1998: Gaziosmanpaşa’da İzzet Yılmaz’ın yaralanması - 12 Mayıs 1998: Zeytinburnu’nda Mustafa İhtiyar’ın tabanca ile öldürülmesi
- 3 Haziran 1998: Güngören’de Hayri Dinçer Ekerer’in yaralanması
Bu iddialar üzerine Kürşat Yılmaz Behçet Cantürk’ü öldüren güçlerin kendisinden Liceli iş adamı Halis Toprak’ı öldürmesini istediklerini, bunu reddettiği için bir takım cinayetlerin üzerine yıkıldığını söyledi. Cezaevindeyken adı iki cinayete daha karıştı. O sırada, özel izinle İstanbul Emniyet Müdürlüğü Özel Kalem’inde çalışan Polis memuru Tülay Çetin‘le evlendi.
/././
Ada vapurunun örttüğü -Aydemir Güler-
İşte Öcalan geliştirdiği tezlerle aslında bu çaresiz kalabalığa çıkış yolu göstermiştir! Adını demokratik konfederalizm koyduğu modele göre mevcut devletlerin, onların egemenlik alanlarının ve sınırların önemsizleşip flulaşacağı bir gelecek bölgeyi beklemektedir.
Bahçeli “tabu devirme” misyonunu olası bütün bedelleri göze alarak yerine getirdiğini söylüyor. Sürecin en cansiperane savunucuları bile bu işin altına girenin –tabii ki DEM hariç- oy kaybedeceğini dile getirdiğine göre, kamuoyunun verili dengeleri itibariyle bu doğru da... Dolayısıyla AKP ve CHP’nin yolculuk için karar verene kadar bayağı kıvranmaları anlaşılır bir durum.
Ancak meselenin Öcalan’la görüşmeye kilitlenmesinin gizlediği başka şeyler var.
Meclis heyetinin İmralı’da masaya oturmasının Öcalan’a kazandıracağı meşruiyet başlı başına bir sorun olarak görülüyor. Bu düzeyde bir temasın sembolik değer taşıyacağı ve bu açıdan bir sıçrama anlamına geleceği açık olmakla birlikte, böyle bir sorun tarifi, bugün Türkiye siyasetinde Öcalan’a zaten açılmış olan alanın etrafından dolanmak anlamına gelecektir.
Israrla tekrar ediyoruz; hedeflenen “çözüm”ün içeriği konuşulmuyor. Silahların susması gibi aklı başında kimsenin itiraz etmeyeceği bir unsurdan başka bir şey yok ortada. Bir de, Türkiye içinde her şey hallolmuşçasına, düğümün Suriye ile ilgili olduğu kamuoyuna yansıyor.
“Açık sözlü” sayılan Bahçeli yeni yıl mesajında telaffuz ettiği “iki asırlık ağırlık” lafını açıklamadı. Cumhurbaşkanı yardımcılıkları kota usulü dağıtılınca memleket hız mı kazanacak acaba? Erdoğan’ın “Türk-Kürt-Arap ittifakının” Türkiye’deki karşılığının ne olacağı da konuşulamadı. Osmanlı millet sistemi hatırlatması ise “sömürge valisinin” tepki çeken periyodik gaflarından biri sayıldı, geçildi. Buna karşılık CHP Ankara’nın Amerikan sularına demirlemesi karşısında kendisinin Atlantikçilikte daha samimi olduğunu gösterme derdinde…
İsteyen bu pervasız derecede cüretli ama açımlanmayan ve tartışmaya konu edilmeyen gevelemelerle Öcalan’ın sözlerini karşılaştırabilir!
Öcalan ve onun çizdiği çerçevenin içinde konuşan başkalarına göre Cumhuriyetin kurulması saltanata karşı ileri bir adım değil, özgürlükleri baskılayan bir rejime geçişti. Lozan anlaşması emperyalizme karşı bir kazanım değil, Kürtlerin dışlanması anlamına geliyordu. Kürt sorununun İslam kardeşliği zemininde çözülmesini savunduğuna göre laiklik de bir kenara bırakılmalıydı. Çözüm sürecinin ilerlemesi için aşiretlere uzanmak gerekiyordu…
Siyasi iktidar ise bugüne kadar Cumhuriyet düşmanlığını bu açıklıkta dile getirmeyi hep eteklerindeki meczuplara bıraktı. Gidişattan duydukları memnuniyeti servetlerindeki patlamada gözlemlediğimiz patronlarsa resmi kutlama ve anma günlerinde yayınlanan reklam videolarına para döküyorlar!
Gerici egemen güçlerin bıraktığı boşluğu dolduran Öcalan da -buna meşruiyet denir mi, onu geçelim- bir yılı aşkın süredir Türkiye siyasetinin en önemli oyun kurucularından biri haline geldi.
Türkiye’nin bölünmesi tehlikesi hep konuşulur... ABD Büyük Ortadoğu’dan söz etmeye başladığından bu yana yaşananlara bakarsanız, geçenlerde yine Tom Barrack’ın bölgede aslında devlet falan olmadığını deklare edişini not ederseniz, bu risk hafife de alınamaz. Lakin Amerikancılık yarışındaki düzen siyaseti bu konuyu türlü demagojinin mezesi yapmaktan öteye de geçemez.
İşte Öcalan geliştirdiği tezlerle aslında bu çaresiz kalabalığa çıkış yolu göstermiştir! Adını demokratik konfederalizm koyduğu modele göre mevcut devletlerin, onların egemenlik alanlarının ve sınırların önemsizleşip flulaşacağı bir gelecek bölgeyi beklemektedir. Bu, emperyalist “küreselleşme” saldırısını dünyayla bütünleşme diye sunan liberallerin veya cihat fırsatçılığına yoran siyasal İslamcıların yanında kuşkusuz çok daha güçlü bir açılımdır. Özetle Öcalan siyasi iktidar ve genel olarak düzen siyasetinin kurmayı beceremeyeceği bütünlüğü kuran kişidir.
Yüz yüze görüşüp görüşmeme ikileminden çok daha önemli olan, görüşülenlerin, planlananların içeriğidir.
O içerik onların olsun, bizim de sorularımız var:
Cumhuriyete karşı şiddetlenen saldırı nasıl durdurulur? Cumhuriyetçilik nasıl ayağa kaldırılır? Emperyalizmin, sermayenin ve düzen siyasetinin ortaklaştığı tarihsel yıkım kararı nasıl geri püskürtülür? Kürt yurttaşlarımız, gerçekten eşitliği ve özgürlüğü, bir emekçi cumhuriyetini hedefleyen mücadelenin içinde nasıl konumlanabileceklerdir?
/././
Kapitalizmin bunalımı çip üretimi ve kullanımına nasıl yansıyor?-Erhan Nalçacı-
Gerçekten sorun çok büyük ama bu teknolojinin ulaştığı yere ilişkin değil, kapitalizmin yapısının yol açtığı toplumsal bir bunalım.
Ekim Devrimi’nden sonra sosyalist kuruluşun çok erken döneminde Lenin sosyalizmi tanımlarken şöyle bir formül kurmuştu:
Sosyalizm = Sovyet İktidarı + Elektrifikasyon
Tabi ki Lenin sosyalizmin bu formüle sığmayacağını biliyordu, ama o tarihsel dilimdeki esas noktaya işaret ediyordu. İşçi sınıfının iktidarındaki ülke hızla üretici güçleri geliştirmeliydi. Elektrik üretimine ilişkin plana vurgu yapıyordu bunun için.
Yüz yıl sonra bugün sosyalizmin tanımı için şunu söyleyebiliriz.
Sosyalizm = Emekçi sınıfların siyasi iktidarı + Çip üretiminin toplumsal mülkiyeti
Anlaşılıyor söylediğimiz ama önlem olarak söyleyelim, tabi ki sosyalizm yine bu formüle sığmaz, ama kapitalizmin geldiği aşama ve bunalımının sosyalizm tarafından aşılması için esas bir noktaya vurgu yapıyoruz.
Artık çipsiz bir meta üretiminden bahsetmek mümkün değil, hemen hemen her metanın içinde sayısız çip bulunuyor. Evet, giyeceklerde çip yok şimdilik belki ama onları üreten dokuma makineleri çip içeriyor.
En gelişkin çiplerin özel bir ağı tarafından üretilen yapay zekânın da kullanılmadığı yer kalmadı neredeyse.
Bu bir insan ömrüne sığan çok hızlı gelişimin yarattığı sorunlar yaygın şekilde tartışılıyor. Ancak bu sorunlar üretici güçlerin gelişmesinin değil, kapitalizmin yarattığı derin bunalımın ürünü.
Mülkiyet ilişkileri tartışılmadan çip üretimi, kullanımı ve yapay zekâ tartışılamaz günümüzde.
Geçen gün ABD Senatosu İstihbarat Komisyonu acı acı şu konuyu tartışmak zorunda kalmış. İki üç yıl içinde ABD’de üniversite mezunu gençlerin %25’inin yapay zekâ kullanımı nedeniyle işsiz kalacağı tahmin ediliyormuş. ABD’de her ailenin kendi çocuğunun üniversitede okuması için büyük bir masraf yaptığı göz önüne alındığında bu durumun büyük bir sosyal çalkantıya neden olacağını öngörüyorlar.
Gerçekten sorun çok büyük ama bu teknolojinin ulaştığı yere ilişkin değil, kapitalizmin yapısının yol açtığı toplumsal bir bunalım.
Kapitalizm emekçilerin çok yönlü gelişmelerini hiçbir zaman umursamadı, emekçiler her zaman emek güçleri sömürülecek, işe yaradığı sürece istihdam edilecek sermaye unsurları olarak görüldü. Ne olacak şimdi, daraltılmış işleri yapay zekâ yapınca milyonlar öylece kalıyorlar ortada.
Sorun önemsizleştirilmeye çalışılıyor, 18. yüzyılda ip eğirme makineleri çıkınca ortaya elde ip üretenler yaygın olarak işsiz kalmış: Yarattığı nüfus kaymaları ve emek gücünde nitelik değişiklikleri önemli tabi o çağda. Ama bugün yaşadığımız bundan farklı bir olgu, kapitalizmde kârdan başka bir şeyi gözü görmeyen sermaye sınıfı insanın yerini tutabilecek bir üretim aracının mülkiyetini elinde tutuyor.
ABD’de sokağa inen askerler boşuna değil.
ABD’de, Çin’de, Rusya’da, her yerde insan biçiminde robotlar karşımıza çıkıyor. İnsanı taklit eden ve hatta bazı yönleri ile aşan her robot tekelci sermayenin kötücüllüğüne imza atıyor.
Savaştırmak için, sömürmek için, ayaklananları bastırmak için insanın yerine geçecek bir nesneye gereksinimleri var.
Uzağa gitmeye gerek yok, üniversiteler bugün Türkiye’de yapay zekâya yaptırılmış tezler sorunu ile karşı karşıya. Hileyi engelleyecek yapay zekâlar aranıyor. Tez yazanı icat eden hileyi saptayanı da piyasaya sürüyor.
Herkese aynı şeyi yaptırıyorlar. Algoritmalar insanı çok yönlü geliştirmeye değil, onları bağımlı hale getirmeye, onları yönlendirmeye dönük bir iblislikle hazırlanıyor.
Ve tabi ki kapitalizmin bu aşamasında emperyalizmin yarattığı rekabet ve bunalım da çip üretimi ve kullanımı üzerinden gidiyor. Küreselleşme söylemleri arasında kapitalizmin rekabetsiz, savaşsız olmayacağı ortaya çıkalı çok oldu.
Madem çipler bu kadar önemli bir gelişme ve insanlık için çok önemli neden birbirlerinin çip üretimi veya erişimini engellemeye çalışıyorlar? Dünya neredeyse bu çelişkinin üzerine inşa ediliyor. İki sene önce ele aldığımız bu konuya meraklı okuyucu bakabilir.
Öyle hale geldi ki ABD 2022’de konuyla ilgili yasa çıkarttı: Çip ve Bilim Yasası
ABD kaybettiği çip üretimi tekrar ülkeye taşımak isterken Çin’in çiplere erişimini engellemeye çalışıyor. Ancak kapitalizmin bunalımı bu konuda da çarpan etkisi yapıyor, düzenin bunalımı derinleşiyor.
Örneğin, yapay zekâyı ortaya çıkaran çip ağları o kadar çok elektrik tüketiyor ki bir süre sonra ABD’nin eskiyen alt yapısının bu yükü taşıyamayacağı düşünülüyor. Veya yapay zekâ üreten şirketlerin hisse senetleri değerleniyor ancak yeterince kâr elde edemedikleri için bir çöküşün tetikleneceği sanılıyor.
Aşağıdaki grafik 2022’de yapılmış ve 2026’da çip üretiminin dünyadaki durumunu tahmin ediyor. Çin’in çip üretiminin artacağı ve Tayvan’ı yakalayacağı bu tahmin de yer almış. Çin tekellerinin hizmetindeki devlet desteği, elektrik enerjisi üretimindeki artış oranı, çip yapımında kullanılan nadir toprak elementlerinin tekeli ve yeni teknolojilere yapılan yatırım ile öne çıkacağı öngörülüyor.

Görüldüğü gibi dünya çip üretiminin %65’i neredeyse tek bir Tayvan Şirketi tarafından yapılıyorken ve en çok çipi metalara yerleştiren Çin’in katkısı sınırlıyken bu açığın kapanacağı öngörülüyor.
Ancak bunalım bunalım içinde, Çin Tayvan’ı illaki sınırlarına katmak istiyor ve bu ayrılığa yol açan 70 yıl önceki olay sınıfsal özelliğini yitirerek milliyetçi bir hırsa ve emperyalizmin en sıcak çatışma alanlarından birine döndü. ABD sermayesi şimdi Tayvan’daki çip üretimini hızla ABD’ye taşımaya çalışıyor.
Başa dönersek, bu saçmalığa son verecek olan şey üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti olacak.
Böyle bir dünyada çip üretimi eşit bir şekilde dünyaya dağılabilir.
Çip kullanımı ve yapay zekâ insanın çok yönlü gelişiminin hizmetine girebilir.
İşsizliğin ortadan kalkması bir yana emeğin niteliğinin çok fazla değiştiği yeni bir dünya mümkün olabilir.
O zaman ne olacak bu dünyanın hali diye yapay zekâya soru sormayı bırakıp kolları sıvayalım.
/././
Ankara’ya sahip çıkmak için mücadele çağrısı: ‘Şeker Fabrikası kalacak, NATO’cular gidecek!’
AKP iktidarı, 2026'da Ankara'da ağırlayacağı NATO zirvesi için kesenin ağzını açtı, faturayı Cumhuriyet değerlerine kesti. Etimesgut'taki "karşılama" hazırlığı için şimdiden 6 milyar lira harcanırken, pist uğruna Ankara Şeker Fabrikası lojmanları boşaltılmak isteniyor. TKP, "NATO için kenti yağmaya açmanıza izin vermeyeceğiz" diyerek yurttaşları mücadeleye çağırdı.
Türkiye Komünist Partisi (TKP), AKP iktidarının 2026 NATO Zirvesi hazırlıkları kapsamında Ankara Şeker Fabrikası'nı yok etmek istediğini ve yalnızca karşılama törenleri için Etimesgut'a 6 milyar lira harcandığını duyurdu.
"Dünyanın en büyük terör örgütünün Başkent Ankara’da yapacağı toplantı öncesi kente yönelik saldırı şimdiden hız kazanmış durumda” denilen açıklamada NATO üyesi ülkelerin liderleri "daha iyi karşılansın" diye harcanan paraların şimdiden 6 milyar lirayı bulduğu belirtildi.
Açıklamada hazırlıklar kapsamında, Cumhuriyet döneminin tescilli yapılarından olan Ankara Şeker Fabrikası'nın arazisine göz dikildiği ve pist genişletme çalışmaları için fabrika lojmanlarında kalan emekçilerin zorla çıkarılmak istendiği belirtildi.
TKP yurttaşları yağmaya karşı birlikte mücadeleye çağırdı.
'Etimesgut’a harcanacak miktar şimdiden 6 milyar lirayı buldu'
TKP tarafından "Ankara’ya sahip çıkmak için hep birlikte mücadeleye: Şeker Fabrikası kalacak, NATO’cular gidecek!" başlığıyla yayımlanan açıklamanın tamamı şöyle:
“AKP iktidarı, 2026’nın Temmuz ayında Ankara’da yapılacak NATO Zirvesi için kolları sıvadı.
Dünyanın en büyük terör örgütünün Başkent Ankara’da yapacağı toplantı öncesi kente yönelik saldırı şimdiden hız kazanmış durumda.
Esenboğa Havalimanı’nda NATO liderlerini karşılamak üzere yeni inşaat faaliyetlerine başlandığı çoktan duyurulmuştu.
Ancak karşılama hazırlıkları Esenboğa ile sınırlı kalmayacak. Bu kapsamda Etimesgut’taki askeri havalimanı için hızlıca iki ayrı ihaleye çıkıldı. Söz konusu havalimanına yeni pistler eklenecek, VIP karşılama salonları hazırlanacak ve yeni yollar yapılacak.
Başta Trump olmak üzere NATO üyesi ülkelerin liderleri “daha iyi karşılansın” diye yalnızca Etimesgut’a harcanacak miktar şimdiden 6 milyar lirayı buldu.
Öyle ya, NATO liderleri en iyi şekilde karşılanmalı; itibardan tasarruf edilmemeli!
'NATO Zirvesi hazırlıkları kapsamında Ankara Şeker Fabrikası yok edilmek isteniyor'
Son olarak önceki gün öğrendik ki, NATO Zirvesi hazırlıkları kapsamında Ankara Şeker Fabrikası yok edilmek isteniyor.
İlk adım olarak fabrika lojmanında kalan emekçilerin kapı dışarı edilmesi için çoktan harekete geçilmiş bile.
NATO üyesi ülkelerin liderleri Ankara’da “havalı” şekilde karşılanacak diye, aynı zamanda tescilli bir yapı olan Şeker Fabrikası’na göz dikenleri, lojmanı yıkarak pisti genişletmek isteyenleri uyarıyoruz.
Bu ülkenin tüm değerlerini ve fabrikalarını yıllardır peşkeş çektiğiniz NATO liderleri için Şeker Fabrikası’nı yok etmenize de lojmanda kalan yurttaşlarımızı kapı dışarı etmenize de izin vermeyeceğiz!
Bunun için ne yapılması gerektiği de, hepimize, tüm Ankaralılara düşen görev de son derece açık.
'NATO’yla birlikte, tüm yabancı üsler ve askerlerle birlikte bu ülkeden defolup gideceksiniz!'
Öncelikle üzerimizdeki ölü toprağını atacağız; kente yönelik, cumhuriyet değerlerine yönelik, Şeker Fabrikası’na yönelik saldırıya karşı bir araya geleceğiz, hep birlikte mücadele edeceğiz.
Bu saldırıyı birlikte durduracağız.
NATO liderleri için cumhuriyetin mirasını, kentimizi ve kaynaklarımızı yağmaya açmak isteyenlere izin vermeyeceğiz. Ülkemizin egemenliğini ve halkın güvenliğini tehdit edenler karşısında bizleri, Ankaralı yurtseverleri, komünistleri bulacak. Memleketin gerçek sahiplerinin kim olduğunu hep birlikte göstereceğiz. Fabrika ve lojmandaki emekçiler kalacak; sizler, o çok sevdiğiniz NATO’yla birlikte, tüm yabancı üsler ve askerlerle birlikte bu ülkeden defolup gideceksiniz!”
https://x.com/tkpninsesi/status/1992173680579764457
***
Konteynerde kalan öğretmenleri 'atma' tehdidi: 'Ne kalacak ne de gidecek bir yerimiz var' -Özkan Öztaş-
Hatay'da konteyner kentlerin boşaltılması için depremzedelere iki hafta süre tanındı. Gazze'ye gönderileceği konuşulan konteynerlerden çıkarılmak istenen öğretmenler, kendilerine yöneltilen 'elektriğinizi keseriz', 'kapı kilidi değişmiş olur, giremezsiniz' tehditlerine tepkili.
Hatay'da depremzedelerin barınma sorunu, yaklaşan kış koşulları ve idarenin tahliye baskısıyla yeni bir boyut kazandı.
Kamuoyuna daha önce yansıyan iddialarda, AFAD yöneticilerinin "Erdoğan gelmeden konteynerler kaldırılacak" dediği öne sürülmüş, bu durum bölgedeki öğretmenler ve depremzedeler arasında büyük tedirginlik yaratmıştı.
Bu süreçte iktidara yakın medya organlarında yer alan haberler ise tartışmayı farklı bir noktaya taşımıştı. Yeni Şafak'ta yer alan bir haberde, 6 Şubat depremleri sonrası kurulan 220 bin konteynerden 125 bininin boşa çıktığı ve Kasım ayına kadar tamamen boşaltılarak Gazze'ye gönderilebileceği ifade edilmişti.
"Deprem konteynerleri Gazze'ye yuva olsun" başlıklarıyla sunulan bu plana dair söylentiler devem ederken Hatay'daki konteyner kentlerde beklenen tahliye süreci resmen başladı.
Yetkililer konteynerlerin kapısını tek tek çalarak depremzedelere bulundukları yerleri boşaltmaları için iki haftalık süre tanıdı. Ancak soL'un konteyner kentlerden edindiği bilgilere göre, sahadaki gerçeklik "boşa çıkan konteynerler" söylemiyle örtüşmüyor. Depremzedelerin, özellikle de öğretmenlerin gidecek güvenli bir konut bulamadan kapı dışarı edilmeye çalışıldığı ifade ediliyor.

Tehdit ve bahanelerle tahliye süreci
Hatay'da Ilıca Konteyner Kent'te yaşayan Büşra öğretmen, tahliye sürecinin herhangi bir resmi tebligat olmadan, sözlü tehditlerle yürütüldüğünü belirtti. Büşra öğretmen, idarenin kendilerine "elektriğinizi keseriz" veya "bir gün gelirsiniz kapı kilidi değişmiş olur, giremezsiniz" şeklinde baskı yaptığını ifade etti.
Öğretmenlerin aktarımına göre idare, tahliye için çeşitli bahaneler öne sürüyor. Bekar öğretmenlere "zaten iki bekar öğretmensiniz, gidin aynı eve çıkın" denilirken, kiracı durumundaki depremzedelere "siz ev sahibi değilsiniz, başınızın çaresine bakın" yaklaşımı sergileniyor. Evi az veya orta hasarlı olanlara ise tadilat yapmaları dayatılıyor.
Ancak gösterilen alternatif konutlarda yaşam koşulları henüz sağlanmış değil. Öğretmenler, kiralamaları istenen veya anahtar teslimi yapılan TOKİ konutlarının ulaşımı zor bölgelerde olduğunu, evlerde doğalgaz bulunmadığını, sıvaların tamamlanmadığını ve yağmurda su sızıntısı yaşandığını belirtiyor.

Konteyner kentlerde yaşayan depremzedelere iletilen mesajlar...TOKİ konutlarında ulaşım çilesi: 'Taşınan pişman'
Süreçle ilgili konuşan bir diğer isim olan Mehmet öğretmen ise konteynerden çıkıp TOKİ konutlarına geçenlerin büyük pişmanlık yaşadığını anlattı. Ulaşımın ciddi bir sorun olduğunu vurgulayan Mehmet öğretmen, otobüs hatlarının yetersiz olduğunu, aracı olanların ise trafikle boğuştuğunu söyledi.
Mehmet öğretmene göre asıl kriz, şehir merkezindeki rezerv alanlardaki inşaatların bitmemesinden kaynaklanıyor. Depremzedeler, şehir dışındaki TOKİ konutlarına gitmek zorunda bırakılıyor ancak herkes bu evlere geçici gözüyle bakıyor. Konteynerde kalanlar da, çıkanlar da kalıcı konutlarına ne zaman kavuşacaklarını bilmedikleri bir belirsizlik içinde kışı karşılamaya hazırlanıyor.
Konteynerlerde sona gelindi deniyor ama TOKİ'ler ne yazık ki henüz depremzedelerin barınmasını için yeterli alt yapıyı sunmuyor. Bitmeyen eksikler, tamamlanmamış ısınma ve benzeri alt yapı çalışmalarına eşlik eden şehir merkezlerindeki rezerv alan çalışmaları, TOKİ'leri birer gettoya dönüştürmüş durumda. Kuş uçmaz kervan geçmez bu yerleşkelere taşınması söylenen öğretmenler bu yapılara "geçici barınma merkezi" gözüyle bakıyor.
/././
'Tekstilde çalışmayı seviyorum aslında ama sömürülmeyi, şiddeti, eşitsizliği sevmiyorum!' Ezgi Dural-Diyarbakır KDK
Tekstilde kadın işçilerin emeğinin arttığı Diyarbakır'da patron sömürüsünün sonu yok. soL'a çalışma koşullarını anlatan bir tekstil işçisi, dayanışmadan başka çare yok diyor.
Diyarbakır, tekstil yatırımlarının son yıllarda giderek arttığı bir coğrafya.
2009’da Bakanlar Kurulu kararıyla “tekstil, konfeksiyon ve hazır giyim, deri ve deri mamulleri sektörüne taşınma desteği” verilmesiyle önce bölgeye taşınan firmaların sayısı arttı, ardından 2012’de Diyarbakır Tekstil İhtisas Organize Sanayi Bölgesi’nin (DTİOSB) kurulma süreci başladı.
Bugün DTİOSB’nin internet sitesinde yer alan Star gazetesine ait bir haber başlığını şöyle atmış: “İşçi bulamayan tekstilci Diyarbakır’a gidiyor.” Haberde bir fermuar firmasının sahibi olan Ş.Ö., “Çorlu ve İstanbul’daki tesislerimde çalıştıracak işçi bulamıyorum. Teşvik uygulaması burayı cazip kılıyor ve burada ucuz iş gücü mevcut, bunu değerlendirmek lazım” diyor!
Bir diğer gerçek ise sektörde çalışan işçilerin çoğunun kadın olması.
Diyarbakır’da kadın emeğinin en yoğun olduğu sektör tekstil. 2024 yılında Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası ve Güneydoğu Tekstil Sanayi ve İş İnsanları Derneği işbirliğiyle hazırlanan “Diyarbakır Tekstil ve Hazır Giyim Raporu”nda tekstil ve hazır giyim sektöründeki işçilerin içinde kadınların oranı yüzde 64 (Sur Ajans, 2024; Ekonomim; 2024). Çalışma koşulları da elbette sürpriz değil, hak gaspları, yüksek mobbing, bölgedeki toplumsal ilişkilerin eşitsizliğiyle harmanlanarak büyüyen sömürü...
Diyarbakır Tekstil Kent'te bir tekstil fabrikasında çalışan A. ile yaşamı, kadın ve işçi olmayı konuştuk.
'Bizim gibi yoksulluk içindeki ailelerin çocuklarına okul lüks' Bize kendini tanıtır mısın biraz?
20 yaşındayım. Tekstil sektöründe çalışmaya 11 yaşında başladım. 2016’da iş bulma umuduyla ailemle Diyarbakır’dan İstanbul’a göç ettik; altı kız ve bir erkek kardeş... Sekizinci sınıfın ikinci döneminde okulu bıraktım. Okumayı çok istiyordum ama olmadı. İstanbul’a taşındığımızda okula devam edemeyeceğimi biliyordum aslında. Bizim gibi yoksulluk içindeki ailelerin çocuklarına okul lüks gibiydi. O yaşımda geçim derdi kolay değildi tabii.
'On bir yaşımdaydım, benden bir yaş büyük ablamla çalışmaya başladık' Çalışmaya ne zaman başladın?
On bir yaşımdaydım, hayatımda elime hiç makas almamış bir çocuktum, benden bir yaş büyük ablamla merdiven altı bir tekstil atölyesinde çalışmaya başladık. Bizim gibi çocuk olan çok işçi vardı. Başlar başlamaz üç ay boyunca patrondan fiziksel ve psikolojik şiddet gördük. Zaten bizim gibiler çocukken tekstil sektörüne girer bir daha da oradan çıkamazlar.
'20 yaşındayım ama kırk yıl yaşadım sanki...'Okula neden gidemedin peki?
İstanbul’a gittiğimizde açıköğretim ile okula devam etmek istedim. Ama babam sürekli çalıştığından, annem de küçük kardeşlerime bakmak için evden dışarı çıkamadığından okul meselesiyle tek başıma uğraşmak zorunda kaldım. Kendi çabamla araştırıp açıköğretim başvurusunun yapıldığı binayı buldum hatta ama kurumun o adresten taşındığını öğrenince verilen yeni adrese nasıl gideceğimi bulamadım. Okula devam hayali böyle yarıda kaldı.
Şu an açıköğretimden okula devam etmek ister misin diye sorsalar, bilmiyorum artık başlasam da ne yapabilirim... Zaten hevesim de enerjim de kalmadı, 20 yaşındayım ama kırk yıl yaşadım sanki...
Diyarbakır Tekstil Organize Sanayi Bölgesi'nden bir kare.'Sigortasız, çocuk işçi olarak çalışmaya devam ettim' Diyarbakır’a ne zaman geri geldin?
İstanbul’da tutunamayınca ailecek tekrar Diyarbakır’a döndük. Döndüğümüzde 17 yaşındaydım. İstanbul’da çalıştığım tekstil atölyesinin patronu burada tanıdığı başka bir fabrikanın patronuna yönlendirdi beni. İlk anda iyilik gibi görünüyor değil mi? Orada da sigortasız, çocuk işçi olarak çalışmaya devam ettim ama! Denetim yapılacağı haberi gelince işten çıkardılar. Birkaç ay sonra, reşit olunca devam ettim.
Sahte tutanakla işten çıkarma, zorunlu mesai, uzun çalışma, baskı...Şu anda çalıştığın tekstil fabrikasında yaşadıklarını anlatabilir misin biraz?
Tazminat ödememek için iki senesi dolan işçileri sahte tutanaklarla işten çıkarmaya çalışıyorlar burada. Tazminat miktarı artmasın diye zamlar elden veriliyor, maaşlar her ay geç yatıyor, yıllık izinleri kullanmaya izin yok! Herkes şikayet etmesine rağmen verilen yemekler yenilmeyecek kadar kötü, tanımlı işler dışında tonla başka iş yapıyoruz, yazın sıcak kışın soğuk ortamda çalışıyoruz, zaten uzun çalışıyoruz normalden, bir de üzerine mecburi mesaiye kalıyoruz, patron 7-24 gözetliyor... Daha sayayım mı? Var çünkü söylenebilecek şeyler, her gün yenilerini de icat ediyorlar!'
Patrona sorsan işçi zaten makinayla bir Diyarbakır’da tekstil işçileri sence ne durumda peki?
Mobbing buranın normali. Bence bütün işçilerin psikolojik destek görmesi gerekiyor şu anda, o derece.
Çalışma ortamı hiç kolay değil. Sabah mesai başlangıcından itibaren yavaş da olsan hızlı da, sürekli “hadi hadi” diye komut veriliyor, yanındaki çalışma arkadaşına kısa bir şey sorsan bile azarlanıyorsun, hakarete uğruyorsun bazen. İşçiler az çalışmıyor ki, fazlasıyla çalışıyor hatta ama patrona yetmez bu, hep daha fazlasını istiyor. Şefler patronlara yaranmak için bize bağırıp çağırıyor halbuki onlar da işçi. Patronlar onlara mobbing uygulayınca onlar da işçilere mobbing uyguluyorlar. Patrona sorsan işçi zaten ona sürekli hizmet etmek için var bu dünyada, makinayla bir. Bunun son raddesi işçilerin, özellikle de kadın işçilerin tuvalet molalarına karışmak oldu. Çok affedersiniz ama tuvalete gittiğimiz dakikaların bile hesabını yapıyorlar. Bazen tuvalete baskın yapılıyor. Çabuk çıkın diye, oyalanmayın diye.
Tanımlanan işler dışındaki farklı farklı işler yaptırılıyor demiştin. Neler onlar?
Evet, çok yaygın. İşyerinde makineci olmama rağmen konumum asla belli değil. Ben çok farklı bölümlere de gidip çalışıyorum. Mesela molalarımızda bile bazen iş arkadaşlarımdan çay istiyorlar, çay getirttiriyorlar kendilerine veya yemek sıralarında önümüze geçiyorlar, bizim molalarımızdan alıyorlar. Bunun dışında mesela tuvaletleri çok kirli ve hiçbir şekilde yıkanmıyor, hatta bizim yıkamamızı istiyorlar. Sıra sıra iki kişi gidip tuvaleti yıkamasını istiyorlar. Ama bana bir belge imzalattırdıkları zaman orada makineci diye yazıyor. Hani her işi yapan bir köle değil de makineci yazıyor orada. Ama işin aslı o değil.
'İşe girdiğim ilk gün zehirlendim, yemekleri yiyemiyoruz' Yemek sorununun boyutu ne peki?
Verilen yemekleri de yiyemiyoruz. Yemekler zaten berbat, gerçekten. Yani nimettir insan “berbat” demek istemiyor ama gerçekten yenilmeyecek derecede kötü. Biz bunu sürekli dile getirmemize rağmen hiç kimsenin uyarılarını dikkate almadılar. Tek sorun yemeğin lezzeti malzemesi de değil. Yaklaşık bir buçuk senedir orada çalışıyorum, işe girdiğim ilk gün zehirlendim. Patronun odasına gittim, söyledim. “Ha kabul ediyoruz, o yemek kötüydü ama bir daha öyle olmayacak” dedi. Ama ilerleyen günlerde çıkan yemeklerden zehirlenen çok arkadaşım oldu. İnsan aç bir şekilde ne kadar çalışabilir ki, ama biz çalışmak zorunda kalıyoruz.

Kadın işçilerin üstündeki baskı daha fazla Kadın olmanın dezavantajını nasıl yaşıyorsunuz fabrikada? Kadınlar çoğunlukta diyordun...
Kadın işçiler erkek işçilere göre daha fazla mobbinge maruz kalıyor. Erkekleri daha önde tutabiliyorlar. Şefimiz kadın olmasına rağmen bize bağırıp hakaretler ediyor. Kadınlar daha az ses çıkardığından daha fazla üstümüze geliyorlar. Mesela çalışanlar içinde ev kadınları da var, bebeği olan, hastası olan... Acil bir durum telefonu geldiğinde biz asla konuşamıyoruz ama erkekler rahat bir şekilde konuşabiliyor, erkekler rahat bir şekilde kalkıp tuvalete gidebiliyor, rahat bir şekilde birbirleri ile de konuşabiliyorlar. Burada biz bu insanca olanaklara sahip değiliz. Çok utanç verici, tuvalete kalkıyorsun, arkandan bağırıp “Yerine otur!” diyor.
Servis sabahları bütün kadınları kapı önünden almıyor mesela. Korkuyor insan, tedirgin oluyor. Caddeye kadar yürümek zorunda kalıyoruz. Evet, sabah özellikle sokaklar boş oluyor. Karanlık, zaten havalar da soğuk... Yani biri sokaktan çıkıp bir şey yapsa kimsenin ruhu duymaz. Bu yüzden de uyardık kaç defa servisi ve patronları ama hiç denmemiş gibi.
Bir de 7-24 kamerayla izleniyoruz. Kamera bir sorun olduğunda bakmak için olur, bizim güvenliğimiz için ama bunlar bizi gözetlemek için yerleştirdi onları. Çalışıyor muyuz diye bakıyorlar. Bir kadın olarak onların izlediği aklıma geldikçe bu durumdan çok rahatsız oluyorum. Patronun küçük oğlu geçenlerde bize “sabah uyanır uyanmaz evde sizi izliyoruz” dedi, gevşek gevşek. Başımızda baskı yaptıkları yetmiyormuş gibi eve gittiklerinde bile bizi izliyorlar kim çalışıyor kim çalışmıyor diye, belki eğleniyorlar da. Bence bu ahlaksızlık!
'Yıllık iznimi kullanamıyorum' Hiç tatile gidebildin mi, yahut hakkıyla dinlenebildiğin sakin bir zamanın var mı?
Beş aydır yıllık izin kullanmak istiyorum ama izin verilmiyor. Keyfi davranıyorlar. “İşler acil, bizi biraz idare et, en kısa zamanda“ diye diye beş ay geçti. Ama onlar bizi hiç idare etmiyor! En son yıllık iznimi isterken ağlamıştım. Hakkım olan bir şeyi vermiyorlar inanabiliyor musunuz? Mesela yakın zamanda çok kötü hastalanmıştım ücretimden kesinti olmasın diye rapor almak istemedim yıllık iznimi kullanarak dinlenmek istedim ama onu da kullandırtmadılar.
Mesai durumlarımız ise iş sezonuna bağlı. Şu sıralar mesela çok fazla mesaiye kalıyoruz. Bazen evli arkadaşlarımız mesaiye kalmak istemiyor ama onlara eve gitmeleri için servis çağrılmıyor. İşyerimiz merkeze uzak olduğundan ve toplu taşıma da olmadığından eve dönemiyoruz böyle durumlarda yani kalmak zorunda bırakılıyoruz. İşçi mesaiye kalmak istemezse kalmaz ama onlar servis çağırmıyor! Mesaiye kalındığında da sabah yedi buçuktan akşam dokuz buçuğa kadar bazen daha geç saatlere kadar çalışılıyor. Normalde resmi olarak denetime göre biz saat sekize kadar mesaiye kalabiliriz ama hiç... Dokuz buçuk, on bir buçuk... Bir de saat altıda yüzümüzü okutuyorlar, çıkış yaptı görünsün, denetime takılmasın diye. Geçen bir arkadaşımızın burnu kanamıştı, direkt ambulans çağırdı patronlar “Sorumlu biz olmayalım” deyip, sağlık görevlileri “iyi ki burnu kanamış yoksa beyin kanaması geçirirdi” dedi. Çok çalışmaktan, sorumlu hep onlar...
'Denetim şirketlerine güvenemiyoruz, o yüzden konuşamıyoruz' Denetim oluyor mu peki gerçekten?
Yapılıyor ama o denetim mi, ne bilmiyorum! Gelen denetim şirketleriyle anlaşmalı oluyorlar. Ufak bir şikâyette bulunduğumda benim ismim not alınıyor, ben odadan çıkınca o şikayetimi patrona bildiriyorlar. Denetim şirketlerine güvenemiyoruz, o yüzden konuşamıyoruz. Denetimcilerin işçilerle konuşmaları bir formalite bence. Sadece göz boyamak için işçilerle konuşuyorlar.
Küçük dayanışmaların işaret ettiği umut Ne yapıyorsunuz peki, bunca sıkıntının farkında olduğunuza göre?
Yakın zamanda resmi bayram, 29 Ekim’de çalışmamıza rağmen fazla mesai ücretimizi vermiyorlardı, biz de paramızı almak için birlik olduk. Patronlarla hep beraber konuştuk, o zaman ödemek zorunda kaldı. Birlik olunca değişiyor, az veya çok...
Küçük de olsa bir dayanışma da tutanak konusunda yaşadık. Özellikle iki yılın üstünde çalışan işçileri tutanakla çıkarıp tazminatını vermeyelim diye düşünüyor patronlar. Yanımızdaki çalışma arkadaşımızı şahit yapmak için tutanağa onun da imzasını alıyorlar. Ama işçiler bu tutanağın şahitlikle ilgili olduğunu anlayınca hepsi karşı çıkmaya başladı ve kimse imza atmadı. Onurlu bir davranış bu, hissedince daha fazlasını da yapıyor insan.
Çalışmakla ilgili bir problemim yok benim. Ama haksızlığa uğramadan insani koşullarda çalışmak istiyoruz, bütün işçiler gibi. Tekstilde çalışmayı çok seviyorum aslında ama sömürülmeyi, şiddeti, eşitsizliği sevmiyorum!
'Patronlar işçiler olmadan ne yapacaklar?' Son bir sözün var mı? Ne eklemek istersin?
Bizi sürekli işten çıkarmakla tehdit ediyorlar. Nasıl onlar “işçi çok” diye düşünüyorlarsa bize de “bize iş yok” diye düşünmemek lazım. Sonuçta patronlar işçiler olmadan ne yapacaklar? Bence kimse “işten çıkarılırım, maaşımı vermezler” diye korkmasın, herkes birlik olsun. Birlik olursak yapamayacağımız şey yok.
Tekstilde özellikle kadın işçiler yoğunlukta. Böyle bir devirde, kadınların bu kadar şiddet ve baskı gördüğü bir devirde yaşadığımız için kadınların birbirlerine daha çok destek olması gerekiyor. İşçi kadınlar olarak birbirimize ben senin yanındayım demeliyiz. Bunu da güçlü olarak, kol kola girip örnek olarak yaparız.
***
Gazeteci Hakan Tosun cinayeti: ‘Dosyada ceza indirimi zemini hazırlanıyor, fail lehine adımlar atılıyor’
Gazeteci Hakan Tosun cinayeti soruşturmasının fail lehine haksız tahrik indiriminin önünün açılmaya çalışıldığı avukatları tarafından açıklandı.
Esenyurt'ta 10 Ekim akşamı sokak ortasında ağır şekilde darp edilen ve 13 Ekim’de hayatını kaybeden gazeteci, çevre eylemcisi Hakan Tosun cinayetiyle ile ilgili soruşturma sürerken, avukatlarından yeni bir açıklama geldi. Avukatlar dosyada “haksız tahrik indirimi"nin önünün açıldığını, soruşturmada ciddi eksiklikler bulunduğunu dile getirdi.
Tosun ailesinin avukatları Onur Cingil ve Hakan Bozyurt, İstanbul Barosu'nda düzenledikleri basın toplantısında soruşturmanın seyrine ilişkin kaygılarını paylaştı; dosyadaki kritik boşluklara ve dikkat çeken uygulamalara işaret etti.
‘Haksız tahrik indiriminin önü açılıyor’
ANKA'da yer alan habere göre avukatlar, soruşturma sürecinde faillerin cezalarını düşürmeye yönelik zemin oluşturacak adımların atıldığını söyledi. Özellikle resmi cevaplarda kullanılan dilin, saldırganların lehine yorumlanabilecek bir çerçeve oluşturduğuna dikkat çektiler.
Cingil, “Bazı beyanların iddianamede de yer alacağını görüyoruz. Bu yaklaşımın, saldırganlar için ‘haksız tahrik’ indiriminin önünü açabilecek bir tasarım olduğunu düşünüyoruz” dedi.
‘Delillerin yalnızca küçük bir kısmı toplandı’
Avukatlar, bugüne kadar talep ettikleri yaklaşık 25 delilin sadece üçüne ulaşıldığını vurgulayarak şu noktalara dikkat çekti:
"Olay yerindeki kamera kayıtlarının tamamı alınmadı. 112’yi arayan kişilerin ifadeleri hâlâ alınmadı. Şüphelilerin HTS kayıtlarına ilişkin ciddi eksikler var. Çevredeki işletmelerin kamera görüntüleri zamanında temin edilmediği için silindi."
Bozyurt, “Delillerin büyük bölümü ya hiç toplanmadı ya da geç kalındığı için kayboldu. Bu durum soruşturmanın sağlıklı ilerlemesini engelliyor” ifadelerini kullandı.
Manav dükkanındaki tutanak ve çelişkiler
Avukatlar, şüphelilerden birinin yakınının işlettiği iddia edilen manavla ilgili tutanaklara da dikkat çekti. Tutanakta “kamera kayıt yapmıyor” denildiğini hatırlatan Cingil, bölgede çalışan gazetecilerin bu bilgiyle çelişen beyanlara ulaştıklarını belirtti. Avukatlar, “Bu işletmenin kapalı olduğu iddia edildi ancak daha önce farklı bilgiler alınmıştı. Tutanaklarla gerçekler arasında tutarsızlık var” değerlendirmesinde bulundu.
‘Cam şişe’ detayındaki soru işaretleri
Basın toplantısında, Hakan Tosun’un olay anındaki görüntülerinde elindeki cam şişeye ilişkin çelişkili ifadeler de gündeme geldi. Şişenin nasıl Tosun’un eline geçtiğinin açıklanamadığını belirten avukatlar, resmi makamlardan gelen “çantadan çıkarmış olabilir” yanıtının yetersiz olduğunu ifade etti. Avukatlar ayrıca, metrobüste düşen bir kişinin çantasındaki cam şişenin hiçbir kırık olmadan aynı şekilde kalmasının mantıklı olmadığını vurguladı.
‘Üçüncü kişi’ tartışması
Avukatlar, soruşturmada adı geçen üçüncü bir kişinin kimliğine dair ciddi şüphelerin bulunduğunu ve bu kişinin yalnızca tanık sıfatıyla dinlenmesinin yeterli olmadığını belirtti. Cingil, “Bu kişinin bağlantıları ve paylaşımları soruşturulmalıydı. Oysa ifadeyle sınırlı kaldı. Kaçmış olma ihtimali bile var” dedi.
‘Gerçeklerin üzeri kapatılmasın’ çağrısı
Cingil ve Bozyurt, soruşturmanın kamuoyu baskısı sayesinde ilerlediğini vurgularken, “Bu süreç yalnızca avukatların değil, tüm gazetecilerin ve kamuoyunun desteğiyle yürütülüyor” dedi. Avukatlar, her yeni delilin dosyanın seyrini değiştirebileceğini belirterek, soruşturmanın titizlikle yürütülmesi çağrısında bulundu.
***
soL







Hiç yorum yok:
Yorum Gönder