18 Şubat 2021 Perşembe

İçimizden geçen tarih - Kaynak: Inrockuptibles ve L’Express Çeviren: Damla Kellecioğlu(1+1FORUM)

 ANNIE ERNAUX İLE EDEBİYAT, HAFIZA, KADINLIK VE GEÇİP GİDEN SENELER ÜZERİNE

1940’lardan 2000’lere... İçinden geçtiğimiz ve içimizden geçen tarih. Annie Ernaux aile yemekleri sohbetlerini, fotoğraf albümlerini, gazete-televizyon haberlerini, reklamları, filmleri, şarkıları tarıyor, süzüyor, damıtıyor... Hafızasının dehlizlerinde derinlere, mahrem odalara girdikçe tarihi de yeniden yazıyor. 1970’lerin başlarındaki ilk kitabından bu yana Fransız edebiyatında yeni yollar açıyor. Romandan, kurgudan uzak duruyor. Ama “edebiyat yapıyor”. Saf edebiyat. “Geri gelmeyecek zamandan bir şey kurtarmak” için yazıyor. Geçtiğimiz günlerde Türkçede yayınlanan “romanesk özyaşamöyküsü” Seneler’de “artık asla olmayacağımız zaman”dan Ernaux’nun kayda geçirdiklerini kendi ağzından dinliyoruz.



Ya başlık? Ve şu son cümle: “Artık asla olmayacağımız zamandan bir şey kurtarmak”?

Başlık konusunda uzun süre kararsız kaldım. Bir sıfat arıyordum… “Dünyadan Günler”, “Senelerin Işığı”, “Pazar Günlerinin Işığı” gibi şeyler geçiyordu aklımdan. Sonra bir anda sadeleştirmeyi seçtim. Son cümleye gelirsek, sondan altı ay öncedeyiz. Taşlar yerine oturuyor. Kitap artık bir manzara gibi yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Ansızın son satırlar görünüyor... Aslında kitaptan ayrılmak benim için çok acı verici oldu.

Yazma sürecinin sona ermesinden mi yoksa bu metinden ayrılmaktan mı söz ediyorsunuz?

Kitabın her ânında dönemin içindeydim. Tamamen içine girmiştim! 

Yeniden içine girdiğiniz o dönemlerden çıkmak mı sancılı oldu yani? Başka bir deyişle “belirli bir dönemde dünyadan geçtiğiniz o süreyi yakalama”nın son bulması mı sancılıydı?

Yazıya yeniden döndüğümde bu zamanı yakalayabilirim. Gerçekliğin içindeyken bunu yapamıyorum. Yazmayı bırakmak akıp giden ve sizsiz de akacak zamanın eğimine karşı vites küçültmek demek. Bu kitapla geri dönüşü olmayan zamanın içine dalmış gibi oldum. Kitapla nihai vedalaşma çok zor oldu. 

"Normandiya’da yıkım dönemini, ardından 1956’ya kadar da yeniden-inşa dönemini yaşadık. Savaş-sonrası da şiddet yüklüydü. Çok keskin bir toplumsal hiyerarşi vardı. Şehrin merkezi yeniden inşa edildikten sonra, burjuvazi yerleşti buraya. Modernizm onlar içindi. Bizler, eski Yvetot’da yaşamaya devam ettik. Hayatım boyunca hep iki dünya arasında yaşadım."

Tercihiniz hangi yıllardan yana?  

1970’ler. Genç bir kadın olduğum yıllara denk geldiği için büyük ihtimalle. Ama o döneme ait fotoğraflarıma karşı mesafeliydim. O dönemde herhalde gençliğin şımarıklığı da vardı üzerimde, benden yaşlı kadınlara “moruk” gözüyle bakıyordum diye düşünüyorum.

Kendinizden söz ederken neden “ben” yerine “o” diyorsunuz?

Yaşım ilerledikçe, her insanın içinde bir sert çekirdek olsa da, bir dönemden diğerine tamamen değiştiğimiz hissi gittikçe güçleniyor. Kimliğin var olmadığının farkına vardım. İnsan kim olduğunu bilmiyor, ama tarih ve dönemler aracılığıyla bir sonuca varıyor. Ben, birbirini izleyen dönemlerimin eseriyim. 18 yaşındaki düşüncelerimle önceki ya da sonraki düşüncelerim aynı değil, zaten düşüncelerimiz dönemin önyargılarından büyük oranda etkileniyor. Örneğin benim dünyaya geldiğim dönemde, hatta sonra çok uzunca bir süre, 1980’lere kadar diyelim, boşanma bir utançtı. Toplum baskısı yüzünden, aile birliğinin dışına çıkmak sayılıyordu. Kadın oturduğu yerde oturmalıydı, çocuk yapmalıydı, oysa aile sadece bir kurumdan ibaretti. İşte, içinden geçtiğim süreci aktarıyorum diyelim. “O” dediğim fotoğraflardaki kadın. Tekil bir şahıs, ama aynı zamanda 1970’lerin kadın –feminist– bakış açısı. Bu önemli, çünkü kitapların dünyayı genelde erkek gözüyle anlattığını düşünüyorum.

                                                           Normandiya'nın Yıkımı, 1944

Sizce 1940’ta, savaş yıllarında, doğmuş olmanın üzerinizde etkisi var mı?

Evet. Olağanüstü bir şiddetti o, ve tabii korku... Bombardımandan korunmak için babamın işlettiği kafedeki bilardo masasının altına hep beraber sığınmak ve birazdan öleceğinizi düşünmek çok tuhaf bir duyguydu. Yvetot’ya geldiğimizde, şehrin merkezi bombalar yüzünden tamamen harabe halindeydi. Normandiya’da yıkım dönemini, ardından 1956’ya kadar da yeniden-inşa dönemini yaşadık. 16 yaşındaydım. Savaş ortamıydı, belirsizlik, savaş-sonrası da şiddet yüklüydü. Ayrıca, beni etkileyen bir başka şey de bir kafede, insanların arasında büyümüş olmak, özel hayatımız diye bir şey yoktu. Kafeye gelen insanlar da işçi kadınlar ve erkeklerdi, halktı yani. Alt sınıfların Fransa’sında, onlarla haşır neşir büyüdüm. Yvetot’da da çok keskin bir toplumsal hiyerarşi vardı. Şehrin merkezi yeniden inşa edildikten sonra, burjuvazi yerleşti buraya. Modernizm onlar içindi. Bizler, eski Yvetot’da yaşamaya devam ettik. Bir anlamda, hayatım boyunca hep iki dünya arasında yaşadım.

Peki, kendinizi iki dünya arasında mı hissediyorsunuz?

Hayır. Ne birine ne de diğerine aitmişim gibi geliyor. Bir yerde iyi hissetmeyi sağlayan şey yazmak, aslında, bir yerin olmaması durumu yazının da işine geliyor. Edebiyat dünyasının uzağında olmamın nedeni de bu herhalde. Öte yandan, yaşam tarzı bakımından, içinden çıktığım o halk sınıfına ait de sayılmam artık.

"Zamanı sadece lineer bir şekilde yazmak istiyorum, çünkü lineerliği bedenimde hissediyorum. Ancak tabii ki zihnimde farklı zaman katmanları birbirine karışabiliyor, yani Proust’vari bu zaman algısı zihnimde mevcut, ama yazı tarzım böyle işlemiyor. Sıraya diziyorum. Zamanın karışımının beni ele geçirmesini istemiyorum."

Bir noktada Proust’tan söz ediyorsunuz. Siz zamanı ve belleği nasıl işliyorsunuz?

Zamanı sadece lineer bir şekilde yazmak istiyorum, çünkü lineerliği bedenimde hissediyorum. Ancak tabii ki zihnimde farklı zaman katmanları birbirine karışabiliyor, yani Proust’vari bu zaman algısı zihnimde mevcut, ama yazı tarzım böyle işlemiyor. Sıraya diziyorum. Zamanın karışımının beni ele geçirmesini istemiyorum. Hafızaya gelince, daima çevremdeki dünyanın, sözlerin, olayların ve bunların yaşanış biçiminin varlığıyla yaşıyorum. Beni ele geçiriyor. Ben aslında kayda alıyorum. Bir kayıt cihazı gibi.

Tür olarak romanı, eğretilemeyi, karşılaştırmaları reddediyorsunuz. Bu bir tür dogma mı?

Hayır, bu bir dogma değil. Ama Babam’la bir eşik aştım ve kurguyu reddettim. Babamın yaşamını, bilmediğim kısmını yeniden kurduğum sırada geleneksel anlatıya giriyordum ve iyi olmuyordu. Babam hakkında bildiklerim bana anlatılanlardı. Bunun üzerine bilmediklerimi atlayarak, bildiklerimi yazmaya çalıştım. Güzel bir cümle ile doğru bir cümle arasında seçim yapmam gerekse daima doğru cümleyi seçerim. Bence güzel cümle yoktur. Veya güzel cümle, doğru söyleyen bir cümledir. Güzel bir cümleyse koftur.

Fransız edebiyatının değişimine katkıda bulunduğunuzun farkında mısınız?

Evet, bunu gerçekten düşünüyorum. Romanın baskın edebi tür olmaktan çıkmasına katkıda bulunduğumu düşünüyorum. Ayrıca edebiyata dair kalıpların yıkılmasına da katkıda bulundum, ayrıcalıklı konuların ve nesnelerin olmadığını gösterdim. Süpermarket üzerine bir metin yazdım. Journal du dehors adlı kitabım sert eleştiriler aldı, çünkü onda da banliyö trenlerinden söz ediyordum.

Kitabın son sayfalarında Seneler’in notlarınızdan, günlüğünüzden (ergenliğinizden bu yana günlük tutuyormuşsunuz) ve yaşamınızı belgeleyen fotoğraflardan esinlenen “romanesk bir özyaşamöyküsü” olduğunu söylüyorsunuz. Bu öğeleri nasıl ayırıyor, nasıl kullanıyorsunuz?

Günlük dediğiniz ham bir malzeme, içinizi döktüğünüz bir şey. Önemli anları yazıyorum, her gün yaptığım bir iş değil. Hiçbir şey yazmadığım uzun dönemler olabiliyor, ayrıca hiçbir şeyi düzeltmiyorum. Notlarınsa farklı bir işlevi var, evimin dört yanı notlarla dolu, dosyaların altında kalmış durumdayım. Ama o notlar sayesinde planlı bir esere girişebiliyorum.

Peki o notlarda neler var?

Toplumsal duruma, yaşanan değişimlere ilişkin, kişisel olmayan şeyler. Hafızam çok iyidir, ama hatıralar çoğunlukla okurken ve yazarken geri gelir aklıma. Kitabımı çoğunlukla bu notlar ve görüntüler sayesinde inşa ederim. Örneğin, beş yaşındayken olduğum bademcik ameliyatı geliyor gözümün önüne, hastane, çocuklar. Kızların, oğlanların aralarındaki konuşmaları, ağlamalarını hatırlıyorum. Fakat bunlar kişisel bir hatıra olarak ilgilendirmiyor beni. Benim istediğim, o döneme girişi sağlayacak bir gedik, bir aralık bulmak ve böylece birikecek, birbirine bağlanacak daha fazla şey hatırlamak. Etkileyici olan, hatırayı kurtaran da bu. Çünkü aslında bu kitap hayatı kurtarmanın bir yolu.

"Güzel bir cümle ile doğru bir cümle arasında seçim yapmam gerekse daima doğru cümleyi seçerim. Bence güzel cümle yoktur. Veya güzel cümle, doğru söyleyen bir cümledir. Güzel bir cümleyse koftur."

Pek çok ürün adı, marka, reklam sloganına da yer veriyorsunuz; hafızayı harekete geçirmenin bir yolu mu bu?

Babamın işlettiği kafenin ön tarafı da annemin çalıştırdığı bakkal dükkânıydı. Belki de bakkal kızı olmakla ilgilidir bunca markanın aklımda yer etmesi.

Georges Perec’vari bir listeyi çağrıştırıyor, öyle değil mi?

Evet, Perec’i okurken, onun listesi tam olarak içime sinmemişti, çünkü zamanın akışı, yılların geçişi, tarih boyutu eksikti. Durkheim şöyle diyor: “bilinçdışı tarihtir”.

“Romanesk özyaşamöyküsü” sözü sizin için ne ifade ediyor?

Özellikle bu kitapta bir füzyon, bir alaşım elde etmeye çalıştım. “Biz” ve “o” anlatıcılarını kişiliği olmayan kolektif bir anlatım biçimi olarak kullandım. Bununla birlikte mahrem olanı anlatmaktan vazgeçmedim. Genelde “ben”li birinci tekil şahıs özyaşamöyküsünün göstergesidir. Ama aynı zamanda etraftaki dünyayı anlatmanın da bir yoludur. Aptalca sadece kendine odaklanmış bir özyaşamöyküsü söz konusu değilse tabii! Ben tam tersini yaptım. Fotoğraflar ve bir de tabii günlüğüm, notlarım, kişisel anılarım sayesinde, hafıza üzerinde duraklamayı başardım. Tüm bu farklı yazılar yaşama ve hafızaya dair mahrem olanı, tarihi olanı ve bazı şeylerin nasıl değiştiğini anlatma olanağı verdi. Bu kitap zaman ve hafıza hakkında.

"Romanın baskın edebi tür olmaktan çıkmasına katkıda bulunduğumu düşünüyorum. Ayrıca edebiyata dair kalıpların yıkılmasına da katkıda bulundum, ayrıcalıklı konuların ve nesnelerin olmadığını gösterdim. Süpermarket üzerine bir metin yazdım."

Alaşımdan söz ettiniz. Bu romanesk özyaşamöyküsü, altmış yıldan uzun süreye yayılan bir alaşım-kitap, bir bilanço kitabı sayılabilir mi?

Evet. Bir kızın (aslında kendimin, zira sonuçta en iyi tanıdığım kız kendimim) zamandaki, kendi çağındaki, tarihteki öyküsünü yakalamak istedim. Fakat bu alaşım meselesi uzun süre bir sorun olarak kaldı, doğru biçimi arıyordum. Bütünlük arzusu, hayatın içinden zamanın geçişini aktarmak neredeyse yirmi yılımı aldı. Ve her şey kırkıma doğru başladı.

Seneler’de kendinizden söz ettiğiniz sırada bile her zamanki gibi narsisizmi reddeden bakışınıza şahit oluyoruz. Burada bir çelişki yok mu?  

Doğrusu daima benliğin kendini dış dünyada bulduğunu düşündüm. Bununla birlikte bilin bakalım yirmi yıldır bu kitaba dair bütün notlarımın yer aldığı dosyanın başlığı neydi? “Romanesk toplam!” Çünkü başlangıçta onların bir romana dönüşeceğini düşünüyordum. Ama sonuç yine bir roman değil, çünkü burada anlatılan her şey doğru. 

Peki neden bu mesafeli duruş?

Mesafe kavramı hep benimle oldu. Ayrı bir dünyadayım, kuşkusuz bu durum geldiğim toplumsal sınıftan kaynaklanıyor. Kitap okunmayan bir dünyada yaşadım. Karşı tarafa sığınmış bir kaçağım ben. Etnolog rolünü üstleniyorum. Ama tarih ve tarihteki değişimler daima ilgimi çekmiştir. Hatta gençliğimde modern ve çağdaş tarih yan dal eğitimi bile aldım.

"Ama bir an geliyor, metni terk etmek, ona mesafelenmek gerekiyor. İniyorum, iniyorum, iniyorum. Öyle bir seviyeye iniyorum ki, nostalji duygusu kalmıyor. İşte o mesafe, görmeme olanak veriyor. "

Etnolog ve yazar gibi çalışırken diğerlerine nazaran sizi daha çok zorlayan dönemlerden geçtiniz mi?  

Yazarken en çok zorlandığım dönem en yakın dönemdi. 2000’den başlayarak diyebiliriz. Son yıllarla ilgili neyin doğru neyin yanlış çıkacağını bilememek işi zorlaştırıyordu… Ama “bunun” yaşanmakta olduğu anlarda yazmak istiyordum. Oysa olanlarla aramda mesafe yoktu ve bir çeşit yığılma hissediyordum. En zoru, o günün sözcükleriyle 2006-2008’in dünyasını anlatmaktı, halbuki bundan yirmi otuz yıl sonra bunları anlatacak sözcükler olacak. 1950’leri anlatmak için kullandığım sözcükler gibi. Yazının sınırı bu işte. Ama bir an geliyor, metni terk etmek, ona mesafelenmek gerekiyor. İniyorum, iniyorum, iniyorum. Öyle bir seviyeye iniyorum ki, nostalji duygusu kalmıyor. İşte o mesafe, görmeme olanak veriyor. 

Bu mesafe çaba gerektiriyor mu?

Öznellikle yazmak istemiyorum. Meselelerin etrafında dönüyorum. Ama değişimi tetikleyen sözcükler oluyor. Örneğin 1950’li yıllarda şu cümle duyulurdu: “Gençler bizden daha çok şey bilecek”. Bu cümleyi duyduğum anda aklıma şunlar geliyor, eğitime duyulan heves, gelecekteki dünyada daha eğitimli, daha mutlu olunacağı, her şeyin harika olacağı düşüncesi.

Özyaşam kurgusu tür olarak bu nedenle mi uzak size?

Özyaşam kurgusuyla hiçbir ilgim yok. Söyledim işte! Özyaşam kurgusunda çok fazla kurgu var. Oysa benim amacım bu değil. İlgimi de çekmiyor! Edebiyat dünyayı aktarırsa ilginçtir. Benim için kullanmak zor olsa da “özyaşamöyküsü” sözcüğüne bağlı kalmayı yeğliyorum. 

Ama edebiyatta yeni bir yol açtınız.

Tek bir yol değil de belki birçok yol açmış olabilirim. Farklı yollar. Ama doğrusu, bunu yapmaya çalışmıyordum.

Yazmak için belli alışkanlıklarınız, kurallarınız var mı?  

             Dorothea Tanning, Doğumgünü, 1942

Sabahları yazıyorum. Sadece evimde çalışabiliyorum, küçük çalışma masamın baktığı pencerenin bir yanında ağaçlar, diğer yanında Cergy gölleri uzanıyor. Masamın üstü hep kâğıt dolu. Etrafında kitaplıklar ve fotoğraflar. Ama onlara bakmam. Önüme bakarım sadece ve dediğim gibi, önümde ağaçlar, geçip giden kuşlar ve kediler var. Uzun süre, sessizlik içinde çalışıyorum. Öğlen yemeği yemiyorum, telefona bakmıyorum. 

"Dorothea Tanning’in, Max Ernst’le karşılaşmasından hemen sonra yaptığı Doğum Günü de kitabımın içine işlemiştir. “Gerçeküstücülükte kadın ve aşk” konulu bitirme tezimi hazırladığım sırada gördüğüm bu eser o günden beri aklımdan çıkmadı. Ne Breton’u ne Beauvoir’ı, hatta ne de Bourdieu’yü tanıyordum o zamanlar." 

Özellikle sevdiğiniz yazarlar kimler?

Flaubert’e ve Virginia Woolf’a hayranım. Özellikle Dalgalar’ı seviyorum; Woolf anlatı biçimini yeniliyor, “ben”i merkezden çıkardığı kolektif bir kitap yaratıyor. Georges Perec’in de benim için anlamı büyük. Bir de tabii kendini kadın olarak inşa etme konusunda Simone de Beauvoir ve Bulantı’daki Sartre. Dönemimizden Virginie Despentes’ı ve Edouard Louis’yi çok seviyorum…

2000’den bu yana, öğretmenliği bırakıp emekli olduğunuz için yazmaya ayıracak daha çok zamanınız var. “Emeklilik” sizin için şoke edici bir sözcük müydü?

Evet. Üstelik böyle olacağına inanmazdım, öğretmenlik yaptığım sırada işe mesafemi koruduğumu düşünürdüm. Sonra bir anda, “O halde artık notlarımı yakabilirim. Hatta öğretmenlik belgemi iade edebilirim. Ne de olsa hiçbir işe yaramıyorlar!” demeye başladım. Gerçekten çok fena, çok zor bir an. 2000’de emekliye ayrılınca artık kaçışım olmadığına karar verdim: Seneler’i yazmalıydım.

Yazmanıza yardımcı olan paralel okumalar oldu mu?

En az on beş yıldır aklımdan çıkmayan bir cümle var. Az tanınan İngiliz sosyolog Derek Parfit’in cümlesi: “Koca bir hayat hiç kişiselleştirmeye gitmeden betimlenebilir” diyor. Bu konuya çok kafa yordum, çünkü ortaya tarihçi elinden çıkma bir yapıt koymak değil, pek çok anıyı, kendi anılarımı değil, başka insanların anılarını anlatmak istiyordum. Küçük yaşta okuduğum bir kitap daha üzerimde derin iz bırakmıştır, ismini sık sık anıyorum. Sekiz yaşında okuduğum Rüzgâr Gibi Geçti.

Daha sonra tekrar okudunuz mu?  

Evet, 1995’te. Ve kitabı sevmiş olduğuma utanmadım. Kitapta her ne kadar Güneylilere ve Siyahlara dair öne sürülen fikirler berbat olsa da kadının hikâyesini seviyorum. Scarlett O'Hara kendini koyvermiyor, seçimler yapıyor. Çiftliğine olan aşkı, ülkenin şiddet dolu tarihinin izlerini taşıyan hayatı. Benim hikâyemin başlangıcı da şiddet doluydu, unutmayın, 1940’ta Normandiya’da doğdum.
Beni çok etkileyen bir de film var, Ettore Scola’nın Balo filmi. Yazdıklarımla Scola’nın aktarmak istediği duyguyu bulup çıkarmak istedim. Bir de Dorothea Tanning’in, Max Ernst’le karşılaşmasından hemen sonra yaptığı Doğum Günü tablosu var. O tablo da kitabımın içine işlemiştir. Tabloda yarı çıplak bir kadın ve arkasında sonsuza açılan kapılar var. “Gerçeküstücülükte kadın ve aşk” konulu bitirme tezimi hazırladığım sırada gördüğüm bu eser o günden beri aklımdan çıkmadı. Ne Breton’u ne Beauvoir’ı, hatta ne de Bourdieu’yü tanıyordum o zamanlar.

Düşünsel açıdan çok yakın olduğunuz ve sık sık adını andığınız Pierre Bourdieu’yle yolunuz hiç kesişmedi mi?  

Maalesef. Biraz da benim hatam yüzünden. Onun hakkında bir sempozyum vardı. Benim davetli olduğum oturum Bourdieu gelmeden önceydi, onun oturumu akşamdı. Beklemeden gitmem gerekti.

"1970’te kadınlar söz alıyor; bu çok önemli, bunun üzerine ben de söz alıyorum ve kürtajdan, sözünü etmek istediğim, ama edebiyatta izine rastlamadığım şeylerden söz ediyorum: toplumsal kopuş. Alt sınıftan gelip yüksek öğrenim görmek. Bunu öncelikle öfkeyle dile getiriyorum."

Seneler’in sonunda, bu kitabı bir mücadele aracı olarak gördüğünüzü söylüyorsunuz. Kimin için? Ne için?

Toplumsal eşitsizliklere karşı ve kadınlar için, bu ikisi bence birbirine bağlı zaten. Genel olarak adaletsizliğe karşı. Bunlar benim değişmeyen siyasi görüşlerimle bağlantılı. İçinde büyüdüğümüz birinci dünyanın her şeyi, edebiyatta kendimize seçtiğimiz yolda belirleyici. Şimdi Bourdieu’yü anmama şaşırmazsınız herhalde, bence edebiyata dair çok doğru bir şey söylüyor: Edebiyatın, edebi alan ile habitus, yani benim mütevazı, feminist habitusum, arasındaki bir karşılaşma olduğunu söylüyor. 20 yaşında yazarken, sadece edebi alana bağlıyım, habitusumu henüz kavrayamıyorum, Yeni Roman akımının etkisi altındayım, sene 1960. Zamanla yazdığım şeylerde, dünya üzerindeki yerim ve kökenlerim bütünüyle belirleyici olacak. 1970’te kadınlar söz alıyor; bu çok önemli, bunun üzerine ben de söz alıyorum ve kürtajdan ve sözünü etmek istediğim, ama edebiyatta izine rastlamadığım şeylerden söz ediyorum: toplumsal kopuş. Alt sınıftan gelip yüksek öğrenim görmek. Bunu öncelikle öfkeyle dile getiriyorum, çünkü gerçekten mücadelenin içindeyim. Ardından mücadeleyi bırakmıyorum, ama aynı tonda yazmıyorum. Bu değişim, kendim hakkında yazmayı bırakıp babam hakkında, Babam’ı yazdığım sırada yaşandı. Çünkü öfke hemen popülist, sefalet çığırtkanı ya da intikamcı bir his doğuruyor.  


                                 Simone de Beauvoir'ın da katıldığı kürtaj hakkı yürüyüşü, 1972

Geldiğiniz çevreden öfkeden başka neler var içinizde?

Hiçbir zaman kurtulamadığım sınıfsal hareketlerim var. Biraz kaba sabayım hâlâ. Kapıları çarparak kapatırım, tencereleri şangırdatırım. Annemden böyle gördüm, ben de aynı şeyi yapıyorum. Bazı gündelik sözcükler de beni hiç terk etmiyor. Annemin sözleriyle konuşuyorum: “İşin boku çıktı” veya “Bu hiç hayra alamet değil” gibi... Annem kitaplara ve edebiyata hayran, olağanüstü bir kadındı. Les Armoires Vides’de onun hakkında korkunç şeyler yazdığımda, hiçbir şey demedi, ama eminim çok üzülmüştür. Bu yüzden hâlâ büyük suçluluk duyuyorum. Yazmakla birçok şeyi yıktığımın, birçok kişiyi kırdığımın farkındayım. Ama kendimi almam mümkün değildi... 

Sizce Seneler siyasi bir kitap sayılabilir mi?   

Geniş anlamda mümkün. Yaşanan olaylarla bağlantılı siyasi itiraflar da var tabii ki orada. Bununla birlikte, bir siyasi duruş belirtmiyor. Şimdinin her ânında, her bireyin aklında bütün olarak dünyanın bilinçdışı bir görüntüsü olduğuna inanarak yazdım –tabii ki bir hayalden bahsediyoruz. Ancak herhangi bir bireyin şu âna dair aklındaki görüntü kesinlikle 1950’deki görüntüye benzemiyor, örneğin o zamanlar Fransız Hindiçini meselesi vardı. Günümüz dünyası bundan 30 veya 40 yıl öncekinden çok farklı.

"MeToo hareketi bende büyük hayranlık uyandırdı. Büyük bir ışık yaktı, aydınlanma ânı yarattı, “Mümkünmüş, işte yaptılar!” dedim. 1970’li yılların feminizmini uyandırdı. Son dönemde, örneğin, “cinskırım” kavramı çıktı ortaya. Bu bir zafer sayılır. Sözcüklerden korkmamak gerek."

2016’da, #MeToo hareketi başlamadan bir yıl önce, 18 yaşınızdaki acı dolu deneyimi aktaran Mémoire de fille’i yayınladınız, cinsel ilişkilerde rıza meselesi etrafında mevcut “gri bölgeyi”, flu alanı anlatıyordunuz. Sinemada başlayan ve kültür dünyasının diğer alanlarına yayılan bu ifşa hareketini nasıl karşıladınız?

Kitapta “rıza” sözcüğünü kullandım, doğru. “Rıza gösteriyor, neye rıza gösterdiğini bilmiyor, ama rıza gösteriyor” diyorum. Yazının bunu açığa çıkarması gerekiyordu –“açığa çıkarma” sözünü çok seviyorum – birbirini izleyen şeyler olduğunu fark ediyorum, bazı anlarda rızam varmış, bazılarında pek bilmiyormuşum. Gerçekten de gri bir alan söz konusu. MeToo hareketi bende büyük hayranlık uyandırdı. Uzunca bir süre, ne kadar canlı olursa olsun, feminizmin artık başka bir şey elde edemeyeceğini düşünüyordum. MeToo büyük bir ışık yaktı, aydınlanma ânı yarattı, “Mümkünmüş, işte yaptılar!” dedim. 1970’li yılların feminizmini uyandırdı. 1990’lar her bakımdan bir regresyon, bir gerileme döemi oldu. MeToo hareketinde de, evet sapmalar oldu, olabilir. Ama ne tuhaf, hep ezilenlerden mükemmellik bekleniyor, hiç hata yapmayacaklar, kusursuz olacaklar... Sarı Yelekliler’le ilgili de aynı şey... En ufak bir açık yakaladıklarında başlıyorlar: “Bunlar antisemit!”, “bunlar islamofob!”... Erkek üstünlüğü her yerde. Korkutucu olan da bu. Ama son dönemde, örneğin, “cinskırım” kavramı çıktı ortaya. Bu bir zafer sayılır. Sözcüklerden korkmamak gerek.

Emmanuel Macron’a yazdığınız açık mektup France Inter radyosunda seslendirildi. Mektupta, savaşçı diline ve Covid-19 krizini yönetmedeki ekonomik zihniyete karşı olduğunuzu ifade ediyorsunuz. Evlerimizde kapalı kaldığımız bugünlerde içinde bulunduğumuz durum size neler hissettiriyor?

Birkaç aydır, tepkisizliğe ve bitkinliğe teslim olmuş durumdayım. Bir daha ne zaman normal bir hayat sürebileceğimizi bilemiyorum. Toplum derin bir yara almış durumda. Ötekinden, salgından, hastalık kapmaktan sürekli korkma hali, öngörülemeyen zorluklar, belirsizlik. Zamanın efendisi olmadığımız kesin. Hastaneler ikinci dalgayı karşılamaya hazır değildi. Bütün işler yalapşap yürüyor, ekonomi dönsün diye insanlar işe gitmeye zorlanıyor, ama zenginlerin bedel ödemesi için hiçbir önlem alınmıyor. Arzuladığımız her şeye, başka bir dünyaya, ekolojik önlemlere dair her şey paramparça oluyor... Bir tür sanal toplumda yaşıyoruz. Uykusuz geceler geçiriyorum, gece boyu boş sokaklarda, apartmanlarda, evlerinde, küçücük yuvalarında öylece oturan insanları düşünüyorum… Bir bilimkurgu romanında gibiyiz.

Kaynak: Inrockuptibles ve L’Express
Çeviren: Damla Kellecioğlu / 1+1FORUM



Kadir Topbaş’ın suskun cenazesi - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET



Güzel Salome dansını yaptı. Doğum günü kutlanan Kral Herodes, kızına hayranlıkla bakıp “dile benden ne dilersen” dedi. Salome, annesi Herodias’la fısıldaştı. Yanıtı kısa oldu: Vaftizci Yahya’nın başı! Bu nefretin bir sebebi vardı. Yahya, kralın kardeşinin karısıyla, yani yengesiyle evliliğini makbul bulmamış, lanetlemişti. İstek yerine getirildi. Yahya’nın kesilen başı altın tepsiye konuldu.

Ressam Caravaggio’nun o anı anlatan resmi, “kelle alan” siyasi komploların doğasını da bize anlatıyor gibi. Kaderine razı olarak gözlerini çoktan kapatmış Yahya, öldükten sonra kendisini savunanlar sayesinde “aziz” sayılmış, figürleri kilise duvarlarını süslemişti. Öldükten sonra göğe yükseltilenlere, keşke yaşamın hikâyesini sorabilsek!

ERDOĞAN’DAN DAMADA BAŞSAĞLIĞI

Kadir Topbaş’ın pazar günkü cenazesini merakla izledim. Namazda en önde, iktidarın en tepesindekiler saf tutmuştu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, ayrıca bir konuşma yapmış, “Yol arkadaşlığımız hemen şuracıkta, Çarşamba’da, İstanbul İmam Hatip Okulu’nda başladı” demişti. “Daha sonra davada da beraber sürdü” diye devam ediyordu. Sessiz sedasız dünyaya veda eden Topbaş’ın, son günlerini “dava”nın dışında geçirmeye zorlanmasındansa hiç bahsetmedi. Herkesin bildiği, kimsenin konuşmadığıdır... Eminim, “nasıl bilirdiniz” denildiğinde içinden “çok şey” geçiren olmuştur.

Cumhurbaşkanı, Topbaş’ın ailesine teker teker taziye diledi. “Başınız sağ olsun” dediği kişiler arasında, bir zamanlar manşetlerden düşmeyen “damat” da vardı.

Cenazenin ardından o günün haberlerine, başta Caner Taşpınar’ın “Damat” kitabı olmak üzere yazılmış kitaplara, hatta mektuplara baktım.

Hatırlayın, FETÖ’nün, TUSKON isimli, yüzlerce üyesi olan, işadamları örgütü vardı. TUSKON davasında 55 kişi sanık oldu. Son duruşmaya gelindiğinde, tek tutuklu, Topbaş’ın damadı Ömer Faruk Kavurmacı kalmıştı.

Kavurmacı, cezaevindeyken gazetecilere bir mektup yazmıştı. Şu satırlar şimdi daha ilginç görünüyordu: “Kayınpederimin Kadir Topbaş olması nedeniyle günah keçisi ilan edildim. Başka siyasilerin damatları ile karşılaştırıldım. Adeta kategorize edildim.”

Elbette Kavurmacı; Erdoğan’ın, İsmail Kahraman’ın ya da Bülent Arınç’ın tartışılan damatlarına göndermede bulunuyordu. Ona göre, kayınpederi ile birlikte, dönemin bütün günahlarının kefareti onlara ödetilmişti.

ERDOĞAN: BURADA OLMALIYDIN

Kadir Topbaş; 1977’de MSP’den, 1987’de Refah Partisi’nden Artvin milletvekili adayı oldu. Erdoğan, partide il başkanı iken o da yönetim kurulundaydı. Erdoğan, İstanbul’a belediye başkanı olunca, Topbaş’ı da danışmanı yaptı. Topbaş, AKP kurulurken, İstanbul’u örgütleyen 5 kişiden biriydi. Nitekim Erdoğan, bu yol arkadaşlığının mükâfatı olarak, 3 dönem İstanbul’u Topbaş’a emanet etti.

Gelgelelim...

FETÖ operasyonlarının ardından AKP’de de bir değişim yaşandı. Parti içindeki bir ekip, bazı önde gelen isimleri, FETÖ bağlantılarıyla suçluyordu. Topbaş da hedefe konanların başındaydı.

Damadı” kadar sözü edilen, 15 Temmuz gecesi İBB önünde 17 kişi şehit olup 50 kişi yaralanırken, Kadir Topbaş’ın İstanbul’da değil, ABD’de olmasıydı.

O da hakkındaki dedikoduların farkındaydı. TBMM’de “15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu”na şöyle konuştu:

3 Temmuz 2016 tarihinde ECOSOC Başkanlığı ve BM Ekonomik ve Sosyal İşler Dairesi UNDESA adına BM Genel Merkezi’nde yapılacak toplantıya ana konuşmacı olarak katılmak üzere davet edildim. Bu toplantı ve sonrasında foruma katılan iştirakçilerle ikili görüşme ve toplantılara katılmak için 12.7.2016 ile 20.7.2016 tarihleri arasında görevli olarak yurtdışında bulunacağımı İstanbul Valiliği’ne resmi yazı ile bildirdim. Komisyonda dile getirilen ‘dönüş tarihinin 15 Temmuz 2016 Cuma gününden önce olduğu ancak bu tarihte dönmediğim iddiası’ gerçeği yansıtmamaktadır.”

Gelmesinin gecikmesine Cumhurbaşkanı’nın sitem ettiğini Posta gazetesine şöyle anlattı:

“(Erdoğan) ‘Gözler seni aradı, burada olmalıydın’ dedi. Ama biliyorsunuz tüm seferler iptal edilmişti, hava sahası kapalıydı.”

‘GÖREVİNİ BIRAKSIN, ÇEKİLSİN’

Darbe girişiminden 11 gün sonra, mallarına el konulan işadamları arasında Topbaş’ın damadı Kavurmacı da vardı. Nitekim 8 Eylül 2016’da tutuklandı.

Topbaş’la damadını ilişkilendirenlerin sayısı artınca, Topbaş konuşmaya mecbur kaldı:

17/25 Aralık’tan sonra damadım bu ihanet şebekesi ile yollarını ayırdığını beyan etti. Eğer damadım beyanının aksine davranmışsa hak ettiği cezayı çekecektir.

AKP içinde “Topbaş’ın damadı” mevzusu bitmeyince, 19 Haziran 2017’de bir kez daha konuştu:

Esasında bu, FETÖ hareketinin bir başka hamleleridir. İleride tarih bunları yazacak. Burada olan gizli akıl bütün argümanlarını devreye sokuyor. Arzuları, beni hedefe koydular, ‘Sayın başkan görevini bıraksın, çekilsin, gitsin artık diye.’ Arkasından ne olacaktı? Onlar şöyle ince ince hesaplansın ve düşünülsün.

Dikkat çeken, Kadir Topbaş’ın çocuklarının da Ömer Faruk Kavurmacı’ya sahip çıkmasıydı. Çocuklar üzerinden iktidar içinde yürüyen diplomasiye girmiyorum... Fakat, babasının yukarıdaki konuşmasını “Müptezeller iftiralarında ve yüzsüzlüklerinde ısrar edince...” mesajıyla paylaşan oğul Mustafa Ömer Topbaş, kimleri hedef aldığını daha sonra şöyle anlattı:

“Sözde dindarım diye geçinen gazetecilerin kamuoyu algısına sırtını yaslayıp alenen iftira atmaları yeni moda.. Yazık!!”

SUSUNCA YENİDEN ‘KADİR ABİ’ OLDU

Muhalefet eleştiriyordu da... Ancak Topbaş, iktidar içindeki bir grup tarafından çok sıkıştırıldı. Açıkça istifaya zorlandı. Öyle ki bazı vekillerinin artık Topbaş’la aynı belgelere imza atmadığı, Topbaş ile belediye meclisindeki AKP grubunun karşı karşıya geldiği, bazı imar dosyalarını veto eden Topbaş’ın karşı hamleler ve yeni görevlendirmeler yaptığı bilgileri ortalığa saçıldı.

Son olarak, 20 Ağustos 2017’de, Cumhurbaşkanı Erdoğan, mesajı çok açık verdi:

İstanbul’un büyüklüğünü anlamayan hiç kimse, İstanbul’a ve AK Parti’ye hizmet edemez. (...) Bir yerde eksiğimiz var. Eğer metal yorgunluğu diyorsak bunları oturup düşünmemiz lazım. Kimse buna üzülmeyecek.”

Beklenen bir ay sonra, 22 Eylül 2017’de oldu. Kadir Topbaş istifa etti. Açıklamasında, “Hata ile ihanetin birbirine karıştırılmaması gerekir, ihanet edenler asla affedilemez” diyen Topbaş şöyle devam etti:

40 yılı aşkın siyasette olan birisi olarak sakin, tepkisi çok az olan, iyi düşünen bir yapım var, herkesin kendine göre özellikleri vardır. Benim de özelliğim bu. Yalnız şunu söyleyeyim: Bugünkü Türkiye’nin gördüğümüz şekliyle siyaseti, geleceğini karartır.”

O günden sonra çeşitli dönemeçlerde gözler Topbaş’a çevrildi. Veda ederken partisinden ayrılmadığının altını çizen Topbaş, başka oluşumlardan gelen tekliflere de kapısını kapattı. 13 yıl süre ile İstanbul’un en uzun belediye başkanı o değilmiş gibi, bir daha siyaset koridorlarında görünmedi. Belki de “başka bir yol” aramaması sayesinde tabutu AKP’liler tarafından “Kadir Abi” diyerek omuzlandı. Cenazesi belediye mezarlığına değil, hükümet kararıyla Fatih Camii Haziresi’ne defnedildi.

Caravaggio mu? Papalıkla ters düşen, “kellesi istenen” ressam, Roma’ya özür dilemeye giderken, yolda hâlâ bilemediğimiz bir nedenle öldü. Papa’ya özür için hazırladığı hediye, genç Caravaggio’nun orta yaşlı Caravaggio’nun kellesini alışını resmeden, “Davut ve Golyat” tablosuydu. 

Kendi kellesini kendisinin aldığı kılıcın üstünde yazan, hikâyenin özetiydi: Alçakgönüllülük gururdan üstündür.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Efsane isim Özcan Arkoç hayatını kaybetti - Tarık ERYİĞİT / SÖZCÜ

 


Türk futboluna bir dönem damga vurmuş isimlerden biri olan efsane kaleci Özcan Arkoç hayatını kaybetti. Özcan Arkoç, ligde unutulmaz anların ismi olduğu gibi, Avrupa'daki hem futbolculuk hem de teknik direktörlük kariyeri ile de 'İlkleri başaran isim' olarak Türk futbol tarihine geçti.


Türk futbol tarihine adını altın harflerle yazdırmış bir isim Özcan Arkoç… Şenol Güneş’in ‘Türkiye’nin en iyi iki kalecisinden biri’ dediği Özcan Arkoç, hayatını kaybetti. 81 yaşında hayata gözlerini yuman efsane kaleci, Vefaspor, Fenerbahçe ve Beşiktaş dışında Avusturya Wien ve Hamburg formaları da giydi.

Geçmişi çabuk unutan bir millet olarak bazı isimlerin başardıklarını atlıyoruz. Özcan Arkoç da bu isimler arasında yer alıyor… Hayatını kaybettiğinde önemini anladığımız değerlerimizden biri olmasına izin verilmeyecek bir kariyere sahip olan efsane kaleci, Türkiye’de ve Avrupa’da başardıklarıyla, imza attığı ilklerle hatırlanmayı fazlasıyla hak ediyor.

Özcan Arkoç’un hikayesi 13 yaşında Alpullu Şekerspor’da yeşerdi. Genç yaşta Vefaspor yöneticilerinin dikkatini çeken Özer Alkoç, İstanbul’un yolunu tuttu. Ardından Avrupa’ya gidene kadar İstanbul’dan hiç ayrılmadı. Fenerbahçe ve Beşiktaş’ta forma giydi. ‘Şampiyonların file bekçisi’ unvanını aldı.

BİR SORUYLA BAŞLAYAN KARİYER

Ortaokul yıllarında arkadaşlarıyla okul bahçesinde top oynarken böyle bir kariyer hayal etti mi bilinmez ama, Özcan Arkoç’un Türk futbolunda unutulmazlar arasına girmesine bir soru vesile oldu. Alpullu Şekerspor kalecisi henüz 13 yaşındaki Özcan Alkoç’a “Kaleci olmak ister misin?” diye sorar. Bu soru, genç bir sporcunun efsane olma yolunda ilk adımı atmasını sağlar.

Alpullu Şekerspor takımında iki yıl kaldıktan sonra İstanbul’a, Vefaspor’a gider. Vefaspor’un yıllar sonra bile hatırlanmasını sağlayan efsane kadroda, kaleci bolluğu olmasına rağmen şansını denemeye karar verir. İstanbul ekibinin biri milli 7 kalecisinden biri olur. 17 yaşında Vefaspor’un İtalyan teknik direktörü Giovanni Varglien’in gözüne girer ve takımın birinci kalecisi olmayı başarır.

Türkiye liglerinde o zamana kadar oynayan en genç futbolcu olur. Saha içinde başarılı kurtarışları dışında centilmenliği ile de dikkat çeken Özcan Arkoç, 1956-57 sezonunda Merkez Hakem Komitesi’nce ligin en centilmen futbolcularından biri olarak seçilir. Milliyet Gazetesi’nin düzenlediği “Yılın En İyi Sporcusu” oylamasında ise 3. olur. Artık isminden iyice söz ettirmeye başlamıştır.

1958 yılında Milli Takım’ın kalesini de korumaya başlar. 9 kez Milli Takım forması giyer.

                      Özcan Arkoç / Milli Takım Fotoğraf: DepoPhoto

UNUTULMAZ GOLÜ YEDİ

İstanbul Profesyonel Ligi’nde mücadele eden Fenerbahçe, kaleci sıkıntısını yıldızı yeni yeni parlamaya başlayan Özcan Arkoç ile doldurmaya karar verir. Yapılan görüşmeler sonrası anlaşma sağlanır ve 1958 yılında Fenerbahçe’nin kalesini korumaya başlar Özcan Arkoç…

Özcan Arkoç’un kalesini koruduğu Fenerbahçe, 1958-59 sezonunu namağlup şampiyon olarak tamamlar. Üstelik 18 maçta sadece 7 gol yiyerek. Türkiye Ligi’nin ilk sezonu olan 1959 yılında da Fenerbahçe kalesini korur. Galatasaray ile oynanan final maçında, Metin Oktay’ın attığı unutulmaz golü yiyen de O’dur.

ʻʻ
'38. dakika oldu. 39'a girmek üzereyiz. Nuri aldı topu, sol taraftan Metin'e doğru geçirdi. Deniz tarafındaki kaleye doğru gidiyor Metin... Tehlikeli olabilir mi henüz belli değil... Kafasını kaldırdı Metin, çapraza baktı. Kalede Özcan var. Vurdu Metin, kaleye doğru gidiyor. Gooolll! Goooolll! Metiiiin! 1-0... Umulmadık anda umulmadık bir gol... Fenerbahçeliler 'Top auta çıktı' diye itiraz ediyorlar. Ağları yırttı geçti top! Özcan şaşkın, taraftarlar şaşkın ama Galatasaray 1-0 galip durumda...'
Orhan Ayhan'ın anlatımıyla...

Metin Oktay’ın ‘Ağları delen’ inanılmaz sert şutunu durduramaması, Özcan Arkoç’un yıllarca hatırlanmasını sağlayan ilk futbol anısı olur. Maçı 1-0 kaybeden Fenerbahçe, rövanşta ezeli rakibini 4-0 yenerek şampiyonluğa ulaşır. Türkiye Ligi’nin ilk sezonunda şampiyon olan takımın kalesini koruyan isim olarak da tarihe adını yazdırır.

NEDENİ BİLİNMEYEN BİR ANLAŞMAZLIK SONRASI EZELİ RAKİBE İMZA

Fenerbahçe kalesini başarılı bir şekilde koruyan Özcan Arkoç’un, 1962 yılında sarı-lacivertli ekipteki kariyeri sona erer. Görüşmelerinde iki taraf anlaşma sağlayamayınca, yollar ayrılır. Anlaşmazlığın neden kaynaklandığı hala bilinmez. Para olmadığı ise açıktır. Çünkü Beşiktaş’a transfer olan Özcan Arkoç, Fenerbahçe’de aldığı paranın beşte birine imza atar.

Bir röportajında Fenerbahçe’den ayrılma sürecinin “Ufak bir anlaşmazlıktan dolayı Fenerbahçe’den ayrılmak zorunda kaldım” diyerek açıklar. İstanbul’un Asya Yakası’ndan Avrupa Yakası’na geçiş süreci böyle başlar. Beşiktaş’ta iki sene oynar. Asıl isteği Edirne’nin dışına çıkmak, kariyerine Avrupa’da devam etmektir. Bunun en büyük nedeni ise Avrupa’daki çimlerin daha iyi olmasıdır.

            Özcan Arkoç Beşiktaş formasıyla… Fotoğraf: DepoPhotos

AVRUPA KAPILARINI AÇAN TEKNİK ADAM

Performansı ile Avrupa kulüplerinin dikkatini çeker. Alman kulüpleri tarafından da istenen başarılı eldiven, 1961 yılında Bayern Münih, 1962 yılında Eintracht Frankfurt tarafından denenir. İki takımdan da teklif alamaz. Avrupa’da oynama hayali tam sona eriyorken, Fenerbahçe’nin eski teknik direktörü Ignac Molnar imdada yetişir.

Molnar, Fenerbahçe’den tanıdığı Özcan Arkoç’un yeteneğini biliyordu. Birlikte çalışmışlardı. Avusturya’da denemelere katılması için Özcan Arkoç’u ikna eder. Deneme sonunda Avusturya Wien, yetenekli kalecideki ışığı fark eder. Beşiktaş 4 bin 500 dolar bonservis bedeli ödeyerek başarılı kaleciyi kadrosuna katar.

Böylece 1964 yılında ilk Avrupa macerası başlar. Üç yıl Avusturya Wien’de oynar. 64 maça çıkar. Gittiği hiçbir takımda yedek kalmayan Özcan Arkoç, 17 yaşından bu yana yaptığını yine yapar. Avusturya Milli Takımı kalecisi Gernot Fraydl’ı keser. Takımın birinci kalecisi olur. Son senesinde takımı ligin en az gol yiyen takımı olur. Ligi ise üçüncü sırada tamamlar. Avusturya Kupası’nı müzesine götürür.

İLK TÜRK FUTBOLCU

Avusturya’daki performansı dikkatlerden kaçmaz. Bundesliga ekibi Hamburg, çok sık rastlanmayacak bir transfer hikayesi sonrasında kendisine teklif yapar.

O dönem Alman ekibinin kalesinde dünyaca ünlü Horst Schnoor vardır. Ancak sakatlığı nedeniyle Hamburg, kaleci arayışına girer. Hamburglu bir gazeteci, Viyana’daki bir gazeteci arkadaşı ile konuşurken, takımın kaleci aradığından bahseder. Viyana’daki kaleci de “Avusturya Wien’de Özcan Arkoç isminde bir kaleci var. Çok yetenekli. Hamburg’un kaleci sıkıntısını çözebilir” diyerek tavsiyede bulunur. Bunun üzerine iki takım yönetimi arasında görüşmeler başlar ve transfer tamamlanır.

Hamburg’ta tam 8 sene geçirir. Alman ekibinin kalesini 159 kez koruduğu bu sürede adını tarihe yazdıracak unutulmaz anlar yaşar. Tarihe geçtiği maç ise 1968 yılında Kupa Galipleri Kupası finalinde Milan ile oynanan maçtır. Bu maçta Hamburg’un kalesini koruyan Özcan Arkoç, bir UEFA organizasyonunda final oynayan ilk Türk futbolcu olur. Bu maçta Kurt Hamrin’in iki golüne engel olamaz. Hamburg yenilerek ikinci olsa da, Özcan Arkoç, Türk futbol tarihine geçerek teselli bulur.

HERKES TAYFUN KORKUT SANIYOR AMA…

Aşil tendonunda yaşadığı sakatlık sonrası 1975 yılında, 36 yaşında profesyonel futbolculuk kariyerine nokta koyar. Ancak uzun yıllar hizmet ettiği Hamburg’dan ayrılmaz. 1976 yılında Kuno Klötzer’in yardımcı antrenörü olarak göreve başlar. Kalesini koruduğu dönemde elinden kaçırdığı Kupa Galipleri Kupası’nı bu kez 1977 yılında, teknik heyette iken kaldırır.

Bir sonrası sezon Rudi Gutendorf’u takımın başına getiren Hamburg, Kupa Galipleri Kupası’nda erken veda edilmesinin ardından Gutendorf ile yollarını ayırır. Teknik direktörlük görevi için Özcan Arkoç ile anlaşılır. Böylece sanılanın aksine Tayfun Korkut’tan önce Bundesliga’da takım çalıştıran ilk Türk teknik direktör Özcan Arkoç olur. Yine tarihe geçmiştir.

Felix Magath ve Kevin Keegan gibi efsane isimlere teknik direktörlük yapar. 9. sırada aldığı takımı, bir ara 6. sıraya kadar yükseltse de, lig sonunda 10. sırada kalır. Almanya Kupası’na Schalke 04 karşısında alınan 4-2’lik yenilgi sonrası çeyrek finalde veda eder. O dönem iki maç üzerinden oynanan Avrupa Süper Kupası’nda Liverpool’a karşı 1-1 biten ilk maçın rövanşında 6-0 yenilerek kupayı rakibine kaptırır.

Adını Türk futbol tarihine yazdırdığı bir diğer olay da bu final maçında gerçekleşir. Bundesliga’da takım çalıştıran ilk teknik adam unvanından sonra, bir UEFA organizasyonu finalinde teknik direktörlük yapan ilk Türk teknik adam da olmayı başarır. Ancak sezon sonunda oyuncular üstünde sert bir baskı kuramadığı için Sportif Direktör Günter Netzer tarafından görevinden alınır.

               Kevin Keegan Hamburg formasıyla… Fotoğraf: DepoPhotos

UNUTULMAYACAK

Yakın dönemde yaşadıklarımızı ‘Bir ilk, tarihe geçti’ gibi ifadelerle aktardığımız pek çok başarıyı, Özcan Arkoç, yıllar önce gerçekleştirmiş bir isim… Avrupa’da başardıklarıyla Türk futbol tarihine hem futbolcu hem de teknik direktör olarak geçen efsane eldiven, unutulmayacaklar arasında yer almayı sonuna kadar hak ediyor.

Özcan Alkoç, bir UEFA organizasyonunda final oynayan ilk futbolcu, Bundesliga’da takım çalıştıran ilk Türk teknik direktör, bir UEFA organizasyonu finalinde takım yöneten ilk teknik direktör…

Tarık ERYİĞİT / SÖZCÜ

17 Şubat 2021 Çarşamba

Hiçbir şeye benzemez - Kaan Sezyum / BİRGÜN



Hiçbir şeye benzemez sefaletimiz. Çünkü soran olursa dünyanın en zenginiyiz. Kesinlikle sefil değiliz. Aç değiliz, açıkta değiliz. Hatta o kadar hiçbir şeye benzemez ki açlığımız, dün ‘Açım’ deriz, ertesi gün ‘Yanlış anlamışsınız’ deriz.

Hiçbir şeye benzemez bizim adaletimiz. Asalet gibidir adaletimiz. Sadece kendimize kadar vardır her şeyden. Ya bizdensin zaten ya da düşman. Hiçbir şeye benzemeyen adaletimizle ortada dolaşırız. Kimseyi de inandıramayız bunun adalet olduğuna. Hiçbir şeye benzemez çünkü.

Hiçbir şeye benzemez bizim bakanlarımız, vekillerimiz, iktidarımız. Gün gelir halkına ‘Maske, mesafe, fasafiso’ diye kızar, gün gelir salgına rağmen hınca hınç salonları doldurur. Aynı hiçbir şeye benzemeyen zenginlerimiz gibi. Her yer kapalıyken açık olan otellerimiz.

Hiçbir şeye benzemez bizim bakanlarımız. Zaten bakan olduklarını da bilmezler. Havadan gelirler her yere. Turizm acentesi sahibi bakanlarımız, hastane sahibi bakanlarımız, okul sahibi bakanlarımız gibi. Hepsi bir ağızdan hep aynı kötü pop şarkısını söyler durur. Bakan değişir, parça değişmez. Dışarıya takım verilmez.

Hiçbir şeye benzemez bizim idare biçimimiz. Sadece bize özeldir, hatta sadece şahsa özeldir. Sanayasak, banayasaldır adaletimizin temeli. Hiçbir şeye benzemeyen yargımız gibi. Dışarıda sorarlarsa kimseden emir almaz, bağımsızdır. İçeriden bakarsan ise içli köfte gibidir. Yurt dışından atılan bir tivit bile dizlerinin bağını çözer gözleri kapalı kantarcının.

Hiçbir şeye benzemez bizim vekillerimiz. Çoğunun emekliliği garantidir meclise gitmese, imza atmasa, yasa yapmasa bile çünkü zaten bir karşılığı yoktur temsil ettikleri halkın onlar için. Sadece seçilir ve seçildikleri gibi de devam ederler.

Hiçbir şeye benzemez bizim muhalefetimiz. Yasalara uygun olmasa da ‘he’ der her türlü saçmalığa. Yolsuzluklar, mantıksızlar, akıl tutulmaları karşısında suratına far tutulmuş tavşan gibi kalır, ne diyeceğini bilemez durur öylece yıllar yılı olduğu yerde. Zaten geri kalanını da terörist diye paketleriz. Seçme halkım sen de artık. Seçme hakkı da budur aslında. Bir daha seçme diyedir.

Hiçbir şeye benzemez bizim otoyollarımız. Kimse geçmese de cepten paralar gider, geçen olsa da. Hatta ‘O kadar yetmez biz size dolu gününde bile geçemeyecek kadar araç geçiş garantisi verelim’ denir. Devletin malı deniz bile değildir, artık ufak bir su birikintisi gibidir. İki damla su için birbirini yiyen serçeler gibi pençelerini ve gagalarını birbirine geçirir en bilinen beş holding.

Hiçbir şeye benzemez bizim vergi sistemimiz. Milyarlarca lirayı sıfırlarlar patronlardan, vatandaşın ensesinde ise ıslak odun gibi patlar.

Hiçbir şeye benzemez bizde adaletten, huzurdan sorumlu olan bakanlar. Gerektiğinde anayasayı bile uygulamaz ama her zaman yeni yasa peşinde koşar. Halka karşı sorumluluk değil nefret besler gün geldiğinde. En değerli öğrencilerimiz ya da patates soğan satanlarımız bile teröristtir çünkü gün geldiğinde. Herkes eşittir nefretin önünde.

Hiçbir şeye benzemez bizim halkımız, her şeye rağmen sever kendisini yönetenleri ve dövenleri. O yüzden hiçbir şeye benzemez bizim hiçbir şeyimiz. 

Böyle yaşar böyle gideriz biz.

Kaan Sezyum / BİRGÜN

Sopayla anayasa, sopayla seçim - Fatih Yaşlı / SOL

 Karşımıza çıkacak olan şeyin bir “sopalı anayasa” yapımı ve “sopalı seçim” süreci olması kimseyi şaşırtmamalıdır. 

Yeni anayasa tartışmalarıyla ilgili olarak ilk “dürüst” açıklama, yeniden ibadete açılması Cumhuriyet’le hesaplaşmanın en önemli sembollerinden biri olan Ayasofya’nın “baş imamı”ndan geldi.

 “Ayasofya baş imamı” tartışmaya “1921 ve 1924 anayasalarında devletin dini İslam’dı ve laiklik yoktu. Cumhuriyet fabrika ayarlarına dönsün” diyerek ve eli hayli yüksekten açarak girdi. 

“Cumhuriyet’in fabrika ayarlarına dönüş” meselesini şimdilik bir kenara bırakarak söyleyecek olursak açıklama “dürüstçe”ydi; çünkü yeni anayasaya dair İslamcıların beklentisinin laiklik ilkesinin anayasadan çıkartılması olduğunu dürüstçe ortaya koyuyordu.

İkinci “dürüst açıklama”nın sahibi, AKP Grup Başkan Vekili Cahit Özkan’dı. Her ne kadar gelen tepkiler üzerine sonradan geri adım atmak zorunda kalsa da, Özkan yeni anayasanın bir “yeniden kuruluş anayasası” olacağını söyledi.

Bu açıklama da dürüstçeydi; çünkü iktidarın yeni anayasa ile murat ettiği şeyin rejim inşasını anayasayla taçlandırmak olduğunu ve Erdoğan’ın kendisini “ikinci kurucu” olarak gördüğünü çok net bir şekilde ortaya koyuyordu. Yeni anayasa, fiili olarak yıkılan Cumhuriyet’in yerine yeni bir rejimin anayasal düzlemde de tesis edilmesi anlamına gelecekti, bunun mimarı ise Erdoğan olacaktı.  

Ve üçüncü “dürüst” açıklama CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’ndan geldi. Kılıçdaroğlu yeni anayasa tartışmaları ile ilgili olarak “laiklik ilkesinin anayasadan çıkartılacağını sanmıyorum” dedi. 

Bu açıklama da son derece dürüstçeydi, çünkü Kılıçdaroğlu’nun ve bugünkü CHP’nin laiklik diye bir meselenin bulunmadığını, Kılıçdaroğlu CHP’si için laikliğin bir politik mücadele başlığı olmadığını bir kez daha net bir şekilde ortaya koyuyordu. 

Bu aslında birbiriyle bağlantılı ve “dürüst” üç açıklama üzerinden devam edelim.

Evet, Ayasofya’nın müze yapılması Türkiye İslamcılığının Cumhuriyet’e karşı en büyük öfke kaynaklarından biri, yeniden ibadete açılması da en büyük hayallerinden biriydi. O öfke üzerine kurulu siyaset sonunda hayallerine kavuştu ve başta CHP olmak üzere muhalefet, “taktik ve strateji gereği” bu sürece dair tek kelime etmedi, edemedi. 

Hal böyle olunca kimse de çıkıp Ayasofya’nın baş imamına “sen kimsin de bu açıklamayı yapıyorsun” diyemediği gibi, “Cumhuriyet’in fabrika ayarlarında Ayasofya’nın müze yapılması vardır, Ayasofya bizzat Atatürk’ün iradesiyle müze yapılmıştır” diyemedi. Aynı şekilde anayasaya laiklik ilkesinin eklenmesinin, hilafetin ve saltanatın kaldırılmasının, tekke ve zaviyelerinin kapatılmasının ve diğer inkılapların “Cumhuriyet’in fabrika ayarları”ndan kaynaklandığına dair tek bir söz edilmedi.

Ayasofya İmamı’nın açıklamalarıyla AKP Grup Başkan Vekili’nin açıklamaları aynı tarihsellikten, aynı dünya görüşünden besleniyor elbette. Her ikisi de Türkiye İslamcılığı adına konuşuyor ve bir “yeniden kuruluş” istiyorlar, her ikisi de rejim inşasının anayasayla taçlandırılması gerektiğini ve Cumhuriyet’in tasfiyesinin ancak bu şekilde tamamlanmış olabileceğini düşünüyorlar. 

Bunu yaparken ise hayali ve seçmeci bir tarih yazımına girişiyorlar. Milli Mücadele’nin gereklerinden ve ittifaklarından kaynaklanan Mustafa Kemal’in İslami vurgusu yüksek siyasetini öne çıkarıp bunun “Cumhuriyet’in fabrika ayarları” olduğunu, “yeniden kuruluş” derken bunu kastettiklerini iddia ediyorlar. Muhalefet ise Cumhuriyet’in kurucu felsefesini savunmak gibi bir derde sahip olmadığı için tüm bu iddialara hakiki yanıtlar vermekten kaçınıyor. 

Peki bu noktada soralım: Türkiye İslamcılığı yeni anayasada “fabrika ayarlarına dönüş” adı altında laiklik ilkesine yer vermeyebilir mi? Bu elbette ki mümkün ama diyelim ki laiklik ilkesine yer verdi, bu tam olarak neyi değiştirir? Bugün anayasada laiklik yazması iktidarın hangi icraatını engellemektedir ki yeni anayasada yer alması engellesin? 

Örneğin öyle bir laiklik tanımı yapabilirler ki, laiklikten başka her şeye benzeyebilir bu ve iktidar da fiili rejim inşasına şimdi olduğu gibi devam edebilir. Dolayısıyla mesele tek başına laiklik ilkesinin anayasada yer alıp almaması değil, fiili rejim inşasının dinsel karakterini ortaya koymaktır ve karşımızda bundan uzak duran bir muhalefet, bir CHP vardır. 

Yıllar önce “Türkiye’de laikliğin tehdit altında olduğunu düşünmüyorum” diyen CHP Genel Başkanı, bugün de “laiklik ilkesinin anayasadan çıkarılacağını sanmıyorum” diyerek meseleyi önemsizleştirmekte, düzen muhalefeti ise topyekûn bir şekilde, Ayasofya’nın ibadete açılmasından “yeniden kuruluş”a giden yolun dinsel karakterini görmezden gelmekte ve toplumun da görmesini engellemeye çalışmaktadır. 

İktidar partisinin ve ortağının elini kolaylaştıran en önemli faktör budur; düzen muhalefetinin iktidarın karakteristiğini ve hedeflerini net bir şekilde ortaya koymaktan ısrarlı bir şekilde kaçınması ve buna uygun bir strateji üretmemesidir yani. 

Muhalefet, iktidarın rejim inşa eden bir parti olduğunu da o rejime karakteristiğini dinselleşmenin verdiğini de görmezden gelmekte, bu da kendisini daha başından itibaren boşa düşürmekte, yapıp ettiği her şeyi anlamsızlaştırmaktadır.  

İktidar bunun farkındalığıyla hareket etmekte ve hem içeride hem dışarıda yaşanan onca krize rağmen, hala daha kendisine geniş bir hareket alanı bulmakta, o alanın içerisinde istediği gibi at koşturmaya devam etmektedir.

İktidarın yeni bir anayasayı tarihsel olarak en zayıf dönemlerinden birini yaşadığı şu konjonktürde toplumun önüne getirmesi bu nedenle son derece ironiktir; iktidar böylesi bir dönemde bile kamuoyunun gündemine yeni bir anayasa tartışmasını getirebilmiştir ve bunu gerçek anlamda “bu iktidarın yeni anayasa yapma ehliyeti yoktur” diyecek bir muhalefetin olmadığının bilinciyle yapmaktadır.

Irak’taki son operasyon sonrası atılan adımların kaynağı da tam olarak burasıdır. İktidar, 13 askerin yaşamını yitirdiği bir rehine kurtarma operasyonunun hesabının sorulmayacağının ve hatta buradan yeni bir “milli birlik beraberlik havası” yaratabileceğinin bilinciyle hareket etmektedir. 

Bu hava ise eninde sonunda karşı-ittifakları dağıtmayı hedefleyecektir. HDP’nin kapatılması söyleminin muhalefet partilerine de dayatılacağını, bu dayatmanın muhalefet bloğunda bir çatlak yaratmayı hedefleyeceğini, Kürt siyasi hareketinin muhalefet bloğunun bir parçası olmaktan çıkarılmasının esas amaç olduğunu söylemek ise kehanet anlamına gelmeyecektir.

İktidar açısından, milliyetçilik ve hamaset rüzgârlarının estirildiği, şiddetin siyasetin merkezine yerleştiği, toplumun sindirildiği, karşı-ittifakların dağıtıldığı bir konjonktürde, yani “sopa”nın saltanatının hüküm süreceği günlerde, rejim inşasını taçlandıracak bir anayasa yapmak da seçime gidip kazanmak da, bugüne nazaran çok daha kolaydır. 

Mevcut koşullarda sandıktan çıkılamıyorsa o koşulları değiştirmek gerektiğine dair ders iktidar tarafından 7 Haziran seçimlerinde alınmış ve oradan da 1 Kasım seçimlerine gidilmiştir. Muhalefetin bundan bir ders çıkardığını söylemek ise henüz pek mümkün görünmemektedir. 

Velhasıl, iktidarın rejim inşa eden bir parti olduğunu ve bunun için yapabileceklerinin sınırı olmadığını görmeyen ve buna uygun bir şekilde hareket etmeyen bir muhalefet vardır ve bu nedenle de karşımıza çıkacak olan şeyin bir “sopalı anayasa” yapımı ve “sopalı seçim” süreci olması kimseyi şaşırtmamalıdır. 

Temel mesele ise ilkesiz ittifakların, iktidarla pazarlık yapmaya her an hazır olanların, milli birlik beraberlik korosuna katılma heveslilerinin, toplum önüne sağın alternatifi olarak yine sağı koyanların ötesinde, o sopaya gerçek anlamda bir karşı çıkışın örgütlenip örgütlenemeyeceği meselesidir. Bu gidişatı engellemek başka türlü mümkün olmayacaktır çünkü.  

Fatih Yaşlı / SOL 


16 Şubat 2021 Salı

Ah nerede vah nerede! - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 

Kanamayı durdurmak için döviz rezervleri feda edildi. Yaz aylarında inatla doları 6.85 TL’de, politika faizini de yüzde 8.25 TL’de tutmaya çalışmanın faturası ağır oldu. Bu yazıda adeta pehlivan fıkrasına dönen “Döviz rezervlerine ne oldu?” sorusuna cevap vermeye çalışacağız.

Merkez Bankası’nın (MB) eriyen döviz rezervlerine ilişkin tartışma alevlenerek sürüyor. Füsun Önal’ın “Ah nerede, Vah nerede” şarkısını hatırlatırcasına herkes kaybolan dövizlerin peşine düşmüş dertlendikçe dertleniyor. Tabii ki bir ülkenin döviz rezervleri ekonomiyi iyice kırılgan hale getirerek alarm verecek ölçüde düşmüşse, bu öncelikle uygulanan yanlış politikaların sonucudur.

Sadece 2020 yılına odaklanırsak dahi pandemiyle birlikte zor duruma düşen yurttaşlara sosyal programlar yoluyla nakdi destek sağlamak yerine, bir kez daha “doldur boşalt” yöntemiyle adeta bankalar tehdit edilerek krediler patlatılmasının tercih edildiğini görürüz. Bir yandan MB suni bir şekilde faizleri düşük tutarken, öte yandan, Aktif Rasyosu denilen garip uygulama bankaları “kredi vermiyorsan bari devlet tahvili al“ diye zorluyordu. Sonunda başta devlet tahvilleri finansal varlık fiyatlarının şişmesiyle ; yerli aktörlere TL borçlanıp dövize yönelmek, yabancılara da portföylerini satıp ülkeyi terk etmek yolu açıldı.

Kanamayı durdurmak için de döviz rezervleri feda edildi. Yaz aylarında inatla doları 6.85 TL’de, politika faizini de yüzde 8.25’te tutmaya çalışmanın faturası ağır oldu. Bu yazıda adeta pehlivan fıkrasına dönen “döviz rezervlerine ne oldu?” sorusuna cevap vermeye çalışacağız. Şimdiden söyleyelim, kusura bakmayın konunun niteliği gereği mecburen biraz teknik bir yazı ile karşılaşacaksınız. El yordamıyla, merak edilen bu soruya bir cevap aramaya çalışacağız.

2020'DE MB DÖVİZ REZERVLERİ 65.5 MİLYAR DOLAR AZALDI

Geçtiğimiz hafta MB 2020 yılına ilişkin ödemeler dengesi verilerini açıkladı. Böylelikle yılın bütününü kapsayan bir analiz yapma olanağı doğdu. 2020’de 36.7 milyar dolar cari açık verildi. Finans hesabından 8.2 milyar dolar giriş gerçekleşti. Buna karşın net hata noksan kaleminden 3.3 milyar dolar çıktığı anlaşıldı. Sonunda MB rezervlerinden 31.9 milyar dolar eksilmeyle karşılaşıldı. Eğer Aralık ayında, faizlerin yükseltilmesinin bir sonucu 9.2 milyar dolarlık bir sermaye girişi olmasa, sadece bu ayda rezervler 6.7 milyar dolar artmasa idi, MB’nin rezerv pozisyonu daha vahim bir görüntü verecekti.

Şimdi 2020 yılının MB döviz rezervleri bilançosunu değerlendirmeye geçebiliriz. Meslektaşımız Zafer Yükseler’in hesaplamalarını temel alırsak 2019’un sonunda MB’nin döviz+altın brüt rezervleri 107.4 milyar dolardı. Dış yükümlülükleri düşünce net dış varlıklar 36.8 milyar dolara geriliyordu. Swap mekanizması yoluyla MB’nin bilançosunda görülmeyen, döviz borçlanıp karşılığında TL vermek suretiyle de 18.4 milyar dolar sağlanmıştı. Bu rakamı çıkarınca MB’nin 2020 başında, “swap hariç net döviz rezervleri” diye tanımlanan net döviz pozisyonunu 18.4 milyar dolar olarak bulabiliriz. (Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Bilançosu ve Swap İşlemleri 5 Ağustos 2020)

Aynı hesaplamaları 2021 başı itibarıyla yaparsak, MB’nin 43.9 milyar dolar altın, 48.7 milyar dolar döviz brüt 92.6 milyar dolara sahip olduğu görülüyor. Net rakamlarla altın 32.4 milyar dolara, döviz eksi 18.8 milyar dolara geriliyor, net uluslararası rezervler 13.6 milyar dolar çıkıyor. Swap yoluyla 5.8 milyar dolar altın, 54.9 milyar dolar döviz, toplam 60.7 milyar dolar ödünç alındığı görülüyor. Swaplar Hariç Net Rezerv Pozisyonu eksi 47.1 milyar dolar oluyor (Bu rakamları düzenli bu verileri hesaplayan Fuat atk_1881 twitter hesabından aldım).

Yıla 18.4 milyar dolarla başlanıp, 2020’yi eksi 47.1 milyar dolarla kapatınca 1 yılda döviz rezervlerinde 65.5 milyar dolar eksilme görülüyor. Şimdi bu 65.5 milyar doların nereye gittiğine bakalım.

65.5 MİLYAR DOLAR NEREYE GİTTİ?

Biraz evvel cari açık bağlantılı MB rezerv eksilmesini 36.7 milyar dolar olarak ifade etmiştik. Bu rakamı bir kenara koyup şimdi yurt içi aktörlerin döviz taleplerinin rezerv düzeyini ne yönde etkilediğine bakalım.

Finansal olmayan şirketlerin döviz mevduatlarının 2019 sonunda 84.1 milyar dolardan 12 milyar dolar artışla, 2020-11’inci ay sonunda 96.1 milyar dolara çıktığı görülüyor. Yurtiçi bankalara olan döviz borçlarının da 152.9 milyar dolardan 145.5 milyar dolara inerek, bakiyenin 7.4 milyar düştüğü gözleniyor. Böylelikle reel sektör şirketlerinin 12+7.4=19.4 milyar dolar döviz talebinden söz edebiliriz.

Gerçek kişilerin 2020 başında 109 milyar dolarlık döviz tevdiat hesaplarının yılın sonunda 131.1 milyar dolara yükselmesi olgusuyla karşılaşıyoruz. Bu da 22.1 milyar dolarlık bir artışa denk geliyor.

MB’nin BOTAŞ’a 6.0 milyar dolarlık satışını da göz önüne alınca bu 4 kalemin toplamı:

cari açık finansmanı için kullanılan rezerv 31.9 milyar dolar
+
reel sektör şirketlerinin döviz alımı 19.4 milyar dolar
+
gerçek kişilerin DTH artışları 22.1 milyar dolar
+
BOTAŞ’a döviz satışları 6.0 milyar dolar
=
-79.4 milyar dolar ediyor.

Buna karşın MB’nin reeskont kredilerinin döviz rezervlerine katkısı 2020’de 23.1 milyar dolar olmuş. Bunu düşünce MB rezervlerinde 56.3 milyar dolar eksilme bekleyebileceğimiz sonucuna ulaşırız.

MB rezervlerinde fiili 65.5 milyar dolar eksilmeyle, bizim hesapladığımız 56.3 milyar dolar arasındaki 9.2 milyar dolar farkın da, büyük ölçüde kamu bankalarına arka kapı döviz satışından kaynaklandığı şeklinde bir akıl yürütebiliriz.

Daha hassas bir hesaplama için bazı etmenleri daha hesaba katmak gerekiyor. Örneğin, yıla ons başına 1.521 dolardan başlayan altın 2020’yi 1.894 dolardan kapattı. Bu MB’nin altın şeklinde tutulan döviz rezervlerini artırıcı bir etki yaratırken, bireylerin altın mevduatının da döviz talebi yaratmadan yükselmesini getirdi. Serbest piyasadan döviz alıp yastık altına istifleyen tasarruf sahipleri olabileceği gibi, yıl sonunda göreceli istikrar ortamında yastık altındaki döviz-altın varlıklarını sisteme sokanlar da bulunabilir. Keza dolar/avro paritesi 2020’ye 1.1210’dan başlayıp 1.2295’ten bitirdi. Kullandığımız bazı istatistikler de gün-hafta farkıyla oynaklıklar gösterebiliyor. Tüm bu etmenler rakamları biraz oynatabilir ama genel tabloyu değiştirmez.

Yine de kabataslak MB döviz rezervlerinin 2020’de 65.5 milyar dolar erimesinin arkasındaki dinamikleri açıklayabildiğimizi düşünüyorum. Analizi 2018’den başlatınca muhtemelen, yaygınlıkla telaffuz edilen “130 milyar dolar nerede?” sorusunu cevaplamak da mümkün olur.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN